Kitap dizimizin sayfalarında sosyalist hareketin, dolayısıyla da bu hareketin militanlarının “görev”leri ve “sorumluluk”ları üzerinde sıklıkla, belki de gereğinden fazla duruldu. Olanaklar ve kazanımlardan çok, zorunluklar ve yükümlülüklerin altı çizildi. Bunlara hızlı hareket etme çağrısı eklendi.
Gelenek okurları, bu tercihimizin temel teorik ve politik gerekçelerini yeterince biliyor. Sınıf mücadelelerinde öncülüğün yerine ilişkin teorik saptamalarımız ve politikada “irade”ye yaptığımız vurgu, nesnelliğin sunduklarından çok ve bunları da değerlendirmenin gereği olarak öznenin misyonlarını önemsememize yol açıyor. Türkiye sosyalist hareketinin 1980 sonrasında bir türlü aşamadığı eksikler ve kriz sürecine bu eksiklerle birlikte girmekten kaynaklanan riskler, yüzümüzü en fazla dışa döndüğümüz bir dönemde bile, içe dönük mesajlarımızın yoğunluğundan pek bir şey kaybetmemesini getiriyor.
Bu yazıda, sosyalist hareketin kriz sürecinde bile kolayca aşılamayacağı anlaşılan, hatta belki de yoğunluk kazanan iç sorunlarının temel kaynağını ele alarak, sosyalizmin militanlarına düşenlere ilişkin düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Sosyalist hareketin somut iç sorunlarına hiç girmeyeceğim. Bunun bir eksiklik olacağını kabul ediyorum. Ama, belki de tüm temel sorunların kaynağı olan asıl sorun yeterince kavrandığında, somut sorunları çözmek olmasa bile bunlara yukarıdan bakmak ve çözümlerin nerelerde aranması ve nerelerde aranmaması gerektiğini saptamak, en azından çok daha kolay olacaktır.
Türkiye kapitalizmi yapısal krizlerinden birini yaşarken, sosyalist devrimin güncelleştiğini saptamak için güncel verilerin özel bir olumluluk içermesi gerekmiyor. Devrim hedefini nesnelliğin en kapsamlı bir çözümlemesinden türetme saplantısına sahip olmayan ve bu hedefi nesnellik çözümlemelerinin bir çıkış noktası olarak gören sosyalistler açısından, bugünkü olumsuzlukların katalogunu çıkarmanın herhangi bir anlamı bulunmuyor.
Ama yine de, Türkiye’nin oldukça garip bir dönemden geçtiğini teslim etmeliyiz. Bir yanda cumhuriyet tarihinin en ciddi ekonomik krizlerinden biri yaşanırken, bir milyona yakın insan işsizler kervanına katılırken ve reel ücretler hızla düşerken, diğer yanda burjuvaziyi bile şaşırtan bir toplumsal hareketsizlik var. İşçi sınıfı, öyle çok yoğun bir çaba harcamadan da kontrol altında tutulabiliyor.
Bugünkü hareketsizliğin, kısa sürmeyeceği iyice belirginleşmiş olan kriz sürecinde, geleceğe yönelik kestirmeci çıkarımlara dayanak oluşturamayacağı, biriken çelişkilerin eninde sonunda ve şu yada bu biçim altında açığa çıkacağı vb. bu yazının konusu değil. Burada önemli olan, sınıfın güncel bilinç ve hareketlilik düzeyi ile krizin güncelleştirdiği tarihsel misyonu arasındaki açının genişliği. Dolayısıyla da, bu açının doldurulmasından başka bir anlama gelmeyen öncülük misyonunun ağırlaşması…
Bir noktada gereken açıklığı sağlamamız gerektiğini düşünüyorum. Sınıf yeterince siyasallaşmadığında öncüye düşen görevlerin artacağı doğrudur; ama bu genel doğru, yanlış sonuçlar çıkarmaya da son derece elverişlidir. Sözgelimi, olmayan bir sınıf hareketini yaratmak “görev” diye tarif edildiğinde, bir süre sonra ya kriz saptamasından, ya da öncülükten vazgeçmek gerekecektir.
Öncülük misyonunun ağırlaşmasının nicelik değil nitelik sorunu olduğunu unutmamak gerekiyor. Bunu, somutlayarak ele almak daha anlamlı.
Türkiye’de, sınıf hareketinin zayıflığı, bir örgütülük sorunu olarak da görülebilir. Siyasallaşamayan işçi sınıfı, kendi örgütlemesine dönük bir dinamizm de sergileyemiyor. Kendiliğinden örgütlenme dinamiğinin zaten tarihsel olarak zayıf kaldığı Türkiye’de, toplumsal muhalefetin örgütlülük düzeyinin bugünkü geriliği, devrim sürecine ilişkin kurguların da en önemli girdileri arasında yer almak zorunda. Sınıfın ve emekçi kitlelerin en geniş kesimlerinin harekete geçeceği bir konjonktürde, hareketin örgütsüzlüğü, devrimci özne açısından hem bir olanak, hem de zorluk kaynağı olacaktır. Olanak, kendiliğinden örgütlülüğün ideolojik zemini ile hareketi devrime taşıma hedefi arasındaki çelişkinin zayıflığında, zorluk ise, örgütlülük eksiğini öncülük belirlenimli bir örgütlü/siyasal hareket yaratarak telafi (“ikame” değil!) etmenin gerekli kıldığı irade bütünlüğünün sağlanmasındadır.
Leninist örgüt, bir iradenin taşıyıcısıdır. Leninist anlamda öncülüğün ilk şartı, özneyi nesnellikten ayırmaktır. Ama özneyi nesnellikten bağımsızlaştırmak mümkün olmadığına göre, bu ayrımın korunması, iradenin yeniden üretilmesi, tümüyle öznel bir etkinliğin ürünü olamaz. Leninist örgütün temsil ettiği süreklilik de, nesnellikten yalıtılmış bir “özne”nin fiziksel varlığını koruması değildir; özne olma konumunun sürekliliği, ancak, öznenin kendi varoluşunun nesnelliğini de yeniden üreten etkinliğiyle, iradenin nesnel karşılıklarının yaratılmasıyla sağlanabilir.
Siyasal hareket boyutunun leninist öncülüğün şekillenmesi sürecindeki kritik öneminin bir nedeni de budur. Leninist örgütün devrimci duruma doğması, bir tarihsizliğı anlatmıyor. Öncülük süreci, kopuşun sürekliliği tümüyle ortadan kaldırdığı dönemeçler barındırmıyor.
Yukarıda sözünü ettiğim zorluk şimdi biraz daha açık hale gelmiş olmalı. Devrime gebe Türkiye toprağı, henüz, sosyalist harekete çok geniş bir olanaklar yelpazesi sunmuyor. Sosyalist hareket, olası bir devrimci durumdan iktidar çıkarmaya yönelik tohumları, şimdilik oldukça çorak bir toprağa atmak zorunda. Güncel siyasal etkinliklerin işçi sınıfı ve emekçi kitleler düzeyinde bulduğu karşılıkların zayıflığı, bir kriz döneminden geçildiğinin ancak güncel etkinliklerin dışından bakarak anlaşılabilmesine yol açıyor.
Türkiye sosyalist hareketi, krize rağmen iğneyle kuyu kazmanın, üstelik kuyuyu da devrimci duruma yetiştirme zorunluğunun yarattığı iç gerilimleri yaşıyor. Bu gerilimlerin küçümsenecek bir tarafı bulunmuyor. Sosyalist hareketin içsel kazanımlarınm siyasal etkinlikler üzerinden kalıcılaştırılması gereken bir dönemde, siyasal hareketin göreli zayıflığı, geçmiş dönemin kazanımlarını sorgulamaya varması hiç de zor olmayan bir kuşkuculuk üretebiliyor. Sol haritanın şekillenme hızının yavaşlığı, sosyalist yapıların iç konsolidasyon sorunlarını bir türlü aşamamaları, sol kadrolar düzeyindeki savrulma dinamiklerin güçlülüğü vb.’nin temel olarak, sözünü ettiğim gerilimlerin ürünü olduğunu düşünüyorum.
Açıkçası, bu türden gerilimlerin herhangi bir pozitif çıktı üretmesini beklemek naif kaçacaktır. Bu gerilimlerle ancak mücadele edilebilir. Üstelik, bu mücadele, gerilimlerin doğası gereği, nesnel verilerin belirleyici ve yön gösterici desteğinin oldukça zayıf kaldığı koşullarda yürütülmek durumundadır.
Sosyalist hareketin militanları, yürütülecek mücadelenin hem öznesi, hem de nesnesidir. Bu mücadelede şimdilik en önemli dayanağımız ve referans eksenimiz, sosyalist hareketin iç birikimidir. Sosyalist devrim perspektifi, örgütlü mücadele tarzı, bunları baz alan temel siyasal perspektiflerimiz ve genel olarak siyaset tarzımız, sözkonusu birikimin somutlandığı en ileri kazanımlarımızdır. Sınıf mücadelelerinin bugünkü düzeyi, bu kazananlarımızı sorgulamak bir yana, derinleştirmemizi sağlayacak siyasal açılımlara bile sınırlı bir zemin sunmaktadır. Dolayısıyla, gerek sınırlı başarılara kaynaklık eden, gerekse pek az karşılık bulan somut siyasal açılım ve etkinliklerimizden nihai sonuçlar çıkarmak konusunda son derece ihtiyatlı olmalı, özellikle taşıyıcısı olduğumuz birikime yabancılaşmamaya özel bir önem vermeliyiz.
Sorun, sosyalist hareketinin iç birikiminin “kendinde” ulviliği falan değildir. Ama bu birikimi aşmak sözkonusu olacaksa bile, gerekli hesaplaşma zemininin oluşumunu beklemek gerekecektir. Birikimin somutlandığı kazanmaların bütünselliği, hesaplaşmanın da bütünsel bir içerik taşımasını zorunlu kılmaktadır. Yoksa, birikimin belirli öğelerine cephe açmak, en başta örgütsel kazananlara, bununla birlikte de birikimin bütününe uzak düşmeyi getirecektir. Bugünün Türkiyesi’nde sosyalist mücadeleyi “yeniden kurmak”, sanıldığından çok daha zordur. Sosyalist hareketin örgütsel kazanımları, güçlü bir siyasal hareket yaratmaya şimdilik yetmese bile, iktidar perspektifini sosyalizm mücadelesinin ekseninde tutmamızı sağlamaktadır ve ortada örgütsel kazananları ikame edebilecek herhangi bir başka kazanım bulunmamaktadır. Örgütsel kazanımlarımıza uzak düşenlerin içine girdiği siyasal çürüme süreci de bu doğruyu yeterince somut olarak göstermektedir.
Sosyalist hareketin iç gerilimleri oldukça nesnel dayanaklara sahiptir. Ama bu gerilimlerden “siyasal kopuş” türetmenin nesnelliği bulunmuyor. Türetilebilen, en fazla, “siyasal iddiasızlık” olabiliyor. Öznelerinin kopuş olarak görebildiği süreçler, sözkonusu gerilimlerle başedememekten kaynaklanan iddia yitiminden başka bir şeyi anlatmamaktadır.
İşte sosyalist hareketin militanları olarak bizim de üzerinde titizlenmemiz gereken, geleceğe dönük iddialılığımızdır. Bu topraklar ve taşıyıcısı olduğumuz birikim, iddialılığımız için yeterli zemini sunmaktadır.
Bu yazının genel havası içinde yukarıdaki son paragrafta söylediklerimin yama gibi durduğu izlenimi doğabilir. Ele aldığım konunun önemine dair inancım, geleceğe dönük bir iyimserliği öne çıkarmaktan kaçınmama yol açtı. Ancak gerçekten de, üzerinde durulması gereken sorunların bulunmasına karşın, bunların tümü aşılabilir cinsten ve aşılıyor da.
Birincisi, sosyalist hareketin elinde, Türkiye tarihinin hiç bir kesitinde görülmeyen bir nitelikli kadro birikimi bulunmaktadır. Böylesi bir birikim, iç gerilimlerin daha sancılı şekilde yaşanmasına da neden olabilen ciddi bir dinamizm kaynağıdır. Bu kadroları boş bir mesai içinde tutma olanağının bulunmaması, sosyalist hareketi ileri çekici bir “problem” türüdür.
İkincisi, yine yaşanan tüm iç sorunlara karşın, sosyalist hareket siyasal açılım kanallarını oluşturmak ve kitlelerin karşısına politika üreticisi bir odak olarak çıkmak konularında istikrarlı bir gelişim göstermektedir. Yıllardan beri ilk kez, siyasal kazananların örgütsel kazanımlar üzerinden kalıcılaştırılmasını içeren somut adımlar belirli bir süreklilik içinde atılmaktadır.
Üçüncüsü, iç gerilimler üzerinden yaşanan “kopuş”lar ve sonuçları, sosyalist hareketin iç birikiminin de belirli oranlarda sınanmasını sağlamıştır. Kervanın yürümeye devam etmesi, yalnızca hedefe değil, aynı zamanda yola ilişkin güveni de pekiştirmektedir.
Dördüncüsü, bir dönem işçi sınıfının hareketi açısından inişli-çıkışlı bir seyir izleyeceği anlaşılan kriz sürecinde, önümüzdeki ilk çıkıştan çok daha fazla yararlanmanın gerek siyasal, gerekse örgütsel zemini olgunlaşmaktadır. Bu çıkış, sosyalist hareketi moral açısından da besleyecektir.
Sosyalizmin militanları, hareketin güncel sorunlarına, geleceğe dönük iyimserliği ve iddialılılığı koruyarak bakmalı ve yanıt üretmelidir. Bunun aksi, bizzat kendimize, dolayısıyla da sosyalist harekete ve bu ülkeye yapacağımız bir haksızlık olacaktır.
Bir yazımı daha aynı cümleyle sonlandırmak istiyorum: İddiasızlık bizden uzak olsun!