1994 Türkiye için oldukça hareketli bir yıl oldu. Burjuvazinin 1993 yılında boy gösteren krizi geçtiğimiz yıl içinde son derece önemli yeni boyutlar kazandı. Bu çalışmada 1 kriz sürecine toplu bir göz atmak ve bugün ortaya çıktığı haliyle bir periyodizasyon denemesinde bulunmaya çalışacağım.
Toplumsal yaşamın esas olarak üç ana düzeyi vardır: Ekonomi, politika ve ideoloji. Toplumsal süreçler ve mücadeleler bu düzeylerin toplamı tarafından belirlenir. Türkiye burjuvazisinin iki yıldır yaşadığı son kriz, esas itibarıyla politika düzlemine ait olarak başlamıştı. Bu saptama daha önce Gelenek’te net ve son derece doğru biçimde yapıldı. Kürt hareketi, gerici İslami hareket, emekçi dinamiği ve egemen sınıfın iç yönetsel sorunlarının belirlediği tablo, ortaya burjuvazi açısından bir siyasi yönetim krizi çıkarıyordu.
1993 yılının bu biçimde özetlenmesi, elbette Türkiye’de ekonominin güllük gülistanlık olduğu ya da ideolojik üretim açısından burjuvazinin dört dörtlük ve sorunsuz olduğu anlamına hiç gelmiyordu. Sözü edilen, karmaşık ve somut mücadeleler tablosunun, açıklayıcı ve sadeleştirici bir tanımla anlatılmasıdır. Burjuvazi 1994’e bir krizle girdi, ve bu kriz esas olarak siyasal idi.
1994 yılında ilk değişen bu oldu. Şubat ayında Türkiye kapitalizminin şişirilmiş ekonomisi patlamaya başladı. Krizin siyasal yanının bir anda önüne geçti ekonomik bunalım. Yılın son çeyreğinde ise ekonomik ve siyasi boyutları hafiflemeyen, bu düzeylerde de varlığını koruyan kriz yangını, geri kalan son kaleyi de sardı.
Krizin periyodizasyonuna ilişkin görüşümü şimdiden yazıyorum:
1.1993-94 Şubat/Mart: Siyasal kriz, burjuvazinin yönetsel bunalımı.
2.1994 Şubat/Nisan-94 Ağustos: Ekonomik kriz, toplumsal patlama beklentisi.
3. Kasım/Aralık… : Burjuvazinin ideolojik yeniden üretiminde ciddi sorunların yaşanması, bu sorunların bir ideolojik krize doğru evrilmesi, mevcut ideolojik yapıda çatlaklar ve yeni bir ideolojik yapılanma beklentisi.
Toplumsal olaylarda periyodizasyon yapılır, ama farklı evrelerin birbirlerinin içine geçmeleri engellenemez. Ancak, sembolik anlam taşıyan belirli tarihler vardır. Bu tarihler, hem olayların gelişiminde kritik dönemeçlere işaret eder, hem de anlatım değerleri yüksektir. Yukarıdaki periyodizasyonla tam tamına örtüşmese de, bu anlamda kritik tarihler ise şunlar:
27 Mart yerel seçimleri,
20 Temmuz genel grevi,
20 Aralık kamu emekçileri grevi.
SİYASAL KRİZİN TEPE NOKTASINDA EKONOMİ PATLAMASI
Yerel seçimleri de kapsayan Mart konjonktürü, iki güçlü kriz dinamiği ve düzen için zorlu bir sınav anlamına geliyordu. Kürt hareketi bu sınavdan yenik çıktı, İslami gericilik ise yerel seçimlerde gelişiminin doruğuna vurdu. Düzen içinde tutulması görece daha olası cephede gerileme, devrimci Kürt hareketi karşısında başarı… Toplama bakarsanız, burjuvazinin siyasal cephede en çok sıkıştığı dönem de bu olmuştur. Kapitalizm kendi beslemesi gericiliğin mevcut düzenin dengelerini altüst etmenin eşiğine geldiğini gördü. Kürt hareketi ise ’93 yılının ikinci yarısında geçtiği yükselişinin olası sınırlarına yılın başlarında dayanmış bulunuyordu.
Türkiye burjuvazisinin başına gelenler içinde talihsizliğin de payı olduğunu kabul etmek gerek. 1983-87 ANAP döneminin şişirilmiş ve içi kof ekonomik gelişmesinin tam da bu zorlu konjonktürde patlaması bir zorunluluk değildi. Önünde sonunda patlayacak olan yatırımsız, üretimsiz, finans, reklamcılık ve hizmet sektörlerine dayalı, kısaca spekülasyon büyümesi, büyük ölçüde kendine özgü, yani siyasal krizden bağımsız nedenlerle, 1994’ün başında parçalandı.
Türkiye burjuvazisinin gerek siyasal gerekse ekonomik alanlarda bu zorlu dönemeci derinlemesine bir çözülme yaşamadan “atlattığı” görüldü.
Atlatmak mı ertelemek mi?
Yıl ortalarına kadar, bu terimlerin hangisinin tercih edileceği, yorumcuların nerede durduklarına göre, açıkçası sübjektif faktörlerle belirlenmiştir.
Burjuvazinin mevcut hükümete karşı eleştirel duran bölmeleri ve muhalif siyasal partiler, düzeni çözülmeye götüren bir krizin olsa olsa ertelendiğini savundular. Durdukları yere göre konuştular. Doğal olarak sol, devrimci kesimler de bunu söyledi. Söylemenin ötesinde, politikalarımızı düzenin çözülüşüne katkıda bulunmak üzere tasarladık 2 . Hükümet ve egemen sınıfın güncel politikalarla barışık kesimleri ise çözücü bir krizin atlatıldığını iddia ettiler.
Korkunç boyutlarda yoksullaşma ve işsizlik, emekçi sınıflara karşı olağanüstü rejimler altında gerçekleştirilebilecek ölçülerde bir saldırı, ekonominin durma noktasına gelmesi… Tüm bunların karşısında Türkiye kapitalizmi ve mevcut rejim aylarca ciddi bir sarsıntı geçirmeden durabildi ise, burada birinci pay, kesinlikle burjuva önderliğin, siyasetçilerin değil. DYP-SHP koalisyonu, ekonomik ve siyasi krizin düzenin çözülmesine doğru derinleşmemesini, toplumdaki burjuva ideolojik hegemonyanın aylarca sağlam kalmasına borçludur.
Buradan çıkartılması gereken bir ara sonuç var:
Kapitalizmin siyasi ve iktisadi krizleri, toplumu, sıcak mücadelelere ve çözülmelere doğru çekmeye yetmez. İdeolojinin işlevi, tam da, toplumu, onu oluşturan bireyleri ve sınıfları bir arada tutmaktır. Kriz, ideolojik yapılanmayı sarmadığı sürece, egemen sınıf, siyasi ve iktisadi sorunlarının sarsıcı mücadelelere konu olmasını engeller. Türkiye burjuvazisi bu açıdan son derece güçlüydü. Bir milyon kişinin işsiz kalmasına, kitlelerin yaşam standartlarının bir kaç gün içinde yarı yarıya gerilemesine, toplumdan pek ciddi bir tepki yükselmedi. Saldırının boyutları düşünüldüğünde ülkede “yaprak kıpırdamadı” bile denilebilir 3 .
Ekonomik bunalımın siyasal sıkışmanın tepe noktasında devreye girmesi bir bakıma rastlantıdır. Burjuvazinin, yılın son çeyreğine kadar, bunalımı belirli boyutlarda tutması, esas itibariyle son 15 yıllık ideolojik üstünlüğün mirası olmuştur. Ama Türkiye burjuvazisi bu süreçte, iki başlık altında, yeteneklerini de kanıtlamıştır:
İlki, siyasal kriz dinamiklerini birbirine karşı kullanmakta sergilediği beceridir. Gelenek’te bu konu daha önce işlendi. Hatırlamak gerekirse;
Kürt hareketinin 1993 yılının ikinci yarısında, gündemi, kendi mücadelesiyle belirler hale gelmesi karşısında burjuvazi, bu durumu emekçi sınıflar üzerindeki ideolojik hegemonyasını konsolide etmek üzere kullanmayı başarmıştır.
Emekçi sınıflar ve entelijansiya içinde serpilen ve kendini devrimci sendika yöneticileri ile devrimci aydınlarda dışa vuran ilerici yönelim, emekçi dinamiği haline evrilememiş, Kürt sorunu çerçevesinde izole edilmiştir. Kürt dinamiği, bu açıdan da emekçi dinamiğine karşı kullanılmıştır.
İslami gericiliğin karşısında Kemalizm ve milliyetçilik, bütünüyle gerici hareketin serpildiği aynı zemin üzerinde restore edilmiştir. İslami gericiliğin düzeni sarsması riskinin karşısına, düzenin bütünüyle gericilikle tahkim edilmesi çıkartılmıştır.
İslami gericiliğe karşı açılan burjuva cephede gerekli hava delikleri ihmal edilmemiş ve Refah Partisi önderliği, şeriatçı ve kitlesel bir düzen bozuculuğu ile düzen içi gerici burjuva hareketi kimlikleri arasında bir salınıma oturtulmuştur. Düzenin kendisini gericilikle tahkim etmesi başarılı sonuç vermiştir. Toplumdaki ideolojik hassasiyetler DSP’nin sol, MHP’nin sağ, ordu ve devlet bürokrasisinin de muhafazakar süreklilik temalarına hitap etmeleri ile bir ölçüde tatmin edilmiş ve kriz koşullarında burjuvazi geleceğe yönelik -ve üstelik verili özelleştirmeci, sağ liberal ideolojik yapıdan ödün de vermeksizin -perspektifler üretmeye devam etmiştir. Buraya kadar söylenenler, burjuvazinin kriz dinamiklerini birbirlerine karşı kullanmasını anlatıyor.
Ama ikinci olarak, burjuvazi bir şeyi daha başarmış ve krizin farklı boyutlarını da birbirlerine karşı kullanabilmiştir. “Talihsiz rastlantı” avantaja dönüştürülmüştür: Bir; burjuvazi ekonomik kriz şokunu, Mart ayında darbe vurduğu Kürt hareketini gündemin gerilerine itmekte değerlendirmiştir. İki; mart seçimlerinde oluşan şeriatçı yerel yönetim ağırlığının ülkeyi ikili iktidar benzeri bir konjonktüre sokması, yine ekonomik kriz şokuyla engellenmiştir. Üç; emekçi sınıflar bir süreliğine “fedakarlık” demagojisiyle paralize edilmiştir.
Bu noktada bir diğer genel saptamanın altını çizmekte yarar var. Kapitalizmin krizi, farklı düzlemlerdeki paralel gelişmelerin, atbaşı ya da birbirlerini aynı yönde izlemesiyle ilerlemiyor. Krizin, ekonomik, siyasi ve ideolojik düzlemleri birlikte saran doğrusal bir gelişimi olmuyor. Tersine, krizin kendi içinde sayısız öğe, karmaşık bir eşitsizlik yumağı oluşturuyor. Öyle ki, bir taraftaki kriz yönlü gelişim, başka cephelerde toparlanmanın malzemesi olabiliyor. Türkiye’de 1994 yılı, bu eşitsiz gelişimin kanıtlanması oldu.
Açtığım ara başlığı kapatmadan geriye dönük bir değerlendirmeyi daha eklemek istiyorum.
Mart ayının siyasal krizin tepe noktası olduğunu belirttim. Kürt hareketine bakalım… Hatırlanırsa, 1993 ilkbaharında PKK’nın tek taraflı ateşkesine tanık olunmuştu. O yılın başları Kürt hareketinin siyasal ve ideolojik olarak yükseldiği bir konjonktürdü ve sınıfsal belirlenimli olmayan mücadele ’93 Newrozunda bir “pat” aşamasına dayanmıştı. Türkiye egemen sınıfı ile Kürt hareketi arasında asli olarak bir ölüm-kalım savaşı değil, karşılıklı koz toplamaya dayanan uzun soluklu bir mücadele verilmektedir. “Pat” noktası aynı zamanda Kürt hareketinin çizdiği grafikte tepe noktasıydı. Ve iş ölüm-kalım’ın değil, koz toplamanın mantığına göre dönüyorsa, tepe noktasından sonra baş aşağı gitmek bir yasallık, zorunluluktur. Ateşkes girişimi, Türkiye devletinin bu konjonktürde gerçekleştirdiği manevralar, gidişatın tersine dönmesini simgeliyordu.
Ancak ’93 sonbaharında Kürt hareketi aynı yıl içinde ikinci kez bir tepe noktasına, ve aynı anlama gelmek üzere “pat” noktasına dayandı. “Doğu” bölgelerinde bir ikili iktidar modeline doğru süreç evriliyordu. Türkiye burjuvazisi için siyasal ve ideolojik yapı artık iki coğrafi bölmeye ayrılmıştı. Sınıf belirlenimli olmayan, ideolojik hedeflere endekslenmemiş, dolayısıyla farklı toplumsal ve politik etkilenimlere açık bir hareket için geçerli olan siyaset yasası yeniden işledi ve Kürt hareketi gerilemeye başladı. Burjuvazinin bu sefer seçtiği silahlar Kürt hareketinin ideolojik ve siyasal gündemi belirleme yeteneğine darbe vurmaya ayarlanmıştı. Devlet terörü, sıcak savaşın dar alanlarının ötesinde, ideolojik-siyasi mücadelede, çok önemli bir araç halini aldı. DEP Genel Merkezi’nin bombalanması Özgür Gündem’in kapatılması, milletvekillerinin meclisten, DEP’in seçimden dıştalanması, topu topu üç aylık bir süre içinde gerçekleştirilmiştir. Seçim boykotu ise belirli bir coğrafyada etkili olmasına karşın siyasi anlamı itibariyle “lokal direniş” boyutunda kalmıştır.
Bu süre içerisinde Kürt hareketinin üstün duruma geldiği aşağı yukarı hiçbir “muharebe” olmamıştır ve gerileme sürecine kararlılık kazandırılmıştır.
İşte kriz dinamiklerinden biri olan Kürt hareketinin gerileme kanalına nihai olarak sokulduğu tarih, Mart 1994’e denk düşmektedir.
İslami gericilik ise, yukarıda kısaca değindim, Mart yerel seçimlerinde zafer kazandı. Zafer hem doruk, hem de durma ve adım adım gerilemenin başlangıcı olmuştur. İslami hareket hem düzen içi niteliği, hem de kapitalizmin kendini tahkim zeminini oluşturan gericiliğin en güçlü bileşenlerinden biri olması nedenleriyle, baş aşağı bir düşüş yaşamaz. Ancak adım adım geriler.
Burjuvazi, ekonomik bunalımın pençesine düşerken siyasi krizinin belli başlı dinamikleri karşısında elde ettiği kazanımlarla bir diğer cephede rahatlık yaşamıştır.
“BU SINIF İSYAN ETMEYECEK Mİ ?” DÖNEMİ
Yukarıda söylendi; Türkiye emekçi sınıfları ekonomik krize kendi kelleleri istendiğinde isyan etmedilerse, bu faturanın yeterince pahalı olmamasından kaynaklanmadı. Emekçiler, ortada bir fatura olmadığını iddia eden burjuvaziye inanmaya devam ettikleri için isyan etmediler. Ara başlık olarak aldığım ifadeyi ise Türkiye solu Nisan-Ekim döneminde çok fazla telaffuz etti.
Emekçileri bu düzene ikna eden araçlar neler oldu?
Birinci faktör, 15 yıllık çok güçlü bir yapı oluşturan özelleştirmeci sağ liberalizmin bizzat kendisidir. Emekçilerin de köşe dönmeci,özelleştirme yanlısı ideolojinin etkisi altında oldukları unutulmamalıdır.
İkincisi, sendika bürokrasisi olmuştur.
Üçüncüsü; düzenin gerici ideolojik tahkimatı, emekçiler için, sınıf kimliği ve mücadelesi dışında yollar açmıştır: İslamcılık, milliyetçilik, Kürt düşmanlığı…
Birinci ve üçüncü maddeler düzenin yılın son çeyreğine dek sağlam duran ideolojik yapısının parçaları. Sendika bürokrasisi ise yaz aylarında çözülmeye başlamış 26 Kasım, Ankara yürüyüşünde büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Sosyalist İktidar gazetesinde bu süreç farklı kalemlerden, yakından tespit ve analiz edildi. İşçi sınıfının 20 Temmuz genel grevi başarısızdır ve burjuva cephesinde sevinç yaratmıştır. Ama Sosyalist İktidar gazetesinde saptanan tam da işçi kitlelerin tepkisizliğinin ardında sendikaların bürokratik önderliklerine karşı kayıtsızlığın geliştiği, bürokrasinin işçi sınıfına dışsal bir katman haline geldiği idi. Artık sınıf kitlesini düzen içinde tutma gücünü yitiren bir sendika yapılanması oluşmuştu. 20 Temmuz’un devrimcilerin dikkatini çekmesi gereken yönü, eylemin başarısız ve etkisiz olması değil, kitle ile bürokrasinin kopuşmasını simgelemesidir. 20 Temmuz Türkiye işçi sınıfı tarihine bu yanıyla yazılacaktır 4 .
Yukarıda, bu güne ( 20 Temmuz) krizin iç evriminde bir “kavşak” önemi atfettim. Krizin, iktisadi boyutun belirleyiciliğinde süregitmesi, yaz aylarında sınıfın tepkisizliğinin tabana vurmasıyla kapanmaya yüz tutmuştur. Tam da burjuvazinin, bu saldırıya karşı şekillenmesi muhtemel tepkileri sendika bürokrasisi ile el ele marjinalleştirdiği düşünülürken, ve bu düşüncenin denk düştüğü maddi durum mantıksal tüm sonuçlarına kadar gelişmişken, rüzgarın yön değiştirmesi aslında son derece normaldir.
Rüzgâr yön değiştirdi. Yaz sonundan itibaren ortaya çıkan şu göstergeler bunu kanıtlıyor:
1) Düzenin kurumları arasında çatlaklar artmaya başladı. Anayasa Mahkemesi, Parlamento, Hükümet, burjuvazinin kendi örgütleri, burjuvazinin siyasal partileri… Bunlar örneğin özelleştirme gibi, bir hükümet politikası, ya da Meclis’in çıkarttığı kanundan çok daha fazla bir anlamı olan, burjuva düzenin ideolojik yapısının köşe taşları üzerinde karşı karşıya gelmeye başladılar. Aynı karşı karşıya gelme ara seçimlerde de yaşandı.
2) Burjuvazinin ’80 sonrası yapılanmasının en önemli araçlarından olan medyada “sol” ve popülist bir çatlama baş gösterdi. Özalcı, özelleştirmeci, koyu liberal, elitist Türk basını, özelleştirmenin sakıncalarını, halk kültürü gerçeğini keşfetmeye başladı. Televizyon kanalları, Türkiye’de toplumsal mücadele ve dinamizmin önemli göstergelerinden biri olan “hiciv”e geri dönmeye başladılar.
3) Sosyal-demokrasinin toparlanmasında Karayalçın-Baykal modelinden Soysal modeline geçildi. Karayalçın-Baykal modeli medya pompalı, çağdaş, işbitirici, genç liderliktir. Bu özelliklerin emekçi kitlede izdüşümleri ise burjuva hayat tarzına öykünme, sınıf atlama rüyası, köşe dönücülük, bireyciliktir. İkinci model ise, tam anlamıyla demagojik olsa da, kamuculuk, ulusal onur, mücadele gibi motifleri içeriyor 5 .
4) Faşist hareket bir devrim tehdidine karşı güçlendirilir. Ortada böyle bir tehdidin varlığı söz konusu olmamasına karşın, faşist hareket Türk Metal ve Türk Kamu-Sen gibi araçlarla emekçi sınıfın içerisinde bir taraf olarak örgütlenmeye yöneliyor. Burjuvazi, sınıfı bireylere bölerek, atomize ederek ideolojik tahakküm altına almaya, artık tam anlamıyla güvenememekte, faşist hareketi sola açılan emekçi dinamiğinin karşısına çıkartmaktadır.
5) Ve emekçi eylemliliği geri dönmektedir. Kamu emekçileri Gelenek’te kolaylıkla öngördüğümüz gibi bu canlanmanın öne çıkan kolunu temsil etmektedir.
İDEOLOJİK KRİZ FARKLIDIR
Bu göstergeler ve emekçi ataletinin kırılması tek bir biçimde ifade edilebilir:
Türkiye kapitalizminin krizine ideolojik boyut eklenmiştir.
Burjuvazinin kriz yolculuğunda siyasal ve ekonomik boyutların hakim oldukları iki dönemden sonra, bu kez ideolojik krizin öne çıktığı bir konjonktür yaşıyoruz. Bu değişimin anlamı büyüktür. Ama önce 1994 yılında bu değişime çanak tutan bir öğenin altını çizelim.
Burjuvazinin kriz dinamiklerini birbirine karşı kullanmasından söz etmiştim. Burjuvazinin toplumsal süreçlere müdahalesi, bir operatörün ameliyat işlemine benzemez. Söz konusu olan bir mücadeledir. Türkiye burjuvazisi başını ağrıtan sorun kaynaklarını birbirlerine vurdurturken, Kürt hareketini gündemin gerilerine iteledi. Oysa Kürt sorunu Türk emekçisini sınıf mücadelesi gündeminden kopartan ve şovenizm aracılığıyla burjuvaziye bağımlı kılan bir işlev görüyordu.
Siyasal bunalımın yerini, emekçi sınıfın gündelik yaşantısını çok daha yakından vuran ekonomik sorunlar almıştır. Emekçi, mücadelesiz de kalsa bu tartışmanın dolaysız ve nesnel tarafıdır.
Kent yoksullarının ve giderek işçilerin tepkilerini “öbür dünyaya” havale ederek, kapitalizme hizmet veren dini ideolojinin yükselişine set çekilmiştir. Daha önemlisi Refah yerel iktidarları, işçi sınıfının karşısına vahşi kapitalizmin patronları kimliğiyle çıkmakta kusur etmemişlerdir. Krizin siyasal karakterli olduğu ve bir yönetme güçlüğü olarak kendisini dışa vurduğu döneme denk düşen politikalar, Türkiye işçi sınıfının önünü açmıştır.
Krizin ekonomik ağırlıklı döneminde siyasal çelişkiler tali plana itilmek istenmiş, ancak bu zorlama ön plandaki çelişki başlıkları için başarılı sonuç verdiği ölçüde, o ana kadar geri planda kalan emekçi sorunları başlığının önünü açmıştır.
Burjuvazinin kriz politikaları doğaları gereği, krizin o konjonktürel özelliklerine karşı geliştirilmiştir ve bir konjonktürün sorunlarını “çözerken”, yeni boşluklar yaratmıştır 6 .
Bu değerlendirmeyi çağrıştıran ama daha temelli bir noktayla sürdürüyorum. Türkiye burjuvazisinin içine girmekte olduğu ideolojik kriz, son 15 yılın yapılanmasını ilgilendiriyor. Bu yapılanmanın en ilginç yanlarından biri, düzenin, silahlarını tek bir devrimci dinamiğe karşı, Kürt hareketine karşı kurgulamış olmasıdır. Emekçi sınıflara çevrilen namlular ise esas olarak ideolojik egemenlik barutuyla çalıştırılmıştır. Açıkçası Türkiye burjuvazisi uluslararası sosyalizmin çözülüşüne, dünya kapitalizminin yeni/sağ liberal zaferine, yeni dünya düzenine ve tüm bunların emekçi sınıfları düzene entegre etmesine fazlaca bel bağlamıştır 7 .
Kürt hareketinin ve ona endeksli siyasal araçların gerilemesi ve emekçi sınıfların ellerini ayaklarını bağlayan ideolojik prangaların çatlaması ortaya büyük bir boşluk çıkartıyor. Özelleştirmecilik ve paralelindeki başka temalar çözüldüğünde işçi sınıfını kapitalizme bağlayacak yepyeni bir ideolojik üretim görevi kendini dayatacaktır.
Ve “ideolojik” kriz siyasal ya da iktisadi olandan çok farklıdır. Türkiye toplumu ekonomik sorunlara alışkındır. Siyasal dengesizliklere de… Ama bunları alışıldık sorunlar olmaktan çıkartan ve bütünlüklü bir kriz haline getiren ideolojik düzeydeki tıkanıklıklar olmaktadır. İktisadi ya da siyasal sorunlar uzun ömürlü olabilir. İdeolojik tıkanma ise, tanımı gereği, burjuvazinin toplumu oluşturan karşıt çıkarlı sınıfları bir arada tutma yeteneğini yitirmesidir. Bu durum diğer düzlemlerde olduğu denli uzun sürelere yayılamaz. Düzenin ideolojik krizi, ya da burjuvazinin ideoloji üretiminde büyük ölçekli tıkanmalar, tam boy bir müdahalenin deklare edilmesidir aynı zamanda. Ya burjuvazi kısa süre içinde, toplumu yeniden ikna edecektir, ya da bunu başaramadığı ölçüde, ülke daha uzun erimli bir sıcak sınıf mücadeleleri konjonktürüne girecektir. İdeolojik kriz, bu anlamda, karşı sınıflar için bir “hodri meydan” döneminin açılması anlamına gelir.
Şimdi tamamıyla kitabi ve kesin doğru bir noktayı hatırlatmak gerek: İşçi sınıfı, kendiliğinden -yani öncüsüz iktisadi mücadele verebilir. Ama işçi sınıfının ideolojik ve siyasal mücadelesi, yalnızca öncü partisinin rehberliğinde icra edilebilir. Türkiye solunda, bu ideolojik kriz döneminde bile, işçi sınıfının sendikal örgütlerine, burjuva siyasal akımlarına misyon biçenler var olmaya devam edecek. Bu kesimler yanılgılarının bedelini çok ağır ödeyecekler.
ÖNGÖRÜ BAŞLIKLARI
Siyaset sahnesinde ve sınıf mücadelesi dinamiklerinde, tüm bunların ışığında neler öngörülmelidir? Açıkçası her biri, üzerinde ayrı ayrı durulması gereken öğeler içeren ve bu çalışmanın boyutlarını aşan bir yanıtı var bu sorunun. Bu kısıt unutulmaksızın bazı başlıkların konulmasında sakınca yok:
1) Özelleştirmeci ve sağ-liberal ideolojinin yıpranması merkez sağın önünü tıkamaktadır. ANAP-DYP akımının yakın geleceğinde yeniden yapılanma ve harmanlanma olasılıkları durmaktadır. Ancak, burjuvazinin en güvenilir siyasal temsil kanalı olan bu kanadın yıpratılmamasını gözeten zamanlama hesapları, yapılanma ve harmanlanma adımları üzerinde belirleyici olacaktır.
2) Burjuvazinin büyük bir gayretle pazarladığı YDH kendi başına ülkenin gelenekselleşmiş burjuva siyasal yelpazesini altüst etmek yerine böyle bir yeniden yapılanmanın ağırlıklı bir aktörü, belki taze kuvveti ya da stepnesi olmaya hazırlanıyor.
3) Düzenin ideolojik üretim tıkanıklığı ile siyasal belirsizlik, çelişki ve gaflarla dolu süreç, merkez sağı olduğu kadar sosyal-demokrasiyi de aşındırmıştır. İki reorganizasyon girişimi, biri DSP diğeri SHP-CHP birleşmesi üzerinden planlanmaktadır. Muhtemelen bunlardan ilki düzenin gerici tahkimatını, diğeri emekçi sınıfların sola açılan politizasyonunu kalkış noktası olarak seçecektir.
4) Gerici yükselişin değil ama Refah’ın kısmen yavaşlatıldığı, merkez partilerin tıkanıklık yaşadığı dönem, burjuva siyasetinde faşist MHP’yi geleceği en parlak hareket haline getirmektedir.
5) İşçi sınıfının şu anda en zayıf noktası sosyalist önderlikle arasındaki mesafedir. Bu mesafeyi kapatmak doğrultusunda yetenekli ve devrimci perspektif sahibi bir sınıf partisinin varlığı önümüzdeki dönemde sol politik haritayı ve emekçi kitlelerin kimliğini derinden etkileyecek bir faktördür.
6) Düzen, işçi sınıfının karşısına, daha sol ve mücadeleci, dolayısıyla da kitleyle barışık yeni bir bürokrasi çıkartmayı hedefleyecektir. Bu girişimin şu anki kamu emekçileri hareketinin sendikal önderliğini de kapsaması olasılığı vardır ve bu büyük bir tehlikedir.
7) Meral-Denizer ekibiyle Türk-İş’te konsolide edilen, DİSK’te benzerleri yaratılan mevcut “işçi önderleri” katmanı sendikal bürokrasi ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Önümüzdeki mücadele döneminde çok hızlı bir süreç içinde yeni bir işçi önderi kuşağı nın şekillenmesi beklenmelidir. 1989-91 döneminde sol ideoloji siyaset ve örgütlenmeden bağımsız bir şekilde oluşan bugünkü “doğal önder” kuşağının yerini nasıl bir kimliğin alacağı kesinlikle sosyalist öncünün müdahalesinin ürünlerine bağlıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Gelenek’te altına kişisel imzalar konulan çalışmalar yayınlıyoruz. Ancak bu çalışmaların büyük çoğunluğu kitap dizimize bir özellik kazandırdı. Gelenek’te aslında kollektif bir üretimin sonuçlarına belirli yazarlar imzalarını koyuyor. Kollektif bir mücadeleye endekslenmiş ideolojik ve siyasi üretimin varlığı bu çalışmalara yazarlarının kişiliklerini aşan bir kimlik kazandırıyor. Bu genel tarzımız. Okumakta olduğunuz bu yazıda ise kendi payıma üretimin kollektifliğini “genel” anlamıyla değil çok daha yakından hissettiğimi söylemeliyim. Bu çalışmanın altına aslında Sosyalist İktidar Partisi’nin Siyasi Büro ve Merkez Yönetim Kurulu üyelerinin onların ötesinde partide gerçekleştirdiğimiz eğitim ve konferans çalışmalarında soru ve yorumlarıyla yönlendirici bir işlev gören onlarca yoldaşımın imzalarını koysak yerinde olurdu.
- Sosyalist İktidar Partisi’nin kusup kurtulduğu bir reformist topluluk bu yalın ve olmazsa olmaz devrimci düşünüş tarzını diline dolamıştı. Bu topluluğun konformist karakterlerine devrimciliğin uygun düşmediğini sezen teori yazıcısı “Gelenek ve SİP’in krizi devrimci iradeye indirgediğini” ilan edivermişti. Aradan aylar geçti. Konformist teoricinin uydurduklarına inandığı anlaşılan sıradan izleyicilerden biri şu “kriz ve devrimcilerin iradesi” konusu geçtiğinde hâla dipnotlarda “Gelenek’ten eski yoldaşlarının kulaklarını çınlatmak “tan bahsediyor. ( İ.K.Turan; Sosyalist Politika 3 s. 114) Sıradan izleyiciye önerim konformist teorisyene gidip bu işin aslını artık sormasıdır. Teoricinin aradan bir yıl geçtikten sonra irade ve kriz üzerine tuhaf eleştiriler bina etmekle uğraşmayacağını ve acı gerçeği izleyicisine itiraf edeceğini sanıyorum.
- 26 Kasım Ankara yürüyüşüne kadar ciddi tüm işçi eylem ve direnişleri lokaldir. 20 Temmuz genel grevi ise sendika bürokrasisinin Türkiye işçi sınıfında saldırı karşısında oluşan tepki birikiminin söndürülmesi için kullanılmıştır.
- Devrim kendi tarihini yeniden yazar. Şimdiden söylenmesini erken bulanlar çıkabilir ama ben iddia ediyorum: İşçi sınıfımızın tepkilerinin lokal düzeyde yalıtıldığı 1994 bahar-yaz konjonktüründe İstanbul’daki iki eylem tarihimize kaydedilecektir. Bu eylemlerin yaşandıkları günlerde pek önemsenmemesi önemsenmeyelerin sorunu olacaktır. Birincisi Beykoz Deri-İş mitinginde SİP’in içinde yer aldığı Sömürü ve Zulme karşı Güç Birliği korteji Bayram Meral’i protesto ederek alanı terketmiş ve ağanın keyfini kaçırmıştı. İkincisi yine SZGB’nin 31 Temmuz Kadıköy mitingidir. Sınıf kitlesinin ortalama geri ve atıl duruşunun yanında kitleyi ileri çekmeye yönelik bu kararlı tavırlar etkisiz ve kendi halinde onur gösterileri değil sınıfın toplumsal hafızasına atılmış anlamlı çentiklerdir.
- Mümtaz Soysal kamucu değil kapitalist özel mülkiyetçi; ulusal onur şampiyonu değil gerici bir milliyetçi ve savaş kışkırtıcısı; mücadeleci değil burjuva “solcusu”. Yukarıda söylediklerimden bunlarla ters düşen anlamlar çıkarılmasın. Önemli olan burjuvazinin siyasal ve ideolojik reorganizasyon girişimlerinde Türkiye toplumuna nüfuz etmiş ve içeriği itibariyle sola açık geleneksel değerlerin itibarlarını iade etmekte olmasıdır.
- Ekonomik krizin denetimsiz yönleri ideolojik çözülüşte önemli rol oynamıştır. Burjuvazi için ekonomik bunalım dönemleri sermaye grupları arasında vahşi,ahlak ve hukuk tanımaz bir rekabeti kışkırtır. 1994’ün yozlaşma,rüşvet,talan yılı olmasının arka planında böyle bir nesnellik bulunuyor. Yozlaşma,rüşvetçilik ve soygunculuk olanaklarının çok uzağında duran emekçi sınıflar nezdinde düzenin inandırıcılığını yitirten bir unsur olmuştur.
- Burjuvazinin böylesi bir yapılanmaya kendisini fütursuzca angaje etmesini ve bunun yarattığı boşlukları daha önce “depolitizasyon” modeli çerçevesinde tartışmıstık. (Bk. Aydın Giritli “Devrimci Bir İddia Olarak Siyasal Kriz” Gelenek 45).