Sosyalist kuruluş sürecinin gerekleri ve tarihsel özgünlükler, sosyalist planlamanın gelecekte alacağı somut biçimler ile ilgili tartışmaların ciddi bir bölümünü spekülatif alana sokuyor. Üretimin ve aslında bütün toplumsal faaliyetlerin büyük bir toplumsal amaca yönelik örgütlenmesini sağlayan sosyalist planlamanın bu anlamda akılcı olması gerekiyor. Ancak bu akılcılık tümüyle siyaset tarafından belirlenen bir akılcılık olmalı. Bunun dışındaki bütün “akılcı” yaklaşımlar, siyaseti otomatik olarak işleyecek ekonomi yasalarıyla ikame etmeye çalışıyor ve eninde sonunda kapitalist dinamiklerin belirlenimine açık bir alana kayıyor. Bu, aynı zamanda marksizmin bilimselliğinin yerine ekonomi politiğin bilimselliğini koymak anlamına geliyor. Daha da ileri gidilirse mutlaka, bir tür sosyal demokrat ütopya olarak nitelenebilecek olan “piyasa sosyalizmi”ne varılıyor.
Sosyalist demokrasiyi, emekçilerin üretim süreci başta olmak üzere tüm siyasi karar alma süreçlerine örgütlü ve etkin bir şekilde katılımının sağlanması olarak düşünüyoruz. Yani sosyalist demokrasi kavramı, sosyalizmin belli bir pratiğinin gelişkinlik düzeyine işaret ediyor. Merkezi planlama emekçilerin örgütlü katılımı ile güç kazanıyor. Aynı zamanda gelecekte daha gelişkin bir toplumu yaratacak ve daha etkin bir katılımı sağlayacak olan araç da merkezi planlama.
Reel sosyalizmin zenginliğinde hem sosyalist planlamanın “teorisini” hem de komünistler için güncel ve öncelikli tartışmalara konu olan pratiğini bulmak mümkün: Yeni Ekonomik Politika (NEP) dönemini kazanımları koruma ve ilerideki hamleler için güç toplama dönemi olarak görüyoruz. Ardından gelen planlı kalkınma döneminde endüstrileşme ve tarımda kolektivizasyonun yüksek hızını ve şiddetini sorgulamak ise tek ülkede sosyalizmi kavrayanlar için gereksiz. Bazılarının ekonomist bazılarının da aşırı iradeci olmakla suçladığı Stalin’in gerçekçiliğine kızmak yerine, sosyalizmde ücretler ve fiyatların belirlenmesi gibi önemli başlıklarda üretim yapmak ise çok gerekli.
Merkezi/geleneksel model
Sosyalist planlamanın ilk pratiğini dünyaya hediye eden Sovyetler Birliği, Yeni Ekonomik Politika (NEP) döneminin ardından 1927-1936 yılları arasında görkemli bir dönüşümün altından kalkmayı başardı. Yaygın bir kolektivizasyonla tarım kesimindeki küçük mülkiyet tasfiye edildi. Emperyalizm karşısında güçlü olabilmenin, devrimi koruyabilmenin gereği olan ağır sanayi ağırlıklı hızlı bir endüstrileşme gerçekleştirildi. Kuşkusuz bütün bunlar ancak merkezi olarak kontrol edilen hiyerarşik bir planlama aygıtıyla başarılabilecek işlerdi.
Geleneksel, merkeziyetçi veya Sovyetik olarak adlandırılan planlama sisteminin 1929’da Birinci Beş Yıllık Plan ile ortaya çıktığını kabul edebiliriz. İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, SSCB’de planlama ile ilgili tartışmalar sonuçta karar verme mekanizmalarının merkezi olma niteliğini değiştirmedi. Bu anlamda, 1957 yılında planlamanın bölgesel baza indirilmesi uygulamalarına kadar süreklilik gösteren bir çizgiden söz edilebilir.
“Aslında destalinizasyon denemelerinin kaçınılmaz uzantıları Hruşov döneminde hemen ortaya çıkmıştı. Silahsızlandırılan Komünist Partisi’nin yarattığı siyasal boşluğu dolduran (ve muhtemelen hepsi yine KP üyesi olan) yerel bürokratları yanına alan Genel Sekreter, 1957 yılında attığı desantralizasyon adımı ile Stalin döneminin sosyalizme dönük iradi müdahalelerini baş aşağıya çevirmiş oluyordu. Yerel ekonomik konseylerin (sovnarhozi) kurulması ile başlayan ademi merkeziyetçi dönemin sonuçları oldukça acımasız oldu. Sosyalist bir ekonominin ancak ve ancak sektörler baz alınarak planlanabileceğini hesaba katmayan yönetim, dev bir ekonominin iç bağlantılarında önemli kopukluklara neden oldu. Teknoloji kullanımında dengesizlikler ortaya çıktı, üretim düştü, birçok işletme aramal sıkıntısı çekti, bölgeler arası eşitsizlikler arttı. Sovyet ekonomisi bu kamburu 1965’e kadar sırtında taşıdı.” 1
1965 yılında bölgesel sistemin tasfiyesi ve coğrafi anlamda merkeze dönüş yaşandı. Ancak bir yandan da, idari yöntemlere karşılık maddi özendiricilerin rolünün artırılmasıyla işletme düzeyine uzanan bir desantralizasyon uygulaması başladı. Aynı dönemde Doğu Avrupa’da da desantralist eğilimler belirleyici olmaktaydı.
Doğu Avrupa’da reformlar
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan uluslararası dengelerin ürünü olan ve ABD, İngiltere ve SSCB arasında imzalanan anlaşmalara büyük ölçüde sadık kalmayı tercih etmişti. Savaş sırasında faşizmin ağır saldırganlığına maruz kalmış Doğu Avrupa coğrafyası üzerine yürütülen görüşmeler sonucunda bu ülkelerin “kendi kaderini tayin etmeleri”, ancak üç büyüklerin stratejik hesaplarının da bu kader tayininde “son tahlilde” belirleyici olması esas kabul edilmişti.
Buna göre, komünist partilerin iktidar ortağı olduğu “halk demokrasileri” bölge ülkelerinin yönetim biçimi olarak belirginlik kazandı. 1945-48 arası bu ülkelerde “kendine özgü yol”ların, nasıl bir ekonomik yapılanma inşa edileceğinin tartışıldığı ve araştırıldığı yıllar oldu. Ancak, emperyalist müdahalecilik, halkçı yönü giderek baskın hale gelen bu yönetimlerin meşruiyetini sorgulamaya ve genel olarak Sovyetler Birliği’ni ve bu ülkelerdeki sosyalist yönelimleri hedef alan provokasyonlara başlayınca sosyalizm cephesinden bir müdahalenin yapılması da meşru hale geldi.
Sovyetler Birliği, 1948 sonrasında kendi dolaylı prestijini de kullandı ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktisadi yapılanma örneği olarak “Sovyet modeli”ni KP’ler aracılığıyla uygulamaya soktu: Devletleştirme uygulamalarıyla birlikte, ağır sanayinin, gelişiminin ana eksenini oluşturduğu, hiyerarşik merkezi planlama sistemi, tüm Doğu Avrupa ülkelerinde işlerlik kazandı.
1950’li yıllarda ise, sosyalist ülkelerde geleneksel planlama modeli yoğun biçimde tartışılmaya başlandı. SBKP’nin 1956’da yapılan 20. Kongresi, doğrudan doğruya merkezi modeli hedef alan, ademi merkeziyetçi eğilime ivme kazandırdı. Desantralizmin en hararetli destekçilerinin bulunduğu Çekoslovakya ve Macaristan’da 1960’lara kadar çeşitli “reformcu” uygulamalar gerçekleştirildi.
1963-1968 yılları ise, Doğu Avrupa’da neredeyse eşzamanlı olarak, dozajı ülkeden ülkeye farklılık gösteren desantralist reformların yapıldığı bir dönem oldu. Bu reformları karakterize eden özellikler şöyle sıralanabilir:
Merkezi planların daha az ayrıntı içermesi ve işletmelere verilen plan hedeflerinin sayısının azaltılması.
İşletmeler için plan uygulaması kapsamında kullanılan başarı kriterlerinin değiştirilmesi, kârlılığın ön plana çıkarılması.
Kâr üzerinde işletmenin tasarruf edebileceği miktarın ve ücretler içinde kâra dayalı primlerin oranının artması.2
Böylece, merkezi karar alma süreçlerinin önemli bir bölümü ya doğrudan işletmelere ya da endüstri birlikleri gibi ara oluşumlara aktarılmış oldu. İşletme kârı ve banka kredileriyle finanse edilen yatırımların boyutunun genişlemesiyle, merkezi bütçenin dışında kalan ademi merkezi yatırımlar yaygınlık kazandı. Merkezi olarak tahsis edilen üretim girdilerinin sayısının azalması, işletmeler arasında dolaysız bağların kurulmasına ve serbest sözleşmelere dayalı piyasa ilişkilerinin yaygınlaşmasına neden oldu. Doğu Almanya ve Romanya reformları belli bir ölçülülük içinde uygularken, Macaristan ve Çekoslovakya’da liberal kanat çok daha ileri gidebildi ve sonuç olarak bu ülkelerde piyasa ilişkileri hakim konuma geldi.
Önceki reformcu uygulamaların başarısızlıkları 1960’ların başlarında Çekoslovakya’da yeniden merkeziyetçi bir yönelimin başlamasına neden olmuştu. Ancak kısmi uygulamalar yerine, geleneksel modelin tamamen tasfiye edilmesi gerektiğini savunan liberal kesim galip geldi. Çekoslovakya’da “Ekonominin Planlı Yönetim Sistemini Islah İlkeleri Taslağı” Ocak 1965’de Komünist Parti Merkez Komitesi tarafından onaylandı ve ekonomik reformun ana çerçevesini oluşturdu. Merkezi plan işletmeler için bağlayıcı olmaktan çıkarıldı. Girdi kullanımı, istihdam ve üretim kararlarında işletmeler kârlılık ilkesine, yani piyasa şartlarına tabi kılındı. Merkezi fiyat tespiti belli mal grupları ile sınırlandırıldı. 1968’de ise, Yugoslav tipi özyönetim sistemine geçilerek yıllık planlar tamamen kaldırıldı. Macaristan’da da, 1968 yılında yürürlüğe giren reform paketiyle merkezi planın uygulanması yalnızca parametrelere bağlandı ve ademi merkeziyetçilik işletme düzeyine indirildi.3
Macaristan için 1956, Çekoslovakya için 1968 hep reform tartışmaları ve uygulamaları üzerinden gelişen ancak siyasi sonuçları itibariyle kapitalist restorasyona kapıları açan dönemeçler oldu. Bu sürece yönelik müdahaleler ise, toplumsal tabanı ve siyasi altyapısı konsolide edilemediği ölçüde “geçici” düzeltmeler olarak kaldı. Yukarıda da belirtildiği gibi Doğu Avrupa ülkelerinin kimileri için reform uygulamaları, piyasa ilişkilerinin hakim konuma getirilmesinin ve karşıdevrimci süreçlerin yolunun temizlenmesinin bir aracı olarak iş gördü.
SSCB’de ekonomik yeniden yapılanma
1965 yılında SSCB’de de ekonominin yeniden yapılandırılması gündemdeydi. 1957 yılında Hruşov döneminde hayata geçirilen yerel ekonomik konseyler (sovnarhozi) sistemi kaldırılarak yeniden merkezde konsolidasyon sağlandı ve daha önceki dönemin bürokratik yapısı yeniden kuruldu. Gosplan’a4 temel yetkileri geri verildi.
Bu dönemdeki reformların, plana uygunluğun sağlanması için idari yöntemler/direktifler yerine maddi özendiricilerin ağırlık kazanması anlamında, ademi merkeziyetçi bir karakteri vardı. Yeni reformlara uygun, yeni bürokratik yapılanmalar oluşturuldu. Fiyatları belirlemek üzere; endüstriyel girdi tahsisinden sorumlu olan; bilimsel ve teknolojik gelişimi desteklemekle görevli yeni komiteler kuruldu.
Planlama hiyerarşisi içinde verilen kararların alt seviyedekilerin bir bölümünün işletme düzeyinde ekonomik motivasyonlarla verilmesi hedefleniyordu. Ekonomik özendiricilerin verimliliği ve merkezi planın işletme düzeyinde uygulanma derecesini artırması bekleniyordu. Uygun fiyat düzeyi, kâr ve satış gelirinin başarı göstergeleri olmasının ve sermayenin maliyetlendirilmesinin, sermaye, işgücü ve hammadde kullanımındaki verimliliği ve yeni teknoloji kullanımını artırması bekleniyordu. Bu araçların otomatik bir şekilde işleyerek idari yöntemin, direktiflerin yerini alacağı düşünülüyordu.
Ana hatlarıyla bu reformla:
Daha önce 38-40 adet olan merkezi olarak belirlenen plan göstergesi 8-9 adete indirildi.
İşletmenin planlama, işe alma, ücretlendirme ve yeni teknolojiye yatırım yapma konularındaki karar verme yetkileri artırıldı.
Üretim miktarı veya maliyet yerine kâr miktarı ve kârlılık gibi başarı ölçütleri getirildi.
İşletme kârının bir kısmının prim ve kısıtlı ölçüde de olsa yatırımlara yönlendirilmesi konusunda işletme özgür bırakıldı.
Devletin sağladığı sermaye maliyetlendirildi.5
Sovyetler Birliği’ndeki “reform” girişimleri, Doğu Avrupa’daki uygulamalardan farklı olarak planlama mekanizmasının “verimlileştirilmesini”, bilimsel teknolojik devrimin altyapıya uyarlanmasını, nihai olarak sosyalizmin ilerletilmesini gözeten bir çerçevede gerçekleştirildi. SSCB’nin “son” reform girişimi olan Perestroyka süreci daha farklı bir şekilde değerlendirilmeyi hak ediyor olmakla birlikte yazının çerçevesi ve hedefleri ile uyuşmadığı için bu başlığı başka bir tartışmaya ertelemek daha doğru olacaktır.
‘Bağlantısız’ Yugoslavya’nın durumu
Yugoslavya’nın 1948’de Kominform’dan kopuşuyla başlayan siyasi ve ekonomik desantralizasyon süreci ve 1965’te fiili olarak piyasa ekonomisine geçişi, tartışmalara “özyönetim” kavramını taşıdı. Reel sosyalizm ve merkezi planlamaya karşı cephe alanlar, Yugoslavya deneyimini bütünüyle sahiplenmekte zorlansalar da bundan bol malzeme çıkarmayı başardılar. Yabancılaşma, katılımcılık, toplumsal mülkiyet “teorileri” üretenler “pratikleri”ni Yugoslavya’da buldu. Bu pratik hiçbir teoriyi doğrulamasa ve özyönetim deneyimi, bölgesel eşitsizliklerin kat kat arttığı, ABD yardımına tamamen bağımlı hale gelen, yüz binlerce emekçisi emeğini satmak üzere vatanını terk etmek zorunda kaldığı bir ülkeninki olsa bile…
Yugoslavya’nın kapsamlı bir ademi merkeziyetçiliği “özyönetim” adı altında aşamalı olarak uygulamaya başlamasının Kominform’la iplerin kopmasından bir-iki yıl sonrasına denk gelmesi bir rastlantı değil. Yugoslavya’da desantralist yapılanma o dönemde tarihsel bir veri olan dış politikasının içerideki uzantısı olarak başladı.
İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi partizanlar ve halk cephesinin güçlü mücadelesi sonucunda, büyük ölçüde kendi olanaklarıyla kovmayı başaran Yugoslavya’da Kızıl Ordu’nun belirleyici etkisi Doğu Avrupa ülkelerinde olduğundan daha geri planda kaldı. Almanya’nın SSCB’ne saldırmasının ardından, Yugoslavya Komünist Partisi Temmuz 1941’de işgal güçlerine karşı silahlı mücadele kararı aldı. 1942 yılında partizan birliklerinin önderliğinde Anti-faşist Halk Kurtuluş Konseyi kuruldu. Bu süreçte Tito, bir parti lideri ve komutan kimliğinin yanında, sürgündeki hükümetin yokluğunda siyasi iktidarın da merkezinde konumlanmış oldu. Partizanlar sürdürdükleri ulusal kurtuluş ve faşizme direniş mücadelesinde başarı kazandıkça geniş halk kitlelerinin desteğini aldı ve Halk Konseyi 1943 yılında geçici bir hükümet kurdu. 1944 yılında Kızıl Ordu Yugoslavya’ya girdi ve Ekim 1944’te partizanlarla birlikte Belgrad geri alındı. 1945 yılında Kızıl Ordu Yugoslavya’yı terk etti. Savaşta kazanılan zaferin sağladığı saygınlık, Kasım 1945’de yapılan seçimlerde Halk Cephesi’ne büyük bir başarı getirdi. Hemen ardından monarşi kaldırıldı ve Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti kuruldu.
Halk Cephesi yapılanması savaş sonrasında, partinin geri planda kalmasına neden oldu ve ulusal kurtuluş mücadelesi ile sosyalist siyaset bağdaştırılamadı. Savaşta kazanılan başarının verdiği güven ve Tito’nun güçlü liderliğiyle Yugoslavya bölgede “bağımsız” bir güç olmaya soyundu. İki kutuplu dünyada savaş sonrası oluşmakta olan dengeleri anlamakta güçlük çeken Yugoslavya’nın bağlantısızlık girişimi, emperyalizme tam tabiyetle sona erdi. İlk kez 1949’da ABD’den yardım kabul eden Yugoslavya, 1953-58 yılları arasındaki dış ticaret açığının yüzde 61’ini ABD’nin kullandırdığı kaynaklar ile finanse etmek zorunda kaldı.Kısacası, Yugoslavya’dan planlama teorisi çıkarmaya çalışanlara öncelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası dengeleri anlamalarını öneriyoruz.
‘Fabrikalar işçilerin, toprak köylülerin’
Tito özyönetime geçişin önemli bir aşaması olan kanunu Ulusal Meclis’e sunarken “Fabrikalar işçilerin, toprak köylülerin” sloganını kullanmıştı. Kabul etmek gerekiyor ki, çağrışımları kulağa hoş gelen bir slogan. Patronsuz, sömürüsüz bir düzene ve emekçilerin iktidarına işaret ediyormuş gibi görünüyor. Ne yazık ki, tarihsel olarak bu slogan Yugoslavya’nın 1980’de IMF ile “istikrar önlemleri paketi” anlaşması imzalamasıyla sonlanacak emperyalizmin egemenliğine giriş sürecinin başlangıç işareti oldu.
“Devlet Ekonomik İşletmelerinin ve Yüksek Ekonomik Birliklerin İşçi Toplulukları Tarafından Yönetilmesine İlişkin Yasa” 1950’de yürürlüğe girdi. Bu yasa ile işletmelerde yönetim hakkı kısmen de olsa, seçilmiş delegelerden oluşan işçi konseylerine devredildi. 15-20 kişiden oluşan bu konseylerin yetkisi, işletmede bırakılması merkezi olarak kararlaştırılmış olan gelirin işletme içi kişisel dağılımı ile sınırlıydı. Başlangıçta, merkezi bir planlama sistemi hâlâ geçerliliğini koruyordu ve müdür işletmede esas yetki sahibi kişiydi. Daha sonraki yıllarda aşamalı olarak tamamen ademi merkeziyetçi bir özyönetim sistemine geçildi. Yapılan yasal değişikliklerle özyönetim konseylerinin yetkileri genişleme eğilimine girdi ve işletme gelirlerinin nasıl kullanılacağı konusunda daha çok söz sahibi olmaya başladılar. 1961’de net gelirin nasıl kullanılacağı, ne kadarıyla yatırım yapılacağı, ne kadarının emekçilere ücret olarak verileceği açısından devlet müdahalesi kaldırıldı.1963 Anayasası ile daha önce kapsam dışı tutulmuş olan sağlık, eğitim sosyal ve kültürel hizmet sektörleri de özyönetim sistemine geçirildi. 1965 reformlarıyla beraber fiyatlar serbest bırakılarak özyönetim birimleri tarafından belirlenmeye başladı.
Bir yandan da artık dış finansmana tümüyle bağımlı hale gelmiş olan Yugoslavya ekonomisi, tekelleşme eğilimi gerekçe gösterilerek yabancı sermayeye açıldı:
“Batıyla ilişkilerin yoğunlaşması, planlı ekonomiden geniş ölçüde vazgeçme pahasına, pazar ekonomisine geçişin başlıca nedeni olmuştur. Karşılık olarak pazar ekonomisinin kabulünün de Batı sermayesine kapıların açılmasını tahrik edici sonuçlar doğurduğu görülür. Pazar ekonomisine geçişle birlikte belirginleşen tekelci eğilimleri kırmak, tekelci fiyatları sınırlamak için ‘uluslararası işbölümü’ne katılma çözüm olarak görülmüş; bunu sağlama yönünde görülen adımlardan biri olarak 1967’de yabancı sermayenin içerideki firmalara yüzde 49.99 oranında ortak olması olanağı tanınmıştır. Bunun sonucunda, Yugoslavya’da 1968-72 yıllarında toplam 361.665.111 dolara ulaşan yatırım hacminin 93.505.561 dolarının yabancı sermayeye ait olduğu görülür. Denilebilir ki, uluslararası işbölümü kavramı, ekonomik özerklik fikrini öldürmüş ve Yugoslav pazarını Batı Avrupa’nın sanayi bakımından gelişmiş kapitalist ülkelerinin rekabetine açmıştır.”6
Piyasa ekonomisine geçiş sonucunda hızlı fiyat artışları ve iflaslarla birlikte yoğun işsizlik 1965-1973 yıllarında Batı Avrupa’ya büyük iş gücü akımı yaşanmasına neden oldu. 1981 nüfus sayımına göre 875 bin Yugoslav vatandaşı ülke dışındaydı.
Kısacası Yugoslavya’da “özyönetim” emekçilerin yönetime katılması değil, emperyalizme tabi bırakılması anlamına geldi.
Yugoslavya’nın Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin kopmasına paralel olarak gelişen özyönetim uygulamaları, ekonomideki eşitsizliklerin ve etnik temelli farklılaşmaların beslenmesine hizmet ederken ülke ölçeğinde entegrasyonun önünü tıkayan bir politika oldu. Etnik temelli sorunları aşacak siyasi formüllerin de üretilememesinin bir sonucu olarak Yugoslavya Komünist Partisi, etnik belirlenimli bir adım olarak Yugoslav Komünistleri Birliği ismini alıyor.
Çözülemeyen ekonomik sorunlar cumhuriyetler arası düşmanlıkları besliyor ve 1990’lı yıllarda emperyalist müdahalelerin nesnesi olacak temel dinamikler bu dönemde yeşeriyor.
Ekonominin yasaları/bilimsellik
Sosyalist planlamada “reformcu” eğilimlerin tipik bir niteliği, iradi müdahaleciliğe karşıt olarak bir takım “ekonomik yasalar”ın işlemesini sağlayacak düzenlemelerin savunulması şeklinde karşımıza çıkıyor. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Doğu Avrupa’da ve Yugoslavya’da etkin olan liberal muhalefet, verimlilik (refah) ve emekçilerin yönetime katılımını (demokrasi) vaat eden siyasal söylemlerine ekonomi politiğin yasallıkları ile bilimsellik katıyorlardı. Bu dönemde sağ politikalar rasyonellik kılıfı altında öne sürülürken, sosyalizmde varlığını devam ettiren ekonomik yasalara başvuruluyordu. Batılı Sovyetologlar da bürokratik, anti-demokratik vs. gibi sıfatlarla andıkları geleneksel modele karşı bilimin ve sağduyunun sesi olarak desantralizm girişimlerini -yetersiz bulsalar da- doğal olarak desteklediler. Liberal sol da sosyalist planlamanın somut sorunlarından yola çıkan eleştirileri, merkezi planlamanın akıl dışılığını veya başarılı olmasının olanaksızlığını gösterme çabalarıyla birleştirdi.
Günümüzde yapılan piyasa sosyalizmi tartışmalarında da 1960’lı yılların reformları, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya’daki uygulamalar liberal sol için hâlâ önemli bir girdi oluşturuyor.
Bu noktada liberal solun bir kavrayışını belirtmekte yarar var. Liberal sol sosyalizmde planlamayı çeşitli sektörler, üretici birimler ve nihayetinde “tüketici” için kaynak tahsisini yerine getirecek, bir anlamda piyasanın vahşi bir biçimde yerine getirdiği bu işlevi daha mantıklı ve daha adaletli yapacak bir mekanizma olarak tasarlıyor ve tezlerini bu kavrayış üzerine temellendiriyor. Bu anlayışla sosyalizm nihai olarak bir tür karma ekonomi yani kontrollü bir kapitalizm haline geliyor. Oysa sosyalist iktidarın en genel anlamda temel siyasi aracı olan planlama, ulusal ekonomide “rasyonel” kaynak bölüşümünü sağlama işlevinden çok daha fazlasını ifade ediyor kuşkusuz. Kapitalizmin rasyonelliği ile sosyalist siyaseti bağdaştırmaya çalışmak; piyasa ekonomisinin bölüşüm mekanizmasının yerini tutacak “sosyalist” bir piyasa mekanizması aramak ise daha başından sosyalizm dışı bir noktada yer alıyor.
Sosyalist planlama belli bir anda verili olan kaynakları kısa vadede “en rasyonel” olarak dağıtmanın ötesinde, nesnelliğe uzun vadeli bir perspektifle yapılan önemli bir müdahale anlamına geliyor. Bölgeler arasında eşitsizlikleri ve kent-kır ayrımını ortadan kaldırmak, eğitim ve sağlık sistemini baştan kurarak hem güncel hem de gelecekteki ihtiyaçları karşılayacak şekilde düzenlemek; toplum genelinde barınma ve beslenme sorununu çözmek; çağdaş ve güzel yerleşim yerleri yaratmak ancak merkezi planın bütünlüğü içinde mümkün olabiliyor ve anlam kazanıyor. Planlama aynı zamanda uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm sürecinde kapitalizmin belirlenimi altındaki bireylerin tüketim/üretim alışkanlıklarını, yaşam biçimini değiştirmeyi hedefliyor. Yerellikleri aşan büyük ve uzun soluklu projeler ancak merkezi bir perspektifle hayata geçebiliyor. Kapitalist-emperyalist sisteme karşı verilmesi gereken ideolojik mücadeleyi de unutmamak gerekiyor.
Liberal muhalifler ise, genelde bu kritik başlıkları geçiştirmeyi ve öncelikle sorunu teknik bir üretim planlaması ve tüketim mallarının bölüşümü sorunu olarak ortaya koymayı tercih ediyor.
Piyasa sosyalizminin teorisyeni Polonyalı iktisatçı Oscar Lange, sosyalist kuruluş döneminde sosyalist üretim biçiminin hakim kılınması, kapitalist-emperyalist sisteme karşı siyasi, ekonomik bağımsızlığın kazanılması gibi öncelikli hedeflerin ancak merkezi bir yapıyla gerçekleştirilebileceğini kabul ediyor.
“Sosyalist bir ekonomide ilk planlama ve yönetim dönemi, hiç değilse bizde (Polonya’da) kaynakların idari yönetim ve tahsisinin merkezce tespit olunan bir önceliğe göre yapılmasını gerektirmiştir. Bu dönemde ekonomik teşvikler yerine, işçilerin ahlaki ve politik inançlarına, vatanseverlik ve sosyalist bilinçlerine başvurulur. Bu dönem, her türlü teşvikin kullanıldığı -tabir caizse- politikleşmiş bir ekonomi dönemidir.”7
Ancak Lange kuruluş döneminde merkezi iradenin gerekliliği ile kapitalizmde de olan savaş dönemi uygulamaları arasında paralellik kuruyor ve bunu kuruluş gerçekleştikten sonra terk edilmesi gereken geçici bir faz olarak ele alıyor.
“Bu metotların kaderi ve tarihi, sosyalist toplumun gelişmesinin diyalektik karakterinin klasik bir örneğidir. Sosyal devrimler ve yoğun sanayileşme sırasında gerekli faydalı metotlar tarihi rollerini tamamladıktan sonra da kullanılmak istenildi mi, ekonomik gelişmeye engel olamaya başlarlar. Bu engellemelerin başlıca sebebi esneklikten yoksun oluşlarıdır. Bu metotlar katıdırlar ve kaynakların israfına yol açabilirler. Ayrıca geniş bir bürokratik organa ihtiyaç gösterirler ve üretimin halkın ihtiyaçlarına göre ayarlanmasını güçleştirirler. Gene de gelişmeye en büyük engel, bu merkezi tipteki bürokratik yönetimde, gerekli ekonomik teşviklerin yokluğudur. Bu ekonomik teşvik yokluğu kaynakların ekonomik olarak kullanılmasını engellediği gibi, israfı teşvik eder ve hatta teknik gelişmeleri önler. Bu sebeple, sosyalist toplumun bu gibi merkezi, bürokratik planlama ve yönetme metotlarından vazgeçtiği an, yeni sosyalist toplumun olgunlaşma belirtisidir.”8
Lange sosyalizmde de objektif ekonomik kanunların, en temel olarak emek değer yasasının işlediğini çünkü sosyalist toplumda da meta üretiminin devam ettiğini savunuyor. Sosyalist toplumda meta üretiminin devam etmesini, tarihsel zorunluluklar nedeniyle kısmen de olsa çeşitli biçimler altında küçük özel mülkiyetin ve grup mülkiyetinin devam etmesine bağlıyor. Daha da önemlisi, tamamen sosyalist üretim ilişkileri altında üretim yapılsa bile tüketim mallarının tüketicilere tahsisi aşamasını bir sahip değiştirme işlemi olarak görüyor ve bu aşamayı bir meta değişimi olarak ele alıyor. Bu durumda Lange’ye göre tümüyle sosyalist mülkiyet ve üretim biçimi altında üretim yapılsa bile, üretilenleri tüketilmek üzere bireylere tahsis eden mekanizma üretilen malların birer meta haline dönüşmesi için yeterli oluyor. Meta üretiminin varlığı kabul edildiği andan itibaren de ekonomi politiğin yasaları aynı fizik yasaları gibi reddedilemeyecek nesnellikler halini alıyor. Ona göre sosyalizmi kapitalizme göre farklı kılan özellik ise, bu kanunların kendi kendilerine değil, belli bir amaca doğru işletilmesi. Amaca uygunluğu sağlayacak olan ise ağırlıklı olarak maddi özendiricilerden oluşan bir teşvik mekanizması.
Lange’ye göre ulusal ekonominin gelişme yönünü tayin etmek; ulusal gelirin bölüşümü ve değişik sektörlerin koordinasyonu ile dengeli bir ekonomik kalkınma sağlamak için planlama yapılması gerekiyor. Merkezi bir plan oluşturma aşamasında planın genel olarak büyüme hızı ve yatırımların sektörler arası dağılımını kapsamasının gerekli olduğunu ama daha fazla detayın, örneğin spesifik üretim hedeflerinin belirlenip belirlenmeyeceğinin teknik bir sorun olduğunu ileri sürüyor. Böylece merkezi planının kalkınmanın hızının ve yönünün belirlemesi ve sektörler arası koordinasyon sağlaması yeterli oluyor.
Ancak planın amaçları otomatik olarak gerçekleşmeyeceğinden, bu amaçlara ulaşmak için, yani planın uygulama aşamasında, gerekli teşviklerin yer aldığı bir örgütlenme ve yönetim sistemi olması gerekiyor. Lange, uygulama aşamasında ağırlığı büyük ölçüde maddi özendiricilere veriyor. İdari direktifler ve merkezi tahsisin ancak maddi özendiricilerin işlemediği durumlarda kullanılması gerektiğini söylüyor. Plancıların bir görevi de bu anlamda belirlenen ekonomik politikaların gerçekleştirilmesi yönünde ekonomik teşvik mekanizmaları kurmak oluyor. Dolayısı ile ekonomik kanunlar, kapitalizmden farklı olarak, kendi başlarına bırakılmamış oluyor.
“Gerçekleştirmenin ekonomik araçlara dayandığı planlamayı otomatik kontrolleri bulunan modern bir uçağa benzetebiliriz. Pilot, kontrol cihazlarını uçağın gitmesini istediği rotaya göre ayarlar ve bu mekanizma uçağı daima istenilen yöne doğru sevk eder. Bu arada pilot bir gazete ya da kitap okuyabilir. Uçak hep rotası üzerindedir. Yön, rüzgarın sürüklemelerine değil, pilotun bilinçli olarak seçimine uygundur. Uçağın yönünü pilot tespit ettiği gibi, kontrol cihazları ile de bu yönü değiştirmek elindedir.”9
Uçağın rotasının nasıl korunacağı, bireysel motivasyonun bu kadar ön planda tutulduğu bir düzende ekonomik faaliyetlerin plana uygunluğunun ve aynı anlama gelmek üzere toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönelik olarak gerçekleşmesinin nasıl sağlanabileceği sorusu ortaya çıkıyor. Lange’nin formülasyonu oldukça basit: Teşviklerin, ekonomik işletmelerde çalışan insanların bireysel çıkarları ile işletmenin toplumsal görevi aynı olacak şekilde düzenlenmesi. Başka deyişle, teşvik mekanizmasının merkezi olmayan üretici birimlerin alacağı kararların, merkezi yönetimin alacağı kararlarla aynı olmasını sağlayacak şekilde kurgulanması gerekiyor.
Bu noktada emekçilerin yönetime katılımı konusu gündeme geliyor: Lange’ye göre emekçilerin işletmenin -toplumsal- görevini yerine getirmesi konusuna hem maddi hem de manevi olarak ilgi duyması için bu işletmenin kendi kendini yöneten bir kuruluş olması, işçilerin yönetime katılması gerekiyor. Emekçiler yönetime yeterince katılamazlarsa ekonomik ve maddi teşviklerin işlemesi olanaksız oluyor, teşebbüs bürokratik bir hale geliyor ve sosyal görevini gerektiği şekilde yerine getiremiyor. Böylece Lange’nin akıl yürütme zincirinin bu aşamasında piyasa ilişkileri ile demokrasi arasındaki bağ yeniden tesis edilmiş oluyor…
Lange’den derlediğimiz bu formülasyonların ve benzerlerinin liberal solda geniş kesimlerce sahiplenip kullanıldığını biliyoruz.
Ancak, liberal/reformist olmakla suçlanamayacak birisinin, Stalin’in de sosyalist ekonomide objektif ekonomik kanunların var olduğunu söylemesi de bizi şaşırtmamalı. Hayatının önemli bir bölümünü ABD’de geçiren ve sosyalizm ile piyasa düzenini bağdaştırmaya çalışan Lange ihtiyaç duyduğunda Stalin’e atıfta bulunmaktan çekinmiyor. Burada hemen belirtelim: İkisinin ekonomik yasaların varlığından çıkardıkları sonuçlar doğal olarak çok farklı. Lange ekonomi politiğin yasalarının varlığını kabul ederek onları ekonominin başlıca düzenleyici gücü olarak ortaya koyuyor ve sonuç olarak piyasa ilişkilerinin yeniden tesis edilmesini hedefliyor. Oysa tek derdi sosyalizmi korumak ve geliştirmek olan Stalin, ekonomik yasaları merkezi planlamada bilinmesi, hesaba katılması gereken nesnel gerçekler olarak ele alıyor.
Stalin “sosyalist rejimde ekonomi politiğin yasalarının nesnel niteliğinin” yadsınamayacağını “ekonomi politiğin yasalarının insan iradesinden bağımsız olarak oluşan süreçlerin düzenliliğini yansıttığını” söylüyor.10 Sosyalist kuruluşta tarihsel zorunluluklar nedeniyle kamu mülkiyeti ile birlikte yer alan diğer mülkiyet biçimlerinin (tarımsal kooperatifler, sınırlı çapta küçük mülkiyet) varlığı, kapitalizmden çok büyük farklılar taşısa da meta üretiminin devam ettiği anlamına geliyor ve emek değer yasasının bu anlamda nesnel temeli oluyor. Stalin de bu meta üretimini “kapitalisti bulunmayan, esasta (devlet, kolhoz, kooperatifler gibi) ortak sosyalist üreticilerin malı olan metalarla ilgilenen ve etki alanı kişisel tüketim maddeleri ile sınırlı bulunan, kuşkusuz hiç bir şekilde kapitalist bir üretime dönüşemeyecek olan ve kendi ‘para ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine ve pekişmesine yardımcı olmak için kurulan özel türden bir meta üretimi”11 olarak tarif ediyor. Bu durumda değer yasasının var olup olmadığı konusundaki yanıtı net “Nerede meta ve meta üretimi bulunuyorsa, değer yasası zorunlu olarak vardır.”12
Değer yasasının var olması veya değer yasasının bir takım nesnel temellerinin var olması ne anlama geliyor? Aslında “emek değer yasası”nı bir yasadan çok bir analiz aracı olarak görmekte yarar var: Marx toplumsal emek soyutlamasını ve değer yasasını kapitalizmin sömürü mekanizmasını deşifre etmek, sömürünün üretim sürecinde oluştuğunu ortaya koymak için kullandı. Böylelikle ancak üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesiyle emek sömürüsünün ortadan kaldırılacağı anlaşılabildi. Proudhon gibi, emek sömürüsünün mekanizmasını anlayamayanlar, kapitalizmi rehabilite etmeye çalışarak sosyalizmin kurulabileceği yanılgısına düştüler.
Diğer yandan değer yasasının temsil ettiği soyutlamayı bilmek ve kavramak, sosyalist toplumda üretilen mal ve hizmetlerin fiyatlarını merkezi olarak bu yasaya göre belirlemek veya, kontrollü piyasalarda belirlenmesini sağlamak anlamına gelmiyor. Lange’ye göre değer yasasının varlığını kabul ediyorsak bu evrensel (kapitalizm öncesi de var olan anlamında) yasanın sosyalizmde mümkün olduğunca genelleşerek işlemesi için gereken düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Bu da fiyatların piyasa mekanizmasıyla belirlenmesi, işletme gelirinin (varsa kârının) nasıl kullanılacağına işletme bazında karar verilmesi, ücretlerin ve bireysel gelirlerin ciddi biçimde farklılaşması anlamına geliyor.
Bu noktada Stalin yere sağlam basıyor. Emek değer yasasının varlığının kötü bir şey olmadığını çünkü plancılara belli bir güç verdiğini söylüyor.
“Kötü bir şey değildir. Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda bu gerçekten kötü bir şey değildir, çünkü bu, ekonomi uzmanlarımızda üretimi rasyonel bir biçimde yönetmek fikrini doğurmaktadır, onları disiplinleştirmiştir.”13
Değer yasasının sosyalizmde varlığı aslında ancak teknik bir araç olarak varlığı anlamına gelmektedir. Fiyatları plancıların işlerini kolaylaştıran ama temel kararların alınmasında belirleyici olmayan teknik birer araç olarak görmek gerekiyor. Merkezi planlama çeşitli üretim sektörlerinin koordinasyonu, işletmelere hammadde, enerji ve aramal tahsisi ve ulusal bazda tamamen teknik bir gereklilik olarak girdi-çıktı hesaplamaları gerektirir. Bu şu anlama geliyor: Bir otomobil üretiyorsanız, gerekli miktarda çelik ve her otomobil için en az dört lastik üretmek durumundasınız. Çelik üretimi için kömür, lastik üretimi için kauçuk üretimi gerekir. Plan çok sayıda üretim birimini ve ürünü koordineli ve tutarlı bir şekilde ele almayı gerektirir. Fiziki birimler yerine bu fiziki birimleri temsil eden “parasal” büyüklüklerin kullanılması kolaylık sağlar. Buradaki fiyatlar “planlama” fiyatıdır ve nihai olarak fiziki büyüklükleri temsil eder. Bir yandan da sosyalist ekonomide fiyatlar aslında planlamanın bir sonucu olarak oluşur. Diğer bir deyişle alınan stratejik kararların ve planda sayısal ifadesini bulan üretim süreçlerinin bir sonucu olarak oluşturulur.
Fiyatlar konusuna değinirken üretim malları fiyatları ile tüketim malları fiyatlarının birbirinden farklı karakter taşıdığını belirtmek gerekiyor. Üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olduğu bir ekonomide üretim birimlerinin tamamı, hep birlikte tek bir dev işletme olarak ele alınır ve o şekilde yönetilir. Bu nedenle üretim mallarının fiyatları tamamen teknik ve hesaplamalara yardımcı amaçlı kullanılır. Parasal büyüklüklerin yerini fiziki birimler alabilir ve nihai olarak planlanan aslında fiziki birimlerdir.
Oysa tüketim mallarının fiyatları tüm toplumun dönüşüm projesinde tarihsel ve siyasi bir anlam taşır. Tüketim mallarının bir bütün olarak fiyat seviyesi (ücretlere göre) ve çeşitli malların fiyat seviyesinin birbiriyle ilişkisinin belirlenmesi emek-değer yasasına bırakılamaz çünkü bu siyasetin alanına girer. Toplumsal dönüşüm sürecinde siyasi ve ideolojik öncelikler, tercihlerin geri plana atılarak, emek değer yasasının öne sürülmesinin hiç bir gerekçesi olamaz. Söz konusu olan harcanan toplumsal emeğin gene örgütlü bir toplum tarafından çok çeşitli kriterlere göre yeniden bölüşümüdür. Burada yetersiz bir “adalet” değil kültürel ve bilimsel çok boyutlu faktörler devreye girer. Tüketici tercihlerini yönlendirici sübvansiyonlar, bütün bireylere asgari bir refah sağlayan eşitlikçi düzenlemeler ve öncelikli sektörlerdeki üretimin desteklenmesi için fiyatları belirlemek sosyalist devletin görevidir. Otomatik olarak işleyecek emek değer yasasına bırakılamaz.
Bu durum bir malın üretilmesinde harcanan emeğin hiç dikkate alınmayacağı anlamına kesinlikle gelmez. Sosyalist planlama işgücü verimliliğini artırmayı, ihtiyaç duyulan malları üretmek için harcanması gereken toplumsal emeğin azalmasını hedefler. Emek değer yasası verili bir durumdaki üretim ilişkilerine ve üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak işler. Farklı alanlardaki üretim süreçleri iyileştikçe değer yasasın ortaya koyduğu göreceli fiyat ilişkileri de sürekli değişecektir. Ancak sosyalist planlama bu değişikliklerin amaçlanan şekilde ve toplumsal önceliklere göre olmasını sağlar.
Yabancılaşma katılım ve demokrasi
Yalçın Küçük planlamanın olabilmesi için iki koşulun gerçekleşmesinin gerekli olduğunu söylüyor:
“Bunlardan birisi, işin, başka bir deyişle üretimin toplumsallaşması, yine başka bir deyişle, sosyalize olması. Diğeri ise üretim araçlarının toplumun kontrolüne geçmesi. Bu iki koşul bir arada olmadıkça ne planlama yapılabilir, ne de planlamaya ihtiyaç duyulur. İşin, daha açık bir deyişle üretimin, sosyalize olması için bir yandan üretimin büyük ölçekli işletmelerde toplanması gerekli.”14
Burada bir parantez açarak, kısaca merkezi planlamaya getirilen bir eleştiriyi ele alabiliriz. Liberaller, piyasa düzeninde çeşitli aktörlerin her gün aldığı milyonlarca, milyarlarca kararın bir plan dahilinde alınmasının mümkün olmadığını öne sürüyorlar. Oysa üretimin toplumsallaştığı, yoğunlaştığı ve büyük ölçekli olarak yapıldığı bir ekonomide piyasa ekonomisinde olduğu anlamda milyonlarca karar almaya zaten gerek yok. Üretimin büyük ölçeklerde yapılması ve yoğunlaşması merkezi olarak kontrol edilmesini ve yönlendirmesini mümkün kılıyor. Günümüzde tekeller dünya çapındaki çeşitli üretim ve dağıtım örgütlenmelerini merkezi olarak kontrol edebiliyorlar ve bunların kontrol ettikleri büyüklükler bazı ülkelerin ekonomilerinden çok daha büyük. Bundan yaklaşık 90 yıl önce de durum çok farklı değildi:
“Büyük bir girişim dev ölçülere ulaştığı zaman ve çeşitli verileri tam hesaplayarak on milyonlarca insan için gerekli olan bütün hammaddelerin üçte ikisini veya dörtte üçünü sağlamayı teşkilatlandırdığı zaman, hammaddeler, bazen yüz binlerce mil uzakta da olsa, en uygun üretim yerine sistematik ve teşkilatlı bir şekilde nakledildiği zaman, çeşitli tam mamul maddelerinin imaline kadar bütün birbirini izleyen çalışma safhalarını bir tek merkez yönettiği zaman, bütün bu ürünler bir tek plana uygun olarak onlarca ve yüzlerce milyon tüketiciye dağıldığı zaman (Amerika’da ve Almanya’da Amerikan Petrol Tröstü’nün petrol dağıtımı) o zaman apaçık belli olur ki, üretim sosyalize olmuştur.”15
Küçük’ün de ortaya koyduğu gibi ölçeğin büyük olması genel bir eğilim olarak aynı zamanda sermayenin organik bileşiminin de yüksek olması anlamına geliyor. Çok büyük ölçekli bir işletmenin sermaye bileşiminin çok düşük olabilmesi, en büyük fabrikalarda geri teknoloji ile üretim yapılması teorik olarak imkansız değil ama bunlar fiili olarak genel eğilimin dışında kalan durumlar. Küçük, haklı olarak ölçek konusunu toplumsal işbölümü ile ilişkilendirerek ele alıyor. Toplumsal işbölümünün gelişkinlik düzeyinin artması ile işletme içinde işbölümünün gelişmesi ve ölçeğin büyümesinin karşılıklı etkileşim içinde gelişen süreçler olduğunu söylüyor. İşgücü verimliliğinin artmasını sağlayan uzmanlaşma ve iş bölümünün ilerlemesi, çok küçük ölçeklerde mümkün olamıyor, ölçeğin de büyümesini gerektiriyor. Aynı zamanda ampirik olarak da, bir eğilim olarak ölçeğin büyümesiyle sermaye bileşiminin arttığını gösteriyor. Küçük şöyle özetliyor: “Ölçek büyüdükçe hem sermayenin organik bileşimi (değer yerine fizik ölçüler alındığında sermayenin teknik bileşimi) ve hem de işgücü verimliliğinin artması gerekir.”16
Yukarıda çok kısa değinmekle yetindiğimiz ölçek konusu, emekçilerin üretim süreçlerindeki karar mekanizmalarına katılımı ile yakından ilişkili. Yugoslavya’ya bakacak olursak, özyönetim uygulamalarını savunanlar bunun işçilerin “yabancılaşmasını” ve buna paralel olarak meta üretimini ortadan kaldıracak bir sistem olduğunu öne sürüyordu. Özyönetim sistemi emekçilerin kendi çalıştıkları işletmenin yönetimine katılmasını öngörüyordu. 1950’de işletme yönetimine kısmen de olsa katılmak üzere işçi konseylerinin kurulması yönünde bir yasal düzenleme yapıldığını belirtmiştik. Yasaya göre konseyler tüm işçiler tarafından seçilmiş 15-20 işçi delegesinden oluşuyordu ve 30 kişiden az işçinin çalıştığı işletmelerde, konsey bütün işçileri içeriyordu. Bu tür bir örgütlenme o dönemde hakim olan küçük ölçekli üretim tarzıyla uyumlu olarak tasarlanmıştı. 1952’de 8.800 işletme özyönetim kapsamına girmişti ve bunların yarısına yakın bir kısmında 30’dan az işçi çalışmaktaydı.17
Emekçilerin karar verme süreçlerine katılımı yalnızca sosyalizm içi bir tartışma değil. İşçilerin çalıştıkları işletmenin yönetimine katılımı konusunun kapitalizmde de ciddi bir sorun olarak ele alındığını biliyoruz. Kapitalist için, emekçilerle ortak çıkarlara sahip oldukları illüzyonunu yaratmanın bir aracı olarak çalışanların “fikir” girdisi sağlamasının çeşitli yöntemlerle teşvik edilmesi, işyerinde kimi önemsiz kararların doğrudan demokrasi yöntemleriyle alınması “management science”ın gereği olarak gelişmiş işletmeler tarafından gerektiği şekilde uygulanıyor. Microsoft ve Procter and Gamble gibi birçok şirket çalışanlarına şirket hisselerinden vererek, onları şirketin kâr etmesi için daha çok emek harcamalarının kendi çıkarına olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Gerçi bir emekçi için herhangi bir kapitalistle kader ortağı olmak çok kolay. Üstelik o kapitalistin şirketinde çalışmasına da gerek yok. Hisse senedi piyasalarından hisse satın alması yeterli.
Özyönetim konusuna dönersek, basit bir doğrudan demokrasi mekanizmasıyla ancak küçük ölçekli işletmelerde bir işçi konseyinin yönetimde etkili olması nesnel olarak mümkün olabilir. Küçük ölçekli işletmeleri genel olarak, hem üretim süreçlerinin hem de iş bölümünün daha geri olduğu ve uzmanlaşmanın çok ileri bir safhaya ulaşmadığı işletmeler olarak düşünüyoruz. Büyük ölçek ise tam tersi, sermayenin organik bileşiminin ve bağlı sermayenin büyük olmasına, daha ileri teknoloji kullanımına, ileri derecede bir uzmanlaşma ve iş bölümüne işaret ediyor. Dolayısıyla Proudhon gibi tarihsel gelişmeyi tersine çevirmeye ve küçük ölçeğe geri dönemeye çalışmıyorsak, emekçilerin karar verme süreçlerine katılımı için farklı yollar tarif edilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. Veya Yalçın Küçük’ün deyişiyle bir şekilde “minyatür bir fabrikanın içine en modern teknolojiyi oturtmanın mümkün olması” gerekiyor.18 Bu durumda bile, çalışan sayısının az olduğu tesislerde ileri teknolojinin karmaşık üretim süreçleri, üretimle ilgili pek çok kararın “demokratik” bir biçimde alınmasını zorlaştıracaktır. Çünkü bu durumda çok küçük bir ölçekte çok ileri bir uzmanlaşma düzeyinin varlığı gerekmektedir.
Yalnızca işletme bazında tanımlanan bir demokrasi ise ölçek büyüdükçe çok daha dolaylı bir hal almak zorunda kalıyor ve sonuçta bir kâr ortaklığına dönüşerek, adeta hisse senedi mülkiyetine benziyor. Bu şekilde yabancılaşmanın ortadan kaldırılamayacağı aşikar.
Yugoslavya’da da işletme ölçeği büyüdükçe özyönetim mekanizmasının hataları ve açmazları çok daha net ortaya çıktı. Sonuçta gittikçe karmaşık ve daha dolayımlı bir hal alan temsil mekanizması ve özyönetim sistemi altında emekçiler birer küçük kapitalist konumuna getirildi. Üstelik bu anlamda bile işletmelerin yönetiminde işçilerin pek de söz sahibi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz:
“İşçi olarak tasnif edilenler içinde niteliksiz işçiler, toplumsal sektördeki toplam istihdamın yüzde 20’sinden fazlasını teşkil etmelerine rağmen, özyönetim organlarındaki temsil oranları çok düşüktür. Örneğin, 1960-1970 döneminde niteliksiz işçilerin işçi konseylerindeki temsil oranları yüzde 7.2-7.4 civarında oynamış; yürütme kurullarındaki temsil oranları ise yüzde 4.2’den yüzde 2.2’ye düşmüştür. Aynı dönemde işçi konseyleri başkanları içinde niteliksiz işçilerin oranı yüzde 2.8’den yüzde 0.8’e düşmüş bulunmaktadır.
Bu verilere ek olarak özyönetim karar organlarında teknik yönetici kesimlerin niteliksiz ve az nitelikli işçilere göre daha etkin oldukları sonucunu vermiş olan pek çok araştırmanın yapıldığı bilinmektedir.”19
Kısacası, liberal solun emekçilerin üretim süreçlerindeki karar mekanizmalarına katılım olarak gösterdikleri işletme bazında maddi özendiricilere dayalı bu “demokrasi” bile ancak küçük ölçekli ve basit süreçlerle üretim yapan işletmelerde uygulanabilir. Uzmanlaşmanın ve iş bölümünün ileri noktaya ulaştığı büyük ölçekli işletmelerde yönetimsel kararların basit bir doğrudan demokrasi ile alınması anlamlı olamayacaktır.
Öncelikle, emekçilerin karar verme süreçlerine katılımını işletme bazında yönetime katılmakla sınırlı olarak düşünmemek gerekiyor. Emekçilerin sosyalist planlamaya olan katkılarının işletme perspektifini aşması, sosyalizmi koruma ve yayma bilinci içermesi gerekiyor. İşletmelerin diğer işletmeleri rakip olarak gördüğü bir yapılanma sınıfın bölünmesine neden olur. Ayrıca yalnızca maddi teşviklere dayalı işletme bazında bir sistemle emekçilerin ufkunu daraltmamak gerekiyor. Sosyalizmde tüm emekçilerin yalnızca çalıştıkları işletmede üretilen değil, toplumsal olarak üretilen bütün değerden pay aldığını dikkate almak gerekiyor. Merkezi planın oluşturulması ve uygulaması aşamasında emekçilerin örgütlü olarak katılımı ve katkısı olmaması ise düşünülemez kuşkusuz. İşletme bazında ödül mekanizmalarının sosyalizmde tarihsel olarak ve sınırlı bir anlamı olabilir. Çünkü sosyalizmde yeniden üretim ve bölüşüm, işletme ve yerellikler bazında değil ulusal bazda, hatta sonuç olarak tüm dünya çapında yapılmak üzere tasarlanır. Ancak bu şekilde anlamı vardır. Karar süreçlerinin yerelliklerde toplanması sosyalizmle bağdaşmıyor, sosyalizmi geriye götürüyor. Yerel perspektiflerin ötesine geçilmesi için yerellikleri aşan mekanizmalar gerekiyor.
Yugoslavya’ya bir kez daha bakalım. Orada, bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir merkezin yerini, demokratik bir temsil sistemi dolduramadı. Bölge temsilcileri yalnızca kendi bölgelerinin çıkarı için lobi yapan aktörlere dönüştü. Zengin bölgeler tamamen sistemden (federe yapıdan) ayrılmayı, yoksul bölgeler ise merkezi yönetimden daha çok pay almayı istiyordu.
Yabancılaşmayı ortadan kaldıracak olan, emekçilere eğitim ve diğer olanaklarla verilen seçme şansı olacaktır. Birden fazla ve farklı konularda uzmanlaşma ve görev değiştirme şansı, artan işgücü verimliliğine bağlı olarak çalışma saatlerinin kısalması, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerle ilgilenme şansı. Bilinç düzeyinin artmasıyla büyük resmi canlandırabilmek mümkün olacak, onunla bağlantı kurarak örgütlü olarak karar verme süreçlerine daha etkin katılım mümkün olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- HEKİMOĞLU Cemal, Stalin’i Anlamak, Gelenek yay., İstanbul, 1998, s.14.
- BORATAV Korkut, Sosyalist Planlamada Gelişmeler, Savaş yay., 1982, s.231-232.
- BORATAV Korkut, a.g.e., s.254-257.
- Gosplan: (rusça Gosudarstvennıy Planovıy Komitet’in [Devlet planlama teşkilatı] kısa yazılışı)1921’de kuruldu ve 1978’de SSCB Federal cumhuriyet komitesine dönüştü. Planın yönlendirilmesi siyasal iktidarın yetkisi içindeydi. Gosplan bu yönlendirmeyi belirginleştirir, sayısal hale getirir, işletmeler ve bakanlıklar arasında eşgüdüm sağlardı. Plan ancak Yüksek Sovyet tarafından onaylandığında yasal statü kazanırdı.
- SCHROEDER Gertrude, Soviet Economic Reform at an Impasse, Problems of Communism, Temmuz-Ağustos 1970.
- IŞIKLI Alpaslan, Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi, Alan yay., 1983, s.105.
- LANGE Oscar, Sosyalizmin Yeni Meseleleri, Sol yay., s.31.
- LANGE O., a.g.e., s.32-33.
- a.g.e., s.41.
- STALIN J., Son Yazılar 1950-1953, Sol yay., s.62.
- STALIN J., a.g.e., s.76.
- a.g.e., s.78.
- a.g.e., s.78.
- KÜÇÜK Yalçın, Planlama Kalkınma ve Türkiye, Tekin yay., 1985, s.17.
- LENIN, Emperyalizm, Sol yay., 1965, s.174-175.
- KÜÇÜK Yalçın, Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Kuruluşu, Haziran yay., 1987, s.525. (Ölçek, organik bileşim ve işgücü verimliliği ilişkileri konusunda kitabın 2. Bölümünde ve 3. Bölümüne ek’inde ayrıntılı bir tartışma bulabilirsiniz.)
- IŞIKLI A., Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi, s.123-124.
- KÜÇÜK Y., Sovyetler Birliğinde Sosyalimin Kuruluşu, s.98.
- IŞIKLI A., Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi, s.133.