“İdeolojilerin sonu”… Bu iki kelime sadece vasat bir felsefecinin çok satanlar arasına girmiş bir kitabının adı değildi. Reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte şaşkınlığına eşlik eden sevinciyle kapitalizmin “mutlaklığını” ve yenilemezliğini ilan eden sermaye sınıfının yeni eğilimlerine ve içerisinde bulunduğumuz sürecin niteliğine de işaret ediyordu. Önü açılan ve en önemli rakibinden kurtulan kapitalizm artık attığı adımları gerekçelendirme ihtiyacı hissetmeyecekti.
19. yüzyılın başında Napoleon, sınıf mücadelesinde öznelerin verili durumunu hesap ederek, imparatorluğunun ideoloji üretmekle sorumlu bakanlığını tasfiye ediyordu. Benzer bir şekilde burjuvazi, 1990’lara girerken, rakipsiz kalmanın güveniyle artık ideolojilere ihtiyaç duymadığını dile getiriyordu.
Gerçekten de ideoloji üretimi özneler arasındaki mücadelenin gerekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmektedir. Yeni şekillenen özneler dengesinde, kendi meşruiyetine yönelik girdilerin hemen hemen sıfırlandığı bir nesnellikte sermaye sınıfının bu rahatlığı anlaşılabilir.
Peki ideolojilerin yerini ne alacak? İçerisinden geçtiğimiz süreç bu sorunun yanıtına dair ipuçları sunuyor. ABD emperyalizmi, adını “medeniyetler savaşı” koyduğu modern bir “mit” sunuyor dünya halklarına, eskimiş “doğu-batı” mitini yeniden piyasaya sürüyor. Savaşını gerekçelendirme gereği hissetmeyen, değil toplumları kendi müttefiklerini dahi ikna etme ihtiyacı duymayan emperyalizm bu eskimiş mitlerle ne kadar adım atabilir? Attığı adımların toplumsal karşılığını ideolojiler alanında yeniden üret(e)meyen burjuvazi, bu mitlere ne kadar güvenebilir? Sol bu “ideolojisizleştirmeye” seyirci kalabilir mi?
Türkiye’de ise, kendi önermelerini ideolojik girdilerle besleyemeyen ve bu anlamda ayaklarını yere sağlam basmakta başından beri zorlanan Türkiye burjuvazisi, tarihsel kaderini dönüştürmeye çalışıyor. Restorasyon sürecinin bir boyutu da, egemen sınıfın toplumla olan bağını yeniden kurmak. Bu doğrultuda Türkiye topraklarında yerleşmiş mitler değersizleşirken, toplum hiç karşılaşmadığı kadar yoğun bir ideoloji bombardımanı ile karşı karşıya kalıyor. “Yavru Vatan Kıbrıs” bir pazarlık unsuru oluyor, “Kutsal Devlet” küçülüyor…
Türkiye’de ve dünyada, nitelikleri farklı da olsa bir dönüşüm süreci yaşandığı açık. Bu süreci anlamak için “mit” kavramının açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Prekapitalist işleyiş unsurları olarak mitsel önermeler, burjuvazi gericileştiğinden bugüne ideolojiler alanında önemli bir yer işgal ediyor. Mitler ve ideoloji arasındaki devingen ilişki, hem tarihsel hem de güncel pek çok süreci açıklarken çözümlenmeyi bekliyor. Yukarıda tarif ettiğimiz soru ve sorunlara bu eksende bir yanıt arayacağız. Mit kavramının anlamı, yazının bağlamında oluşturulmaktadır.
Tanım
Mit kavramı, ilk bakışta geleneksel ilişkileri, dinsel ve yerleşik söylemleri, masalları çağrıştırıyor. Tarihte ilk mitler, ilkel söylem yapıları, inanç sistemleri olarak karşımıza çıkıyor. Mitsel söylemler, kişiler, olgular ya da öyküler, “dokunulmazlıkları” ve “mutlaklıkları” ile şekilleniyor. Tanrı inanışı ve dinsel inanç yapıları, mitler üzerinde yükseliyor ve “mutlaklığın” uç noktasını örnekliyor. En mutlak “mit” olarak tanrı, varlığı “sorgulanmayan”, ama “kabul edilen” bir olgu olarak anlam kazanıyor.
İlkel mitlerin en önemli özelliği, kendilerini “tarihler üstü” bir alan olarak sunmaları. Kendilerini doğal ve gerçek olarak sunan söylemler var karşımızda. “Tarihsel” olanı “doğallaştırıyor” ve “mutlaklaştırıyorlar”, olguların arkasındaki tarihselliği gizliyorlar. İlkel dinlerde tanrı inancı, açıklanamayan ve olağan dışı süreçleri “olağanlaştırma” işlevi görüyor. Yazımızın konusu olan “modern mitler” de bu nitelikleri ile tanımlanabilir. “Erkeğin kadından üstün olduğu”, “Batının doğudan daha uygar olduğu”, “Vatanın bölünmez”, “Devletin kutsal” olduğu, Türkiye ve dünyada genel kabul gören modern mitler. Bu önermelerin ve söylemlerin ortak özelliği, kendilerini “tarihler-üstü” olarak sunmaları. Daha açık ifade etmek gerekirse, tartışılamaz, sorgulanamaz, verili, doğal, mutlak bilgi ve önermeler olarak algılanmaları.
Modern mitler, tarihsel karşılığı olan önermeleri, doğal tanımlar olarak sunuyorlar. “Erkeğin kadından üstün olduğu” miti, ataerkil toplum yapısını ve bu yapının karşıladığı özel mülkiyet ilişkilerini gizliyor ve toplumun zihninde bu eşitsizliğin verili ve mutlak olduğu, dönüştürülemeyeceği yanılsamasını yaratıyor.
İdeolojilerin konusu ise çıkar ilişkileri ve zorunluluklar alanıdır. Alman İdeolojisi’ndeki tanıma göre “egemen sınıfların kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi sunmalarıdır” ideolojiyi oluşturan. Egemen sınıf, sömürdüğü sınıfın gündelik çıkarlarına yanıt vererek ve ezilen sınıfları gündelik çıkarları üzerinden kucaklayarak, yığınları kendi düzenine eklemler. Bu süreç ussal bir süreçtir, yabancılaşmayı ve iknayı öngörür. Mitsel söylemler ise, iknayı ve yabancılaşmayı değil, inancı merkeze koyarak işleyen akıldışı yapılardır.
Mutlak olan ile zorunlu olan arasındaki karşıtlık, mitten ideolojiye, kapitalizm öncesinden, kapitalizme geçişi anlamlandırıyor. Kapitalizm öncesinde bir zorunluluklar alanından söz etmek çok zor, zorunlu olan meşru olandır, oysa gerek köleci gerek feodal toplumda egemen sınıflar kendi düzenlerini ve egemenlik alanlarını meşrulaştırma gereği hissetmiyorlar. Egemenlik alanlarını “mutlaklaştırırken” dinden yararlanmaları bunu örnekliyor, eski Yunan ve Mısır’dan 18. yüzyıl monarşilerine egemen sınıfın temel unsuru olarak kral, kendi meşruiyetini “Tanrı”dan alıyor, böylelikle iktidar “tarihler üstü” bir görüntü kazanıyor, sorgulanamaz bir mutlaklığı işaret ediyor. Oysa burjuvazi bu yapıyı tersine çevirecek, Alman İdeolojisi’nde açıklandığı şekliyle kendi egemenliğini toplumsal alanda kurmaya ve meşruiyetini halktan almaya gayret edecektir. Demokrasinin “halk iktidarı” olarak tanımlanması, kapitalizmin mutlak değil, zorunlu bir işleyiş olarak sunulması, devreye ideolojileri sokacaktır.
Tarihçe
Mitsel söylemler, ortaçağda ve feodal düzende, egemen sınıfların toplumu denetim altında tutmalarının zorla birlikte en önemli silahı oldu. Ortaçağın mitleri din üzerinden tanımlanıyordu, dinsel kurallar ve ilkeler tüm toplumsal yapıların tartışılmaz ve vazgeçilmez konusu oluyordu. Bilimin, kültürün ve siyasetin küçük bir azınlığın denetiminde olduğu bir nesnellikte, bilinçsiz yığınları toplumsal karşılığı olmayan mitsel ve dinsel söylemlerle oyalamak zor değildi, egemen sınıflar toplumu ikna etmekle uğraşmadılar, toplumsal kırılmaları ise basitçe zorla yanıtlayabiliyorlardı.
İktidara göz koyan burjuvazi, söz konusu mitlere ve inanç yapılarına saldırarak yola koyuldu, kitleleri yedeklemenin çaresi, toplumu siyaset, felsefe ve bilim gibi silahlarla donatmaktan geçiyordu. Aydınlanma bu boşluğu doldurarak toplumsal ve siyasal alanı yeniden örgütlemeyi hedefledi. Artık ortaçağ karanlığının inanç kalıpları ve mitsel söylemlerinin yerini, ussal ve pragmatist önermeler alıyordu. Burjuvazi kendi düzenini “ussal” ve “zorunlu” bir düzen olarak ve gerekçeleri ile birlikte sunmaya çalıştı. Toplumu “ikna” etmeyi ve kendi çıkarları ile toplumun bütününün çıkarlarını ortaklaştırmayı iktidarın yolunu açacak önlemler olarak önemsedi. Burjuva düşüncesinin felsefedeki görüntüsünün Descartes”in rasyonalizmi ve İngiliz pozitivizmi olması bu boşluğu dolduran ayrıntılardı. Devlet ve hukuk, toplumsal çıkarların ortaklaştığı alanlar olarak tarif edildi, uzlaşma ve faydacılık burjuva düşüncesinin temel taşları oldular. Siyasal kararlar, bilimsel gelişmeler, felsefi tartışmalar, işlevsellikleri üzerinden desteklendi.
Değişen toplumsal ve düşünsel yapı, geleneksel yapıların kırılmasını da beraberinde getiriyordu, bu dönüşümle birlikte toplumsal alışkanlıklar da değişiyordu. Yukarıda tarif ettiğimiz toplumsal dönüşüm ve devrim, tüm yapıların ideoloji alanında yeniden üretildiği bir süreci örnekliyor. İdeoloji, güncel anlamıyla burjuvazinin tarihe soktuğu bir alan olarak düşünülmeli, sermaye sınıfı, mitlerle işleyen bir toplum yerine, ideolojik önermelerle işleyen bir toplum modeli sunuyordu tarihe. Artık dinler dahi, burjuva pragmatizmine ayak uydurmak ve kendilerini ideolojik olarak yeniden üretmek zorundaydılar. Protestanlık, inanç yerine iknayı koyan, dinsel kuralları açıkça işlevsellikleri ile sahiplenen, reddeden ya da yeniden üreten bir din olarak burjuva ideolojisinin ve pragmatist anlayışın, mitsel söylemlere göre ağırlık kazandığı süreci örnekler.
Burjuvazi için kendisini ideoloji alanında yeniden üretmek hem bir ihtiyaç hem de bir zorunluluk olarak düşünülmeli. Devrimci hareketlilik ve sınıf mücadelesi içerisinde ideoloji üretimi ve ideolojik mücadele kaçınılmaz olarak yoğunlaşacaktır.
Ancak mitsel söylemler varlıklarını yitirmediler, iktidara yerleşen ve kendi egemenliğini güvence altına alan burjuva sınıfı, toplumu oyalamayı, geniş yığınları ikna etmekten daha hesaplı görmüş olsa gerek, eski mitleri ve kendi ihtiyaçlarına denk düşen modern mitleri yeniden üretmekte gecikmedi. Burjuvazinin rakipsizleştiği, iktidarını güvence altına aldığı ve toplumsal hareketliliğin geriye çekildiği bir süreçte, geleneksel işleyiş örnek alınarak kapitalist topluma uyarlandı. “Demokrasi” bir mitti, artık “eşitlik ve özgürlük” gibi. Özneler dengesi hesap edildiğinde, burjuvazinin önünün açıldığı ve gericileştiği bir süreçte geleneksel yapılardan beslenmek sermaye sınıfı için hep daha hesaplı olmuştur. Eğitimli yığınların kendi meşruiyetini sorguladığına tanıklık etmek, sermaye sınıfını toplumu siyasallaştırmayı ve ideolojiler alanına çekmeyi kendi iktidarına yönelik bir tehdit olarak algılamaya itmiştir.
Napolyon döneminde dini kurumları yeniden faaliyete geçirmek bir ihtiyaç olarak belirdiğinde, buna ilk karşı çıkanlar, burjuva rasyonalizmini işaret eden “ideologlar” olmuştur. Napolyon, burjuvazinin yavaş yavaş reelliğini yitiren devrimci damarını temsil eden bu aydınları sustururken, ideolojiden uzaklaşmayı ve onu kötülemeyi de, ardıllarına bir gelenek olarak devretmiştir. Bu gericileşmeyi izleyen süreçte ideolojik mücadele burjuvaziye hep büyük gelmiştir ve bir yük olmuştur. Gerçekten de gericileşen ve devrimci ruhunu yitiren burjuvazi, ekonomi, siyaset ve kültür alanında olduğu gibi ideolojiler alanında da prekapitalist öğelerden beslenmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Mutlak olan ile zorunlu olan tekrar içiçe geçecektir. İktidarda yerleşiklik kazanan egemen sınıf için kendi egemenlik alanını zorunluluk olarak sunma ihtiyacı önemini yitirmeye başlayacak ve artık iktidarda olan ve önü açılan burjuvazi düzenini “mutlaklaştırmaya” çalışacaktır.
İdeoloji üretiminin en yoğun olduğu ve bu anlamda zorunluluk vurgusunun “özgürlüğe” açıldığı uğrak, Jakobenlerin iktidarı zorladığı süreçtir. Mutlak olanın yıkılması çabası içerisinde, Jakobenler mutlak olanı aşmaya çalışmış, mitlerle, din ile ve monarşi ile hesaplaşmış, özgürlüğe açılmaya çalışmıştır. Ancak burjuvazinin çıkarları ile çeliştiği noktada, zorunluluk vurgusunun özgürlüğe bükülmesi sorunlar yaratmış ve sonrasında çubuğun mutlak olana büküleceği, ideolojinin mitlerle harmanlanacağı, zorunluluk vurgusunun geriye çekileceği gericileşme süreci açılmıştır. Bu tavır yüzyıl içerisinde yasalaşacaktır, işçi sınıfının burjuvazi karşısına dikildiği süreçlerde ideoloji üretimi yaygınlaşacak, ancak sınıf mücadelesinin geriye çekildiği durgunluk süreçlerinde mitsel söylemler ideoloji alanını işgal edecektir. “Zor” da bir diğer geleneksel yapı olarak mitsel söylemlere eşlik edecektir.
İçinden geçtiğimiz sürecin bu tespiti örneklediğini düşünüyorum. Reel sosyalizmin çözüldüğü, işçi sınıfının ve komünist hareketin tüm dünyada geriye çekildiği bir nesnellikte, kendisini rakipsiz hisseden ABD emperyalizmi, ideoloji üretimi ile vakit kaybetmek, adımlarını ussallaştırmak ve toplumları ikna etmek yerine, halkların karşısına yeni mitlerle çıkmayı daha “hesaplı” buluyor olsa gerek. “Medeniyetler savaşı”, “doğu batı karşıtlığı” ve bu mitlere eşlik eden emperyalist savaşlar bu tezi örnekliyor. Yeni Dünya Düzeni kendi başına bir mit olarak, düzenin akıldışılaşma sürecini anlatıyor. Yüzyıl boyunca, kendi meşruiyetine yönelen reel sosyalizmin varlığı koşullarında kendi toplumlarına kapitalizmin ussal bir düzen olduğunu kanıtlama ihtiyacı hisseden, bu çabayı sosyal devlet ile somutlamaya çalışan sermaye sınıfı, savunmada olduğu bu süreçte ideolojik mücadeleyi önemsemek zorunda kaldı. Bugün “ideolojilerin sonu” iddiası, biraz da bu ihtiyacın düzen açısından ortadan kalktığını anlatıyor.
Mitsel önermelerin her zaman, ideoloji üretimine ağır bastığı Üçüncü Dünya ülkeleri de, önemli bir pratik sunuyor. Bu toplumlarda ideoloji alanının ve üretiminin darlığı bir tercihten çok bir zorunluluğu ifade ediyor. Aydınlanma gibi ideoloji yoğunluklu düşünsel bir birikimi olmayan, üretim ilişkilerinin yapısı gereği, modern anlamda sınıf mücadelelerinin yaşanamadığı, işçi sınıfı kadar, sermaye sınıflarının da kent kültürü ile tanışamadığı, geleneksel yapıların şöyle ya da böyle kendisini yeniden ürettiği Üçüncü Dünya ülkelerinde (örn. Latin Amerika) devlet, din, futbol, ordu gibi yapıların ya da mitlerin geleneksel niteliklerini koruduklarını, bu toplumlarda sömürülen sınıfların düzenle ancak bu mitsel ilişkiler üzerinden bağ kurabildiğini gözlemliyoruz.
Erken kapitalistleşmiş toplumlarda egemen sınıfın işçi sınıfı içerisinde çok daha yerleşik ve sınıfın burjuva üretim ilişkilerine çok daha güçlü eklemlenmiş olması, bu toplumları görece daha durağan kılıyor. Oysa toplumsal karşılıkları ve tarihsellikleri olmayan, kırılgan mitler üzerinde yükselen geç kapitalistleşmiş ülkelerde, egemen sınıfların toplumla kurduğu bağın çok daha gevşek olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu temelsizlik, bu toplumlarda “toplumsal patlamaların” sık karşımıza çıkmasıyla ve bu nedenle zorun, darbelerin, faşizmin bu ülkelerde sürekli gündemde olması ile sonuçlanıyor. Diğer taraftan ideolojiler alanının bu kadar dar olduğu bu ülkelerde, solun da kendisini ideolojik mücadele alanında yeniden üretemediğini görüyoruz, Latin Amerika solu, toplumsal refleksleri yeniden üretmeye çalışıyor, devrimci demokrasinin ağırlığı gözlemlenirken geleneksel sol bu toplumlarda yerleşiklik kazanamıyor. İşçi sınıfı kültürü ve sosyalist bilincin yerine, küçük burjuva demokratizmi ağırlık kazanıyor.
Türkiye gibi toplumlar, bu anlamda, iki modelin arasında, bir taraftan egemen sınıfın omurgasız ve toplumsal alan ile ilişkilerinin gevşek olduğu, diğer taraftan üçüncü dünya ülkelerine göre ideoloji alanının daha geniş olduğu topraklar olarak, devrime ve sosyalist ideolojinin toplumsallaşmasına her zaman daha açık oldular. Solun burjuvazinin meşruiyetini ve düzenin işçi sınıfı ile kurduğu alana sızarak zaten gevşek olan ilişkileri kırması bir olanak olarak değerlendirilmeli. Diğer taraftan dar da olsa etkin ve devingen bir ideolojik mücadele alanının varlığı, solu bu zemini baştan kurma yükünden de kurtarmaktadır.
Mitin ideoloji yerine kullanılan bir kavram olmadığını hatırlatmak isterim. Kapitalizm başından beri bu iki alanı da birlikte ele aldı ve yararlandı. Mitsel söylemler ile ideoloji arasında bir karşıtlıktan çok, biri diğerinin yerine geçebilen, aynı boşluğu dolduran ve eşitsiz gelişen bir devinimi anlamak gerekir. Mitler doğu toplumlarına aittir, batıda ise mitlerin yerini ideolojiler alır gibi bir genelleme söz konusu değil.
Mitsel önermeler de, ideolojik önermeler gibi, düzenin yeniden üretilmesini, egemen sınıfın gerçek çıkarlarını gizlemeye yarıyor. Modern mitler, ideolojilerin billurlaşmış şekli olarak okunabilir. Eşitsiz gelişen iki kardeş yapı… Mitler ideolojilere “hafif” göndermeler yapıyorlar. Örneğin “Avrupa miti”, demokrasi ideolojisinin kristalleşmiş şekli ola geldi. “Medeniyetler Çatışması” da, savaşlara muhtaç emperyalizmin doğasına göndermeler yapıyor. Ya da “Özgürlükler Ülkesi Amerika”, “American way of life” mitleri, bireyci burjuva ideolojisinin kristalize olmuş halleri. Türkiyeden bir örnek vermek gerekirse “medeniyetler buluşması” ve “İstanbul Ruhu” mitleri de Osmanlı’ya göndermeler yaparken, “az gelişmişliğin ideolojisinin” kristalleri olarak şekilleniyor.
Burjuvazinin tarih sahnesine çıkması ile varlık kazanan ideolojiler modernleşmenin çocuğu olarak değerlendirilebilir. Ussalcılık ve aydınlanmanın en gelişkin örnekleri olarak Hegel’in ve Marx’ın sistemleri, biri burjuva düşüncesinin diğeri ise işçi sınıfının ideolojisi olarak tarihe yazıldılar. Büyük, tutarlı, akılcı söylemler modernizmin karakteriydi. Felsefe ve siyasette olduğu kadar, modernizmin sanatı da mitlerle bezeli orta ve yakın çağ sanatını aşarken, hep büyük ve geniş söylemlere yaslandı. Goethe’nin, Dostoyevski’nin ve de Kafka’nın eseri, Beethoven ya da Schoenberg’in müziği. Bugün postmodernizm kitschin ve mitlerin kutsallığını ilan ederken; Foucoult, Derrida gibi felsefeciler tarihe ve ideolojilere savaş açarak “mitlere” sarılırken, mikro yapılardan ve bireysel iktidarlardan ve daraltılmış söylemciklerden söz ederken, bu geleneği de karşılarına alıyorlar. “Şizofreniyi” kutsayan Lacan, “aptal yığınların” önünde eğilen Foucoult, “hiçliği” ve “simülasyonu” teorize eden Baudrillard; öznesizliğin, tarihsizliğin iradesizliğin ve akıldışılığın felsefesini yapıyorlar. Nietsche’nin önünü açtığı bu yol, gericiliğin açık bir örneği değil de ne?
Türkiye örneği
Türkiye mitsel söylemlerle ideolojik söylemlerin içiçe geçtiği, birbirini dengelediği ve farklı özneler tarafından üretildiği, ancak her ikisinin de yerleşiklik kazanamadığı bir ülke. Türkiye’de burjuva siyasetinin yaslandığı en merkezi söylemler hiçbir zaman ideolojik girdilerle beslenemedi. İdeolojinin mayasızlığı hep bir eksiklik olarak hissedildi, ancak geç kapitalistleşen ve burjuva ideolojisi ile geç tanışan Türkiye’nin genç burjuvazisi bu açığı kapatacak olgunluğa erişemedi. Diğer taraftan Türkiye burjuvazisi, mitsel söylemlerin çok başarılı bir şekilde örgütlendiği bir örnek sunuyor bizlere.
Kemalizm pek çok ilke ve ilk ile tarih sahnesine çıktı, Mustafa Kemal’in üç cümlesinden biri “özdeyiş” niteliği kazanabildi, ama hiçbir zaman yeni mitler yaratmanın ötesine geçemedi. “Batıcılık” bu mitlerin başında geldi, hiçbir zaman bir perspektif ile birlikte dillendirilmedi ve “batılılaşmadan” ne anlaşılması gerektiğinin açık bir yanıtını kimse veremedi, ulaşılması gereken “muasır medeniyetler seviyesinin” tanımını da kimse yapamadı. Mitler ulaşılmaz olanı öngörürler, ideolojiler ise “hedef” koyarak yol alırlar. Kemalizmin “işaret ettiği”, yani gelecek perspektifi hiçbir zaman açık olmadı, başından beri “geçmişi reddederek” hareket etti ki, yaşanan sürecin açıkça bir kopuşu mu, sürekliliği mi ifade ettiği de meçhul kaldı. Tanzimatın, Genç Osmanlılar’ın, sonrasında İttihat ve Terakki’nin yarattığı dar bir ideolojik birikim olsa da, kemalizm tüm geçmişini silerek yola koyulduğundan, biraz da kendi tercihi olan bu “tarihsizliğin” ve omurgasızlığın yükünü taşıdı. Kendi yarattığı mitlere yönelen en ufak tehdidi dahi gerici bir refleksle silmek zorunda hissetti, Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP), Kürt isyanlarına sonrasında kendi kurdurduğu partilere olan tahammülsüzlüğünün açıklaması, ayak bastığı zeminin kırılganlığının farkında olması ve bu zaafın korkusunu ve gerilimini sürekli üzerinde hissetmesi ile açıklanmalı. Zorunlu olarak girilen bu yol ve tutturulan çizgi, başta batıcılık olmak üzere, yaratılan mitler diğer taraftan zorlanan kapitalistleşme sürecini “doğallaştırmak” ve yaratılan maskelerin arkasına gizlenmek olanağını da yarattı. Türkiye burjuvazisinin ürkek ve histerik doğası, “ilk günlerden” devraldığı tarihsel bir gerçektir. Kemalizm özellikle Anadolu’ya çok uzun süre yerleşemedi, ki hâlâ yaratılmış mitlerin bu topraklarda tutmadığı gözlemlenebilir. Burada tarif edilen üzerinden “kemalizmin ideolojik bir karşılığı” olmadığı anlatılmıyor, mitsel yapıların da ideolojik karşılıkları bulunuyor. Vurgulanmak istenen kemalizmin, kemalistlerin de ifade ettiği gibi, ideolojiler alanından “pek hoşlanmadığı”.
12 Eylül süreci, “devlet” mitinin en kuvvetli olduğu süreç olmuştur. Özal’ın bir kırılma noktası olduğu, pek çok yerde karşımıza çıkabilmektedir. Özal hiçbir zaman attığı adımları bilinçli atmadı. Türkiye düzeninin tarihsel gedik ve ihtiyaçlarını hesap edecek akla ve zihin açıklığına sahip miydi, tartışılır. Özal’ınki masum bir “umursamazlık” halidir. Oysa kendisini değişen dünya nesnelliğine ayak uydurmak zorunda hisseden Türkiye burjuvazisi içerisinde, bu tarihsel açığın farkında olan ve bu boşluğu doldurmaya niyetlenen öznelerin olduğu açıktı. Solun kendisini yeniden üretebildiği, Kürt hareketinin muazzam bir güç olarak düzenin karşısına dikildiği bir nesnellik bu proje için doğru bir zamanlama sunmuyordu. Hedeflenen dönüşüm, hafif bir “ilerici” söylemi gerektiriyordu, oysa nesnellik burjuvaziye gericileşmeyi dayatıyordu. 90’ların ikinci yarısının hemen başında, devrimci dinamiklerin geriye çekilmiş olması, ortaya sürülen gericiliğin de düzeni tehdit eden bir kriz dinamiğine dönüşmesi, bu projenin ve dönüşümün de önünü açıyordu. Restorasyon süreci, bu anlamda sadece bir kriz müdahalesi değildir, düzenin tarihsel ihtiyaçlarına da yanıt üretme kaygısı taşıyan ve bu ihtiyaçların güncel ihtiyaçlarla örtüşmesi fırsatını arkasına alan bir dönüşüm projesidir. Türkiye burjuvazisi artık reflekslerle değil, akılcı ve pragmatist çözümlerle hareket etmek istiyordu, iliklerine işlemiş ürkeklikten biraz olsun kurtulmak ve hafiflemek üzerine bastığı zemini sağlamlaştırmak ve ideolojik mücadeleye hakim olmak güncel olduğu kadar tarihsel de bir talepti.
Restorasyon gelenekselleşmiş mitlere saldırarak yola koyuldu. “Devlet için kurşun sıkmanın kutsandığı” memleketimizde, önce “çeteciler”in üzerine yüründü. Daha sonra “laikliğin” tanımı yeniden düzenlendi. Restorasyon başlangıçta adımlarını güvenceye alarak attı. Bugün, içerisinden geçtiğimiz süreçte, sermaye sınıfının çok daha cüretli olduğu söylenebilir. Bir süredir yerleşiklik kazanmış mitlerin teker teker ele alındığını görüyoruz. Devletin küçültülmesi söylemi, ister istemez devlet mitinin sorgulanmasına eşlik edecekti. Devlet artık “hantal bir yapı”, bir “yük” olarak sunuluyor topluma, imkanları olsa devleti de özelleştirecekler. Kıbrıs konusunda yaşanan gerilim de, şimdilik “restorasyoncular” lehine çözümlenmiş gözüküyor. Kıbrısın bir pazarlık nesnesi olmasını Türkiye toplumuna kabul ettirebildiler. Tabii bu dönüşümün burjuvazinin iç dengeleri açısından bir gerilim yaratması anlaşılabilir ne de olsa 79 yıl boyunca bu mitlerden beslenen ve bu mitleri besleyen bir takım özneler, kendi varlık koşullarını kaybedecekleri korkusunu taşıyor ve sürece ayak uydurmakta zorlanıyor. Sonuçta ortaya yapay bir kamplaşma çıkıyor. MHP, DYP gibi siyasal kimliklerini ve tabanlarını bu mitler üzerine kurmuş özneler bu süreci kabullenmekte zorlanıyorlar. Diğer tarafta ise TÜSİAD ve trajik bir şekilde ordu düzenin ihtiyaçlarını gözeten “akılcı” ve “bilinçli” özneleri oynuyor. Bu dönüşümün siyasal partiler değil de, daha köklü burjuva özneler tarafından işletilmesi ise anlaşılabilir, sürecin boyutları yıpranmış siyasal partilerimizin boyutlarını fazlasıyla aşıyor, ve hiçbiri bu yükü üstlenecek kadar “cesur” değil. Diğer taraftan TÜSİAD’ın ve ordunun “kaybedecek” hiçbir şeyi yok. Muhafazakar özneler ile yenilikçiler arasındaki bu karşı karşıya geliş, yaratılacak denge ile çözüme kavuşturulacak.
Yıkılan bir mit ise “anti-komünizm”. Küçümsememek gerek, bir zamanlar şiirlerini okumanın suç olduğu bu toprakların Nazım’a açılması düzen açısından fazlasıyla cüretli bir adım. Geçen aylarda burjuva basınındaki “sol bir hastalık mı?” tartışması da yazıdaki tespitler doğrultusunda yeniden okunmalı. Sermaye sınıfı solu temelsiz bir anti-komünizm miti üzerinden değil, ideolojik bir tartışma üzerinden karşısına alıyor. İdeolojik mücadele, karşı saflardaki özneyi ve ona ait değerleri bu tarafta yeniden tanımlamayı ve bu kavramların altını kendi eliyle doldurmayı da içeriyor. Bu anlamda düzen, “sol var olacaksa bizim tanımlarımız üzerinden var olacaktır” diyor, bu yöntem karşı tarafın silahlarını elinden almak anlamına geliyor.
Türkiye topraklarının sola ve sosyalist devrime alan açtığını söyledik. Peki içerisinden geçtiğimiz süreç sol ve ideolojik mücadele açısından ne ifade ediyor?
Düzenin solun silahlarını elinden almaya çalıştığı bir gerçek. Yukarıda söyledik, düzenin ideoloji üretme çabası, toplumsal alanı da devindirecek ve toplumu ideolojiler alanına taşıdığı ölçüde solun da önünü açacaktır. Biraz olsun düşünen bir toplum sola, Aziz Nesin’in “aptal” yığınlarından her zaman daha yakındır. Diğer taraftan düzenin süreci, kendi ayaklarını yere daha sağlam basmak ve toplumsal alanda daha yerleşik ve kalıcı bir yer edinmek için işlettiğini söyledik. Sol sürece seyirci kalırsa, Türkiye’de sermaye sınıfı önemli bir dönüşümü gerçekleştirebilecek ve yerini sağlama alacaktır.
Bir örnekle açıklayalım. Bugün düzenin dilindeki “AB” söylemi, içi boş bir “batıcılıktan” çok daha ideolojik ve etkilidir. AB’cilerin, Avrupa Birliği’ni topluma güncel ihtiyaçlarına yanıt verecek bir çözüm olarak sunması bilinçli bir tercih olarak değerlendirmeli. Bugün AB’ye üyelik, beraberinde getireceği nimetlerle topluma takdim ediliyor, birliğin bir parçası olmanın, her sofraya bir ekmek daha ekleyeceği vurgulanıyor örneğin. Bu sunumun bir gerçekliği var ve düzen tarihsel önemi olan ve sonuçları fazlasıyla ağır olacak bir dönüşümü, toplumun güncel ihtiyaçlarına işaret ederek meşrulaştırıyor, hatta bir tercih unsuru olarak kabul ettirebiliyor. Bu koşullarda “AB karşıtlığı” ayakları yere çok daha sıkı basan bir söylemle ifade edilmeli. Sol “AB’nin bir sınıf örgütü olduğuna” işaret ederken şu yanıtla karşılaşacaktır: “AB üyeliği bizim soframıza bir ekmek daha sokacak, siz bu ekmeği elimizden almaya mı çalışıyorsunuz. Kimin tarafındasınız?” Bir ekmeğe muhtaç bir işçinin bu naif söylemi sol düzenin açtığı ideolojik savaşa yanıt üretemediği müddetçe “haklıdır”. Pek çok başlıkta, sınıfın “özel” çıkarlarına yanıt üretme kaygısı ile hareket eden ve bunu bir ölçüde başaran sermaye sınıfı, attığı adımları toplumu “kandırarak” değil, “ikna” ederek meşrulaştırmanın çok daha güvenilir olduğunun farkına varmıştır. Düzenin toplumsal bir dönüşüme işaret eden bu tercihini kavramak ve bu tercihin yarattığı olanaklar kadar, açtığı zorlukları hesap etmek zorunda olan sosyalist hareket, özel çıkarların karşısına genel çıkarları koyarak ideolojik alanda yerini almalıdır. Kapitalizmin en derin çelişkisi, özel çıkarlar ile genel çıkarlar arasında hiçbir zaman denge kuramayacak olmasıdır. İdeoloji düzenin elinde, bu iki alan arasında bir açı yaratırken sosyalist ideoloji bu açıyı daraltmakla sorumludur.
Sosyalizmin “mitleri”
’60’lı yıllara kadar solun dilinde “mit” ve “put” gibi kavramlar olmamıştır. “Mit” kavramı sol literatüre, 60’lı yılların başında, “Stalin’in putlaştırılması” tartışmaları ile girdi. İddialara göre reel sosyalizm, “ideolojik mücadele” maskesi altında bir mit yaratıyordu ve sözde tartışmalar bir yanılsamadan başka bir şey değildi. 68 hareketinin “Sovyetler’in mitlerinin” karşısına ideolojik mücadele ile çıkmak gibi bir niyeti de olmadı hiçbir zaman. İdeoloji zaten “bir yanılsama” olarak tanımlanıyor ve kötüleniyordu. Bu çaresizlik ve çelişki, Avrupa solunun kendi “mitlerini” yaratması ile sonuçlanacaktı. Nitekim, Avrupa solunun ve ’68 hareketinin diline doladığı “özgürlük” ,”aşk” “demokrasi” hatta “Che” gibi kavramların altı hiçbir zaman doldurulamadı ve hepsi içi boş birer efsane olarak algılandı herkes bu kavramlardan farklı bir anlam çıkardı. “Özgürlük” Avrupalı gençlerin zihninde, kâh “örgütsüzlük” kâh “silaha sarılmak olarak” algılandı aşk, “cinsel devrim”e eşlik etti, “demokrasi” “herkesi kucaklayacak bir çoğulculuk” olarak tanımlanırken, “Che” “maceracılıkla” ,”asilikle” özdeşleştirilebildi. “Stalin miti”nin karşısına, “Mao miti”yle (?!) çıkılabildi “Sovyet sansürcülüğünün” alternatifi, “Çin kültür devrimi” olabildi. Burjuvazi de bu süreçte, yenik düşen solculara yardım etti, “Che” kimliğini mitleştirmek için elinden geleni esirgemedi. Bu kafa karışıklığı, bugün “yeni solun” ve bizim ülkemizdeki “aşk ve devrimcilerin” siyasetsizliğini açıklıyor. Aşk gözleri ve zihinleri kör ediyor…
’68 hareketinin “ideoloji düşmanlığı”, aynı süreçte Avrupalı teorisyenler tarafından teorize ediliyordu. Bir kaç on yıl önce, Fransız yapısalcıları Freudun çalışmalarını kendi geleneklerine katarken, “tarih” okumalarında “totem” ve “mit” gibi kavramlara yer veriyorlardı. 1 Tarihin ve toplumların işleyişini “dil” ve “din” modeli üzerinden açıklama çabası, Marx’ın yabancılaşma tezlerini yeniden üretmeye çalışan yapısalcı marksistler tarafından sahiplenildi. Yabancılaşmayı “birey” üzerinden kuran bu teorisyenler, “ideolojinin yabancılaşma ile işlediğini” söyleyecek,2 bu bağlamda “din” ve “ideoloji” arasında paralellik kurarak ideolojiyi “kötüleyecek” ve lanetleyeceklerdi. Althusser, Marx’ın “yanlış bilinç” tanımını, “yanılsama” olarak anlayacaktı. Aynı düşünür, ideolojinin işleyişini açıklarken “Hıristiyan dini” ve Freud’un kuramını örneklemesi tesadüf değildir.
Yazımızın girişinde, “dinsel ve mitsel” söylemlerle, “ideolojilerin” işleyişini ayrıştırmaya çalıştık. Kapitalizmin kuruluşunda, yeniden üretilmesinde ve toplumun düzene eklemlenmesinde, “hayati” ve merkezi rolü olan ideolojinin “mitlerle” karıştırılması ve mitlere indirgenmesi, bu doğrultuda ideolojinin ve ideolojik mücadelenin küçümsenmesi, tarif etmeye çalıştığımız işlevlerinin görmezden gelinmesi, kapitalizmin işleyişini açıklayamayan ve bu nedenle ona müdahale etme şansını da yitiren (reddeden) bir anlayışın hem nedeni hem de sonucuydu. Bir türlü değiştiremedikleri kapitalizm, olsa olsa “tanrısal” mekanizmalarla işlemeliydi! İdeolojik mücadelenin küçümsenmesi ve kapitalizmin “tanrısallaştırılması”, ona müdahale etme şansımızın ve bu durumu kabullenmekten başka çaremizin olmadığı yargısına varacak ve “akıl-dışı olanın kutsandığı bir nihilizmle” 3 sonuçlanacaktı.
Sonuç yerine
İdeolojiler alanında mitlerin küçümsenmeyecek bir yer işgal ettiği açık. Mitlerin soluğunun yetişmediği yerde ideolojilerin devreye girdiğini söyledik. İdeolojilerin gereksizleştiği yerde ise mitlerin daha hesaplı bir alan olduğunu açıkladık. Bugün emperyalizmin mitlerle yol alma çabası, diğer taraftan burjuva ideolojisinin mitlere muhtaç olduğunu da anlatıyor. Gerçekten de, sermaye sınıfının kapitalizmin “zorunluluğunu” ifade edecek tek bir argümanı dahi kalmadı.
Sosyalizmin varolduğu koşullarda burjuvazinin özgürlükler ve birey üzerine kurduğu hikayeler, kapitalizmin sosyalizm karşısında bir zorunluluk olmasa da en azından bir tercih unsuru olabileceği iddialarına malzeme olurken, bugün dünya halklarına savaş, yoksulluk ve yağmadan başka bir şey sunamayan burjuvazinin mitlere sarılmaktan başka çaresi yok.
Komünistler bu çaresizliğe yanıt üretirken, sosyalizmin bir zorunluluk olduğunu akıllarda tutarak, o muazzam ideolojilerine daha da sıkı sarılmalılar. Mitlerin sızabileceği hiçbir boşluk bırakmadan, argümanları mutlaklaştırmadan ideolojik mücadeleye ivme kazandırmak, toplumu kapitalizmin cenderesinden kurtarmanın tek yolu.
“İdeolojilerin Sonu” söylemi, burjuva ideolojisinin çaresizliğini anlatıyor, sermaye sınıfının bu çaresizliğin yükünün ve korkusunun farkında olduğunu. Oysa sosyalist ideoloji, komünistlerin zihninde ve mücadelesinde eskisinden çok daha güçlü. Hayalet çoktan vücut kazandı bile…