Reel sosyalizmin çözülüşü, sosyalizme olan inançlarını yitirmeyenlerin genel bir “eziklik hissi” yaşamasına yol açtı. Aksi düşünülemezdi zaten…
Aradan geçen süre içinde gerek dünyada gerekse Türkiye’de yaşananlar, kapitalizm karşıtlığının çok daha büyük bir özgüvenle yapılmasını mümkün kıldı.
Ancak “eziklik hissi”nin tümüyle aşılamadığı başlıklar hala var.
Özellikle de, reel sosyalizmin çözülüşünden çıkarılması gereken dersler konusunda.
Bunun öncelikli bir sorun olmadığı düşünülebilir. Ne de olsa, sosyalizm mücadelesinin toplumsallasması, belirli bir sosyalist toplum projesinin toplumsal ölçekte tartışılarak benimsenmesinin ürünü olmayacak. Bütün sorunları devrimden önce çözmek zorunda değiliz.
Buna karşın, bazı başlıklardaki ezikliğin zararlı olduğunu saptamamız gerekiyor. Belki de her şeyden önce, “iç huzur” açısından. Sosyalizm mücadelesini, “hele bir devrimi görelim, sonrası, Allah kerim” ruh haliyle yürütmek o kadar da kolay değildir. Diğer yandan bazı başlıklardaki eziklik güncel siyasete de yansıyabiliyor. Örneğin “reel sosyalizm sağlık ve eğitim sorunlarını çözmüş olsa bile verimsizlik sorununu aşamadı ve bu nedenle de yıkıldı” türü iddialar karşısında eziklik hissedenlerin, kamulaştırma savunusu yaparken bir miktar zorlanmaları muhtemeldir.
“Reel sosyalizmin neden çözüldüğü ve bundan sonra yaşanması muhtemel sosyalist kuruluş süreçlerinde nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiği konularında hala tatminkar bir açıklama yapılmış değil” demekte ısrar edenlere, ancak yeni bir sosyalist kuruluş sürecini örgütlerken “tatminkar” yanıtlar üretebiliriz.
Ama açıkçası, “üretici güçlerin gelişimine gereğinden fazla önem verildi”, “ekonomik sistem fazla merkeziyetçiydi” ya da “işçiler üretim sürecinde yeterince söz ve yetki sahibi olamadı” türünden iddialar karşısında eziklik hissetmek, fazlasıyla anlamsızdır.
En rahat olmamız gereken bir alandan, verimlilik tartışmasından başlayalım…
Merkezi planlamayla yönetilen ekonomiler çok mu verimsizdi?
Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğu ve merkezi planlamayla yönetilen bir ekonominin piyasa ekonomilerine göre daha verimsiz olması, hangi anlamlı ölçüt kullanılırsa kullanılsın, teorik açıdan değilse de pratik olarak imkansızdır.
Yukarıdaki “anlamlı” sözcüğü, istisnalar için bir kaçış yolu hazırlama işlevini değil, yalnızca, “kaynak israfı açısından hiçbir ekonomi kapitalist ekonomiden daha verimli olamaz” türü doğruları dışarıda bırakma işlevini üstleniyor.
“Teorik açıdan değilse de” ifadesi, saf kurgusal modelleri dışarıda bırakmaya yönelik. Bir başka deyişle, ekonominin yönetimiyle ilgili yetki sahibi birey ve organların her tür hata ve ahmaklığı yapabileceği, ama bilinçli bir şekilde ekonomiyi tahrip etmeye çalışmayacağı varsayılıyor. Garbaçov döneminin bir istisna sayılıp sayılamayacağı elbette tartışma konusudur.
“Sosyalist” ya da “kapitalist” sözcüklerinin kullanılmaması ise, ileri sürülen tez ya da iddianın, üretim araçlarının önemli bir bölümünün devlet mülkiyetinde olduğu kapitalist ülkeler için de büyük oranda geçerli olmasından kaynaklanıyor. Özellikle kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerde, devletin sermaye birikimine bizzat öncülük ettiği dönemler yaşandı. Tıpkı 1930’lu yılların Türkiyesi’nde olduğu gibi. Büyük ölçekli ve stratejik yatırımların devlet eliyle gerçekleştirildiği bu dönemler, aynı zamanda söz konusu ülkelerin en hızlı büyüme ve daha önemlisi kalkınma dönemleri oldu. Daha genel olarak bakıldığında, hızlı bir sanayileşme süreci yaşayan neredeyse tüm kapitalist ülkeler bunu kendi devletlerine borçlu. Belki de yalnızca iki ciddi istisnadan söz edilebilir: İngiltere ve ABD. 2
Dikkat edilirse, tek tek işletmelerin verimliliğinden değil, ekonominin verimliliğinden söz ediliyor. Yani kabaca, mevcut ve potansiyel ekonomik kaynaklar ile elde edilen çıktılar arasındaki orantıdan…
Tek tek kapitalist isletmeler, kendi kaynaklarını son derece verimli bir şekilde kullanabilir. Ama bu yalnızca bir ihtimaldir. Rekabetin yoğun olduğu sektörlerde eksik kapasite sorunu nedeniyle, rekabetin sınırlı olduğu sektörlerde ise tekelci fiyatların sağladığı rehavet nedeniyle kaynaklarını son derece verimsiz şekilde kullanan işletmelerin sayısı sanıldığından çok fazladır.
İşletme ölçeğinde olup bitenler bir yana, piyasa düzeni başlı başına bir verimsizlik kaynağıdır. Yalnızca anarşik yapısı nedeniyle değil. Piyasa düzeninde, kaynakların önemli bir bölümü, hiçbir çıktı üretmeyecek şekillerde tüketilir.
Bütün heybetiyle mali sektör, bu konuda başı çeker.
Üretilen çıktıların önemli bir bölümü de, ya hiçbir gerçek toplumsal ihtiyaca karşılık düşmez ya da toplumsal ihtiyaçların en pahalı, yani kaynak kullanımı açısından bakıldığında en verimsiz şekillerde karşılanmasını sağlar.
Otomobillerin, ilaçların yalnızca bireyler ya da aileler tarafından kullanılabilen dayanıklı tüketim mallarının bol miktarda gereksiz ve/veya zararlı katkı maddesi içeren yiyecek ve içeceklerin büyük bölümü bu kapsamda değerlendirilebilir.
Dahası, piyasa düzeni, bazı kaynakların kullanılmasının önündeki başlıca engeldir.
Örneğin, yerli enerji kaynaklarıyla tüm enerji ihtiyacını karşılayabilecek olan Türkiye’nin bu alanda giderek daha fazla dışa bağımlı hale gelmesi ve kendi kaynaklarını atıl bırakmasının tek nedeni piyasa düzenidir.
İşsizliğin, yani toplumun üretim potansiyelinin önemli bir bölümünün atıl bırakılmasının temel nedeni de piyasa yasalarıdır.
Tüm bunların üzerine bunalımları eklemek gerekir. Bunalım dönemleriyle birlikte, piyasa düzeninin verimsizliği iyiden iyiye belirginlik kazanır. Bir tarafta satılamayan mallar ve boş duran makineler, diğer tarafta ise açlık ve sefalet birikir… Her bunalım dönemi, üretim araçlarının önemli bir bölümünü hurdaya dönüştürür.
Karşı tarafta bir milyara yakın insanı açlık, milyarlarca insanı da yoksulluk sınırının altında yaşatan bir düzen varken, tüm yurttaşlarının beslenme, giyinme, barınma, sağlık eğitim ve ulaştırma sorunlarını çözmeyi başaran, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlere herkesin katılımını mümkün kılan bir düzenin verimsiz ya da daha az verimli sayılması mümkün olabilir mi?
Merkezi planlamayla yönetilen bir ekonomik sistemde elbette bir sürü aksaklık, yanlışlık ve suistimal olacaktır.
Ama karşı tarafta, bizzat kendisi yanlış olan bir düzen var! Karşı tarafta suistimaller bir istisna falan değil, düzenin kurucu öğesi. Merkezi planlamayla yönetilen bir ekonomide yöneticilerin bireysel çıkarlarını gözetmeleri ihtimal dahilindedir. Piyasa düzeninde ise yapılan tek şey, bireysel çıkarların peşinde koşmaktır.
Merkezi planlamayla yönetilen ekonomilerde zenginleşen bireyler elbette vardır. Ama bugüne kadar hiçbir sosyalist ülkede, Bill Gates’in servetinin binde birini biriktirebilen tek bir kişi bile çıkmadı.
Merkezi planlamayla yönetilen ekonomilerde elbette bir “bürokrasi sorunu” vardır. Ama birincisi sosyalist devletlerin istihdam ettiği bürokratların çalışan nüfusa oranı hiçbir zaman kapitalist ülkelerdeki oranlara yetişemedi. İkincisi eğer hiçbir iş yapmadan servetlerine servet katan “yönetici”ler aranıyorsa, ilk bakılması gereken yer özel şirketlerin yönetim kurullarıdır.
Kapitalizm döneminden devrolan ve ancak komünizm aşamasında tümüyle aşılabilecek olan hastalıkları gerekçe göstererek sosyalizmi mahkum etmekten daha anlamsız bir şey olabilir mi?
Kısacası, merkezi planlamayla yönetilen hiçbir ekonomi, verimsizlik sorunu nedeniyle başarısız olmaz.
Olduğunu iddia edenler varsa, bunlar sosyalist ülke yöneticileri bile olsa, gerçek dertlerini başka yerlerde aramak gerekir.
Merkeziyetçilik çok mu abartıldı?
Kimilerine göre, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler ekonomilerinin “aşırı merkeziyetçi” yönetim tarzı nedeniyle çöktü. Kimilerine göre de, özellikle ‘50’li yıllardan sonra merkezi yetkilerin bir bölümünün bölgelere, endüstri birliklerine ya da işletmelere devredilmesi ve bu arada kimi piyasa mekanizmalarına daha fazla başvurulmasıydı asıl sorun.
Açıkcası, bu konudaki tartışmaların büyük oranda yanlış yürütüldüğünü söylemek gerekiyor.
Üstelik yalnızca “dışarıdan bakanlar” tarafından değil, bizzat Sovyetler Birliği başta olmak üzere eski sosyalist ülke yöneticileri tarafından da yanlış yürütülen bir tartışma söz konusu.
Merkezi planlamayla yönetilen ekonomilerde karar alma yetkilerinin hiyerarşik dağılımının ne şekilde gerçekleşmesi gerektiği konusunda tarih-dışı doğrular yoktur.
Gerçi bir “ideal”den söz edebiliriz: Tüm kritik kararların merkezi olarak alınması. Çünkü her türden “özyönetimci” yaklaşım, özel çıkarların genel/toplumsal çıkarların karşısına konmasıyla sonuçlanır. Ancak üretici güçlerin bugünkü gelişkinlik düzeyinde bile, mutlak merkeziyetçilik, pratik açıdan imkansız.
Burada açıklık sağlanması gereken bir nokta var: Kararların merkezi olarak alınması ile karar alma süreçlerindeki toplumsal katılım düzeyi, ilgisiz iki konudur. Örneğin beş yıllık bir kalkınma planı tek başına parti yönetimi ya da bürokratlar tarafından hazırlanabileceği gibi geniş ölcekli toplumsal tartışmaların bir ürünü de olabilir. Diğer yandan plan oluşturma sürecine tüm iktisadi birimlerin şu ya da bu ölçüde katılması zaten kaçınılmazdır.
Sovyetler Birliği’nde merkezi planlama örgütünün en geniş yetkilere sahip olduğu dönem, bir sanayileşme atılımının gerçekleştirildiği ‘30’lu yıllardı. Başta ağır sanayi olmak üzere üretim malları üreten sektörlerdeki yatırımların hızlı bir şekilde artırılabilmesi, aynı anlama gelmek üzere toplumsal kaynakların belirli sektörlere yönlendirebilmesi için karar alma yetkilerinin merkezileştirilmesi doğaldı. Yeni yatırımlar söz konusu olduğunda yer, teknoloji, ölçek vb. konulardaki kararların merkezi olarak alınması şarttır.
Buna karşın, belirli bir sınai gelişkinlik düzeyine ulaşıldıktan sonra, bazı sorunlar ön plana çıkmaya başlar. Ekonomik yapı karmaşıklaştıkça, alınması gereken kararların sayısı fazlaca artar. Hangi işletme, hangi malı, hangi miktarda üretecektir? Hangi tesise ne kadar üretim malı sağlanacaktır? İşletmeler ne zaman hangi yenileme yatırımlarını yapacaktır? Yenileme yatırımları mı, yeni yatırımlar mı tercih edilecektir? Mevcut işletmelerdeki üretimin verimli olup olmadığı hangi ölçütlere göre ve nasıl denetlenecek, verimlilik nasıl artırılacaktır? Tüketim mallarının fiyatları ne olacaktır? Bu liste istendiği kadar uzatılabilir. Dahası tek tek işletmelere ilişkin kararlar, diğer tüm işletmelere ilişkin kararlarla uyumlu olmak zorundadır…
Alınması gereken kararların sayısı sonsuza yaklaştıkca, belirli konulardaki karar yetkilerini alt kademelere devretmek kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda da, alt kademelerin merkezi yönelimler (ve toplumsal çıkarlar) doğrultusunda karar almasını sağlama ihtiyacı önem kazanacaktır.
Burada bir örnek vermek yararlı olabilir.
Sosyalist ülkelerde üretim artışlarını teşvik etmek için devreye sokulan araçlar arasında, işletme performanslarına ilişkin ölçütler saptandıktan sonra belirli bir performans düzeyinin üzerine çıkan işletmelerin gerek yöneticilerine gerekse işçilerine prim ödenmesi de bulunuyordu.
Ancak bu önlem, bazı davranış bozukluklarını da beraberinde getirdi.
İşletmelerden gelen bilgiler, merkezi planların oluşturulma sürecindeki en önemli girdiler arasında yer alır. Merkezi hedeflerin doğru bir şekilde belirlenebilmesi icin, işletmelerin üretim kapasiteleri, girdi ihtiyaçları, yatırım ihtiyaçları vb. konularda doğru bilgi iletmesi şarttır. Buna karşın eğer prim ödemeleri merkezi olarak belirlenmiş bir üretim hedefinin aşılmasına bağlanıyorsa, tek tek işletmeler üretim kapasitelerini olduğundan düşük gösterme eğilimine girebilecektir. Merkezin bu durumun farkında olması ve kendisine bildirilen rakamlara şüpheyle yaklaşması sorunu çözmeye yetmeyecek hatta belki de ağırlaştıracaktır:
“Merkezdeki plancılar durumun farkındadır ve bu yüzden kendilerine ulaşan bilgileri değerlendirirken ve işletmelere plan hedefleri teklif ederken tamamen zıt yönde davranırlar; işletme üretim kapasitelerini gerçekte olduğundan yüksek işletme ihtiyaçlarını ve maliyet unsurlarını ise düşük tahmin ve teklif eden bir tutum izlerler. Bu tutum işletmelerin yanlış bilgi yollamasını daha da yaygınlaştıran olumsuz bir sonuç doğrurur; Merkez bütün işletmelere aşağı yukarı aynı şüphecilikle baktığı için; imkan kaynak ve kapasitelerini olduğu gibi Merkeze duyuran işletmeler de üst düzeyden gelen daha yüksek karşı-tekliflere maruz kalacaklardır.” 3
Peki, burada yalnızca bir örneği verilen türdeki sorunlar karşısında ne yapılabilir?
Birincisi, bu tür sorunların, doğal ve kaçınılmaz olduğunu kabul etmek gerekiyor. Merkezi planlama sistemi, milyonlarca aksaklık, yanlış ve hatta suistimal olasılığına karşı sürekli bir mücadeleyi zorunlu kılar.
Tam da bu nedenle ve ikincisi, bu sorunların önemini abartmamak gerekiyor.
Bazıları son derece ciddi sorunlar haline geldiğinde bile!
Sovyetler Birliği’ndeki ve diğer sosyalist ülkelerdeki “reformcu” sıfatıyla anılan kanadın en önemli hatalarından biri, biriken sorunları çözme uğraşına takılıp kalmaları olmuştur. Daha da kötüsü, “muhafazakar” olarak anılan kesim de sınıfsız toplum mücadelesinde bazı sorunların çözülmek yerine aşılacağını ya da aşılması gerektiğini unutmuş ve dolayısıyla “reformcu”larla aynı zemini paylaşmıştır.
Bunun ardında, Stalin döneminin sonlarında egemen hale gelen bir “ruh hali”nin de payı vardır. 1950’lerden itibaren Sovyet komünistlerinin neredeyse tümü, artık daha “dengeli” ve iradi zorlamalara daha az gerek duyulacak bir gelişme dönemine girildiği inancındadır. Bir yere kadar doğal. 1917’den 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürekli bir uçtan diğerine yönelmek zorunda kalmış olan bir ülkede, biraz daha “huzurlu” bir dönem yaşama özlemini anlayışla karşılamak gerekiyor.
Ne var ki sosyalizm, başlı başına bir dengesizlik durumunu anlatır. Kapitalizm ile komünizm arasındaki mücadele dönemi olan sosyalizm, kendi başına bırakıldığında da sınıfsız toplum doğrultusunda evrimini sürdürecek olan bir altyapıya sahip değildir. Tersine iradi (bir başka deyişle siyasi) müdahaleler dünya devriminin ardından ulaşılacak olan komünizm aşamasına kadar kritik önem taşımaya devam edecektir. Ve sınıfsız toplum mücadelesinin belirli bir aşamasında durmak, geçmişten kalma tüm hastalıkların kendilerini yeniden göstermelerine zemin hazırlamaktır.
Dolayısıyla, “dengeli büyüme”, sosyalizm dönemine ait bir ideal olamaz. Dengeli büyüme dönemleri elbette yaşanır. Ancak bu dönemlerde toplumun ve kadroların siyasal diriliği ayrı bir önem kazanır. Bu olmadığında, yöneticilerin davranış bozukluklarına, işçilerin çalışmak konusundaki isteksizliklerine, en basit sorunların bile bir türlü çözülememesine ilişkin şikayetler artmaya başlar.
Dengeli büyüme beklentisinin fazlaca öne çıkması ekonomik gelişmenin “insan faktörü”nden bağımsız kimi mekanizmalarla güvence altına alınması arayışına yol açar. Bu konuda da hiçbir mekanizma, piyasa mekanizmalarıyla rekabet edemez. Çünkü, piyasa mekanizmalarının temelinde “insan faktörü”nün bir “bağımlı değişken” haline getirilmesi vardır.
Bir noktayı vurgulamakta yarar var: Burada, sosyalizm koşullarında piyasa mekanizmalarına hiçbir şekilde başvurulmaması gerektiği söylenmiyor. Bu olanaksız. Emek-değer yasası ortadan kaldırılmadığı sürece, belirli piyasa mekanizmalarının varlığını sürdürmesi kaçınılmazdır. Diğer yandan, belirli dönemlerde kimi piyasa mekanizmalarına daha fazla başvurulması (örneğin işletmeler arasında doğrudan mal alışverişlerine izin verilmesi, elde ettikleri kârların bir bölümünün işletmelerin tasarrufuna bırakılması ya da maddi özendiricilerin daha fazla kullanılması) kendi başına kapitalist restorasyona doğru yol alındığını göstermez.
Ama eğer piyasa mekanizmalarına ne oranda başvurulacağı tartışması en önemli gündem haline geliyorsa, ortada daha ciddi bir sorun var demektir. Yalnızca piyasa mekanizmalarını savunanlarda deği,l bunlara karşı çıkarken tartışmanın gündemini değiştiremeyenlerde de!
Garbaçov döneminde “muhafazakar” sıfatını artık gerçekten de hak eden komünistlerin temel sorunu, Sovyet toplumunun önüne ancak bir toplumsal seferberlikle ulaşılabilecek ve aynı zamanda toplumun seferber edilmesini sağlayacak yeni bir hedef koyamamalarıydı.
Söz konusu hedef, iktisadi bir hedef olmak zorunda değildir. Ayrıca, iktisadi bir hedef bile seçilse, bunun siyasal anlamını öne çıkarmak gerekecektir.
Bu alt-bölümün başlığını oluşturan soruya dönersek… Sosyalizmin ileriye doğru yeni ve güçlü hamleleri, ancak merkezi olarak gerçekleştirilebilir. Tüm toplumu belirli bir hedef doğrultusunda seferber etmenin tek yolu, bunun merkezi olarak planlanması ve yürütülmesidir.
Üretimi işçiler yönetseydi daha mı iyi olurdu?
Sosyalizme ilişkin belki de en sıkıcı tartışma, “işçi denetimi” ya da “işçi yönetimi”yle ilgili olanı.
Klasik tez şu: Sovyetler Birliği’nde işçilerin üretim düzeyinden başlayarak yönetimi bütünüyle ellerine alma imkanı varken, önce bolşevikler sonra da onların palazlandırdığı bürokrasi bütün iktidarı ele geçirdi…
Bu tür başlıklarda zihin açıklığı sağlamak için yapılabilecek belki de en yararlı iş, bu türden tezleri savunanların yazdıklarını okumak. Savundukları tez o kadar zayıf ki, kendi kendilerini çürütmeden edemiyorlar. Örneğin Ekim Devrimi öncesinde kurulan fabrika komitelerinin iktidarı alamamasından dolayı hayıflanan biri şunları yazıyor:
“Komitelerin yüz yüze geldiği son zorluk Komite Hareketinin kendisine içkindi. Belirli bireyler olağanüstü parlaklık gösterdiyse de ve Komite Hareketi sınıf mücadelesinin 1917’de ulaşılan en yüksek görünümünü temsil ediyorsa da, bütün olarak hareket kendisine ne olduğunu anlayacak ve ciddi bir direniş gösterecek güçte değildi. Deneyimi genelleştirmeyi başaramadı ve geriye bıraktığı kayıtlar ne yazık ki parça parça bir halde. Kendi hedeflerini (işçi özyönetimi) açık ve olumlu terimlerle dile getiremeyince, başkalarının boşluğu doldurması kaçınılmazdı. Tamamen dağılmakta olan burjuvaziye ve toplumu parçalayan sorunlara kendi çözümlerini kabul ettirmek için henüz yeterince güçlü veya bilinçli olmayan işçi sınıfına karşı, Bolşevizmin de, bürokrasinin de zaferi kaçınılmazdı.” 4
Çok güzel… Pekiyi, bolşevikler ne yapsalardı? İşci sınıfının “kendi öz örgütlenmeleri”nin iktidarı hayal bile edemeyecek kadar zayıf ve bilinçsiz olduğunu görerek “inşallah bir başka sefere” mi deseydiler?
Bu noktaya takılıp kalmayalım ve fabrika komitelerinden nelerin beklendiğini aktarmaya devam edelim:
“Savaşın ve işveren sınıfının direnişinin (işletmelerin sabote edilmesinde veya terk edilmesinde kendini açığa vuruyordu bu) yarattığı karışıklık, fabrika komiteleri arasındaki kıt yakıt veya hammadde için mücadele gibi gereksiz mücadeleleri en aza indirmeyi ya da olabilirse ortadan kaldırmayı açık biçimde zorunlu kılıyordu. Komitelerin faaliyetlerini geniş çapta koordine etme ihtiyacı söz konusuydu kesin olarak ki komite hareketinde en etkin olmuş olanlar bu ihtiyacın iyice farkındaydılar. Üzerinde durulan nokta çeşitli işçi sınıfı iktidar organları (Sovyetler fabrika komiteleri vb) arasında işlevsel farklılaşmanın zorunlu bulunması ya da yerel ve bölgesel veya ulusal görevlerin neler olacağına ilişkin bir tanımın aranması değildir. Böyle bir farklılaşmanın usulleri, önerilmiş olan Fabrika Komiteleri Kongresi’nce belirlenebilirdi ve belki de belirlenecekti. Önemli olan nokta hiyerarşik bir farklılaşma kalıbının dışardan, üreticilerin kendilerinden başka bir ajan tarafından geliştirilmiş ve dayatılmış olmasıdır.” 5
Yine çok güzel… Savaş var, sermaye sınıfı karşı saldırıya geçmiş ve bu arada fabrika komiteleri kıt kaynaklar için kendi aralarında mücadeleye girişmiş! Talihsiz bir tesadüf mü diyelim?
Sonra da, “komitelerin faaliyetlerini geniş çapta koordine etme” ihtiyacından söz ediliyor.
Bir nokta dikkat çekici: Yazar, bu tablo karşısında bile yalnızca “koordinasyon” ihtiyacından söz ediyor.
Ardından, daha da güzel bir bölüm geliyor. Hiyerarşik bir düzen, önerilmiş olan Fabrika Komiteleri Kongresi’nce “belirlenebilirdi”ymiş ve “belki de belirlenecekti”ymiş! Başka ihtimaller de var tabii… Bu arada savaş ve sabotajlar ve fabrika komiteleri arasındaki mücadele sürüyor!
Lenin’den “devlet kapitalizmi” tartışmalarıyla ilgili alıntılar yapan yazar şu iddiayı sürüyor ileri:
“Yukarıdakilerden (ve o zaman yazılan diğer kısımlardan) billur gibi açık ki, rejimin proleter doğası, bütün Bolşevik önderlerce, devlet iktidarını ele almış olan partinin proleter doğasına bağlı görülüyordu. Hiçbiri Rus rejiminin proleter doğasını öncelikle ve can alıcı biçimde üretim noktasında işçi iktidarının uygulanmasına (yani işçilerin üretimi yönetmesine) bağlı görmüyordu. Marksistler olarak onlar için apaçık olmalıydı ki, eğer işçi sınıfı ekonomik iktidarı elinde tutmazsa ‘siyasal’ iktidarı güvencesiz olacak ve gerçekten çok geçmeden yozlaşacaktı.”6
Bu tez, Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra ortaya çıkan “İşçi Muhalefeti” tarafından da paylaşılıyordu. Ancak İşçi Muhalefeti üretimi sendikaların yönetmesini istiyordu:
“Ekonomik yapılanma alanında proletarya diktatörlüğünün yaratıcı gücünü kim yaşama geçirecekti? Bu örgütler özde proletaryaya ait organlar olan ve üretime canlı bağlarla, dolaysız biçimde bağlı bulunan sendikalar mı olacaktı? Ya da tam tersine üretim faaliyeti ile canlı ve doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan ve üstelik karmaşık toplumsal bir yapıya sahip bulunan devletin yönetim birimleri mi? Tartışmanın odak noktası burasıdır. İşçi Muhalefeti, işçi örgütlerinden yana tavır koymuştur. Üst düzey parti yöneticilerimiz ise daha az önemli noktalarda kendi aralarında kimi görüş ayrılıklarının bulunmasına karşın, büyük bir çoğunlukla ikinci görüşten yana tavır koymuştur.” 7
Bu satırların yazarı olan Kollontay da, üretimi işçilerin yönetmemesini “bilimsel sosyalizm”den bir sapma olarak değerlendiriyor.
Her şeyden once söylenmesi gereken, işçilerin kendi fabrikalarını yönetmesi ideali ile marksizm arasında bir ilişkinin bulunmadığı. Bu ideal, anarşistlere ve anarko-sendikalistlere ait.
Tarihsel gerçekleri (örneğin fabrika komitelerinin yol açtığı sorunları) bir yana bırakalım ve işçilerin kendi çalıştıkları işletmelerden başlayarak tüm ülkeyi yönetmelerinin ne anlama geleceğini soyut bir düzeyde tartışmaya çalışalım.
İşçiler, kendi çalıştıkları fabrikayı nasıl yönetebilir?
“Hep birlikte” yönetemeyeceklerine göre, bir “yönetim organı” seçmeleri gerekecektir. Bu yönetim organı kimlerden oluşacaktır? Uzmanlık eğitimi (mühendislik işletme yöneticiliği vb. eğitimi) almış kişilerden mi, yoksa “düz” işçilerden mi?
On kişilik bir işletmeyi kimin ya da kimlerin yönettiği bazen o kadar da önemli olmayabilir. Ya yüzlerce, hatta binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar?
Belki yüzlerce ürün için farklı akış şemalarına sahip yeni ürünler geliştirmesi gereken, teknolojik gelişmelere ayak uydurması gereken bir işletmenin yönetimi kimileri tarafından “üzücü” bulunsa bile, aklı başında herkesin kavrayabileceği üzere bir “uzmanlık” işidir.
Belki de kimileri, “Bu durumun farkında olan işçiler de zaten kendi fabrikalarındaki uzmanları yönetim organına alır” diyecektir…
Evet ama bu durumda, o çok gürültüsü çıkarılan “üretim aşamasından başlayarak yönetime el koyma” edebiyatı anlamsızlaşmayacak mıdır?
Üstelik, böylesi bir çözüm de aslında en doğru çözüm değildir. Yönetim organı neden o sırada o fabrikada çalışmakta olan uzmanlardan oluşmak zorunda olsun ki? Neden, ihtiyaca bağlı olarak, dışarıdan daha deneyimli ve yetenekli uzmanlar atanmasın? Diğer yandan, belki de o sırada yöneticilik yapmakta olan bazı uzmanların, stratejik önem taşıyan başka fabrikalara transfer edilmesi ülke ekonomisi açısından daha yararlı olacaktır.
Dikkat edilirse, burada işçilerin “denetim” hak ve görevi tartışılmıyor. İşletme yöneticileri elbette işçiler tarafından denetlenecek ve gerektiğinde görevden alınmaları talep edilecektir.
Diğer yandan, bu tartısmayı tek tek işletmelerden hareketle yürütmek yanlıştır. Sermayenin fazlasıyla merkezileştiği ve yoğunlaştığı bir çağda yaşıyoruz. Yani, ekonomiyi oluşturan tüm iktisadi birimler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin fazlasıyla derinleştiği bir çağda…
Daha önemlisi var… Eğer işçilerin kendi çalıştıkları işletmeleri “gerçekten” yönetmeleri isteniyorsa, piyasa düzenine mahkum olunacaktır. Çünkü eğer kendi işletmeleri hakkındaki kritik kararları işçiler alacaksa, ekonominin merkezi planlama yoluyla yönetilmesi de imkansız olacaktır. Piyasacı olmayan bir özyönetimcilik türü henüz icat edilmedi. Bu da fiilen sermaye mülkiyetinin yerini “grup mülkiyeti”nin alması anlamına gelir. Grup mülkiyeti ile sermaye mülkiyeti arasındaki mesafe ise hiç de o kadar uzun değildir.
Bu vesileyle, “reel sosyalizm ‘kamu mülkiyeti’ni değil ‘devlet mülkiyeti’ni getirdi” türünden zırvaları da anabiliriz. Devlet mülkiyetinin yerine konabilecek olan tek bir şey vardır: Grup mülkiyeti. Grup mülkiyeti söz konusu olduğunda, farklı gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen kural ve kurumlara da ihtiyaç duyulacaktır. Tıpkı mülk sahipleri arasındaki ilişkileri düzenleyen burjuva hukuku ve devleti gibi.
“İşçi yönetimi” tartışmasına dönersek…
İşçilerin üretimi yönetmesini her şeyin önüne koyanlar, Kemal Derviş’le en azından bir konuda ortaklaşıyor. Onlar da ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrılması ve siyasetin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunmuş oluyor.
Oysa ekonomiye ya da üretim sürecine ilişkin tüm kritik kararlar, her şeyden önce siyasi bir nitelik taşır. Ve siyasetin ekonomiye müdahale etmemesini savunmak, mevcut iktisadi ilişkilerin olduğu gibi sürmesini savunmaktan başka bir anlama gelmez. Bu da pek doğal olarak, aslında son derece siyasi bir tercihtir.
Belki de her şeyden önemlisi, “işçici” görünenler, objektif olarak, işçi düşmanlığından başka bir şey yapmıyor. İşçilerin her şeyden önce kendi fabrikalarında olup bitenlere yoğunlaşmasını istemek, onların ufkunu daraltmaktan ve onları çok daha yönetilir kılmaktan başka hiçbir sonuç doğurmaz. Oysa asıl yapılması gereken, işçilerin ilgisini ve enerjisini siyasete, memleket ve dünya meselelerine çekmektir!
İşçilerin kendi fabrikalarını sahiplenmeleri, mümkün olduğunca verimli ve üretken olmaları, “denetim” görevini hakkıyla yerine getirmeleri elbette önemlidir. Ama bunların yolu, işletme yöneticilerini seçmekten ve işletme yönetimiyle ilgili konularda söz sahibi olmaktan geçmez. Kağıt üzerinde bu tür hakların verilmesi ise, yalnızca ve yalnızca, yöneticiliği kendi çıkarları için kullanmayı tasarlayanların işbaşına gelmesini kolaylaştırır. Çünkü siyasal olmayan işçilerin doğal eğilimi, yapmak zorunda oldukları işi yapmak ve gerisine pek fazla karışmamaktır. Apolitik işçilerin seçme haklarını ne tür şekillerde kullanabileceklerini görmek için sendika yönetimlerine bakmak yeterli olacaktır.
Tüm bunları kavramak için marksist olmaya bile gerek yok. Tarihçi Edward Hallett Carr, meselenin özünü çoğu marksistten çok daha iyi yansıtıyor:
“Bir toplumda üretim ve sınıf ilişkileri sorunlarını tek tek her fabrikadaki işçilerin doğrudan ve kendiliğinden eylemlerinin çözümleyebileceği görüşü, sosyalizm değil sendikalizmdi. Sosyalizm, sorumsuz kapitalist işletmeciyi, mevcut siyasal otoriteden bağımsız olma hakkı talep eden bir o kadar sorumsuz bir fabrika komitesine tabi kılmayı amaçlamıyordu. Marx’ın kapitalizmin lanetlenmiş lekesi saydığı ‘üretim anarşisi’ni kalıcı kılmaktan başka bir sonuç veremezdi bu. Fabrika komitelerinin önüne geçilemeyen bu kaçınılmaz eğilimi, belli bir fabrikadaki ya da belli bir bölgedeki işçilerin çıkarlarını gözeten kararlar almaktı. Sosyalizmin özü ise merkezi bir otorite tarafından, en ince ayrıntılarına dek düzenlenip planlanmış bir ekonominin toplum yararına gerçekleştirilmesinde yatıyordu.” 8
Bu alt bölümde son olarak “taylorizm” meselesine değinelim…
İddia o ki, üretimin yönetimi profesyonel yöneticilerin, bürokratların ve partinin eline geçince, işçilerin birim zamandaki üretimini maksimize etmekten başka hiçbir şeyi gözetmeyen taylorist yöntemler de devreye sokuldu.
“Evet, aynen öyle oldu” demek zor. Çünkü, en azından kişisel olarak, sosyalist ülkelerin bu konuda o kadar da başarılı olmadığı kanısındayım.
Ama aynen öyle olmalıydı!
Bir yandan fiziksel emek gerektiren işleri mümkün olduğu ölçüde makinalara devretmeye çalışırken diğer yandan da geri kalanlarını en kısa süre içinde halletmeye çalışmaktan daha doğal ne olabilir? Kapitalizm koşullarında, çalışma yoğunluğunun artırılmasına dönük önlemler, çalışma koşullarının kötüleştirilmesini içerir ve işsizliğin artmasına yol açar.
Sosyalizm koşullarında ise çalışma yoğunluğu artırılırken, çalışma koşullarının da düzeltilmesi ya da en azından kötüleşmemesi gözetilir. Asıl önemlisi, çalışma yoğunluğundaki artış tüm işçiler için çalışma saatlerinin azaltılmasını mümkün kılar.
Eğer üretici güçlerin verili düzeyi, vida sıkma türünden işlerin ortadan kaldırılmasını henüz mümkün kılmıyorsa, bu türden işlerin mümkün olduğunca hızlı (ve insan vücuduna en az zarar verecek) bir şekilde yapılması herkesin yararına olacaktır. Kuşkusuz, vida sıkma işini “entelektüel” bir faaliyet haline getirmek hayal edilmiyorsa.
Üretici güçleri geliştirme sorunu abartıldı mı?
Sovyetler Birliği’nin 1917 ile 2. Dünya Savaşı arasındaki tarihi söz konusu olduğunda, üretici güçleri geliştirme sorununa “gereğinden fazla” önem verildiği iddiası, ancak mutlak bir sorumsuzluğun ürünü olabilir.
Dış ve iç savaşlarla neredeyse tüm sınai altyapısı tahrip olmuş ve nüfusunun ezici çoğunluğu köylülerden oluşan bir ülkede üretici güçlerin geliştirilmesini en öncelikli hedef haline getirmemek, emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada teslim bayrağı çekmekten başka hiçbir anlama gelemez.
Emperyalist kuşatmayı bir yana bıraksak da sonuç değişmez. Tabii eğer sosyalizmi köy komünleriyle özdeşleştirmeyeceksek.
Aslına bakılırsa çözülüşten önce, reel sosyalizmin üretici güçlerin geliştirilmesini gereğinden fazla önemsediğini savunanların çoğunun temel derdi, bu konudaki başarıları gözden düşürmekti.
Uzaya ilk çıkan insanın bir Sovyet yurttaşı olması da, kimilerini fazlasıyla rahatsız etmişti.
Sovyet sosyalizminin karşısına çıkan ilk temel sorunlardan birinin sanayileşme olması, Sovyet komünistlerinin üretici güçleri geliştirme meselesini teorik düzeyde fazlaca öne çıkarmasına katkıda bulundu elbette. Üretici güçler açısından en gelişkin kapitalist ülkeyi yakalama ve geçme hedefi belirli bir dönemin sloganı olmanın otesinde, söylem düzeyinde tüm bir Sovyetler Birliği tarihine damga vurdu.
Ancak ne yazık ki, ‘50’li yıllardan sonra, söylem düzeyi ile gerçeklik arasında giderek büyüyen bir mesafe söz konusudur. Sovyet komünistleri ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda yaşanan bilimsel ve teknolojik gelismelerin insanlık açısından son derece önemli sonuçlar doğurmaya aday olduğunu, biraz da içgüdüsel olarak, fark etmiştir. ‘70’li yıllarda “bilimsel-teknik devrim” den çokça söz edilir olmuştur. Örneğin 1971 yılında yapılan 24. Kongre’ye sunulan raporda “Ülkenin ekonomik gelişmesinin şimdiki aşamasının önemli belirgin özellikleri, hızla gelişen bilim ve teknik devrimine bağlanabilir” 9 deniyordu.
Ancak aynı metinde, bilimsel-teknik devrim süreciyle ilgili en önemli sorunlardan biri olarak, bilimsel başarıların pratiğe, yani üretime aktarılmasında karşılaşılan yetersizlikler tespit ediliyordu. Gösterilen “başarı” örnekleri arasında ise, yeni bir malzemenin geliştirilmiş olması vardı.
Bir sonraki kongre raporunda ise şunları okuyoruz:
“Bilim ve teknoloji devrimi, ekonomik çalışmaların biçim ve yöntemlerinde temel değişmeler, dikkafalılığa ve bürokrasiye karşı amansız bir mücadele gerektiriyor; bilime karşı gerçek saygıyı ve gelen tavsiyeleri alma ve gerçekleştirme yeteneğini ve isteğini gerektiriyor. İcattan kitle üretimine kadar süren yolda oluşan yeni fikirlerin gelişmesini kolaylaştıracak ve modası geçmiş ürünlerin üretimine karşı güvenilir bir ekonomik engel oluşturacak koşulları yaratabilmek için, ekonomik teşvik unsurları ve planlamanın gelişmesini gerektiriyor.” 10
Bu üzücü satırlar, Sovyet komünistlerinin “devrim” kavramına ne denli yabancılaştığını gösteriyor. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin “devrimci” bir potansiyel barındırdığını ve komünizme yakınlaştıracağını hissediyorlar. Ama bir “devrim”in neye benzeyeceğini ve nasıl örgütleneceğini unutmuş görünüyorlar. Üstelik tam da Sovyet yurttaşlarına 20 yıl içinde komünizme geçiş sözü verdikleri bir dönemde! 11
Sanki ülkenin öncü siyasi partisinin değil, sektör temsilcilerinin kongresi yapılıyor. Ortaya da devrimci bir program değil, bir uzlaşma metni çıkıyor.
Metin Çulhaoğlu, yıllar once, SBKP’nin Merkez Komitesi’nde “silikon üretiminden sorumlu” bir üyenin bile bulunabildiğine dikkat çekmişti. Bence, daha önemli sorun, MK üyelerinin kendilerini belirli alanlardan “sorumlu” kişiler olarak değil, bu alanların “temsilci”leri olarak görmeleridir.
Oysa bilgisayar, iletişim ve genetik gibi alanlardaki teknolojik gelişmeleri üretim sürecinden başlayarak tüm toplumsal iliskilerin dönüştürülmesine hizmet edecek silahlara dönüştürmek, ancak sosyalizmin bir başarısı olabilir. Teknolojik gelişmelerden yararlanarak tüm yurttaşlarının zihinsel üretim potansiyelini harekete geçirmek ve bu sayede de teknolojik gelişmeye çok daha büyük bir ivme kazandırmak, ancak sosyalizm koşullarında mümkündür. Fiziksel emek gerektiren işlerin tasfiye sürecini hızlandırarak, toplum yararına faaliyetlerde bulunmayı başlı başına bir eğlence haline getirmek yalnızca sosyalizmin ulaşabileceği bir hedeftir.
Ancak bütün bunlar için, her şeyden önce siyasi öncülük gerekir.
Sovyetler Birliği’nin elinde gerçek bir bilimsel-teknik devrimi örgütlemek için gerekli tüm maddi ve beşeri kaynaklar vardı. Ancak SBKP böylesi bir devrime öncülük etmeyi başaramamış oldu.
Benzer sorunların bundan sonraki sosyalizm deneyimlerinde yaşanmamasının bir güvencesi var mı?
Yok!
Eğer aranan, tümüyle nesnel güvencelerse, “yok” deyip geçmek gerekiyor.
İşin içine bunca yıllık tarihsel birikimi özümseyen ve bu birikimden ders çıkaran bir öznellik katılmayacaksa, tartışmanın çok fazla anlamı bulunmuyor.
Ama diğer yandan, bundan sonraki sosyalizm deneyimlerine öncülük edecek olanları Sovyet komünistlerinden daha şanslı kılacak çok sayıda nesnel olanak bulunuyor. Birkaçını anarak bitirelim.
Birincisi, bundan sonraki sosyalist kuruluş süreçlerinde, nicel ve nitel (ideolojik, siyasal ve kültürel) açıdan 1917 Rusyası ile karşılaştırılamayacak ölçüde gelişkin işçi sınıfları ile yola çıkılacak.
İkincisi, bundan sonraki sosyalist kuruluş süreçlerinde, başta mühendisler olmak üzere kafa emekçileri, işçi sınıfından ayrı bir kategori olarak değil, işçi sınıfı içindeki öncü kollardan biri olarak görülebilecek. Siyasi önderlik ile “uzmanlar” arasındaki ilişkinin güvensizlik temeline dayalı olarak kurulması gerekmeyecek.
Üçüncüsü, bilgisayar ve iletişim teknolojileri, yalnızca ekonominin merkezi planlamayla yönetilmesini değil, aynı zamanda yeni ortak üretim ve paylaşım biçimlerinin yaratılmasını ve geliştirilmesini, toplumsal ilişkilerinin zenginleştirilmesini ve derinleştirilmesini fazlasıyla kolaylaştıracak.
Dördüncüsü, dünya ölçeğinde sosyalizmin kullanabildiği maddi kaynaklar belirli bir eşiği aştığında, bir bilimsel teknolojik devrimi gerçekleştirerek insanlığın önüne yeni ufuklar koymak mümkün olacak.
Beşincisi, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, tüm sosyalist ülkelerin son 85 yıl içinde yarattığı muazzam deneyim birikimi ise oldukça ileri bir noktadan başlamamızı sağlayacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu yazıyla birlikte “Dünya Armağan” imzasını tarihe gömmüş oluyorum…
- Daha kapsamlı bir tartışma yürütecek olsaydık buradan kalıcı bir model türetilemeyeceğini, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmediği sürece “devletçi” politikaların yalnızca piyasa güçlerini yani sermayeyi güçlendirme işine yarayacağını, piyasa düzeninin tüm verimsizliklerine mutlaka dönüleceğini vb. eklememiz gerekirdi elbette…
- Korkut BORATAV, Sosyalist Planlamada Gelişmeler, Savaş Yay., Ankara, İkinci Baskı, Mart 1982, s.205.
- Maurice BRITON, Bolşevikler ve İşçi Denetimi (1917’den 1921’e Devlet ve Karşı Devrim), çev. Necmi Erdoğan, Ayrıntı Yay., İstanbul, Temmuz 1990, s.20-21.
- a.g.y., s.50-51.
- a.g.y., s.81.
- Aleksandra KOLLONTAY, Rusya’da İşçi Muhalefeti, çev. Haldun Karyol – Süleyman Özçiftçi, Belge Yay., İstanbul, Mayıs 1991, s.52. Kollontay sendikaların “özde proletaryaya ait organlar” olduğunu ileri sürerken bir miktar demagoji yapıyor. Ekim Devrimi öncesinde sendikal örgütlenme bir hayli zayıf. Fabrika komiteleri ve sovyetlerle karşılaştırıldığında, sendikaları yok saymak mümkün olabiliyor. Sendikalar ancak devrimden sonra ve bolşeviklerin çabaları sonucu önem kazanıyor. O dönemde sendikalarda menşeviklerin egemen olmasına karşın bolşevikler, fabrika komitelerine karşı sendikaları destekliyor.
- E.H. CARR, Bolşevik Devrimi 2, çev. Orhan Suda, Metis Yay., İstanbul, Ekim 1998, s.72.
- Sovyetler Birliği Komünist Partisi 24. ve 25. Kongre Raporları ile Parti Programı, çev. Tuncer Tuğcu, Kızılırmak Yay., Ankara 1976, s.52.
- a.g.y., s.201-202.
- Aynı kaynaktan: “Partinin ve Sovyet halkının ana ekonomik görevi komünizmin maddi ve teknik temelini yirmi yıl içinde yaratmaktır” (s. 323). “Partinin önderliği marksizm-leninizmin bayrağı altında Sovyet halkı komünist toplumu kuracaktır. Parti ciddiyetle ilan eder ki, Sovyet halkının bugünkü kuşağı komünizmi yaşayacaktır.” (s. 397). Siyasi öncülük niteliğini yitiren SBKP önderliği toplumda heyecan yaratabilmek için marksist teoriyi bir yana bırakıyor. Ancak en başta SBKP önderliğinin inanmadığı hedeflerle heyecan da yaratılamıyor doğal olarak…