Gelenek’in Eylül 2001 tarihli 67. sayısında yayımlanan “Avrupa’da göçmen işçiler” başlıklı yazıda Hazal Yalman, Türkiye’den Avrupa’ya yönelik göçmen işçi akımını, Almanya’yı temel alarak ana hatlarıyla incelemişti. Ben burada okuyucuların yukarıdaki incelemeyi de okuduklarını (veya okuyacaklarını) umarak Turkiye’den Federal Almanya’ya yönelik göçün genel tarihini, uzun bir süre sadece emek gücünü satarak geçinen bir topluluğun içinde yaşadığı toplumsal yapıyı ve zaman içindeki sınıfsal değişimi belli noktalarıyla betimlemekle yetineceğim. Alman soluyla Türkiye solunun göçmen güzellemesiyle “Bunlar adam olmaz / Biz adam olmayız” uçları arasında salınan politikalarının, kendi ülkelerine yönelik temel politikalarıyla birlikte iflas etmiş olması karşısında komünistlerin önüne çıkan olanak ve görevleri başka bir yazının konusu olarak kabul ederek, özellikle değerlendirmeye almadım.
Almanya Türkiye kökenli göçmen nüfusun uzun süredir yaşadığı bir ülke olmanın yanı sıra Avrupa’nın diğer ülkelerindeki toplam sayıdan daha fazla Türkiyeli göçmenin yaşadığı bir ülke. AB’nin siyasi ve ekonomik belirleyici gücü konumundaki Almanya, Türkiye ile de çok uzun yıllara dayanan üst düzey politik ve ekonomik ilişkilere sahip bir ülke. Bu ilişkiler eşitsiz de olsa işçi sınıfına düşmanlık söz konusu olduğunda her tür farklılık ortadan kalkıyor.
Türkiye’den Almanya’ya göç hareketi – ilk dönem
Türkiye’den Almanya’ya emek gücü göçünün tarihi Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) ile Ekim 1961 tarihinde imzalanan İşçi Mübadelesi Anlaşması’yla resmen başladı. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında sosyalist sisteme karşı “Kapitalizmin vitrini” olarak öne çıkardığı FAC, 1950’lilerin ilk yarısında ivme kazanan ekonomik gelişme sonucu yoğun bir işçi istihdamına ihtiyaç duyuyordu. KPD’nin (Almanya Komünist Partisi) kapatıldığı 1956 yılından sonra da işçi sınıfı içindeki gücünü koruması, dışarıdan işçi getirilmesinin bir diğer nedeniydi. Ayrıca sosyalizmin ilk kuruluş aşamasında bulunduğu Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden (DAC) özellikle yetişmiş emek gücünün Batı’ya geçmesi için özendirici kampanyalar yürütülüyordu. DAC’nin orta bölgesinde bulunan Berlin kentinin batısında ABD-İngiliz-Fransız yönetimi, doğusunda da Sovyet yönetimi olmasına rağmen, 1961 yılına kadar kentte geçişleri engelleyecek bir sınır yoktu.
FAC’nin ilk olarak 1955 yılında İtalya ile imzaladığı ve sonrasında 1960 yılında Yunanistan’ın yanı sıra İspanya ile de imzalanan “işçi alımı” anlaşmalarıyla, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu emek gücü Avrupa ülkelerinden sağlandı. 1960 yılında Federal Almanya’da 2 bin 700 Türk işçisi çalışıyordu. 1 Alman resmi makamları ise işçi gereksinimini Batı Avrupa ülkelerinden karşılamak niyetindeydi. Türkiye’den resmi olarak işçi getirilmesi önerisi “kültürel ve dini farklılıklar” nedeniyle kabul görmemişti.
13 Ağustos 1961 günü DAC hükümeti emperyalist ülkelerin kışkırtmaları ve Federal hükümet ile Federal ordunun Nazi devşirmesi generallerinin “İstikrarı bozulmuş bir Demokratik Almanya’yı ‘kısa sürecek bir nükleer saldırıyla’ ve ‘Sovyetler’in müdahalesi’ne fırsat vermeden yok edebilecekleri” türünden açıklamalarının yoğunluk kazanması üzerine Berlin’de sınır güvenlik önlemlerini (Berlin Duvarı) uygulamaya soktu. Böylece savaş tehlikesi azalırken, Doğu’dan giden yetişmiş işgücü akımı da sona erdi.
Bonn hükümeti Berlin Duvarı’nın örülmesinden sadece 48 gün sonra “NATO müttefiki” Türkiye ile Alman kapitalizminin ekonomik ihtiyaçlarının yanı sıra siyasi kaygılarının da ürünü olarak işçi mübadele anlaşmasını imzaladı. FAC’nin Türkiye’den isgücü alımına başladığı yıl Federal Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre 299 bin Alman işçisi de işsiz durumdaydı. FAC’nin Türkiye ile imzaladığı anlaşma İtalya, İspanya, Yunanistan ve daha sonra Portekiz’le (1964) imzaladığı işçi mübadele anlaşmalarıyla kıyaslandığında işçiler için daha fazla olumsuzluk barındıran bir anlaşmaydı. Diğer anlaşmalarda aile birleşimi garanti altına alınırken, Türkiye’den gelen işçiler için böyle bir düzenlemeye özellikle gidilmemişti. Oturma ve çalışma izinleri de iki yılla sınırlandırılmış, süre sonunda rotasyona gidilmesi (süresini dolduran işçilerin geri gönderilip yerine yenilerinin getirilmesi) kararlaştırılmıştı. Rotasyon uygulaması, patronların uyum sağlamış ve işi öğrenmiş işçilerin gönderilmesine, masrafların artacağı gerekçesiyle karşı çıkmaları üzerine 1964 yılında kaldırıldı.
Almanya’ya ilk dönemde gelen Türkiyeli işçilerin büyük bir bölümü Türkiye’nin o dönemki şartlarına göre eğitimli, kalifiye ve büyük kent kökenliydi. 1964 yılında DPT’nin Doç. Dr. Nermin Abadan (Unat) başkanlığındaki bir heyete Almanya’daki Türk işçileriyle ilgili olarak yaptırdığı kapsamlı bir anketin sonuçlarına göre doğum yerlerine göre işçilerin yüzde 17.4’ü İstanbul’dan, yüzde 14.6’sı da Ankara, İzmir, Bursa, Kayseri, Adana gibi nüfusu 100 binin üzerinde olan (‘60’lı yıllara gore büyük sayılan) kentlerden Almanya’ya gitmişti. Daimi oturma yerlerine bakıldığında ise işçilerin yüzde 53.3’ünün Türkiye içinde bir göç yaşadıktan sonra İstanbul, Ankara ve İzmir kentlerinden Almanya’ya gittikleri görülüyor. (İstanbul’dan gidenlerin oranı yuzde 40.5). 2 Aynı anketin sonuçlarına göre Almanya’ya giden işçilerin yüzde 15.4’ü enstitü veya meslek okulu mezunu, yüzde 12.8’i ortaokul mezunu ve yüzde 4.3’ü lise mezunudur. Abadan bu durumu dönemin toplumsal yapısına uygun olarak “Görüldüğü üzere işçilerin eğitim seviyesi hayli yüksektir” şeklinde değerlendirmektedir. 3 Bu işçilerin yüzde 8.9’u Türkiye’de çiftçilik yaparken, yüzde 42.3’ü kalifiye işçi olarak çalışıyordu ki bunların yüzde 36.84’ü de ailelerindeki ikinci kuşak kalifiye işçilerdi. 4 Bunlar genellikle becerilerine uygun işlerde çalıştırılırken, dil sorunu ve mesleki eğitimlerinin Alman makamları tarafından tanınmaması da gerekçe gösterilerek benzer işleri yapan Alman sınıf kardeşlerinden daha düşük ücretlerle çalıştırıldılar. Türkiyeli işçilerin yarısından çoğu sınai işletmelerde işe başladılar. Bu veriler Türkiye kapitalizminin ülkede bulunan kısıtlı sayıdaki yetişmiş insan gücünü, gelecek döviz uğruna hoyratça kullandığını gösteriyor. Devletin de teşvikiyle daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için Almanya’ya gitmek isteyenler, özel olarak Almanya’dan gelen doktorlar tarafından dişlerinden tırnaklarına kadar muayene ediliyor ve en sağlam olanlarına Almanya’ya gitme izni veriliyordu. O zamanki durumu anlatan ilk kuşak göçmenlerden biri şunları söylemektedir:
“Hayvan pazarından hayvan alır gibi diş kontrolü, idrar ve kan tahlilleri yapılıyordu. Bu kontrollerin sonunda da sağlıklı ve genç insanlar seçiliyordu. Böylece buraya gelecek olanların sağlık sigortası kurumuna ve diğer sosyal kurumlara yük olmaması amaçlanıyordu”. 5
Ailelerini yanına getiremeyen işçiler, büyük bir kısmı fabrika bahçelerinde tel örgülerle çevrili, çoğu sağlıksız Heim’larda (yurtlarda), Almanlar’dan yalıtık bir şekilde, genellikle yumurta ve makarna yiyerek yaşadılar. Alman devleti bir süre sonra gidecek “misafir işçiler” için (Gastarbeitern) gereksiz yere para harcamadığı için memnundu; işçilerse yabancısı oldukları bir diyarda birkaç yıl dişlerini sıkıp para biriktirdikten sonra geri dönecekleri için durumlarını sessizce kabul ediyordu. Patronlar da, çalışkan ve sessiz işçilerden çok memnun kalmışlardı. Zaten sesini çıkaranlara da çoğunlukla “Beğenmeyen memleketine döner!” deniyordu. 1960 yılında FAC’deki 686 bin 200 yabancının yüzde 0.4’ü yani 2 bin 700’ü Türkiye’den gelenlerden oluşuyordu. 1970 yılına gelindiğinde toplam yabancı sayısı 2 milyon 976 bin 497’ye ulaşırken, Türk vatandaşlarının sayısı 496 bin 200’e ve yabancılar içindeki oranı da yüzde15.8’e yükselmişti. 6
1970’lerden 1980’e
1973 yılında Arap-İsrail savaşı sonucu petrol fiyatlarının artmasını fırsat bilen FAC kapitalizmin yaşadığı dönemsel krizi geniş kitlelere yayarak çıkış yolu aradı. Bunun bir sonucu olarak 1973 yılının Kasım ayında Federal hükümet, Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler dışından gelecek işçilerin alımını durdurdu; yabancı işçilerin Almanya dışında yaşayan çocukları için ödenen çocuk parası da yarı yarıya azaltıldı. 1974 yılında ise aile birleşimi serbest bırakıldı. Böylece yabancı işçiler eş ve 18 yaşın altındaki çocuklarını Almanya’ya getirme hakkını kazandılar. Arka arkaya alınan bu kararlar Almanya’daki yabancı emek gücünün yapısında kalıcı değişikliklere neden oldu. Yabancı emek gücünün Almanya’ya girişinin durdurulması, yeni girişlerin sayısında azalmaya neden olurken aile birleşimi çerçevesinde eşlerini ve çocuklarını Almanya’ya getirmeye başlayan Türk vatandaşlarının sayısı düzenli olarak artmaya başladı. Böylece yurtlardan çıkıp aileleriyle birlikte yaşayabilecekleri, Almanlar’ın rağbet etmediği görece ucuz ve sağlıksız evlere taşınarak “yerleşik” duruma geçtiler.
Turkiye’deki 12 Mart 1971 darbesi Almanya’daki Türkiyeli göçmen yapısında daha önce görülmeyen yeni bir olguya yol açtı: Siyasi göç. 1980 sonrasındaki siyasi göçün niceliği ve kalıcılığıyla benzerliği olmayan bu gelişme Türkiyeli işçileri de etkiledi. 1960’larda solun Türkiye’deki yükselişini yaşamış işçilerin bir kısmının çalışmak amacıyla Almanya’ya gelmesi ve Türkiye’den gelen devrimci üniversite öğrencilerinin Almanya Türk Öğrenci Federasyonu (ATOF) çatısı altında örgütlenmeleri ‘60’ların sonunda Almanya’da da sol bir taban oluşturdu. 12 Mart sonrasında ise Almanya’ya gelen solcular arasında Türkiye’de saygınlığı ve etkinliği olan kişilerin bulunması, sosyalist dünyanın prestiji Vietnam savaşı ve Avrupa solunun etkinlikleri Almanya’daki Türkiye soluna kurulan dernekler ve çıkarılan yayınlarla belli bir etkinlik kazandırdı. 12 Mart nedeniyle Türkiye dışına çıkan solcuların birçoğu “… ülkede direnişin en kısa zamanda başarıya ulaşacağı ve yakında ülkeye dönebilecekleri” inancıyla iltica başvurusunda bulunmadılar. 7 Zaten 12 Mart darbesi nedeniyle Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan solcuların önemli bir kısmı 1974 affıyla birlikte mücadeleye katılmak için Türkiye’ye geri döndüler.
‘70’li yılların ortalarına doğru 900 bin civarına ulaşan Almanya’daki Türkiyeli işçi sayısı bazı gereksinmelerin karşılanması için de olanaklar yaratıyordu. İlk derneklerin yanı sıra ilk dükkanlar, ki bunlar küçük bir mekanda yiyecek ve içecekten, televizyon ve uçak biletine kadar her şeyi satabiliyorlardı, bu donemlerde açıldı. 1960’lı yılların ikinci yarısında Almanya’da çalışan işçiler bir araya gelerek Türkiye’de üretim yapması hedeflenen “işçi şirketleri” kurma çalışmalarına başlamışlardı. Bu şirketler ancak gayri insani koşullarda yaşayarak tasarruf yapabilen işçilerin sınıf atlama hayalleri kadar Türkiye’ye döndüklerinde geleceklerini garanti altına alma çabalarının da bir sonucuydu. 1972’de 28 binden fazla ortağı olan 28 işçi şirketine karşılık 1983 yılına gelindiğinde 345 bin ortaklı 322 işçi şirketi faaliyet gösteriyordu. 8 ‘90’lı yıllara gelindiğinde bu şirketlerin çoğu ortak olan işçilerin umut ve parasıyla birlikte batarken Türkiye’deki birçok “işçi dostu” patronu ise “ihya” ediyordu. 9
1980’den 2000’lere
1970’lerin sonundan başlayarak emperyalist-kapitalist ülkelerde para politikalarına önem veren, sosyal harcamaları kısan ve silahlanma harcamalarını arttırarak sosyalizme savaş açan muhafazakar hükümetler (1979 İngiltere’de Thatcher hükümeti, 1981 ABD’de Reagan’ın başkan seçilmesi) işbaşına gelmeye başladı. 1982 yılında sosyal demokrat Helmut Schmidt (SPD) başbakanlığındaki hükümet, koalisyon ortağı liberallerin (FDP) Hıristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) ile anlaşması sonucu düşerken, başbakanlık bu kez CDU’lu bir muhafazakara, Helmut Kohl’e geçiyordu.
SPD-FDP hükümeti dağılmadan önce çocuklar için aile birleşiminde yaş sınırını 16’ya indirerek yabancılarla ilgili son olumsuz icraatını gerçekleştiriyordu. Yeni kurulan CDU/CSU-FDP koalisyon hükümeti “yabancı sayısını azaltmak” için 1983 yılının Kasım ayında “Kesin Dönüşü Özendirme Yasası”nı çıkardı. Eylül 1985 tarihine kadar yürürlükte kalan bu yasa ile belli şartlar altında ülkelerine dönen yabancılara 10 bin 500 Alman markı, her çocuk için de bin 500 mark ödenmesi kararlaştırılmıştı. Ayrıca çalışanların emeklilik sigortasına ödedikleri pirimlerin hak sahiplerine geri ödenmesi de kabul edilmişti. Patronların işçilerin emekliliği için ödedikleri prim tutarı ise emeklilik kurumuna kalıyordu. Böylece birçok kişi cebinde az bir parayla da olsa memleketine geri dönebilmek için emeklilik haklarından işyerinin ödediği primler dahil feragat ederek Almanya’yı terk etti. 1983 ve 1984 yıllarında çoğu Türkiyeli 250 bin yabancı, ülkelerine geri döndü. Türkiye’ye geri dönenler olumsuz ekonomik koşullar nedeniyle daha çok hazırdan yemek zorunda kalırken, uyum konusunda herhangi bir kurumdan destek görmeyen çocuklar büyük zorluklar çektiler. Türkiye’ye kesin dönüş yapanların yaşadıkları sorunlar, Almanya’da kalan Türkiyeliler’in memlekete dönüşü, geleceklerini garanti altına aldıktan sonraki bir zamana “Rente” (emeklilik) dönemine ertelemelerinin önemli nedenlerinden biri oldu.
12 Eylül Darbesi ve Kürt göçü
‘80’li yıllara doğru Türkiye burjuvazisinin iç pazara dönük (ithal ikameci) sermaye birikim modeli dış etkenlerin de zorlamasıyla yapısal bir krize girdi. Türkiye burjuvazisi ülkeyi “70 cente muhtaç” bir duruma soktuğu gibi büyük bir meşruluk sorunu da yaşıyordu. Bu dönemde ABD’nin isteğiyle Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımını arttıran Federal Almanya “Sosyalizm tehlikesine” karşı AP’den CHP’ye bütün burjuva partilerini gizli fonlarla destekliyordu. 10 Federal Maliye Bakanı Hans Matthofer de resmi olarak uluslararası piyasalardan Türkiye adına borç alınacak kaynakları bulmakla görevlendirilmişti. 12 Eylül darbesine sermayenin çıkarları adına “içlerine sinmese de” maddi ve manevi desteklerini sunan sosyal demokrat-liberal koalisyon hükümetinin destek politikası, 1982’den itibaren muhafazakar liberal koalisyon hükümeti eliyle sürdürüldü.
12 Eylül darbesinin Almanya’daki göçe katkısı solcu mülteciler oldu. Özellikle sosyalist ülkelerden gelecek ilticacıları cezbetmek icin maddi teşviklerle bezeli olan İltica Yasası, 1980 sonrası Türkiye’den gelenlere ve Polonya’dan gelen (gelmeleri özendirilen) dayanışma yanlılarına Almanya’da kalma olanağı sağladı. 12 Eylül’den sadece 18 gün sonra 1 Ekim 1980 tarihinde Türkiye’den gelenlere vize uygulamaya başlayan Almanya’ya 57 bin 193’ü 1980 yılında olmak üzere 1979-1996 yılları arasında 345 bin 697 Türk vatandaşı iltica başvurusunda bulunurken, bunlardan yaklaşık 35 bininin başvurusu kabul ediliyordu. 11
1980’lerin sonuna doğru Türkiye’den gelen ilticacıların çok büyük bir bölümü yükselen Kürt mücadelesine paralel olarak yoğunlaşan savaşın doğrudan veya dolaylı etkileri nedeniyle Almanya’ya gelen Kürtler’den oluşmaya başlamıştı. Sosyalist sistemin çözülmesi sonrası 1991 yılında Türkiye’de Terörle Mücadele Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle Ceza Yasası’ndaki (TCK) 141. ve 142. maddelerin kaldırılması ve İnfaz Yasası’nda yapılan değişiklikler sonucu solcuların bir bölümü Türkiye’ye geri döndüler. Bu yıllardan sonra Türkiye’den gelen ilticacıların bir bölümünün ekonomik nedenlerle Almanya’ya geldiği genel olarak kabul görmeye başladı. 12 Sol, ekonomik ve siyasal koşulların bir arada değerlendirilmesini talep ediyordu. Bu dönemde ekonomik nedenlerle iltica talebi kabul edilmediği için siyasal bir kimlik kullanan ilticacılar çeşitli tartışmalara neden oldular. 13 Alman sermayesinin parlamentodaki temsilcilerinin kararları ise kesindi. 1990 yılında Yabancılar Yasası değiştirildi. 1 Ocak 1991 tarihinde yürürlüğe giren bu yeni yasayla yabancılar aleyhine yapılan değişiklikler 1996 yılındaki düzenlemelerle daha da ağırlaştırıldı. Şiddet eylemlerine adı karışanlar yasal gösterilerde suç işleyenler ve izinsiz gösterilere katılanların kolayca sınır dışı edilebilmeleri kabul edildi.
1993 yılında PKK’nin Almanya’da yasaklanmasından sonra bu karara direnen Kürtler’i bahane eden Federal Dışişleri Bakanlığı yabancıların düzen partileri haricinde verecekleri siyasi mücadeleyi yasaklar ve sınır dışı etme tehditleriyle engellemeyi hedefleyen daha katı değişiklikleri uygulamaya soktu. Ayrıca politik nedenlerle olmasa bile “Kamu güvenliğini ve düzenini tehlikeye sokan” yabancıları da cezalarını çektikten sonra ikinci bir ceza daha bekliyordu: Sınır dışı edilme. Böylece Almanya’da doğup büyümüş, orada sosyalleşmiş ve vatandaşlığını taşıdığı ülkeyi hiç görmemiş gençler bile sınır dışı edildiler. Beş kuşak öncesi dedelerinden birinin bir Alman kurt köpeği olduğunu ispatlayana, tek kelime Almanca bilmese bile Alman asıllı olduğu gerekçesiyle (kan bağı prensibi – ius sanguinis) vatandaşlık veren Alman burjuvazisine de başka bir davranış türü yakışmazdı!
Almanya’da ‘90’lı yıllara renk veren olgulardan biri Kürt hareketinin güçlenmesiyse bir diğeri de Kürt hareketini de kapsayacak şekilde sosyalist ideolojinin büyük oranda güç kaybetmesiydi. 14 DAC’de gerçekleştirilen karşı-devrimden sonra sosyalizmi faşizmle eşitleyen büyük bir komünizm karşıtı kampanya eşliğinde Doğu Almanya ilhak edilirken, üye sayısı kısa bir sürede 40 binlerden 5 bin civarına düşen (Batı) Alman Komünist Partisi (DKP) iç sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyordu.
Bugün daha çok Alman ordusunun yeşil üniformasını seven ‘80’lerin anti-sovyetik savaş karşıtı çevreci hareketi yeşiller, ‘90’lı yıllarda Yeşiller adıyla partileşip gelişirken Türkiye solunun bir kesimini de -ideolojik- etkisi altına alıyordu. 12 Eylül ve sosyalizmin çözülüşünün sorunlarını aşamayan sol, henüz kitleselliğini tam olarak kaybetmese de Türkiye’deki ana akımlara bağlı olarak hızla liberalleşiyordu. Bu yıllar aynı zamanda Türkiyeli göçmenler arasında milliyetçi ve şeriatçı akımların da güç kazandığı yıllardır. Nazilerin yabancılara saldırması ve iltica yurtlarını yakmaları yabancıları huzursuz ederken, Alman politikacıları olayları basit adli vakalar olarak gösterme eğilimindeydiler. Eski DAC topraklarında (FAC’nin yeni eyaletleri) ilhaktan sonra fabrikalar kapatılır, işsizlik çığ gibi büyürken nazilerin güpegündüz yabancılara saldırmaları ve ilticacı yurtlarını ateşe verip çoluk çocuk insanları yakmaları sadece Nazilere mal edilemeyecek bir olaydı. 15 İlhaktan sonra sosyalist DAC’den daha iyi bir yaşam vaat edilen Doğu Almanlar’a 1989’dan sonra yoksulluğa düşmelerinin nedeni olarak yabancılar gösteriliyordu. Almanya’nın batısında da aynı türden saldırılar olmasına rağmen sosyalizmde yetişmiş gençlerin arasından daha çok Nazi çıktığı iddiası burjuva medyasınca yayılıyordu.
1992 sonbaharında Mölln’de 3 Türk vatandaşının ve 1993 yılında Solingen kentinde 5 Türk vatandaşının, Nazilerin evlerini kundaklaması sonucu -yanarak- ölmeleri Almanya’nın batısının da güvenli olmadığını gösteriyordu. Türk basını saldırıları sanki sadece Türkler’e yapılıyormuş gibi yansıtarak milliyetçi duygulara sesleniyordu. Aynı yıllarda Türkiye de PKK’nin Avrupa’daki Kürtleri örgütleyerek kazandığı gücü dengelemek için resmi temsilcilikler aracılığıyla Türkiyeli göçmenleri örgütleme çalışmalarına hız kazandırdı. Sivas Katliamı ve Gazi Olayları, Aleviler’in de hızlı bir şekilde dernekleşmesini sağladı. Federasyon ile çatı örgütüne kavuşan Aleviler, büyük bir kısmı eski solculardan oluşan yerel ve merkezi yöneticilerinin her görüşten Alevi’yi örgütlemeyi hedeflemeleri sonucu ilk önce solcuları dışlayan, sonra da ister istemez sol politikayı dışlayan bir çizgiye oturdular. Hürriyet gazetesinin Avrupa haberlerinin verildiği sayfalarında 8 yıl boyunca düzenli olarak, geçtiğimiz yılın son çeyreğinde ise hemen hemen her gün sürdürülen Alevi derneklerini ve Federasyon’u hizaya getirme kampanyası geçen yılın sonunda başarıyla sona erdi!
Hürriyet gibi uzun yıllardır Almanya’da basılan gazetelerin yanı sıra ‘90’ların ortasında kablodan yayın yapan TRT-Int ve uydudan yayın yapan Türk özel televizyon kanalları da Avrupa’daki göçmen Türkiyelilere ulaşmaya ve onları etkilemeye başladı. Med-TV de Kürtçe’nin çeşitli lehçelerindeki yayınlarının yanında Türkçe haber ve tartışma programlarıyla o yıllarda alternatif haber kaynağı oluyordu.
1995 yılında 2 milyon sınırını geçen Almanya’daki göçmen Türkiyeliler’in geri dönmeye pek niyetli olmadığı Turk yetkililerince de anlaşılmıştı. Almanya’da 1991 yılında yürürlüğe giren yeni Yabancılar Yasası, ikamet koşullarını oldukça sınırlarken Alman vatandaşlığına geçmeyi belli koşulları yerine getiren yabancılar için kolaylaştırmıştı.
İki büyük partiden (SPD-CDU/CDU Birliği) birinin küçük bir partiyle koalisyon kurmasına dayanan Alman hükümet yapısı, partilerin oy oranındaki küçük bir değişmeyle farklılaşabiliyordu. Parlamento seçimlerindeki yüzde 5’lik baraj Yeşiller’in güç kazanmasıyla FDP için de sorun oluşturabilirdi. Erken önlem alan liberaller Türkiyeli göçmenlerin oldukça düşük bir oranda Alman vatandaşı olduğu ‘90’ların başından itibaren seçim dönemlerinde Türk gazetelerine ilan vererek propaganda yapmaya başladılar.
1992 yılından itibaren giderek artan sayıda Türkiyeli göçmen Alman vatandaşlığına geçerken, oran yine de yetersiz kalıyordu. Her iki ülkenin mevzuatının çifte vatandaşlığa izin vermemesi sorun yaratıyordu. 16 Türk göçmenlerin derneklerin o zamanlar muhalefette olan SPD’nin ve Yeşiller’in talebi çifte vatandaşlıktı. DYP-CHP koalisyonu Haziran 1995’te yaptığı değişiklikle çifte vatandaşlığı yasallaştırdı. Alman yasalarının izin vermemesine rağmen Türk devletinin göçmen derneklerinin ama özellikle göçmenler üzerinde büyük etkisi olan Türk gazetelerinin kampanyalarıyla Türk vatandaşlığı korunarak geçilen Alman vatandaşlığında nispi bir artış oldu. 17
“Sınırların kalktığı bir dünyada” göçmenlere kapanan sınırlar
Kohl hükümetinin tehditleriyle Türkiye yasal olarak kabul etmiş olduğu çifte vatandaşlığı belli bir süre için fiili olarak durdursa da bu durum uzun surmedi. 1998 genel seçimlerine köklü toplumsal değişiklikler vaadiyle giren SPD ve Yesiller, göçmenlere kolaylaştırılmış Alman vatandaşlığının yanı sıra, çifte vatandaşlık sözü de veriyorlardı. Seçimler sonucu Federal Parlamento’da koalisyon kurabilecekleri bir çoğunluğa ulaşan SPD ve Yeşiller, sosyal demokrat Gerhard Schröder başbakanlığında hükümeti kurarken, dışisleri bakanı da Yeşiller’den Joseph Fischer oluyordu. Bu dönemde genel olarak işçi sınıfının kazanılmış hakları yok edilirken, yabancılara yönelik uygulamalar da bir önceki muhafazakar hükümetin icraatından farksızdı. 1 Ocak 2000 tarihinde yürürlüğe giren yeni Vatandaşlık (Reform) Yasası’yla çifte vatandaşlık hakkı tanınmadığı gibi, fiili olarak uygulanan Almanya’da yaşarken başka bir ülkenin vatandaşlığına geçme imkanı da ortadan kaldırılıyordu. Yıllardır gündemde olan AB vatandaşı olmayan ve uzun süredir Almanya’da yaşayanlara yerel duzeyde seçme-seçilme hakkının verilmesi düşüncesinden de vazgeçildi. SPD-Yeşiller hükümetinin bu türden yasaların hazırlanması durumunda muhalefetin güçlü olduğu Eyaletler Meclisi’nde bu yasaları engelleyebileceği iddiası dasosyal demokratların ve Yeşiller’in her zamanki riyakarlığını yansıtıyordu. SPD’li Schily’nin yönetimindeki Federal Dışişleri Bakanlığı muhalefetin güçlü olduğu Eyaletler Meclisi’nde onaylanması gerekmeyen Avrupa Vatandaşlık Sözlesmesi’nin vatandaşlıktan çıkartılmayı zorlaştıran maddelerine çekince koyarak çifte vatandaşlığa olanak veren 15. maddesini de otomatik olarak geçersiz hale getiriyordu. Yeni Vatandaşlık Yasası’yla birinci kuşak Türkiyeliler’in önemli bir bölümünün Alman vatandaşlığına geçmesi fiili olarak engellendi.
Yeni yasa vatandaşlık için Almanca bilmeyi, ülkeye uyum sağlamış olmayı ve toplumsal yapıyla ülke hakkında genel bilgilere sahip olma şartını getiriyordu. 18
Eski Vatandaşlık Yasası’nın yürürlükte olduğu son yıl olan 1999’da Alman vatandaşlığına geçen Türkiyeli göçmen sayısında büyük bir artış yaşanırken bir sonraki yıl tekrar düşüş görülüyordu. Bu da Türkiyeli göçmenlerin Almanya’ya Türk vatandaşlığını da koruyarak yerleşme isteklerini gösteriyordu. Bu istek “Türkiye’den kopmama” arzusunun yanı sıra özellikle birinci ve ikinci kuşak göçmenlerin Türk vatandaşlığını kaybettikleri takdirde Türkiye’deki miras mülkiyet vb. haklarına zarar geleceği endişesini de yansıtıyordu. Tabii “Alman Yahudileri dinleri dışında her şeyleriyle tam birer Alman’dılar. Onlar bile gaz odalarından kurtulamadıktan sonra…” düşüncesinin/korkusunun da Nazi saldırılarının arttığı bir dönemde kuruntu olduğu söylenemez. Alman burjuvazisi 40 yıldan beri Almanya’da yaşıyor da olsalar AB dışından gelenlere hiçbir politik hakkın verilmeyeceğini Pembemsi-Yeşiller 19 hükümeti döneminde daha güçlç bir şekilde ifade etmeye başladı. Yeşiller’in Türk asıllı Berlin Eyalet Parlamentosu Milletvekili Özcan Mutlu İstanbul’da göçle ilgili bir toplantıda yaptığı konuşmada, Almanya’da yaşayan Türk vatandaşlarının mektupla bile olsa Türkiye’deki seçimlerde oy kullanmalarına karşı çıkarken, bunun kafaları karıştırdığını söylüyordu. 20 Almanya’da yaşayan göçmenler ancak Alman vatandaşı olduktan sonra demokratik haklarını kullanabilirlerdi. Ya Alman vatandaşı olamayanlar veya olmak istemeyenlere ne olacaktı? “Beğenmeyen…”
Göç tartışmaları bağlamında Türkiyeli göçmenler
SPD-Yeşiller hükümeti 40 yıldır reddedilen Almanya’nın bir göç ülkesi olduğu gerçeğini kabul eder, buna uygun yasal düzenlemeler yaparken sermayenin desteğini de alıyordu. Henüz cumhurbaşkanınca imzalanmayan yasa tasarısı 1 Ocak 2003 tarihinde yürürlüğe girecek. Teknik nedenlerle imzalanmaması durumunda da aynı içerikte benzer bir yasanın hazırlanacağı biliniyor. Yasa tasarısı hazırlanırken CDU/CSU birliğinin önerdiklerinden çok daha ağır şartlar formule eden hükümet, muhafazakarların takdirini kazanırken desteğini alamadı. Eylül ayında yapılacak genel seçimler öncesinde göçmenler ve yabancılar aleyhine politikaların oy getireceğini bilen Hıristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) bu tutumlarıyla patronların bile tepkisini çektiler! Patronlar sermayenin çıkarları için daha uygun -emek gücünü satarak geçinen göçmenlerin daha da aleyhine- olabilecek bir tasarının CDU/CSU tarafından bile hazırlanamayacağını bildikleri için sadece zaman kaybına yol açacak çadır tiyatrosu oyunundan rahatsızlık duyuyorlardı. 21 Yeni göç yasasının resmi adı “Avrupa Birliği Vatandaşlarının ve Yabancıların Federal Almanya’ya Göçünün Yönlendirilmesi, Sınırlandırılması ve Uyumlarının Düzenlenmesi Yasası”. 22 Bu yasayla Almanya bir göç ülkesi olarak kabul edilirken, 1960’ların aksine kalifiye olmayan emek gücünün ülkeye göçünün engellenmesi, “beyin göçü”nün de teşvik edilmesi hedefleniyor. Yabancı bilim insanlarının Almanya’ya gelmesi özendirilirken, kapitalistlerin belirleyeceği sektörlerdeki uzman ihtiyacını karşılamak için nitelikli elemanlar da ülkeye getirilebilecek. 1 milyon euro’luk sermayesi olan kapitalistler de (beyinleri değilse bile sermayeleri yeterli olduğu için) Almanya’da kolayca iş kurabilecekler. Geçen yıl kabul edilen Yeşil Kart düzenlemesiyle 20 bin uzmanı 5 yıllık bir oturma izniyle Almanya’ya getirme çabası istenen basarıyı sağlayamadı. Ama bu uygulamayla 1973 yılından beri korunan dışarıdan emek gücü getirmeme kuralına da son verildi.
Almanya’nın geniş kapsamlı yeni göçmen politikası ve göçmen yasası, ülkede yaşayan göçmenleri uzun vadede birçok yönden etkileyecek sonuçlar doğurmaya aday. İçişleri Bakanı Schily’nin açıklamalarına göre yeni yasanın sonuçları ancak 2010 yılında alınabilecek. Kısa vadede etkilerini gösterecek düzenlemelere bakarsak, Almanya’ya iltica etmek amacıyla gelecek olanları, eskisinden daha katı uygulamalar bekliyor. İltica soruşturmasında bilinçli şekilde zorluk çıkardığı iddia edilenlere daha az ödeme yapılacak. Belli bir bölgeden ayrılma yasağı, iltica kampları ve çalışma yasakları eskisi gibi sürecek. İltica başvurusu kabul edilenler, eski yasada hemen oturma izni alırken yeni düzenlemeye göre 3 yıl boyunca geçici oturma iznine hak kazanacaklar. Üçüncü yılın sonunda da haklarında nihai karar verilecek. 23 İltica basvurularının neticelendirilmesi yıllarca sürerken 3 yıllık fazladan bir süre mültecilerin, yıllarca güvensizlik içinde yaşamalarına ve kaçak olarak çok düşük ücretlerle daha yoğun bir şekilde çalıştırılmalarına neden olacak.
Almanya’da yerlesik göçmenler açısından ise yasa Alman sermayesi için toplumsal ve özellikle ekonomik açıdan yararlı görülmeyen göçmenlerin güvenceli bir oturma izni almalarını gerçekleştirilmesi çok zor koşullara bağlıyor. Yeni düzenlemeyle tek güvenceli ikamet biçimi “yerleşme izni” (eski yasada en güvenceli ikamet bicimi “izin” olarak değil “hak” olarak isimlendirilmişti) alabilmek için “yeterli düzeyde Almanca bilgisi ve Almanya’nın yasaları ve toplumsal durumu hakkında temel bilgilere sahip olmak” gerekiyor. Eski yasaya gore “basit Almanca” bilgisi güvenceli bir oturma izni için yeterliydi. Ayrıca yeni yasa “uyum kurslarına” katılmayan göçmenlerin sınır dışı edilmelerine de olanak sağlamaktadır. 630 saatlik uyum kursunda Almanca Federal Almanya’nın tarihi toplumsal yapısı ve temel hukuk bilgileri öğretilecek. Maddi durumu iyi olanlardan da kurs parası alınacak. Aile birleşimi çerçevesinde Almanya’ya getirilecek çocukların yaş sınırı Almanca bilmemeleri halinde 16’dan 12’ye indirildi. Uzmanlar aile birleşimi yoluyla Almanya’ya gelecek yeterli eğitime sahip olmayan göçmenlerin uyum kurslarında sorun yaşayabileceğini belirtiyor.
2000 yılı sonu istatistiklerine gore Almanya’da yaşayan 2 milyon civarındaki Türkiyeli göçmenden 712 bini güvensiz bir oturma izni sayılan “süreli oturma izni”ne sahip. Bunlardan yarım milyona yakını 5 yıldan uzun bir süredir Almanya’da yaşadıkları için bu yılın sonuna kadar daha güvenceli olan süresiz oturma izni almadıkları takdirde (bunun için de basit Almanca bilgisi ve sosyal yardım almama şartlarının yerine getirilmesi gerekiyor) geriye kalan 217 bin Türkiyeli göçmenle birlikte yeni yasanın ağırlaştırılmış koşullarına maruz kalacaklar. (25) Göç yasasının faturasının genel olarak emekçilere çıkacağı da belli oluyor. Yasayla sınırlar kalifiye olmayan göçmenlere kapatılırken Alman vatandaşlarının düşen doğum oranı ve nüfusun yaslanarak azalması da sosyal güvenliğe saldırı için bahane olarak kullanılıyor. Almanya’daki nüfusun gelecekteki bileşimini ve miktarını hesaplayan Federal Komisyon’un yaptığı tahminlere göre nüfus hareketliliği değişmeden sürdüğü takdirde bugün 82.1 milyon olan Almanya nüfusu (bunun yüzde 8.9’u yabancı) 2050 yılında 59 milyona düşecek. Bu hesaba göre 2050 yılında nüfusun üçte biri 60 yaş ve üstünde olurken, yüzde 16’sı da 20 yaş altında olacak. (26) Komisyonun olasılık hesapları, çalışan-emekli oranını dengede tutabilmek için 2050 yılına kadar, ya toplam 190 milyon (!) göçmenin Almanya’ya getirilmesini ya da (kapitalizmin ufkuyla sınırlı) gerçekçi tek çözüm olarak, emeklilik yaşının 77’ye yükseltilmesini öneriyor. Kapitalistler de emeklilik yaşının yükseltilmesi için uzun süredir baskı yapıyorlar. Kötü çalışma ve yaşam şartları nedeniyle, ortalama olarak Almanlar’dan daha genç yaşta ölen birinci ve ikinci kuşak göçmenlerin yaşarken emekli olma olasılıkları, her geçen gün daha da düşüyor.
Türkiye Cumhuriyeti açısından Almanya’daki göçmenler
Türkiye kapitalizminin yurtdışındaki Türkiyeli göçmenlerden en büyük beklentisi döviz göndermeleri olmuştur.
Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre 1964 yılında 9 milyon dolarla başlayan “işçi dövizi” girişi, 2000 yılının Eylül ayında 70.2 milyar dolar seviyesine ulaştı. (27) Yukarıdaki rakamlara göçmenlerin Türkiye’deki bankalarda bulunan döviz tevdiat hesaplarındaki döviz miktarı dahil değil. Merkez Bankası’ndaki yüksek faizli kredi mektuplu döviz tevdiat hesaplarında bulunan göçmen işçi tasarrufları ise 2000 yılının başlarında 10.2 milyar doları buluyordu. (28) Turkiye’ye gönderilen “işçi dövizinin” yurtdışından gönderildiği kesin olsa da miktarın bütününün “işçi birikimi” olduğundan şüphe etmekte yarar var.
Göçmenlerden döviz göndermelerinin yanında baskı gücü olmaları da bekleniyordu. ‘80’li yıllarda MHP örgütlenmesi temelinde önce solculara, sonra da Kürtler’e karşı birlik oluşturulmaya çalışıldı. (29) ‘90’lı yıllarda reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte daha rafine bir örgütlenme modeline geçilerek göçmen derneklerinin çatı örgütleri altında toplanmasına ağırlık verildi. Kontrol edilemeyen ama gözden çıkarılmasına gerek de olmayan dernek ve federasyonlar da kimi zaman hırpalanarak, kimi zaman ödüllendirilerek belli bir hizada mevzilendirildiler. 90’ların ortasından bugüne “Almanya Türklüğü”, “çokkültürlülük”, “azınlıklar” gibi başlıklar altında yürütülen göçmen tartışmalarında Türkiyeli sosyal demokrat-liberal şahsiyetlerin “öncü”lüğü ve basın desteğiyle sınıfsal ve (olduğu kadarıyla) ideolojik farkların üzeri örtüldü. İdeolojilerin ve dolayısıyla ideolojik bağlılıkların bittiğini iddia edenler sonuçta ya Alman devletine ya Türk devletine çoğu kez de sermaye enternasyonalizmi adına her iki devlete birden kapılandılar. Berlin Yabancılar Komisyonu sorumlularından Barbara John Türkiyeliler için “Merkez solda ve merkez sağda toplanıyorlar. Merkez sağ konsolosluğa, merkez sol Alman sosyal devletine bağlı” derken durumu Alman resmi çevrelerinin bakısına göre ama gerçekçi bir şekilde yorumluyor. (30)
Alman devletinin Türkiyeli göçmenlere bakışı – iktisadi sosyal veriler
Alman burjuvazisinin Türkiyeli göçmenlere bakışının 1998 yılından itibaren köklü bir şekilde değiştiğini söyleyebiliriz. O yıl kurulan SPD-Yeşiller koalisyon hükümeti Almanya’nın 1990’ların başında daha net bir karakter alan emperyalist dış politikasının ana hatlarını “cesurca” oluşturdular. Alman “Savunma” Politikası Yönergesi, 1990’ların başında oluşturulmuş ve Federal Ordu’ya dünya pazarları ve hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşılmasının sağlanması görevi verilmişti. (31) Bu politika ABD’ye karşı veya ABD’ye rağmen alınmış bir tavır değildi; bilakis ABD’nin batılı müttefiklerinden ısrarla talep ettiği bir düzenlemenin hayata geçirilmesiydi. ABD’nin eski FAC Büyükelçisi ve Yugoslavya “tecrübe”sine vakıf Richard Holbrooke kendisiyle kısa bir süre önce yapılan bir röportajda Avrupa’nın (Almanya diye de anlayabiliriz) önünde hala iki seçenek olduğunu söylüyor: Ya kendi içimizde düzeni sağladık, dünyanın geri kalanı bizi ilgilendirmiyor diyecek ya da ABD’nin peşine takılarak güvenlik ve istikrar bölgesini genişletecek. Avrupa ikinci şıkkı tercih ederse Avrupa bölgesinden güneye ve doğuya doğru harekete geçilmesi gerekecek. O zaman “Can alıcı sorunun yanıtlanması gerekiyor: Avrupa başka bir kültüre ve tarihsel mirasa sahip bir bölgede aktif roller alacak mı?” (32) Bütün belirleyici ilk adımları atmalarına rağmen Nazi kökenli şahsiyetlerin ve soğuk savaş uygulamalarının altında ezilen muhafazakarlar, sonuç alıcı adımları atmalarını mümkün kılacak bir toplumsal desteğe sahip değildiler. (33) Ancak “sol” kökenli “insan hakları”na duyarlı ve sosyalizme karşı savaşta sadakatlerini ispatlamış “modern sol”cular bu politikayı kitleleri felç ederek uygulayabilirdi. Ve uyguladılar da. Almanya’da yaşayan göçmenlerin ve bunların içinde en yüksek orana sahip Türkiyeli göçmenlerin önemi de Almanya’nın yeni Türkiye politikasıyla birlikte artıyor. Kendi petrolü olmayan Almanya’nın AB’de yapılması hedeflenen yapısal reformlarla birlikte artan Türkiye ilgisi başka bir yazının konusu. Ama dışarıda daha aktif bir politika oynamaya hazırlanan Almanya, 40 yıllık “misafir işçi” politikasını, göçmen kütleye müdahaleyi de öne çıkartan resmi “göçmen” politikasıyla değiştirirken, Alman vatandaşlığıyla birlikte göçmenlerin Almanya’ya sadakatini de artırmak istiyor. CDU güdümündeki Konrad Adenauer Vakfı’nın Almanya’daki çoğunluğu Sünni olan Türkiyeli göçmenler arasında yaptığı bir ankette “Libya ya da Irak saldırırsa Almanya’yı savunur musunuz?” (34) sorusunu sormasını ya da Hannover’deki Gazetecilik ve İletisim Bilimi Enstitüsü’nün Türk gazetecilere gönderdiği bir ankette mesleki soruların yanı sıra “Türk ile Alman hükümeti arasında bir ihtilaf var. Bu durumda sizce Genel Müdürlük hangi tarafa daha yakın durur? Redaksiyonunuz nerede bulunurdu? Kendiniz nerede bulunurdunuz?” (35) gibi soruların yer almasını bu kapsamda değerlendirmekte, abartmamak koşuluyla yarar var. Almanya’ya saldıracak (!) ülkelerin ABD ile sorunları olan ve petrol ihracatçısı ülkeler olduğunu da not edelim.
Almanya’nın göç politikasının içe dönük etkileri
Türkiyeli emek gücünün Almanya’ya gelişinin 41. yılında göçmenlerin yapısında da değişiklikler meydana geldi. Göçmenler ilk geldiklerinde “konuk işçi”ydiler; 70’li yıllarda “yabancı işçi” 80’li yılların ortasından 1995-96’ya kadar “yabancı hemşehri” oldular. Özellikle son yıllarda da (resmen) göçmen oldular. 2000 yılı kesin verilerine göre Almanya’da 2 milyon 844 bin 436’sı Alman vatandaşlığına geçmiş 10 milyonun üzerinde göçmen yaşıyor. Bunların 2.5 milyon kadarı Türkiyeli, içlerinden 570 bini de Alman vatandaşlığına geçmiş durumda. Alman vatandaşlığına geçmiş Türkiyeli göçmenlerin 350 ila 480 bini önümüzdeki Eylül ayında yapılacak genel seçimlerde oy kullanma hakkına sahip seçmen konumunda. (36) Bir araştırma sonucuna göre de Türk asıllı seçmenlerin yüzde 47’si kendisini Türkiye’ye bağlı hissediyor. (37) Konrad Adenauer Vakfı’nın yaptırdığı yukarıda bahsedilen araştırmanın sonuçlarına göre ise araştırmaya katılan Türkiyeli göçmenlerin sadece yüzde 10’u ekonomik durumunu kötü olarak nitelendirmiş, yüzde 60’ı mesleki ilerlemelerinden ve toplumsal statülerinden memnun veya çok memnun. Yüzde 80’i çocuklarının geleceğinden umutlu. Ama yine aynı “iyimser” Türkiyeliler’in yüzde 75’i kendilerine ikinci sınıf vatandaş / hemşehri muamelesi yapılmasından şikayetçiler. (38) Dört yıl boyunca evlilik ve vize kayıtlarının incelenmesiyle yapılan bir doktora çalışmasının sonuçlarına göre Almanya’da yaşayan Türkiye asıllı erkeklerin yarısından çoğu, eşlerini Türkiye’den getiriyorlar. (39) Yine 2.5 milyon Türkiyeli’nin 500 bini öğrenci. Bunlardan 30 binden fazlası da üniversiteye gidiyor. İlk ve orta dereceli okula giden Türkiyeli öğrencilerden 192 bin 996’sı isteğe bağlı olarak öğleden sonraları arkadaşlarıyla eğlenirken, Türkçe anadil derslerine devam ediyorlar. (40) Türkiyeli göçmenlerin 100 bin kadarı 60 yaşın üstünde. Ve Türkiyeli göçmenler arasında kanser vakaları son yıllarda hızla artıyor. Araştırmayı yürüten ekibin başkanı Bielefeld Üniversitesi’nden Hajo Zeep, “Türkler’in daha düşük sosyo ekonomik statüye sahip olmalarının bunda önemli rol oynadığını…” belirtiyor. (41)
Yukarıda sıralanan, bir kısmı birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen verilerin bir iç tutarlılığı olduğunu düşünüyorum. Bunu açıklamadan önce bir alıntı daha yapacağım. Haber Hürriyet’ten:
‘‘Almanya’da Türklerin yıllık net kazancının 10.5 milyar euro olduğu, Türkler’in Almanlar’dan (oran olarak 2 -DK) kat daha fazla tasarruf ettiği bu nedenle bankaların Türkler’in tasarruflarını çekmek icin yoğun bir çalışma başlattığı bildirildi…’’ (42)
Türkiyeli göçmenler para biriktirdikten sonra geri dönmek amacıyla Almanya’ya geldiler. Büyük işyerlerinde çalışanlar, toplu iş sözleşmelerine göre Alman işçileriyle aynı ücreti alırken; prim, çalışma şartları gibi konularda eşitsiz uygulamalara maruz kaldılar. Daha küçük kapitalist işletmelerde çalışanlar ise daha fazla eşitsizliğe maruz kaldı. Almanya koşullarında çalışıp Türkiye’de bıraktıkları yaşam koşullarından daha kötü şartlarda yaşadılar. ‘90’lı yıllara kadar rutubetli, kalorifersiz evlerde oturdular. Bu evlerin kiraları ortalama konutların kiralarına göre düşüktü; ama göçmenler orada oturmasa hiçbir Alman bu evlerde oturmayacağı için kiralar aslında fahişti. Çok küçük ve sağlıksız konutlarda ailenin birkaç kusağının bir arada oturması sayesinde tasarrufları -belli bir süre- bir elde topladılar. (43) Bu tutumun nedeni bazı liberal solcuların iddia ettiği gibi işçilerin paragöz olması değil, günümüzde bile süren yabancıya, hele ki çocuklu yabancıya ev kiralanmamasıdır. (44) İlk kuşak göçmenlerin insan onuruna yakışmayacak sağlık kontrollerinden geçirilerek Almanya’ya getirildiğini belirtmiştim. Geldiklerinde sağlıklı olan göçmenler en kötü işlerde çalıştırılıp, sağlıksız koşullarda yaşamak zorunda kaldıkları icin kanser vb. hastalıklarla boğuşuyorlar. K. Adenauer Vakfı’nın (partilere bağlı devlet destekli vakıfların araştırmaların sonuçları genellikle o anki politik iklime bağlıdır) yaptırdığı araştırmada ortaya cıkan veri temsili niteliğinin hatalı olduğu da göz önüne alarak değerlendirildiğinde birkaç sonuç çıkar:
- Göçmenler son doneme kadar o kadar kötü koşullar altında yaşamışlardır ki yaşam standartlarındaki her küçük olumlu adım büyük sevinç yaratmaktadır.
- Almanya’ya yerleşmeye karar vermiş, geleceğinden umutlu ama ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğünden şikayet eden kişi politik girdiye potansiyel olarak açıktır.
- Verilere temel oluşturan deneklerin Türkiyeli göçmenleri temsil etme niteliği TAM’ın işaret ettiği gibi “eksik”se o zaman da Hıristiyan Demokrat Parti’ye bağlı vakfın araştırmayı alışık oldukları bir çevrede yaptıklarını iddia edebiliriz: Yani (Türkiyeli) patronlar arasında…
Türkiyeli göçmen kitlesi 41 yıl içinde sınıfsal olarak da farklılaştı. TAM verilerine göre 1975 yılında Federal Almanya’da 100 olan Türkiyeliler’e ait işletme sayısı, 2000 yılı sonu rakamlarına göre 59 bin 500’e ulaştı. AB ülkelerinde ise TAM verilerine göre 80 bin 600 Türkiyeli patron var.
59 bin 500 işletme toplam 327 bin işçi çalıştırırken işletme başına 5.5 civarında işçi düşüyor. Gerek Almanya gerekse Türkiye ölçülerine göre çoğu küçük esnaf ayarında olan bu sermaye sahiplerinin az buçuk palazlanmıs olanları, Türkiyeli göçmen kütlesinin genel temsilcileri olma iddiası ile öne çıkmakta, çıkarılmaktadırlar. Karşılarında temsil iddiasında olan sınıfsal bir rakip olmamasına rağmen şimdilik sadece bir adım öndeler. Geriye kalan küçük sermaye sahiplerinin büyük bir kısmı lokanta ve dükkan / market sektöründe yoğun bir aile içi / dışı emek sömürüsü ile varlıklarını sürdürmeye çalışıyor. Bochum Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı, kentteki 800 işletmenin sahibinin Türk olduğunu söyleyerek bunlardan yüz ellisinin son bir yıl içerisinde kurulmuş işletmeler olduğunu belirtiyor. (45)
Ekonomi kuruluşları 2002 yılında II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük iflas dalgasını beklerken, büyüklü küçüklü 37 bin şirketin iflas edeceği tahmininde bulunuyorlar. (46) Gayrimenkullerde de icra yoluyla satışların rekor sayıya ulaştığı haberleri gazetelerde yer alıyor. (47) TAM ise 2015 yılında 120 bini Almanya’da olmak üzere Avrupa’da 160 bin Türk girişimci olacağını hesaplıyor. (48)
Bütün bu veriler, 2002 yılının Türkiyeli küçük girişimciler için “olumlu” geçeceğini gösteriyor. Bir kısmı iflas ederken, fabrikalardan çıkartılacak birçok Türkiyeli işçi, alacağı tazminat veya aile birikimleriyle iflas edenlerin yerini fazlasıyla doldurarak şansını bir de ticaretle deneyecek. Kriz artarken köşedeki Alman büfecinin yerine göçmen büfeciyi görecek olan ortalama bir Alman da başbakan adayı (belki 22 Eylül’de başbakan olacak) CSU’lu Stoiber’in “Yaklaşık 2 milyon ‘kayıtsız’, 4 milyon da resmi işsiz var. Bu durumda iş pazarı için yabancı işgücü göçüne ihtiyacımız yok” (CDU Kongresi, 4 Aralık 2001) sözlerini hatırlayacak…
İşsizlik bütün emekçiler için bir sorunken, güvenceli bir oturma iznine sahip olmayan göçmenler için daha büyük bir sorun. Yetersiz dil ve eğitim göçmenler için daha sık işsiz kalmak anlamına geliyor.
564 bin Türkiyeli’nin sigortalı bir işte çalıştığı Almanya’daki Türkiyeli göçmen topluluğu, emekçi kimliğini yoğun olarak koruyor. Yeşiller göçmenlerle ilgili görüşlerini, “vergi ödeyen (ABD’de olduğu gibi) siyasi kararlara katılır” diyerek açıklarken, “aslı dururken sahtesinde ne işim var” diyenler politik tercihlerine uygun olarak muhafazakar (sağ) partilerde de örgütleniyor. Türk solunun paralelindeki göçmen dernek ve federasyonları oldukça zayıflamış durumdalar. En “iddialı”ları SPD’nin -bitkisel hayattaki- gençlik örgütüyle işbirliği olanağı ararken, göçmen politikaları Almanya içindeki yerelliğe saplanıp kalmış durumda. Özellikle liberal solun bütün itirazlarına rağmen sağı ve soluyla (Kürt hareketi de dahil olmak üzere) Türkiye etkilenimli göçmen hareketi sıkıntılı bir dönem yaşıyor. Kürtlerin örgütlü olduğu YEKKOM’da yeni dönemde “ülkeye yönelik politikalardan” göçmenlerin yaşadığı ülkelere dönük politikalara geçiş aşamasında. Göçmen kitlesine bakışları acımayla -kimlik tartışmaları bağlamında- sevgisizlik arasında gidip gelen eski sol kadrolar “birikim”lerini Alman burjuva partilerinin “Türkiyeli”lere ayrılmış “kontenjan”larından bir mevki kapabilmek için cömertçe kullanıyorlar. Parlamentoda temsil edilen partiler icindeki ehven-i şer PDS’de, sol adına yer alanların önemli bir kısmının partinin “cüzzamlı”ları olan komünist gruplarda yer almadıklarını da ekleyeyim. Almanya’daki (Türkiye) sol(u) yıllardır politika hakkında sadece konuştu. Sol politika hakkında konuşmakla, sol politika yapmanın farklı şeyler olduğunu sosyalizm mücadelesinin ise örgütsüz yürütülemeyeceğini son yıllardaki pratik gösterdi.
Dipnotlar ve Kaynak
- Nermin (UNAT) Abadan, Batı Almanya’daki Türk İşçileri ve Sorunları, TC Başbakanlık DPT Yay., Ankara, 1964, S.7, s.36.
- a.g.y., s.49.
- a.g.y., s.61.
- a.g.y. s.70.
- Tayfun KELTEK, Vom auslaendischen Arbeitnehmenden zum Einwandernden-Veraenderungen der Lebenssituation, DGB Bildunswerk 04: “Migrationen aus der Türkei-im Einwanderungsland Deutschland”, s.42-43.
- Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM), Kısa Raporlar, www.uni-essen.de/yft/turkce.html
- Doğan ÖZGÜDEN, “Siyasal Göçmenlik Üzerine”, Yazın, 80, Mart 1998, s.8.
- “Federal Almanya’da Türkler (1961-1997)”, ZfT (TAM) Aktuel, 49, 1997, s.10.
- Günümüzde, mülkiyeti değiştirmekle birlikte faaliyeti süren en ünlü sabık “işçi şirketi” Kombassan’dır. Bkz. Güngör URAS, “Yurtdışındaki işçilerin paralarıyla kurulan holdinglerin çoğu yok oldu”, Milliyet, 3 Haziran 2002.
- Deniz KOROTEPE, “İstihbarat örgütü destekli vakıflar”, soL, 184, 17 Mayıs 2002, s.14-15.
- Ahmet KÜLAHÇI, “Sineye Çekmek”, Hürriyet-Avrupa Baskısı (AB), 12 Şubat 1997.
- Engin ERKİNER, Bugüne Yolculuk, Yazın Yay., İstanbul, 1997, s.160-162.
- “Bu durum doğal olarak politik nitelikli iltica olgusunun içeriğini zayıflatmakta ve hatta yozlaştırmaktadır… İltica başvurularının esas nedeni, geldikleri ülkelerin ekonomik ve siyasi koşullarından kaynaklanmaktadır… benzeri gerekçelerle, iltica taleplerinin reddedilmesinin hiçbir haklı gerekçesi olamaz.”, Mustafa PEKÖZ, Avrupa Birliği’nde Göçmenler – Almanya’da Türkler / Kürtler, Gün Yay., İstanbul, 2002, s.101.
- Almanya’daki Kürt hareketinden kastedilen PKK hareketidir. Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası, bölgeyi tamamen kontrolü altına alma amacındaki ABD’nin müttefikleriyle birlikte Irak’a saldırmasının ardından, ABD’nin verdiği desek sözüne güvenerek ayaklanan Iraklı Kürtler, Almanya’da yaşayan Irak ve kısmen Irak kökenli Kürtleri kısa bir süreliğine hareketlendirdiyse de, örgütlü oldukları kadarıyla, ne o zaman ne de sonrasında Türkiye Kürtler’le ortak bir mücadele içinde yer almadılar.
- Neonazi partisi NPD’nin Anayasa Mahkemesi’nde görülen kapatma davası sırasında ortaya çıkan skandala göre, birçok kundaklama eyleminin sorumluları da dahil olmak üzere yüzlerce NPD üyesi (bir kısmı üst kademe yöneticisi) yıllardır iç istihbarat örgütü VS’ye köstebeklik yapıyor. 25 Mart 2002 tarihinde ARD televizyonunda yayımlanan bir program, 1992 yılında Rostock’ta kundaklanan sığınmacılar yurduna böyle bir eylemin yapılacağını, polisin çok önceden bildiğini gösteriyordu.
- Alman Anayasası’nın 116.maddesi Alman asıllı göçmenlere çifte vatandaşlığı otomatik olarak tanıyor. Anne ve babasından biri Alman olan çocuklar da çifte vatandaşlık hakkına sahipler.
- 2000 yılına kadar geçerli olan Alman vatandaşlık kanunu Almanya dışında yaşarken başka bir ülkenin vatandaşlığını alan Alman vatandaşlarının vatandaşlıktan çıkarılmasını öngörürken, Almanya’da ikamet eden başka bir ülke vatandaşlığına geçme durumunu düzeltememişti. Bu yasal boşluktan yararlanarak, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkanlar, Alman vatandaşlığını alır almaz, son çıkış işlemlerini yapmaları gereken Türk konsolosluklarında, Türk vatandaşlığına geçiş işlemlerini de başlatıyordu. Çoğu durumda, aksi belirtilmedikçe bu işlemler, çıkış işlemleri sırasında atılan bir imza ile konsolosluklar tarafından otomatik olarak yapılıyordu.
- a.g.y. s. 53.
- Nicolas SPULBER The Soviet Economy NortonCompany 1962 s. 196.
- Tom BOTTOMORE a.g.y. s. 54.
- a.g.y. s. 54.
- Mihail GORBAÇOV a.g.y. s. 119-120.
- Bu yaklaşımın en belirgin örneği Oscar Lange’nin geliştirdiği “piyasa sosyalizmi” modeli…