Tarımsal yapıların kapitalistleşmesi çok genel olarak iki başlık altında incelenebilir. Kapitalizm koşullarında, tarımda kapitalist üretim tarzının kendisinden önceki üretim tarzlarını dönüştürmesi veya tasfiye etmesi ilk akla gelen başlıktır herhalde. Ama hep “bir kez ortaya çıkan kapitalizm”den söz ettiğimiz bugünkü şartlarda, kapitalizmin ilk anda nasıl ortaya çıktığı ve dünya üzerinde tarımsal yapıları ilk anda nasıl dönüştürdüğü de atlanmaması gereken bir başlıktır.
Bize ne, olmuş bir kere, diyenler olabilir. Ancak bu netameli tartışmanın bugüne etkileri ihmal edilemeyecek kadar fazla.
Çünkü ebedi bir sistem olarak vazedilen kapitalizm, ortaya çıkışına dair efsanelerin yarattığı sis perdesinden gayet iyi faydalanıyor. Kapitalizm hem ebedi hem de ezeli bir sistem olarak pazarlanmaya çalışılıyor. Neredeyse kapitalizmin ilk insandan bu yana varolduğuna inanmamız bekleniyor.
Elbette kimse çıkıp açıkça “Adem babamızdan bu yana kapitalist sistemle yaşı-yoruz” diyecek kadar enayi değil. Ama tarihten iktisada kadar farklı disiplinlerde bilimsel iddia taşıyan dergilerden ders kitaplarına oldukça yaygın bir şekilde dillendirilen tezlerle aslında hep aynı hikaye anlatılıyor: İnsan doğasına en uygun sistem olarak kapitalizm yüzlerce yıl boyunca kendisinin serbest kalmasını sağlayacak uygun şartları bekliyor.
Bu hikayeye göre, insanlar ellerine geçen ilk fırsatta kapitalist bir güdüyle hareket ediyorlar. Bir başka deyişle, kapitalist güdü insan doğasının ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor. Bu durumda, dünyayı değiştirmeye, kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışanlar, aslında insanın doğasına ters, olanaksız bir projeyi hayata geçirmeye çalışırken akıntıya karşı kürek çekiyorlar.
Hem nasıl olsa, reel sosyalizmin çözülüşü de bu teze güçlü bir kanıt oluşturmuyor mu? Kitabi bir sistem olarak sosyalizm, insan doğasıyla uyumlu, “tabii” kapitalizme karşı kaybetmedi mi?
Marx susunca liberaller mi konuşur?
Kapitalizmin ortaya çıkışının insan doğasıyla olan ilişkisini kurmanın en kolay yolu, tarihi tartışmasız olarak kapitalizm öncesine uzanan “ticaret”ten geçer. Kapitalizmin kökenlerini açıklamak için çokça başvurulan iddia, ticaretin yaygınlaşarak belirleyici hale gelip işbölümünü yarattığıdır:
“Sayısız yararları olan işbölümü, bu işbölümünün yol açacağı genel zenginliği önceden gören ve ona doğru yönlenen bir insan hikmetinin sonucu değildi; aslında insan doğasının bilinen bir eğiliminin çok yavaş ilerlemesine rağmen gerekli ve adım adım ortaya çıkan sonucuydu: Değiş tokuş, takas ve trampa etme eğilimi.”1
İnsanoğlu işbölümünün yaratacağı zenginliği görecek bir hikmete sahip değildir ama ticarete yatkın doğası adım adım gelişmiş, işbölümünü doğurmuştur. Zaten işbölümünün derecesi de pazarın boyutları ve gelişkinliğiyle doğru orantılıdır.
“Trampa etmenin etkisi işbölümüne yol açıyorsa, bu işbölümünün derecesi bu etkinin boyutları ile sınırlıdır. Bir başka deyişle, işbölümünün boyutlarını pazarın boyutları belirler.”2
Pazar genişledikçe işbölümü derinleşecek, işbölümünün derinleşmesine üretim araçlarının teknolojik olarak gelişmesi eşlik edecektir. İşbölümünün derinleşmesi üretkenlikte bir artışa yol açacağından, ticari gelişme ile teknolojik ilerleme arasındaki ilişki de kurulmuştur. Kapitalizm ticaret ile tanımlanan bu sürecin son noktası, ticaretin yoğun olarak gerçekleştiği kentler de kapitalizmin doğum yerleridir. Bu modelde “ucuza alıp pahalıya satmak” şeklinde özetlenebilecek amacıyla geleneksel ticaret, kapitalist ticaret ve birikimden çok da farklı değildir.
Tarihi kapitalizm öncesine dayanan ticaret ilerlemeyi açıklamanın en kolay yollarından biriydi ve bu klasik ve jenerik ticaret modeli sayısız liberal tarih modeline kaynaklık etti.
Ancak modelin gücü, yalnızca, sayısız modifikasyonla da olsa, liberal modellerde yaygın olarak kullanılmasından değil, marksist modellerin de önemli bir kısmını etkilemiş olmasından kaynaklanıyor.
Marx’ın kapitalist hareket yasalarının geçerli olduğu duruma, kapitalist üretim tarzının hakim üretim tarzı olduğu döneme yoğunlaşmış olması, eserlerinde kapitalizm öncesi üretim tarzları hakkındaki doğrudan yorumların sayısının azlığı, bu boşluğun “kötüye kullanılmasına” yol açtı. Boşluğu doldurmaya yönelik denemeler arasında, elbette ilkel haliyle değil ama, temel bir tez olarak ticaretin dönüştürücü gücüne vurgu yaparak klasik liberal modelden etkilenen marksistlerin yapıtları da vardı.
Ancak marksizmin ustalarının tarihin ilerleme dinamikleri hakkında yeterince yazmamış olduklarını söylemek büyük bir haksızlık olur. Marksizmin genel ilkelerinin kapitalizm öncesi üretim tarzlarının dönüşümünün incelenmesi sırasında uygulanmasının önünde bir engel bulunmuyor. Bu boşlukları liberal modellerden alıntılarla doldurmaya çalışanların marksizmle ilişkisini sorgulamak gerekiyor.
Sınıfların ortaya çıkışından bu yana bütün tarihsel dönemler için ortak yan sömürüdür. Sınıflı toplumların başlangıcından bu yana çeşitli üretim tarzları ara-sındaki farklılıklar ise artı-emeğin fiili üreticisinden nasıl sızdırıldığıyla ilgilidir.
Kapitalist üretim tarzında artı-emeğin işçiden sızdırılması için, pazarda özgür emekçi ile burjuvazinin karşı karşıya gelmesi gerekir. Kapitalist üretim tarzı bir kez gözlenmeye başladıktan sonra kapitalist ile işçinin karşılaşması rastlantısallıktan kurtulur; emek gücü ile emek araçları arasındaki ayrılığı bizzat yeniden üreten ve bu yolla emekçiyi yaşamak için emek gücünü satmak zorunda bırakan yine kapitalist üretim tarzıdır.
Kapitalist üretim tarzının bir kez ortaya çıktıktan sonra kendi sürekliliğini nasıl sağladığı açık olsa da, bu üretim tarzı için gerekli olan sermayenin ve özgür emekçinin ortaya çıkışı aynı kapitalist hareket yasaları ile açıklanamaz. Çok basit bir nedenle; çünkü ortada kapitalist üretim tarzı yoktur.
Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin nasıl çözüldüğü, kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı tartışılırken en fazla dikkat edilmesi gereken nokta, dünya üzerinde herhangi bir yerde kapitalizmin varolduğu koşullarla karıştırmamak şartıyla, budur.
“… doğa, bir yanda para ya da meta sahibi, öte yanda emek gücünden başka bir şeyi olmayan insanlar üretmiyor. Bu ilişkinin doğal bir temeli olmadığı gibi, bütün tarihsel dönemler için ortak bir toplumsal yanı da yoktur. Bunun, geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu ve çeşitli ekonomik devrimler ile bir dizi eski toplumsal üretim biçimlerinin yok olup gitmesinin bir ürünü olduğu açık bir şeydir.”3
Bu ilişki biçimi yalnızca kapitalizme özgü, hareket yasaları da yalnızca aynı dönem için açıklayıcıdır. Marx, kapitalist sistemin özgür emekçi ve sermayenin varlığını öngörmesi ile ortaya çıkan zorluğu “ilk birikim” veya “ilkel birikim” olarak adlandırdığı sürecin kendine özgü dinamiklerini kullanarak aşar. Bu süreç bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürürken, öte yandan doğrudan üreticileri üretim araçlarından ayırarak ücretli ve özgür emekçilere dönüştürür.
Doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrılması öncelikle kapitalizm öncesi tarımsal yapıların çözülüşü anlamına gelmektedir. Bu süreçte, toprağa ve toprağın beyine bağlı ama geçim araçlarına sahip olan emekçinin bağımlılık ilişkisi, küçük toprak sahipliği veya kiracılığı, şatolarda veya saraylarda hizmetkarlık ve uşaklığı içeren çeşitli tiplerde himaye ilişkileri ve kentte de emekçinin üretim aletlerine sahip olabildiği zanaatkarlık tipi lonca ilişkileri çözülür.
Ama Marx bir konu hakkında sessiz kalmayı yeğler: Bu çözülme sürecini başlatan asli tetikleyici olgu nedir? Ne olmuştur da İngiltere başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinde feodal üretim ilişkileri çözülmeye başlamıştır? Kapitalistleşme sürecine daha geç giren ülkeler için “asli tetikleyici”nin ne olduğu konusunda sürdürülecek olan tartışma, kapitalist bir ülke veya ülkelerin varlığında, nispeten daha kolaydır. Çünkü kapitalizm, tüm hareket yasalarıyla artık vardır.
Marx, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin iç dinamiklerine ancak kapitalizmin ön koşullarını açıkladıkları ölçüde ilgi gösterir. Ancak kalan başlıkların incelenmesi için marksistlerin elinde Marx’ın eşsiz yöntemi bulunmaktadır.
Bir çözücü faktör olarak para
Burjuvazinin ilk birikimi yorumlayışı tam anlamıyla retrospektif bir inşa sürecidir. Bu tarih dışı yorum, birikimlerini doğru kullanan geleceğin kapitalistinin, sermayesini kendi kendisine yaratmasının hikayesidir aslında. Bu “tarih”te sermaye-nin oluşumu ve gelişimi aynı sürecin parçasıdır. Marksizm ise bu retrospektif inşanın yerine gerçek tarihi koyar; kurgunun ve efsanenin yerini kapitalizmin hareket yasalarının ön koşullarının tarih içerisinde geçmişe doğru takibi alır.
Sürecin sermaye ile özgür emekçiyi karşı karşıya bırakan bir pazar mekanizması ile sonuçlanacağı bilinmektedir. Öyleyse yapılması gereken, sermaye ile özgür emekçiyi ortaya çıkaran tarihsel süreçleri ve bu iki sürecin birbirleriyle olan ilişki-lerini ve etkileşimlerini açığa çıkarmaktır.
“Sermayenin ilk oluşumu, bazen sanıldığı gibi, sermayenin, temel hayati gereksinimleri, iş aletlerini ve hammaddeleri, kısacası topraktan kopmuş ve insan emeği tarafından can verilmiş emeğin nesnel koşullarını biriktirmesiyle vuku bulmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu, eski üretim tarzının çözülmesinin tarihsel sürecinin parasal servet biçiminde varolan değere bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alma, öte yandan artık özgür olan emekçilerin canlı emeğini para karşılığında değişme olanağını sağlamasıyla gerçekleşir. Bütün bu öğeler zaten mevcuttur; bunları ayrıştıran tarihsel bir çözülme sürecidir ve paranın sermayeye dönüşmesini sağlayan da budur. Para, bu sürece güçlü bir çözücü etmen olarak girerek ve böylece kaz gibi yolunmuş, nesnesiz özgür emekçilerin yaratılmasına yardımcı olarak dahil olur; fakat bu elbette emekçilerin varlıklarının nesnel koşullarının yaratılmasıyla değil, tersine bu koşullardan ayrılmalarının, mülksüzleştirilmelerinin hızlandırılmasıyla gerçekleşir.”4
Emekçiyi üretim araçlarından koparıp özgürleştiren süreç ile sermayenin ilk oluşumu aslında farklı iki süreçtir. Bir başka deyişle kapitalist üretim tarzının iki ana öğesi aynı sürecin iki farklı sonucu olarak ortaya çıkmaz.
Ama eğer kapitalizmin doğuşundan bahsediyorsak, bu iki sürecin aynı tarihsel dönemde gerçekleşmesinin zorunlu olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu iki öğenin, kapitalizm öncesinde, tarihin farklı dönemlerinde değişik zamanlarda açığa çıkmış olması ama yeni bir üretim tarzının oluşumuna yol verememesi bu önermeyi destekliyor.5
Dünya üzerinde kapitalist üretim tarzının ilk kez gözlendiği ülke olan İngiltere’de, eski üretim biçimlerinin ve dolayısıyla emekçinin emeğin nesnel koşullarıyla olan ilişkilerinin çözülme çağı, parasal servetin yeterli ölçüde gelişmiş bulunduğu çağdır da.
Ancak çözülmeyi hızlandıran koşullar, parasal servetin de büyümesini çabuklaştırmaktadır. Aynı tarihsellik farklı iki sürece öylesine etkilerde bulunmuştur ki, bu iki sürecin sonuçları kapitalist üretim tarzının temel öğelerini oluşturmuştur.
Parasal servetin çözücü etkisi bir üretim tarzından diğerine geçişi kışkırtmaktan acizdir; eski üretim tarzının yerini neyin alacağı ticarete değil, eski üretim tarzının niteliklerine bağlıdır.
Diyalektik ilişkinin belki de mükemmel bir örneği olan bu tarihsel bütünün içerisinde sürecin aktif bir öğesi, yine aynı süreç sayesinde nihai haline kavuşur; parasal servet çözülmeyi hızlandırırken, çözülmenin sonucunda ortaya çıkanları bir araya getirerek sermayeye dönüşecektir.
Ama dünya üzerinde kapitalist üretim tarzı bir kez görüldükten, kapitalist hareket yasaları bir coğrafyada hakimiyetini ilan ettikten sonra, “çözülme ve bir araya gelme” ile tanımlanan bütünlük değişip farklı bir noktaya evrilir. Bu yeni bütünlüğün parçaları, temel bütün-parça ilişkisinin değişmemesi kaydıyla, aynı yeni bütünün yasalarına tabidirler artık. İşte bu yeni toplumsal formasyonda kapitalist üretim tarzının belirleyiciliği tartışılmazdır.
Ancak sermayenin oluşumundan önce, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin çözülüşünde paranın rolünü hızlandırıcı bir etmen olarak saptamak, çözülüşün asli faktörü nedir sorusunu yanıtlamamaktadır. Tersine, bu yargı sorunu aslında biraz daha karmaşıklaştırır.
Halen yanıtlanmamış olan bu soruya verilecek en kolaycı yanıt bizi feodal sistemin dışına götürür.
“… feodal sistem içsel olan hiçbir temel güç içermemektedir ve – temel yapısını etkilemeyen sarsılmalar ve krizlerden farklı olan – gerçek bir gelişme ortaya çıktığı zaman da itici güç sistemin dışında aranmalıdır.”6
Feodal sistemin içsel olan hiçbir temel güç içermemesi yargısı feodal üretim tarzında kapitalizmden farklı olarak pazar için değil kullanım için üretim yapılıyor olmasına dayanır. Ticaretin feodalizmin çöküşündeki temel neden oluşu yönündeki geleneksel liberal tez de marksizmle işte böyle buluşur. İnsandaki doğal ticari eğilimlerin bir para ekonomisi yaratıp işbölümünü derinleştirerek feodalizmin çözülüşünü ve kapitalizmin yükselişini sağladığı doğrultusundaki klasik iddia fazlasıyla basit bulunmuş olacak ki bu liberal tez marksizmden ödünç alınan kavramlarla karmaşıklaştırılıp tekrar pazarlanır.
İddiaya göre, ticaret, özellikle de uzun mesafe üzerinden ticaret, feodalizmden bağımsız ve ona dışsal bir faktör olarak kendi başına kararlı ve dural bir sistemin çözülmesini sağlayan temel etmendir.
Ancak feodalizmde pazar için üretim yapılmaması, onu kapitalizmle kıyaslandığında görece kararlı ve dural kılsa da kapitalizm öncesi üretim biçimlerin-de kullanım için üretim yapılıyor olması aynı üretim biçimlerinin sınıflı toplum-ların genel özelliklerinden azade oldukları anlamına gelmez.
Sınıflı toplumlarda sömürenlerle sömürülenler arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve bu sınıflar arasındaki mücadelenin dönüştürücü gücü asla unutulmamalıdır.
Dönemin Avrupası’nda dış ticaret gerçekten de parasal servetin birikiminde önemli bir rol oynamıştır. Ancak bu birikimin feodalizmin çözülüşü üzerindeki etkisi hızlandırıcılıkla sınırlıdır.
Hatta, bu ticaret, parasal servetin birikiminin tek yöntemi de değildir. Aynı dönemde ticaret kadar, tefecilik, kente özgü faaliyetler ve tüm bunlarla birlikte ortaya çıkan devlet maliyesi de servet birikiminde önemli roller oynamıştır.
Ayrıca, ticaretin kapitalizmle olan ilişkisinin de her zaman tek yönlü ve boyutlu olduğu sanılmamalıdır. Sanayi sermayesinin belirli bir güce ulaşmasından sonra, tüccarlar ile sanayi sermayesi arasındaki mücadele unutulmamalıdır; ticaret kapitalizmin erken dönemlerinde bu defa gelişimin önünde bir engel işlevi görmüştür.
Ancak bu “ticaret” ile feodal üretim tarzında gözlenen ticaret yapısal olarak birbirinden çok farklıdır. Çünkü artık kapitalizmin hareket yasaları geçerlidir ve ticaret artık kapitalist pazara ait bir kavramdır.
Marksistler her sıkıştıklarında dış dinamik aramak kolaycılığından uzak durmalıdır. Dış dinamik arayışı marksistleri kapitalizmin doğuşunu ve kökenlerini araştırırken liberal tezlerle yan yana getirirken, farklı gündemlerde, örneğin güncel tartışmalarda başka sapmalara yol açabilmektedir.7
Bu konuda bir diğer kolaycılık ise hiç şüphesiz dış ve iç dinamiklerin karşılıklı etkileşiminden dem vurmaktır. Bir gelişmenin nedeni olarak dış ve iç dinamiklerin karşılıklı etkileşimini göstermek her durumda tartışmasız doğru bir tavırdır. Her durumda tartışmasız doğru olduğu için de aslında bize inceleme konusu olgu hakkında hiçbir şey söylememektedir. Dış ve iç dinamiklerin etkileşiminin iç yapısı ve bu yapıyı oluşturan ve belirleyen parametreler hakkında aydınlatıcı bilgiler verilmediği sürece de bir şey söylemeyecektir.
Bireyler ve sınıflar yaşam savaşında
Tarihin herhangi bir dönemi için, farklılaşan ticari eğilimlerin veya göç, salgın hastalıklar, savaş gibi nüfusta hızlı oynamalara yol açabilen olguların, üretici güçlerin gelişiminde ve toplumsal bölüşümün niteliğinde gözlenebilecek değişikliklere etkisi ancak dönemin üretim ilişkileriyle ve sınıfsal güç dengesi ile birlikte incelendiğinde tam olarak saptanabilir.
Farklı üretim ilişkilerinin geçerli olduğu dönemlerde benzer demografik ve ticari eğilimler çok farklı sonuçlar doğurabilir.
Öyleyse, sınıflı toplumlarda gözlenecek uzun vadeli gelişmelerin nedenleri öncelikle üretim ilişkilerinde ve sınıfsal yapının özelliklerinde aranmalıdır. Feodalizmin çözülüşü ve kapitalizmin dünya üzerinde ilk kez ortaya çıkışı da istisna değildir.
Elbette bu söylenen, nüfustaki değişikliklerin ve ticaretin feodalizmin çözülüşünde bir etkisinin olmadığı anlamına gelmemektedir. Ancak bu etkinin sınırlarının üretim ilişkileri tarafından belirlendiği, bu gelişmelerin sınıflar mücadelesinin asli motoru olmadıkları ama bir parametre olarak bu mücadelelere dahil oldukları unutulmamalıdır.
Örneğin, feodalizm gibi üretici güçlerin gelişme hızının oldukça sınırlı olduğu bir sistemde nüfustaki ani artışın gelir bölüşümüne etkisi, sınıfların verili güç dengeleri bilinmeden yorumlanamaz. Sömüren sınıfın güçlü olduğu bir konjonktürde nüfus artışı sömürenlerin üretimden daha da fazla pay almasına yol açarken, sömürülenlerin görece ağır bastığı bir dönemde ise bu defa sömürülenlerin paylarını göreli olarak artırmaları mümkün olabilir.8
Kapitalizm öncesi üretim tarzları, kapitalizmden, emekçilerin üretim araçlarından kopmamış olmasıyla ayrılır. Zaten kapitalizmin doğuşunu hazırlayan temel öğelerden birisinin üretim araçlarından kopmuş özgür emekçi olduğu hatırlanacaktır.
Ancak doğrudan üreticinin üretim araçlarından kopmamış olması, artı-ürüne el koyma biçimini ve dolayısıyla sınıfsal ilişkileri belirlemektedir. Yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak zorunda olmayan üreticiden artı-emeği sızdırmanın iktisadi bir yolu yoktur; egemen sınıf sömürebilmek için ekonomi dışı bir zor uygulamak zorundadır.
Bu üretim ilişkisi, Batı Avrupa’da hakim sınıf olarak feodal lordların her birinin kendi bölgelerinde siyasi, askeri ve ekonomik olarak kendi kendine yeten birimler olarak örgütlenmesine yol açmıştır. Sömürebilmek, dolayısıyla varlığını sürdürebilmek için siyasi ve askeri güce ihtiyaç duyan lordlar, bu ihtiyacın sürekliliği nedeniyle kendi kendilerine yeten yapılar oluşturmak zorunda kalmıştır. Sınıflar haritasının öbür tarafında bulunan köylülerse, yaşamlarının güvencesi olan mülkiyet haklarına sahip çıkmaya çalışmaktadırlar.
Ama lordların her birinin kendi otonom bölgesine sahip olması aralarında bir rekabetin doğmasını kaçınılmaz kılacak ve bu rekabet, arada kalan ve sonuçta bir lorda “sığınmak” zorunda kalan köylünün toprak üzerindeki mülkiyet haklarına zarar vermeye başlayacaktır.
Elbette bu rekabetin lordların bir sınıf olarak örgütlenmesinin önünde zaman zaman bir engel oluşturduğu da unutulmamalıdır. Fakat lordların hakim bir sınıf olarak örgütlenmesinin tek yolu köylüler üzerinde siyasi, askeri, hukuki veya dinsel bir baskı uygulayabilmeleridir; ekonomi dışı zor, sınıfsal bir ön koşul, bir varoluş sorunudur.
Öyleyse, feodal üretim tarzında köylüler kendilerinin ve ailelerinin varlığını sürdürmek amacıyla bir geçim ekonomisi yaratmaya, hakim sınıf olarak kendilerini yeniden üretmeye çalışan lordlar da ekonomi dışı zor aracılığıyla artı-emek sömürüsünü sürdürmeye çalışmaktadır.
Sınıflar mücadelesi, yalnızca feodalizmde değil kapitalizm koşullarında da sınıfların kendilerini yeniden üretmek için verdikleri yaşam savaşıdır, bir varolma mücadelesidir.
Bu varolma mücadelesinin elbette nesnel sınırları vardır. Örneğin lordlar, köylülerin ürettiklerinden daha fazlasını sömüremez. Ancak bu nesnel olgu, lordların sömürüsünün, yine sömürüyle ilgili sonuçları olacak siyasi motivasyonlarının önemini azaltmaz; lord köylüyü daha fazla sömürdükçe hem köylüye hem de rakip lorda karşı pozisyonunu güçlendirecektir.
Köylülerin toprağa ve üretim araçlarına kapitalizmde olduğu gibi bir pazar aracılığıyla ulaşmamaları, emeğin nesnel koşullarının pazardan bağımsız olarak sağlanabiliyor olması, köylüleri pazarın rekabetçi ve görece geliştirici gücünden azade kılıp yalnızca yaşamlarını sürdürmek için üretmeye yönlendirirken, lordlar da kendi bölgelerinde köylülerin artı-ürününe doğrudan el koyabildiklerinden, yine pazarın ekonomik baskısını hissetmemektedir.
Ama ticaretin beslediği lüks tüketim ve askeri harcamalar lordları üretimi artırmak için sıkıştırdığında, dönemin hakim sınıfının daha yoğun emek kullanımını zorlamaktan başka şansı yoktur; nispi artı-emek sömürüsünün yalnızca kapitalist üretim tarzı için geçerli olduğu asla unutulmamalı, lordların bu çabasının köylü topluluklarının gücü tarafından sınırlanacağı da hatırlanmalıdır. İnsanlık, üretkenlikteki devasa bir artış için kapitalizmi beklemek zorundadır.
Kapitalizm öncesi tüm üretim biçimleri için ortak olan bu şartlarda, ekonomik gelişim, ürünün yaratılmasına değil bölüşümüne konsantre olur. Üretkenlikte hissedilir artışların gözlenmediği bir dönemde varolan pastanın nasıl paylaşılacağı daha da önem kazanır. Bu durum hem hakim sınıfın içindeki çekişme ve rekabeti körükler hem de aynı sınıfın köylülere uyguladığı baskının artmasına neden olur. Her iki sürecin ortak sonucu lordun askeri ve siyasi gücünü artırmak zorunda kalmasıdır. Ancak bu gelişme çelişik bir şekilde lordun masraflarının da artmasına yol açacaktır.
Ama hakim sınıfın bir üyesi olarak lordun gücünü artırmasının yolları daha fazla asker istihdam etmek gibi nicel yöntemlerle sınırlı değildir. Köylülerin doğal olarak artan baskıya direnmeleri, hem daha gelişkin askeri ve siyasi örgütlenme biçimlerini gerekli hale getirir hem de feodal sınıfın iç örgütlenmesinin dönüşmesini sağlar. Sınıflar mücadelesi, köylüye karşı mülkiyet haklarını ve sınıf içi rekabeti yasal bir çerçeveye oturtmayı zorunlu kılar.
Fakat feodalizm her durumda bir bölüşüm sorunu yaşamak zorunda değildir. Örneğin, hâlâ bakir toprakların varolduğu durumlarda, basitçe o topraklara doğru yayılan sistem bu sorunu erteleyebilir. Ancak sistemin sınıflar mücadelesinin belirlediği eğilimi değişmemektedir; iç organizasyonunu nitel ve nicel olarak yetkinleştiremeyen sınıf, sınıflar mücadelesinde ağırlığını kaybetmeye başlar.
Bu olgunun ekonomi ile ilişkisi asla gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü bu süreç aslında artı-ürüne el koymanın, dolayısıyla dolaşımın, köylünün ürettiği ürünün bölüşümünün ve tüketiminin hikayesidir.
Ticaretle feodalizm arasındaki ilişki de bu bağlamda okunabilir; ticaret egemen sınıfın, sınıflar mücadelesinden kaynaklanan ihtiyaçlarını karşılamak üzere gelişmiştir. Lüks tüketimi ihmal etmemek kaydıyla, askeri ihtiyaçlar ticaretin şekillenmesinde ve kentlerdeki zanaatkar tipi üretimin gelişmesinde önemli roller oynamıştır. Egemen sınıfın artan tüketimi günlük birtakım zevklerle açıklanamaz. Üstyapı kurumlarına dair ihtiyaçlar incelenirken de bu ihtiyaçların artı-emek sömürüsüyle ilişkisi kurulmalıdır. Sınıflar mücadelesinin zorunlulukları ve artan siyasi ve askeri giderler lordların zamanla değişen tüketim kalıplarını belirlemiştir.
Sınıflar mücadelesi ve devlet
Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde üretici güçlerin gelişme hızının düşük olması evrensel bir olgu ise, bu sınırlamanın çizdiği çerçevede bir sınıf olarak kendilerini yeniden üretmeye çalışan egemen sınıflar ile üreticiler arasında süren mücadelenin evrensel olarak benzer sonuçlar doğurması gerekmez miydi? Başka bir deyişle, kapitalizm öncesi üretim biçimleri için evrensel olarak geçerli bir dinamikten söz ediyorsak, dünyada farklı kapitalistleşme yolları niye belirdi?
Bırakalım farklı iktisadi temelleri, aynı iktisadi temel dahi sayısız farklı deneyimsel durumlar, coğrafi ve iklimsel etkiler, ırksal ilişkiler, tarihi olgular nedeniyle çok farklı sonuçlar doğurabilir. Kapitalizm öncesi üretim biçimleri için üretici güçlerin gelişme hızının düşüklüğü, artı-emek sömürüsünün ekonomi dışı yollarla gerçekleşme zorunluluğu ortak noktaları oluştursa da, üretici güçlerin gelişme hızının değişik bölgelerde sayısız nedenle farklılık göstermesi, merkezi devlet iktidarının toprak mülkiyetini elinde tuttuğu örneklerde görüldüğü gibi artı-emek sömürüsünün gerçekleşmesinin ayrıksı yöntemlerinin tarihsel olarak varolması, toplumların aynı yollardan, aynı zamanlarda ilerlemesini engelledi.
Temel-üstyapı ilişkilerindeki bu zenginlik, tarihteki sınıflar mücadelelerinin zengin ve renkli biçimlerini de anlaşılır kılar.
Diğer kıtalar bir yana, aralarındaki farklar nispeten az olsa da, Batı Avrupa ülkeleri dahi farklı kapitalistleşme yolları izlemiştir.
Ama bu ayrım yalnızca gelişmenin başlangıç noktası için geçerli değildir. İngiltere’deki sınıflar mücadelesi, ülkeyi dünya üzerinde kapitalistleşme yoluna ilk giren ülke yaparken yalnızca İngiltere’yi değil dünyayı da değiştirmiştir.
Eşitsiz gelişim, dünya üzerindeki yapılarda gözlenen zamansal farklılıklardan ya da gecikmişliklerden ibaret değildir; sistemlerin farklı yollarda aynı anda ilerlemesinin, farklı zamansallıkların aynı tarihsel zaman içinde varolabilmesinin, gecikmiş yapıların erken gelişmiş olanlarla karşılıklı ilişkilerinin de formülasyonudur.
İngiltere bir kez kapitalistleşme yoluna girdikten sonra kıtadaki en yakın rakibi Fransa’nın bile aynı gelişim çizgisini izlemesi, gelişkin İngiltere’nin yanı başında olması nedeniyle, artık mümkün değildir. Aynı olgu, kapitalist Batı Avrupa’nın varlığında elbette Doğu Avrupa ve peşinden Türkiye gibi ülkeler için de geçerli olacaktır.
Bu saptama tabii ki gelişim çizgileri kesinlikle farklı olacaktır şeklinde okunamaz. Evrensel birtakım dinamiklerin saptanabildiği, genel soyutlamaların yapılabildiği bir durumda iki farklı ülkenin bazı anlarda, sebepleri saptanabilen benzer gelişim eğilimleri göstermesi niye sürpriz olsun; amaç, bu benzerlik ve ayrım noktalarının nereden kaynaklandığını, beraber nasıl varolabildiklerini çözümlemek olmalıdır.
Hem, gecikmiş yapıların gelişkin olanlardan “öğrenebildikleri” de unutulmamalıdır. Türkiye gibi ülkelerin gelişkin yapıları aynen transfer etmeleri çok bilinen bir örnektir.
Temel-üstyapı ilişkilerindeki zenginlik şaşırtıcı gelişmelere de kapı aralamaktadır; İngiltere gibi ekonomik olarak “geri” görünen bir ülke, askeri, siyasi ve hukuki bağlamlarda gelişkin bir sınıfsal organizasyona sahip olmasından dolayı, ekonomik olarak daha “ileri” bir ülke olan Fransa’dan daha önce kapitalistleşme yoluna girebilmiştir.9
Bu tarihsel olgu, ideolojik ve siyasi parametrelerden soyutlanmış nesnel ekonomik göstergelerin bir ülkenin gelişkinliği hakkında yeterince fikir vermediğini göstermektedir. Yalnızca kapitalizm öncesi üretim tarzlarında değil, kapitalizm koşullarında da gelişkinlik paradigması, ekonomi ile iktisadi temel üzerinde yükselen ideolojik ve siyasi kurumların birlikte incelenmesiyle açıklanabilir.
İngiltere kıta Avrupası’yla arasındaki farkı salt ekonomik alanda değil, siyasi alanda da açacaktır. Ancak bu gelişmeler de hiçbir durumda salt siyasi değildir.
“İngiltere’de güçlü bir monarşik devletin yükselişi ‘yalnızca siyasi’ bir geliş-menin göstergesi değil, aynı zamanda ekonomik alanda en etkili ‘birikim’i mümkün kılan sosyal sınıfsal ilişkilerin de inşasıdır.”10
Güçlü monarşik devlet, sınıflar mücadelesinde egemenlerin hanesine yazılmış önemli bir başarıdır. İngiltere’de, başta mahkemeler olmak üzere kraliyet kurumları, köylülerin üzerindeki baskıyı artırırken lordların yardımına koşacaktır. Oysa aynı dönemde, örneğin Fransa’da, köylü isyanları hakim sınıfın dağınıklığından faydalanarak sonuç almaktadır. Ne İngiltere’de köylü daha pısırık, ne Fransız köylüsü daha isyankar, ne de Türk köylüsü doğuştan siniktir. Sınıflar mücadelesinin sonuçlarını, kıymeti kendinden menkul kökeni belirsiz ulusal özellikler değil sınıfların ideolojik, siyasi ve ekonomik iç organizasyonundaki yetkinlik belirler.
Ortaçağ devletlerinin evrimi, farklı mülkiyet yapılarının da habercisidir. Lordların otonom yapısını çevreleyen, ona merkezi olarak destek olan ve artı-emek sömürüsünün özerk sosyal örgütlenmeler içerisinde gerçekleşmesini garantiye alan devlet yapısıyla, artı-emek sömürüsünü vergi gibi yöntemlerle merkezileştiren devlet yapısı, tarımda yol verecekleri mülkiyet ilişkileriyle de farklılaşır.
Daha güçlü, kendi işini kendi görebilen bir sınıfsal yapıya delalet olan ilki, toprak üzerinde köylü mülkiyetini yok etme yolunda ilerlerken göreceli olarak deorganize olan egemen sınıfın merkezi devlet örgütlenmesiyle içli dışlı olmaya zorlandığı yapıda küçük köylü mülkiyeti ağırlığını hissettirmeye başlar.11
Aynı üretim tarzı içerisinde artı-emeğe el koymanın değişik yöntemleri ve farklı devlet yapıları, ülkelerin kapitalistleşme yollarındaki çeşitliliğe damgasını vuracaktır.
Değişik devlet biçimleri bilinçli tercihlerin değil, sınıflar mücadelesindeki dengelerin, egemen sınıfın kendisini bir sınıf olarak yeniden üretmesinden kaynaklanan zorunlulukların ürünüdür.
Daha zayıf hakim sınıf, kendisini egemen bir sınıf olarak yeniden üretmeye çalışırken zorunlu olarak merkezi devlet yapısını güçlendirmiştir; artı-emek sömürüsünü sürdürmenin başka yolu yoktur. Ama bu merkezileşme küçük köylü mülkiyetinin gelişmesine de olanak tanımıştır.
Kendi özerk bölgelerinde artı-emek sömürüsünü sürdürebilen ama bu ilişkinin sürekliliğini sağlayabilmek, kendi içindeki rekabet ilişkilerini hukuki ve askeri olarak düzenlemek ve daha gelişkin bir iç organizasyona sahip olmak için monarşik bir devletin kuruluşuna zorlanan egemen sınıfın da tercihinden değil, yine zorunluluklarından söz etmek gerekir. Ama bu daha gelişkin modelin, tarımdaki geri üretim ilişkilerinin çözülmesini, daha gelişkin üretim ilişkilerinin yükselişini kolaylaştırdığı zaman içinde görülecektir.
Çünkü bu gelişkin model, uzun vadede köylü direnişlerine ve köylülerin top-raklardan ayrılması nedeniyle ortaya çıkan kayıplara karşı fazlasıyla kırılgandır. Merkezi yapının savaşlar ve fetihler aracılığıyla bu kayıpları telafi etme olanaklarının sınırlarına dayanıldığında, egemen sınıf içinde çatlamalar gözlenmeye başlar.12
Bu durumda hakim sınıfın toprak üzerindeki yetkisini kullanarak farklı arayışlara girmesi bir zorunluluk halini alır. Egemen sınıfın bir sınıf olarak kendisini yeniden üretemediği böyle bir konjonktürde feodal ilişkilerin çözülmesi kaçınılmazdır artık…
Kapitalist üretim ilişkilerinin ilk kez gözlendiği İngiltere’de lordların bu kriz noktasına gelinmeden önce, geçmişteki sınıf mücadeleleri boyunca, yasal haklarını da kullanarak büyük toprakları mülkiyetlerine geçirmiş olmaları modern üretim ilişkilerinin doğmasını kolaylaştıracak bir faktördür. Aynı dönemde kıta Avrupası’nda daha güçsüz ve merkezi iktidara yaslanmak zorunda kalan hakim sınıflar küçük köylü mülkiyetini tasfiye etmekte zorlanmaktadır.
İngiltere’de topraksız ve uzun süren mücadeleler sonucunda hareket özgürlüğünü kazanmış köylünün ise emek-gücünü satmaktan başka çaresi kalmamıştır.
Daha önce merkezileşen ve küçük köylü mülkiyetinin konsolide olmasını sağlayan diğer yapı ise kapitalistleşme yolunda gecikir, ama kapitalist üretim tarzının farklı bir coğrafyada ortaya çıkmasıyla birlikte, kapitalist hareket yasaları gereği dışsal bir dinamiğin etkisinde kalır. Ama bu dışsal dinamiğin farklı yollardan gelen, kendi tarihselliklerine sahip olan sistemleri etkilediği unutulmamalıdır.
Ancak Fransa gibi, kapitalistleşme yoluna erken girmiş ve bu nedenle kapitalist İngiltere’nin baskısını nispeten daha az hisseden bir ülkede, merkezi devlet yapısının feodal sistemi tasfiye eden bir niteliğe bürünmüş olmasına dikkat edilmelidir.
Hakim sınıfın iç organizasyon bozukluğu ve zayıflığı nedeniyle merkezileşen devlet iktidarı küçük toprak mülkiyetinin yaygınlaşmasını sağlarken, aynı süreç lordların gücünün daha da azalmasına yol açınca Fransa geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Süreç feodallerin aleyhine, devletin lehine işlemiştir; ancak devletin burada hakim sınıfa rakip bir oluşum gibi davrandığı zannedilmemelidir.
Sınıflar mücadelesinin akışı gereği merkezileşen devlet iktidarı, yine hakim sınıfın kendisini yeniden üretirken yaşadığı zorluklar nedeniyle daha da güçlenmiştir. Sistem işliyor, hakim sınıfın artı-emek sömürüsü yoluyla elde ettiği gelir artıyor görünmektedir. Ama küçük köylü mülkiyetine dayalı bir sistemin üretici güçlerin gelişimini yavaşlatıcı etkisi yine baş gösterecek, Fransa art arda gelen ekonomik krizlerle sarsılacaktır.
Kazanan sınıf belli olmuştur artık; kazanan ne küçük köylülük ne de merkezi devletle bütünleşmiş aristokrasidir. Yeni hakim sınıf yine aynı devlet yapısından sıyrılan burjuvazi olacaktır. Gecikmiş de olsa Fransa’da geleneksel tarımsal ilişkiler yaşanan krizler sırasında şiddetlenen sınıflar mücadelesinin etkisiyle çözülmeye başlamıştır artık.
Kapitalistleşme ve iç pazar
Topraksız köylünün ortaya çıkmasının nedeni, ne feodal sistemi dışarıdan çözen ticaretin yaygınlaşması ne de nüfus hareketlerinin anlaşılmaz bir biçimde kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye etmesidir; topraksız köylü, uzun süren sınıflar mücadelesinin, bireylerin ve sınıfların kendilerini yeniden üretmek zorunda oluşlarının doğal sonucudur.
Kapitalizm, feodal üretim ilişkilerinin içinde, gizli gizli açığa çıkacağı günleri beklememektedir. Söz konusu olan basit bir dönüşüm de değildir.
“Kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Bu ikinci toplumun da çözülmesiyle birincinin öğeleri serbest kalmıştır.”13
Feodal toplumun ekonomik yapısı sınıflar mücadelesinin dinamikleri nedeniyle çözülünce, kapitalizmin yalnızca öğeleri açığa çıkmıştır. Feodal sınıf, egemen sınıf olarak kendisini yeniden üretmeye çalışırken, yeni bir üretim tarzının yolunu açmıştır.
Bu çözülüş, toplumsal emeğin üretkenliğinde belli bir seviyeye ulaşılmış olmasıyla da çakışır. Serbest kalan öğelerin yeni bir üretim tarzı etrafında bir araya getirildiği dönem, tarımda ayni-rantın para-ranta dönüştüğü dönemdir de.
“… ayni-rantın para-ranta dönüşmesine, kendilerini para karşılığı kiraya veren mülksüz bir gündelikçiler sınıfının oluşumu, kaçınılmaz olarak eşlik etmekle kalmaz, hatta bu oluşum ondan önce meydana gelir. Bunların doğuşu sırasında, bu yeni sınıfın ancak ara sıra ortaya çıktığı dönemde, rant ödemelerine tabi, daha gönenç içinde içindeki köylüler arasında, ücretli tarım emekçilerini kendi hesaplarına sömürme göreneği zorunlu olarak gelişir. … Bu yolla, giderek belli bir miktar servet biriktirme ve bizzat, gelecekteki kapitalistler haline dönüşme olanağı elde ederler.”14
Yine gözden kaçmaması gereken nokta, topraksız emekçilerin ortaya çıkmasının para-ranttan önce olmasıdır. Ayrıca tarımsal nüfusun mülksüzleştirilmesinin doğrudan doğruya yalnızca büyük toprak sahiplerinin ortaya çıkışıyla ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Bu büyük toprak sahipleri, kapitalizm öncesi artı-emek sömürüsü biçimlerinin ortadan kalktığı koşullarda, kendilerini yeniden üretmek için arazilerini kiraya vermek zorunda kaldıklarında, kapitalist kiracı veya kapita-list çiftçi de ortaya çıkmış olur.
Yeni üretim ilişkilerinde çiftçilerin, pazarın şartlarına uygun olarak, birbirleriyle rekabet etmekten başka şansı yoktur. Bu sistemde daha büyük toprak sahiplerinin verimli üretim metodlarını kullanarak küçük olanları saf dışı bırakacakları, bu nedenle sistemin genel verimlilik düzeyinin kapitalizm öncesi üretim tarzlarına oranla hızla yükseleceği ama bu yükselmenin artı-emek sömürüsünün yoğunlaşmasına karşılık geldiği de açık olmalıdır.
Sınıflar mücadelesinin özel seyri gereği İngiltere’de feodal ilişkilerin tüm kıta Avrupası’ndan önce çözülmesi ve ardından yine tüm ülkelerden önce tarımsal ilişkilerin kapitalistleşmesi, İngiltere’yi sanayi devrimine hazır hale getirecektir. Feodal özellikleri nedeniyle tarımda verimliliği bir türlü artıramayan, düzenli büyümeyi yakalayamayan ülkeler, sanayi için gereken iç pazarın oluşmamasından dolayı, kapitalistleşme yolunda İngiltere’nin gerisinde kalacaklardır.15
Tarımsal yapıların, Marx’ın klasik toprak sahibi-kapitalist kiracı-özgür emekçi üçlemesiyle tanımlanabilir bir hal almasıyla, İngiliz tarımında üretkenlik, pazar kaynaklı zorunluluklarla hızla artmıştır. Ama tarımın klasik kapitalist yapıya kavuştuğu anda bu üç kategorinin de önsel olarak varolması gerektiği doğru olsa da, tarımsal yapıların dönüşümünden önce büyük kitlelerin özgür emekçiler haline geldiği düşünülmemelidir. Tersine, İngiltere örneğinde bu üçlü yapı, başka ülkelerde farklı kapitalist tarım yapıları, bir kez varolmaya başladıktan sonra, tabi oldukları kapitalist hareket yasaları sayesinde, eski üretim biçimlerini tasfiye ederek ücretli emekçi sayısını artırırlar.
Kapitalist pazar, proleterleşmenin sonucu değil nedenidir; ancak sözü edilenin bir öğe olarak özgür emekçinin ortaya çıkması değil, kitlesel bir proleterleşme olduğu açık olmalıdır.
Kapitalistleşmenin sürdürülebilmesi için gereken iç pazarı yaratan da, doğrudan üreticinin mülksüzleştirilmesini sağlayan olaylardan başkası değildir.
“Basit meta üretiminden kapitalist üretime geçişin işareti olan (ve bu geçişin zorunlu koşulunu oluşturan) doğrudan üreticinin üretim araçlarından ayrılması, yani mülksüzleştirilmesi iç pazarı yaratır.”16
Ancak bu süreç tek yönlü değildir. Küçük üreticiden ayrılmış olan üretim araç-ları yeni sahiplerinin elinde sermayeye dönüşürken kendileri de meta üretimine yaradıklarından metalaşırlar. Eskiden evde yapılan bu araçları satın almak bir zaruret haline gelir. Artık bu üretim araçlarının satıldığı bir pazar oluşmuştur. Diğer yandan, geçim araçları değişen sermayenin maddi unsurları haline gelirler ve böylece geçim araçları için de bir pazar yaratılmış olur. İki yönlü bu sürecin sonunda, hem tüketim maddelerine hem de üretim araçlarına pazar aracılığıyla ulaşmak bir zorunluluk haline gelir; artık pazarın kuralları geçerlidir. Tarımsal yapılarda bu dönüşüm yaşanmadan sanayileşmenin sürdürülmesi mümkün değildir.
Tarımsal yapılarda bu dönüşümü ilk sağlayan ülke olan İngiltere’de tarım, erken modern dönemde dahi, tarımsal sektörlerle ilgisi olmayan olağanüstü sayıda insanı beslemeyi başarır hale gelmiştir.17
Ticareti kökünden değiştiren, kendine özgü bir bankacılık sisteminin gelişmesini sağlayan ve bu hızla gelişen ekonominin merkezi olan Londra’yı dünyanın en büyük kenti yapan da aynı dönüşümdür.
İngiltere’de büyüyen iç pazarın artık o güne kadar görülmemiş bir mantıkla dışa doğru genişlemesi kaçınılmazdır.
“Büyüyen kapitalist sistemin dinamikleri kolonyal emperyalizmin yeni bir biçimini doğurdu. Daha büyük ve hatta daha güçlü kolonyal devletler varolmuştu. Ama Britanya, yeni bir emperyalist dürtü yarattı: Bu dürtü o bildik pre-kapitalist istila ve yağma açlığından ibaret değildi (ki bunlar elbette ortadan kaybolmadı); yeni dürtü iç pazarın tabi olduğu kapitalist zorunlulukların, rekabetçi üretimin ve artan tüketimin getirdiği zorunlulukların, dışa doğru genişlemesiydi.”18
İngiliz emperyalizminin ve kölecilik sayesinde sağlanan ekonomik katkının sanayi devrimine etkisi tartışılmazdır. Ancak emperyalizmin ülkedeki sanayileşmeyi beslediği inkar edilemezse de, sanayi devriminin başlamasının en önemli nedeni emperyalizm değildir; emperyalizm ve diğer nedenler iç pazarın gelişmesiyle kıyaslandığında göreceli olarak önemsizdir.
İngiltere başta olmak üzere tüm Avrupa imparatorluklarının Afrika, Asya ve Amerika’da işgal edilen ülkelerde masum insanların kanı pahasına yürüttükleri kölecilik ve ticari faaliyetler bu vahşi imparatorluklar için önemli gelir kaynaklarıydı. Ama yalnızca İngiltere, bu kaynakları, tarımda tamamlamış olduğu kapitalist dönüşümler ve gelişkin iç pazarı sayesinde, hızla ve verimli bir şekilde sanayileşmeye tahvil edebildi. Diğer ülkeler İngiltere’yi takip edecekti.
Kır ve kent
Kapitalistleşme yarışında düğümü çözen kentler değil, tarım olmuştur.
Bugün ilerlemenin merkezinin hiç tartışmasız kentler oluşu kapitalizmin tarihine dair yanılsamalara yol açabilmektedir. Kapitalizm kentlerde olgunlaşmıştır ama bu dönüşüm için önsel olarak yaşanması gereken süreç, tarımdaki çözülüştür. Kapitalizmin nihai zaferini kentlerde ilan etmesi, kapitalizmin kentlerdeki tüccar ve zanaatkarların yürüttüğü faaliyetlerden doğduğu anlamına gelmez; kapitalizmin yükselişi için gereken asli öğelerin açığa çıkması için kapitalizm öncesi üretim tarzlarının kırda çözülmüş olması gerektiği unutulmamalıdır.
Bu çözülme bir kez yaşandıktan, kapitalist üretim tarzı hakim üretim tarzı haline geldikten sonra kent ilerlemenin tek merkezi haline gelir.
Ancak kentin kapitalizmden önce de ilerlemenin merkezi olduğu, kırın tüm tarih boyunca durgun, edilgen olduğu, dönüşmek için dışsal bir faktöre ihtiyaç duyduğu iddiası, kapitalizmin ezeli bir sistem olduğu teziyle aynı kulvardadır.
Kent burjuvazisinin kapitalizmin emekleme çağındaki ilerletici rolünü bugüne taşımak kadar geriye doğru götürmek de yanlıştır. Aslında her ikisi de aynı mantığın ürünüdür: Kapitalizm ve onun kentsel çekirdeği, gelişme ve ilerleme yetisi olan tek oluşum, pazar da tek dinamik güçtür; kent burjuvazisinin ilerletici rolü geçmişe doğru yayılıp tarihselliğinden ve zamansallığından kopartılarak, burjuvazinin ezeli ve ebedi ilerletici öncü karakterine inanmamız istenir.
Kapitalist “güdüler” ve dinamikler kapitalizmden önce varolamaz; kapitalizmin insanı kapitalizme aittir. Kapitalist hareket yasaları, kapitalist üretim tarzından önce egemenliğini ilan edip, feodalizmin kapitalizm lehine çözülmesini sağlamış değildir.
Sermayenin bugünkü özelliklerine dayalı evrimsel tarihi reddedilmelidir.
Parasal servetin çözücü etkisinin bir üretim tarzının diğerine geçişi kışkırtmaktan aciz olduğu, eski üretim tarzının yerini neyin alacağının ticarete değil, eski üretim tarzının niteliklerine bağlı olduğu hatırlanacaktır.
Aynı zamanda gerçekleşen iki farklı süreç olarak tanımlanan sermayenin oluşumu ile özgür emekçinin ortaya çıkışı arasındaki ilişkiyi sınıflar mücadelesinin belirlediği eksen kurar. Bu eksen sistemin bütünsel dinamiğini belirleyen eksendir de. Bu bağlamda, kentlerin kırlardan bağımsız bir gelişim çizgisi izlediği iddiası da çöpe atılmalıdır.
“Feodal kent gelişiminin, üzerinden temellendiği ‘sermaye’ ve ‘pazarlar’, hiçbir anlamda kapitalist dünya pazarının tarihsel atası değildiler. Ortaçağ kentlerinin ‘özgürlüğünü’ tek yönlü, tek taraflı bir şekilde; hem tüccar sermayesinin bu özgürlüğünün ‘dışsallığını’ belirleyen hem de sınırlarını çizen feodal bağlamın dışında yorumlamak hatalıdır.”19
Sermaye ve pazar konusunda evrimci tüm tezler şüpheyle karşılanmalıdır. Kapitalist sermaye de, kapitalist pazar da kapitalist üretim tarzına ait kavramlardır. Feodal üretim tarzında sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları ekseninde belirlenen ticaretin merkezi halindeki kentler nasıl olur da bu sisteme dışsal dinamikler olarak görülür… Kentlerdeki mücadele, artı-ürünün doğrudan üreticinin elinden zor yoluyla alındıktan sonra paylaşılması ile ilgilidir. Kentlerde parasal servetin oluşması bu paylaşımla da yakından bağlantılıdır.
Kapitalizm öncesi pazar, doğrudan üreticilerin üretim ve varlık koşullarından ayrılmadığı şartlarda, farklı üretim alanları arasındaki fiyat farklılıklarına dayanır ve bu nedenle ticaret yalnızca sınırlı malların arzını tekelinde tutar.
Artı-ürüne el koymanın ekonomi dışı zor ile gerçekleştiği bir dönemde ticaretin kaçınılmaz olarak siyasi bir karakteri de vardır. Hem daha merkezi devlet yapısında hem de otonom bölgeler arasındaki ilişkileri düzenleyen görece gevşek bir devlet iktidarının varlığında, ticaret siyasi bir ayrıcalıktır; pazar askeri veya siyasi bir müdahale ile “ele geçirilir”. Korsanlık, haydutluk, eşkıyalık aslında birer devlet politikasıdır; artı-ürüne zorla el konan bir dönemde ticaretin bu anlamda “temiz” kalması düşünülemez. Kentlerdeki parasal servetin birikimi de ilk birikime ait tüm olgular gibi kanlı bir süreçtir. Farklı bir birikim faaliyeti olarak görülen tefecilik de sisteme içsel bir faaliyettir; sistemi değiştirmeksizin besler ve ondan beslenir. Hem farklı ticari eğilimlerle iç içe gelişen devlet yapılanmalarının da aslında sınıflar mücadelesinin bir sonucu olduğu unutulmamalıdır.
Kapitalizm öncesi üretim tarzının çözülüşüyle emeğin hareketliliği üzerindeki tüm engellerin kalkması ve üretici güçlerde buna eşlik eden gelişmeler, toplumsal ilerlemenin itici gücünün kentlerde yoğunlaşmasına neden olur.
Süreç tersine dönmüştür artık; yoğun bir kapitalistleşmeye eşlik eden hızlı kentleşme, tarımsal yapıların dönüşmesidir aslında. Tarım bir endüstri dalı olarak kentlere bağımlı kılınmış, kentlerin egemenliği sistemin doğal bir özelliği haline gelmiştir.
Kapitalist gelişme bu noktadan sonra eşitsizlikleri derinleştirerek, kırdaki geri kalmışlığı yenmek yerine, bu geri kalmışlığı sistemin çıkarları doğrultusunda yeniden üretir. Büyük kent ve kasabaların kurulması ve sanayileşmenin sağlanması için temel koşul olan tarımın kapitalistleşmesi, bir kez tamamlandıktan sonra kırı kente bağımlı hale getirir ve kırdaki geri kalmışlığı konsolide eder.
Kırsal geri kalmışlığı kapitalizm öncesine ait bir kalıntı, kapitalizmden ayrı bir dinamik olarak görmek, bu geri kalmışlığın sermaye birikiminde oynadığı tarihsel rolü görmemek anlamına gelir. Kırdaki geri kalmışlık modern kapitalizmin bir parçasıdır.
Bu nedenle sorunun çözümü de kapitalizmin merkezi olan kentlere kaymıştır. Toplumun tüm ilerleme dinamiklerini kentlerde yoğunlaştıran kapitalizmin dönüşeceği yer de kentler olacaktır. Kapitalizm kentlerde verilecek sınıflar mücadelesiyle yıkılacaktır. Ancak kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasıyla, kır ile kent arasındaki kırın geri kalmışlığının sürekli yeniden üretilmesini sağlayan bağımlılık ilişkisi yıkılabilecektir.
Tarımsal yapıların kapitalistleşmesi ve burjuva devrimi
Kapitalizmin doğuşu sırasında feodalizmin çözülüşü ile kapitalizmin yükselişinin aynı anda gerçekleşmediğini söylemek, devlet iktidarı ve egemen sınıf hakkında da soru işaretlerinin doğmasına neden olur. Bu geçiş dönemi sırasında çözülmüş bir üretim tarzına rağmen feodaller mi iktidardadır, yoksa yükselen bir sistem olarak kapitalizmin öncü gücü burjuvazi mi, veya ikisi birden mi, ya da başka bir sınıf mı?
Köylülüğün veya daha yeni oluşmaya başlamış bir sınıf olarak proletaryanın iktidarda olduğunu söylemenin ne tarihsel ne de teorik hiçbir dayanağı olamaz. Burjuvazi ile feodallerin bu iki sınıftan başka alternatifleri olmadığına göre, sonuncu seçenek kendiliğinden devre dışı kalır.
İki sınıfın aynı anda iktidarı paylaşması çok özel konjonktürlerde olsa da tarihsel olarak gözlenebilen bir yapıdır; ancak çok özel ve kararsız bir yapı olduğu unutulmamalıdır.
Toplumda değişik mülkiyet biçimlerinin varlığı koşullarında sınıfların bu biçimlerden kaynaklanan güçlerini devlet iktidarına aynı şekilde taşıyacaklarını düşünmek hatalıdır.
Egemen sınıfın farklı kompartımanları arasında yapılan ittifaklar veya hakim sınıfın kendisinden önce iktidarda olan sınıfa tanıdığı geçici ödünler ile, iki farklı sınıfın iktidarı paylaşması olguları birbirine karıştırılmamalıdır. Bu durumlarda, egemen sınıfın değişmediği gerçeğine dikkat edilmelidir.
Sınıflı toplumlarda “iktidar”, sınıfların güçleri oranında temsil edildiği bir yapı değildir. Elbette sınıflar mücadelesinde dengeler siyasi iktidarda birtakım esnemelere kırılmalara yol açabilmektedir. Ancak söz konusu olan ekonomik yapıların siyasi iktidarı doğrudan belirlediği bir ilişki tarzı değildir.
Feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde de feodallerin ve burjuvazinin top-lumsal güçleri oranında iktidarı paylaştıkları bir siyasi iktidar yapısı varolmamıştır.
Zaten böyle bir iddia burjuva devrimini bir kategori olarak geçersizleştirir. Şayet bir sınıf iktidardan toplumsal gücü oranında veya o güçle şöyle ya da böyle ilişkilendirilebilecek bir payı her durumda doğrudan alabiliyorsa, bir devrimden değil çok uzun soluklu bir “dönüşüm”den söz edilmelidir. Oysa burjuvazinin ekonomik hakimiyeti sağladıktan sonra iktidarı fethettiği durumlar görüldüğü gibi, kapitalistleşme yoluna geç giren ülkelerde ekonomik hakimiyeti zayıf burjuva sınıfların dışsal dinamiklerin desteğiyle siyasi iktidarı fethetmesi de vakidir. Ama böylesi bir “dönüşüm”ün tarihte örneği yoktur. Kapitalizmden sosyalizme geçiş için de benzer hayaller kuranlar bir an önce bu gerçek dışı yanılsamadan kurtulmalıdır.
Ayrıca, dünya üzerinde kapitalist üretim tarzının ilk gözlendiği ülke olan İngiltere’nin bu biricik özelliği nedeniyle istisnai yanları bulunduğu unutulmamalıdır. İngiltere’nin kapitalistleşme süreci bu ilk olmaktan kaynaklanan istisnai yanları nedeniyle Marx’ın soyutlama düzeyinde idealdir. “Genel” olan ile “ideal” olan birbirine karıştırılmamalıdır.
Artı-ürüne el koymakta zorlanan hakim sınıfın ihtiyaçları sonucunda ortaya çıkan yine sınıflar mücadelesinin dinamikleri gereği farklı yapılara ve özelliklere sahip olan mutlakiyetçi monarşiler, feodal toprak sahiplerinin iktidarda olduğu bir devlet tipidir.20
Bu dönemde kendilerini hakim sınıf olarak yeniden üretmeye çalışırken daha iyi örgütlenmiş bir merkezi yapının ortaya çıkmasını sağlayan feodallerin sonunu aynı devlet mekanizmasının hızlandırdığı hatırlanacaktır.
Geçiş dönemindeki devlet biçiminin ekonomik temel ile uyumsuz olduğu düşünülmemelidir.
“Geçiş dönemlerinde hukukta ve devlet politikalarındaki gözlenen biçimler, öncesinde olduğu gibi, üretimin yapısının kendine özgü sınırlarıyla eklemlenmiş ekonomik yapıyla uyumlu değildir. Tam tersine bu yapıya göre ‘uyumsuzdur’. İlkel birikim sürecinin incelenmesi, ekonomik bir etken olmalarının yanı sıra, hukukun ve devlet biçimlerinin kapitalist ekonomik yapılardan önce varolduklarını göstermektedir.”21
Aslında tam da “uyumlu” olduklarından söz etmek yerinde olacaktır. İlkel birikim döneminde ekonomik temelden bağımsız bir hukuki ve siyasi değişim söz konusu değildir. Feodal iktidarın hızla kendi sonunu hazırlayacak, burjuvazinin iktidarının önünü açacak yasal düzenlemeleri yapması, devlet mekanizmasının kapitalist yükselişin önünü açacak şekilde evrim geçirmesi sınıf mücadelelerinin bir sonucudur; bu nedenle sınıf mücadelelerinin kaynaklandığı ekonomik yapıyla uyumsuz değil uyumludurlar. Feodal sınıf, artı-ürüne el koymanın daha gelişkin mekanizmalarını devreye sokarken, çelişkili bir biçimde aslında egemen sınıf olarak kendi sonunu da hazırlamaktadır.
Kapitalizmin doğuşu sırasında söz konusu olan, ne ikili devlet iktidarının yıllarca süren varlığıdır ne kapitalist dış dinamiklerin yokluğunda, kapitalizmin dünya üzerinde varlığını yeni göstermeye başladığı yıllarda burjuvazinin olağanüstü bir sınıf bilinciyle tüm siyasi güçsüzlüğüne karşın iktidarı fethetmesi, ne de ekonomik temelle uyumsuz gelişen devlet biçimleridir; sınıflar mücadelesinin karmaşık ve çelişik doğası feodallerin iktidarda olduğu bir devlet aygıtına rağmen ve hatta bu aygıtın da inkar edilemez katkısıyla ekonomik ilişkilerin burjuvazi lehine gelişmesine neden olmuştur. Siyasi devrim kaçınılmaz olarak kapıda beklemektedir artık.
Ama geç kapitalistleşen ülkelerin erken dönemlerinde gözlenen devlet biçimleri ve hukuki yapı için bir “uyumsuzluk”tan bahsetmek mümkündür.
Batı Avrupa ülkeleri dışında gerçekleşen burjuva devrimlerinin bire bir aynı yolu takip ettiği yanılgısına düşülmemelidir. Kapitalizmin ilk kez ortaya çıkışına tanıklık eden dünya ile artık varolduğu dünya birbirinden çok farklı iki gezegendir.
Yükselişinin ardından kendi hareket yasalarını doğası gereği başka coğrafyalara dayatan kapitalizm, kapitalistleşme yoluna geç giren tüm ülkeler için çok etkili bir dış dinamiktir. Ama bu dış dinamiğin de tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelelerini etkileyen bir parametre olduğu unutulmamalıdır. Etkilenen ülkenin gelişmişlik düzeyi elbette bu etkinin gücünü belirleyecektir. Bir Afrika ülkesine giren kapita-lizm ile Avrupa’da da toprakları olan eski bir imparatorluğa giren kapitalizmin etki düzeyleri çok farklı olacaktır.
Hem, kapitalizm öncesi üretim tarzı dünyanın her yerinde Batı Avrupa feodalizmine çok benzer özellikler göstermemiştir. Çok farklı özelliklere sahip bu biçimlerin ortak özellikleri, artı-emek sömürüsünün ekonomi dışı zor yoluyla gerçekleştirilmesidir. Ama bu sömürü mekanizmasının, tarihsel, coğrafi, kültürel nedenlerle farklı şekiller alması kapitalistleşme yolunun başlangıcını ve dolayısıyla niteliğini de değiştirecektir.
Aslında, geç kapitalistleşen ülkeler için, kapitalistleşmeyi tetikleyen temel dinamik nedir, sorusunun yanıtı, Batı Avrupa ülkelerine göre oldukça berraktır. Belirleyici bir dış dinamiğin etkisinde kapitalistleşen ve farklı tarihsel, coğrafi, kültürel özelliklere sahip olan bu ülkelerde gözlenebilen yolların çeşitliliği sürpriz sayılmamalıdır.
Bu ülkelerde burjuva devrimleri kapitalist ilişkilerin belli bir gelişkinlik düzeyine ulaşmasından sonra gerçekleşmek zorunda değildir. Belirleyici dış dinamiğin varlığı, görece zayıf burjuva sınıfların gelişkin bir sınıfsal bilinçle bu ülkelerde iktidara gelmesine, kapitalist dönüşüm sırasında devlet aygıtının merkezi bir konumda durmasına neden olmuştur.
Ancak dış ve iç dinamiklerin arasına değişmez sınırlar koymak, hem kapitalist hareket yasalarını hem de bu yasalar çerçevesinde süren sınıflar mücadelesinin gereklerini doğru bir şekilde kavramayı olanaksızlaştıracaktır. Dinamiklerin karşılıklı etkileşimlerini anlamak, sınıflar mücadelesinin akışının incelenmesiyle mümkündür.
Kapitalizm ilk ortaya çıktığı andan itibaren eşitsiz gelişir; bölgesel eşitsizlikleri derinleştirir, kendisinden önce gelen üretim biçimlerini, kendi etrafında yeniden üretmeyi başarır. Kapitalizmin feodalizmin çözülüşüyle açığa çıkan öğelerin üzerinde yükseliyor olması, kapitalizmin ortaya çıkması için ülkedeki kapitalizm öncesi tüm üretim biçimlerinin tasfiye edilmesini gerektirmez; kapitalist üretim tarzı hiçbir dış zorlama olmaksızın kendinden önce gelen üretim tarzlarıyla birlikte varolabilir.
Farklı üretim biçimlerinin aynı anda varolabilmesi hakim sınıfın kendisini yeniden üretmek zorunda olmasının doğal sonuçlarından birisidir.
Burjuvazi hakim sınıf olarak kendisini yeniden üretirken, feodal sınıfla değil, artık tarih sahnesine çıkmış olan işçi sınıfı ile mücadele halindedir. Toplumsal dayanakları zayıf burjuvazi, proletaryaya karşı gerici ittifaklara başvurmak zorundadır.
Bu nedenle, egemen sınıf olarak burjuvazi, kırdaki geri üretim biçimlerine uygun ekonomik, ideolojik ve siyasi yapılardan kendisini hakim sınıf olarak yeniden üretirken faydalanır. Bu üretim biçimleri ve onlara uygun yapılar yine sınıflar mücadelesinin gerekleri doğrultusunda modern kapitalizmin doğal bir parçası haline gelirler.
Ancak geri üretim biçimlerinin sonsuza kadar varolacağı türünden bir yargıya da prim verilmemelidir. Örneğin Türkiye tarımında gözlediğimiz küçük üreticiliğin yaygınlığının kapitalizm öncesi üretim tarzlarıyla bir ilgisi bulunmamaktadır.
Kapitalizm öncesi üretim tarzlarının “ideal” bir şekilde tasfiye olmaması veya kırda geri üretim biçimlerine raslanması, hakim üretim tarzına dair şüpheler doğurduğu gibi aynı nedenle hakim sınıfa dair de kuşkulara ve yanlış saptamalara yol açabilir, bu geri kalmışlığı çözmek için üretilen devrimci demokrat politikalara vesile olabilir. Sonuç, sosyalist devrimi bir türlü gelmeyecek yarınlara erteleyen reformizm ile malul aşamacı bir devrim anlayışıdır.
Kapitalizmden sosyalizme…
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağındayız.
Bu geçiş hakkında da Marx ve Engels’in ayrıntılı açıklamalar bıraktığı söylenemez. Ama yine onların suskunluğu, çeşit çeşit liberalin konuşmasını gerektirmiyor.
Hem bu konuda, Lenin’in attığı devasa adımın, reel sosyalizmin geride bıraktığı muazzam deneyim birikiminin ve cesur Kübalılar’ın varlığında işimiz çok daha kolay değil mi?
Hiç şüphesiz, kapitalizmden sosyalizme geçiş feodalizmden kapitalizme geçişten çok daha farklı dinamiklere sahip. Yaşanan deneyimler de bunu gösterdi zaten.
Kapitalizm koşullarında sınıf mücadelelerinin değişen dinamikleri ve kapitalist üretim tarzının kendine özgü doğası ve hareket yasaları, sosyalizmin kendiliğinden ortaya çıkışını olanaksız kılıyor.
Ama bu önemli fark baki kalmak kaydıyla, kapitalizm tıpkı feodalizm gibi kendi sonunu hazırlayacak dinamikleri ve çelişkileri üretmeye devam ediyor ve bu nedenle şunu net bir şekilde ifade etmekte hiçbir sakınca bulunmuyor: Kapitalizm-den sosyalizme geçiş de sınıf mücadelelerinin bir eseri olacak.
Bu sınıf mücadeleleri sırasında da, işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak yeniden üretmesinde en önemli rolü öncü parti oynayacak. Kendisini ve tüm sınıfları ortadan kaldırmak üzere iktidarı hedefleyen işçi sınıfına, sınıflar mücadelesinde, kendisi de bu mücadelenin bir parçası olan parti öncülük edecek.
Bu öncülük sosyalist devrimden sonra da aralıksız sürecek. Dünya üzerinde başka ülkelerde sermaye sınıfının iktidarda olduğu, ülke sınırları dahilinde ara sınıflara ve küçük meta üreticilerine karşı savaşın devam ettiği bir dönemde sınıflar mücadelesinin sona ereceği düşünülebilir mi? Sınıflar mücadelesinin sürdüğü bir durumda partinin işlevini yitireceği söylenebilir mi? Elbette hayır…
Öncü parti, modern sınıf mücadelelerinin tarihsel bir parçası, bu sınıf mücadeleleri aracılığıyla işçi sınıfını iktidara taşıyacak olan güçtür.
Bu gücün işçi sınıfını iktidara taşımasıyla insanoğlunun yüzlerce yıllık düşü gerçek olmaya başlayacak; işçi sınıfı, partisi aracılığıyla kendisini egemen sınıf olarak örgütlediği andan itibaren, adım adım tüm insanların eşit ve özgür yaşayacakları bir dünya kurmaya başlayacak.
Ne büyük bir gurur… Hem işçiler hem de öncü parti için…
Dipnotlar ve Kaynak
- Adam SMITH, The Wealth of Nations Books I-III, Penguin Books, Harmondsworth, 1986, s. 117. Smith’in meşhur formülasyonu “truck, barter and exchange”i anlamını tam olarak karşılamasa da zorunluluktan dolayı “değiş tokuş, takas ve trampa etme” olarak çevirdim.
- a.g.y., s. 121.
- Karl MARX, Kapital, c. 1, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay. Ankara, Beşinci Baskı, Ekim 1997, s. 172.
- Karl MARX, Grundrisse, Penguin Books, Harmondsworth, 1977, s. 506-507.
- Eski Roma ve Bizans’da parasal servetin sermayeye dönüşmemesi örneği için bkz. a.g.y., s. 506.
- Paul SWEEZY, “Yanıta Yanıt”, Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, der: Rodney HILTON, çev: Müge Gürer – Semih Sökmen, Metis Yay., İstanbul, Nisan, 1984, s. 115.
- Bugün bunun en güzel örneği herhalde uluslararası politika hakkında yapılan analizler ve tartışmalar. Bu alanın karmaşıklığı, emperyalist ülkelerin uluslararası dinamiklerdeki belirleyiciliği solcu yorumcu ve yazarları, marksist yöntemden uzaklaştıkları anda ya komploculuğun kucağına atıyor ya da bildik liberal diplomasi ve strateji yazarlarıyla aynı kulvara sokuveriyor.
- Nitekim, 12 ve 13. yüzyıllarda Avrupa ülkelerindeki nüfus artışı farklı sonuçlara yol açmıştır. İngiltere’de bir sınıf olarak güçlü lordlar üretimden aldıkları payı artırırlarken, Fransa’da ise köylüler bu dönemden kazançlı çıkmışlardır. Bkz. Robert BRENNER, “The Agrarian Roots of European Capitalism”, The Brenner Debate, ed: T. H. ASTON – C. H. E. PHILPIN, Cambridge University Press, Cambridge, 1990, s. 219-220.
- Bu iki ülkenin ekonomik karşılaştırması için bkz. Robert BRENNER, “Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe”, a.g.y., s. 30-62. Ayrıca bkz. Guy BOIS, “Against the Neo-Malthusian Orthodoxy”, a.g.y., s. 110-113. Farklı sonuçlar çıkarsalar da her iki yazar da 13. yüzyılda Fransa’nın ekonomik veriler bağlamında İngiltere’nin önünde olduğunda hemfikirler.
- Robert BRENNER, “The Agrarian Roots of European Capitalism”, a.g.y., s. 257.
- Bu eğilimin işçi sınıfın oluşumuna dair uzun vadeli sonuçları için bkz. Egemen ASLAN, “Gecikmiş Bir Buluşma”, Gelenek 72, Mart 2002, s. 78.
- Çatlamanın İngiltere’deki karşılığı 15. yüzyıldaki iç savaştır.
- Karl MARX Kapital, c. 1., a.g.y., s. 679.
- Karl MARX, Kapital, c. 3, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., Ankara, Üçüncü Baskı, 1997, s. 701.
- Bu bağlamda en ilginç örnek herhalde Hollanda’dır. 16. ve 17. yüzyıllarda dış pazara üretim yapan güçlü gemicilik ve pamuk sektörüyle, ama kendi kendisine bir türlü yetmeyen tarımıyla Hollanda 17. yüzyılın ilk yarısının ardından Avrupa ekonomisinin girdiği derin krizden etkilenecek ve geride kalacaktır.
- V. İ. LENİN, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, çev: Seyhan Erdoğdu, Sol Yay., Ankara, İkinci Baskı, Mart, 1988, s. 51.
- 1850 yılında İngiltere ve Galler bölgesinde kentli nüfus toplam nüfusun yüzde 40.8’ine ulaşmıştır. Aynı yıllarda bu oran Fransa için yüzde 14.4, Almanya için ise yüzde 10.8’dir. Bkz. Ellen Meiksins Wood, The Origin of Capitalism, Monthly Review Press, New York, 1999, s. 97., Türkiye’deki kentleşme oranlarının 1923’den sonraki değişimi için bkz. Egemen ASLAN, a.g.y..
- Ellen Meiksins WOOD, a.g.y., s. 100.
- John MERRINGTON, “Kapitalizme Geçişte Kent ve Kır”, Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, a.g.y., s. 192-193.
- “Mutlak monarşinin soylu feodal toprak sahiplerinin devleti olduğu görüşü tüm Sovyet tarihçileri tarafından benimsenmektedir.” Bkz. Z. MOSİNA, a.g.y. içinde s. 131. Mosina’nın makalesi ilk olarak 1940 yılında Istorik Marksist adlı dergide yayınlanmış. Yayın tarihi olan 1940, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde Sovyet tarihçilerinin teorik tartışmayı sürdürmek konusundaki ısrarlarının da göstergesi. Ancak bu ısrar dönemin başka özelliklerine dair ipuçları da barındırıyor: Bu önemli Sovyet araştırmacı kuşağının değerine, özgürlükleri kısıtlamakla suçlanan Stalin’in döneminde -hem de savaş zamanında- Avrupa feodalizminin tarihine kadar uzanan akademik ve teorik tartışmaların renkliliğine dair anlamlı ipuçları bunlar… Haksızlık yapmak çok, kolay anlamaya çalışmak ise o kadar zor ki. Ama zor olanın bizi aydınlığa çıkaracağı açık değil mi?,
- Etienne BALIBAR “The Basic Concepts of Historical Materialism”, Reading Capital, ed: Louis ALTHUSSER – Etienne BALIBAR, Pantheon Books, New York 1970, s. 306-307.