Marx ve Engels siyasal iktidarın fethinden sonra izlenecek yol üzerine pek az yazdılar. İlginçtir, Lenin’in de bu konu hakkında uzun uzadıya yazdığı söylenemez.
Böylece, buna benzer bir tartışmanın merkezinde durmasını bekleyeceğimiz devlet konusunun da üzerinde durulmamış oldu.
Ustaları takip eden dönemlerde de, marksist çevreler, kapitalizm koşullarında devlet üzerinde hayli dursalar da, siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinden sonraki devlet yapısı veya daha genel anlamda devlet meselesi üzerine, özellikle ilk başlıkla kıyaslarsak pek az tartıştılar. Konu, Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm bağlamında bayağı güncel ve sıcak bir konuydu, ancak yazılanlarda siyasi boyut hep ağır bastı.
Ancak bu metinlerin asıl sorunu siyasi boyutun ağır basması değildi; metinlerin teorik olarak derinleşememesinin nedenini de tek başına güncel siyasi gereklerden yola çıkmalarına bağlamak doğru olmaz.
Temel neden, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında Avrupa’da yürüyen teorik tartışmaların genel özelliğiyle yakından bağlantılıydı. İstisnaları bir kenara bırakırsak, Avrupalı marksistlerin pek çoğu teori ile siyaset arasındaki gerilimden beslenecekleri yerde kendilerini o gerilimin içine hapsediyordu. Genelde reel sosyalizm ve daha özelde proletarya diktatörlüğü tartışmalarına da bu sınırlar damgasını vurdu. Daha baştan bu deneyime ve proletarya diktatörlüğü tecrübesine mesafe koyan Avrupalı aydın, bu deneyimden yararlanarak, teorik olarak derinleşmenin önüne engeli de kendisi koyuyordu.
Marksizmde teori ile siyasetin arasındaki mesafe sanıldığından çok daha kısadır. Hatta marksist sistemin en ayrıcalıklı yanlarından birisi budur; siyaset ile teori arasındaki o büyülü salınım.
Ancak kendisinin marksist olduğunu iddia edenlerin dahi bu salınımdan bu denli korkması gerçekten tuhaf.
Şayet marksizmi, başkalarının tersine, işçi sınıfını iktidara taşıyan bir sistematik olarak anlıyor ve tanımlıyorsak, siyaset ve onun gereklerinden korkmayacağız. Elbette, siyaset ile teori arasındaki bu dinamik ilişkinin altına sığınmış sonu gelmez bir oportünizm ya da her şeyin teorize edilebileceğine inanan fütursuz bir pragmatizmi meşrulaştırmamak kaydıyla…
Ama leninizmi bu topraklarda geçerli yapanın, leninizmin bu memleket için en geçerli teorik çözüm olduğu gerçeğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Kitapta öyle yazıyor diye değil, kitapla memleket arasında bu kadar sağlam bir ilişki var diye.
Devlet ve proletarya diktatörlüğü konusu da çok farklı değildi aslında. Siyasetten kaçarken, kitap, taraf olamamanın büyük mazereti haline gelmemelidir. Kitapta neyin yazıp yazmadığının ne denli büyük bir tartışma olduğu herkesin malumu; ancak siyasetle kurulacak ilişkinin kitabın nasıl okunacağını ne ölçüde belirlediği de hiç unutulmamalıdır.
Elbette proletarya diktatörlüğü söz konusu olduğunda, teorik bir tartışmanın kendi yapısal sınırları var. Özellikle de tartışmanın komünizme uzanan boyutu düşünüldüğünde…
Marksizmin ustalarının bu konuda yaptıkları haklı uyarı da iyi bilinirken bu mesele hakkında yazmak o kadar kolay olmasa gerek.
Özellikle Marx’ın proletarya diktatörlüğü hakkında diğer başlıklarla kıyaslandığında pek az yazmış olmasının yarattığı boşluğun da pek iyiye kullanıldığı söylenemez. Bu boşluğun üzerine reel sosyalizmi yerleştirmenin, Sovyet deneyinin temelini, bilerek ve isteyerek oraya kaydırmanın iyi niyetle veya teorik derinlik arayışı ile açıklamanın imkanı yok.
Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarını bu temelin üzerine yerleştirmenin iki yolu var: Birincisi, Marx’ın bu konuda, özellikle son eserlerindeki net ifadelerine rağmen ve onlara karşın, az yazmasından istifade ederek, ustanın bu mesele üzerinde kesin bir kanaate sahip olmadığını iddia etmektir. Bu yaklaşım, proletarya diktatörlüğünü çöpe atmaya çalışmaktır. Sosyalist bir iktidarın veya geçiş toplumunun farklı bir şekilde sınıf diktatörlüğü olmaksızın kurgulanabileceği iddiasını Marx’a ve klasik metinlere dayandırmak çok zordur, ama denenmemiş değildir.
İkinci yol, yine aynı boşluktan yola çıkarak, aslında Marx’ın kastettiği proletarya diktatörlüğünün bu olmadığını söylemektir. Sosyalist kuruluş sürecinde, işçi sınıfının diktatörlüğü bir gerekliliktir. Ancak Sovyetler Birliği pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Marx’ı yanlış okumuş ve yorumlamıştır.
Bu iki yaklaşımın teorik akrabalığı oldukça dikkat çekici.
Ancak bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var: Kavramın Sovyet deneyi etrafında tartışılması ile Marx’ın konu hakkında az yazmış olması arasında doğrudan bir ilişki kurulabilir mi? Bir başka ifadeyle, Marx çok yazmış olsaydı da, bu olgu yine Sovyetler Birliği etrafında tartışılmayacak mıydı?
Bu ikisi arasında doğrusal bir ilişki kurmak pek mümkün görünmüyor. Marx konu hakkında daha fazla yazsaydı, elbette, tartışma farklı bir düzlemde seyrederdi, ancak bu durum proletarya diktatörlüğünün Sovyetler Birliği üzerinde tartışılmasını kesinlikle engellemezdi.
Meselemiz, tartışmanın somut olarak Sovyetler Birliği hakkında sürmesi değil, temelinin nereye yerleştirileceği ve bu temelden hareketle tartışmanın hangi boyutlara sahip olacağıdır.
Hatta, tam bu noktada bir adım daha atmakta fayda vardır; 21. yüzyılda Sovyet deneyine gözünü kapatan, onu yok sayan bir proletarya diktatörlüğü tartışması yapmak mümkün değildir. Marksistler olarak, proletarya diktatörlüğünü ve sosyalist kuruluş sürecini tartışacaksak merkeze Sovyetler Birliği’ni koyacağız, bunun başka yolu yok.
Ancak yine aynı noktaya geri dönüyoruz: Sovyet deneyini bu merkeze nasıl yerleştireceğiz?
Bu noktada öncelikle kaçınılması gereken yaklaşım, Sovyetler Birliği’nin teorize edilemeyecek olduğu saptamasıdır.
Reel sosyalizme has tüm uygulamaları teorize edeceğiz diye bir şart yok elbette. Böyle bir gereklilik de yok ayrıca. Ancak marksizmin, Sovyet deneyiyle yalnızca siyasi bağ kurabileceğini iddia etmek, insanı bir anda marksizmin belirlediği alanın dışında bırakabilir, bu konuda herkes azami ölçüde dikkatli olmalıdır.
Teorizasyon basit anlamıyla bir haklılaştırma veya meşrulaştırma operasyonu değildir. Tersine, haklılık veya meşruluk noktalarını ayrıştırarak, yüksek bir soyutlama düzeyinde, evrensel olanı yakalama sürecidir. Bir adımı rasyonalize etmek hedefiyle her yola çıktığınızda, yerel olana hapsolma tehlikesini beraberinizde taşırsınız. Teorize etmek için öncelikle bu yerel vurgulardan kurtulmanız gerekir. Sürecin ancak ikinci adımında, somutluğu tekrar değerlendirip, tezlerinizi zenginleştirirken yerel olana tekrar ihtiyaç duyacaksınızdır.
Ancak yine aynı şekilde meşruiyet sorununu ele almadan yola çıkmanız da imkansızdır. Bir adımın neden atıldığı, bir siyasi yaklaşımın niye hayata geçirildiği sorusunu yöneltmeden teorik alanda yapabilecekleriniz sınırlıdır.
Bu çok kaba özetin bile hakkını vermenin güçlükleri ortada. Ama unutmayalım bu güçlükler yalnızca Sovyet deneyi için değil yaşamın her alanı için geçerlidir. Marksizmin yaşayan ve her daim canlı bir sistem olduğunu iddia ediyorsak, bu güçlüklerin teorik çalışmanın ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu kabul etmek zorundayız.
Marksizm tarihin hiçbir dönemine zamansal bir parantez olarak bakamaz. Bu saptama, bir sosyalist deney olarak Sovyetler Birliği söz konusu olduğunda daha da doğrudur.
Reel sosyalizme marksist teori bağlamında bir istisnalar bütünü olarak bakmak imkansızdır.
Değer yasası ortadan kalkmadı mı? Demek ki Sovyet deneyi teorik bir istisnadır. Devletin sönümlenmesinde adım atılamadı mı? Sovyetler Birliği’ni bu bağlamda teorik olarak değerlendirmek imkansızdır. Dünya devrimi yolunda atılan adımlar başarısız mı oldu? Ortada teorik bir anomali vardır…
Reel sosyalizm bu bakışla anlaşılamaz. Sovyetler Birliği’ni teorik olarak böyle tartışmak mümkün değildir.
Peki aynı mantıkla Paris Komünü tartışılabilir mi? Sorunun yanıtı ile Marx’ın yazdıkları arasındaki çelişki öğreticidir.
İyi niyetli tartışmalarda dahi bu bariz hatayı görmek gerçekten üzücü olabiliyor.
Marksizmin klasik yazınıyla Sovyet deneyi arasında olduğu iddia edilen mesafe, bu mesafenin hep iddia edildiği kadar açık olmaması bir yana, teorizasyondan kaçmamızın başlangıç noktası değil, tam tersine Sovyet deneyinin teorik incelemesinin çıkış noktası olmalıdır. Devlet ya da proletarya diktatörlüğü tartışmalarında da yapılması gereken budur.
Özgürlük bir yalansa
Sosyalizmi tanımlayan en güzel iki sözcük büyük olasılıkla eşitlik ve özgürlüktür. Dolayısıyla proletarya diktatörlüğüne de bu iki kavram aracılığıyla bakmakta, sosyalist kuruluş sürecini de bu iki kavramdan hazırlanan bir sınava sokmakta bir sakınca yok. Hatta tam tersi belki daha geçerli: Sınıf iktidarını özellikle bu iki kavram aracılığıyla düşünmekte yarar var.
Madem ki, komünistlerin hedefi eşitlikçi ve özgür bir dünya yaratmak, bu dünyayı yaratırken eşitlik ve özgürlük adına yapılanlar da önemli olmalı.
Ancak, tartışmanın daha ilk adımında, eşitlik ve özgürlük ne demek diye sorduğumuzda dahi bu işin pek kolay olmadığı görülür.
Marksizme yönelik en kapsamlı eleştiriler onun ayrı bir epistemolojik bütünlük yarattığı iddiası üzerine kurulanlardır. En can acıtmaya müsait olan, aslında teorik olarak en ince yere vuran eleştiri budur demek doğrudur. Liberal zırvalıkların teorik bir derinlik yaratamadığı açıktır. Ancak bu bütünselliğe yönelik eleştiri, liberalizmin başka tezleriyle birleştiğinde ideolojik olarak tehlikeli, solu içerden yakalayabilen bir hal alır. Marksizmde olgular kendi iç sistematiği ile tartışılmak zorundadır. Burjuvaziye ait kategorileri ve düşünüş tarzını işin içine soktuğunuz anda, kendinizi nerede bulacağınıza kendiniz bile inanamazsınız.
Bu hemen her konuda böyledir. Ancak işin içine demokrasi, özgürlük ve hatta eşitlik gibi zaten burjuvaziyle ontolojik bağı olan kavramlar girdiğinde tehlike şiddetlenir. Marksistler öncelikle, kavramları marksizme sadık kalarak tartışmayı öğrenmek durumundadır.
Nispeten ne olduğu konusunda daha kolay anlaşılabilecek eşitlik hakkında bile bir mutabakat sağlamak pek güçtür. Özgürlük söz konusu olduğundaysa işler daha da karmaşıklaşır. Eşitlik ve özgürlüğün marksist literatürde çoğu zaman yan yana kullanılıyor olması üzerine düşünmek, bir çıkış noktasıdır.
Proletarya diktatörlüğü ilk olarak ve en başta bir mülksüzleştirme aracıdır. Toplumsal olarak varolan eşitsizliği yok etmenin başlangıç adımı üretim araçlarına sahip olanların mülksüzleştirilmesidir. Üretim araçları kamu tarafından mülk edinilmelidir. Bu eylemin tarihsel olarak pratik karşılığı, üretim araçlarına, artık proletaryanın bir aracı olarak yapılandırılan devlet tarafından el konmasıdır.
Eşitlik ve özgürlük ikilisi arasındaki ilişkiye dair ilk ipucu bu zorunlu ve kaçınılmaz adımda saklıdır. Marx’ın özel mülkiyet karşıtlığının kökeninde hem ideolojik bir yaklaşım, hem de özel mülkiyetin yok edilmesini sömürüyü durdurmak için yapılması gereken zorunlu bir eylem olarak görmesi vardır.
Eşitlik ile özel mülkiyet arasındaki ilişki kolay tarif edilse de, ya da genel olarak eşitlik ile özel mülkiyet arasında bir ilişki kurmak konusunda zorluk yaşanmasa da, aynı özel mülkiyet ile özgürlük arasında bir bağlantının varolduğunu görmek pek kolay değildir.
Eşitlik ile özel mülkiyetin arasına ideolojik engel koymanın güçlüğü ortadayken, özgürlük söz konusu olduğunda bir güçlükten değil bir avantajdan söz etmek gerekir. Eşitliği özel mülkiyet ile yan yana getirmek ne kadar zorsa, özgürlük ile mülkiyeti bir araya koymak o kadar kolaydır. Özgürlüğün marksizme saldırırken bir koçbaşına dönüşmesi bu nedenle bir rastlantı olarak görülemez, tersine bu durum kapitalizmin sahip olduğu ideolojik avantaj ile doğrudan ilgilidir.
Bu bağlamda marksizm için özgürlük hem bir yalan, hem de ulaşılması gereken bir hedeftir.
Hem kapitalizm koşullarında, hem de ilginçtir, sosyalizm koşullarında özgürlüğe yapılan atıfların pek çoğunun marksizmle bir ilgisi yoktur. Özgürlük de, en az eşitlik kadar, sınıfsal bir kavramdır ve özel mülkiyet ve sömürü olmaksızın anlaşılamaz.
Marx’ın yazılarında özgürlük kavramının pek yer tuttuğu söylenemez. Tıpkı proletarya diktatörlüğü gibi Marx bu konuda da sistematik bir yazma çabası içine girmemiştir.
Ancak tıpkı proletarya diktatörlüğü mevzusunda olduğu gibi bunun da kısmen bilinçli bir tercihe dayandığı görülebiliyor.
Marx’ın sistematik bir tartışma açma isteğine karşın değinemediği konular ile bilinçli olarak suskun kaldığı meseleler birbirine karıştırılmamalıdır. Siyasal özgürlük ve demokrasi başlığı altında toparlayabileceğimiz konuları tasnifin ikinci bölümüne sokmak daha mantıklıdır. Sınıf ve ideoloji başlıklarını da kanımca gönül rahatlığıyla ilk bölüme sokabiliriz. 1840’lı yıllardaki ilk yazılarında ve belki bir ölçüde son dönem eserlerinde karşımıza çıkan bu konular hakkındaki yaklaşımının oldukça sade olması da dikkat çekicidir.
Bu noktada Marx’ın yaşadığı dönemin siyasi koşulları ile onun teorik ve siyasi üretimi arasındaki bağlantıya tekrar göz atmakta fayda var. Dönemin belirgin akımları olarak liberaller, farklı sosyalist anlayışlar ve anarşistler hemen göze çarpar. Bu kesimlerle yapılan polemikler ve içinde hareket edilen siyasi atmosfer, ustaların üretiminde belirleyicidir. Ancak buradan hareketle, ustaların üzerinde düşünseler bile üretimlerine yansıtmadıkları ya da karşıtlarıyla polemik yapmadıkları konularda, onlarla bir mutabakat halinde oldukları iddia edilebilir mi?
Örneğin siyasi özgürlükler konusunda, Marx’ın pek az yazmış olmasından, anarşistlerle ya da özellikle liberallerle bu mesele üzerinde tartışmamış olduğundan hareketle, Marx’ın siyasi özgürlükler hakkında anarşistler ya da liberallerle aynı doğrultuda düşündüğü söylenebilir mi?
Marx’ın diğer yazdıklarının çizdiği bütünsel çerçeve buna izin verseydi, belki evet. Ancak Marx’ın kurduğu bütünsel yapı buna izin vermiyor.
Marx liberallerle, ekonomi konusunda anlaşamıyor ve onlarla tartışıyor ancak özgürlükler konusunda anlaşıyor ve onlarla tartışmıyor değildir.
Durumun aslında tam tersi olduğunu söylemek gerekiyor.
Marx, liberallerle ekonomi tartıştığı için diğer konuları tartışmaya dahi gerek duymamıştır. Çünkü onun için proletaryanın ekonomik düzlemde özgürleşemediği bir durumda siyasal özgürlükleri tartışmak manasızdır.
Kaba mı geldi? Hiç değil…
Her birey kendi varoluşunun bilince varabilmesi, kendini gerçek kılabilmesi için gerekli sosyal koşulların sağlanmasına ihtiyaç duyar.
Bu bağlamda marksizm ideal haklar tanımlamaktan kaçınır. Evrensel bir beyanname ile marksizm arasında kapatılamaz bir açı vardır.
Özgürlük, yalnızca siyasi düzlemde tanımlandığı ölçüde basbayağı bir aldatmacadır.
Özgürlük yoksunluklarla veya bireyi bir eylemi yapmaktan alıkoyan tersi yöndeki engellemelerle tanımlanamaz. O beyannamedeki haklar aslında birilerinin özgürlüğünün tanımlarken negatif bir yaklaşıma sahiptir. Oysa esas olan, bireyin ne yapmayacak olması değil kendi varlığı için ne yapacağıdır.
Varoluş, yoksunluk veya engellemelerle değil, insanoğlunun yapabilecekleriyle, yapmak istedikleriyle tanımlanır.
Böylesi bir özgürlük ancak ve ancak tüm bir toplumun yeniden yapılanmasıyla yaşama geçebilir. Ancak gözden kaçmaması gereken nokta burada da önemli olanın bireyin özgürlüğü olmasıdır. Yola çıkılan nokta, toplulukların değil bireyin kendini var etmesidir. Ama bu olgunun bireysel bir çözümü yoktur. Bir birey olarak insan değerli ve önemli olduğu için, aynı birey toplumsal bir düzlemin içine oturtulmak zorundadır. Bu bağlamda, insanın toplumsal özelliklerini yok sayan her girişim, aslında insanı küçültür ve değersizleştirir.
Bireyi öne çıkartan anlayışıyla liberalizm, bireyi gerçeklenmesi imkansız bir noktaya taşırken insanı aşağılar ve yok eder.
Eşitlikçilik ve özgürlük aynı yöntemsel bakışla ele alınmalıdır. Bizler doğanın ve zamanın insanlara eşit davranmama olasılığına karşın eşitlikçi olmak zorundayız. İnsanlar fiziksel olarak farklı özelliklerle donanabilir, zaman içinde değişik yetenekler edinmiş olabilir. Tüm bunlar eşitsizlik için bir mazeret değildir, tam tersine eşitlikçiliğin nasıl bir ihtiyaç olduğunu gösterir. Eşitlikçilik insani bir zorunluluktur. Tıpkı özgürlüğün birey olarak insan için bir zorunluluk olması gibi…
Sınıflı toplumlarda hem eşitlik, hem de özgürlük sınıfsal özellikleri olan kavramlardır.
Tüm insanlar arasında eşitliği yaratmak, insanları aynılaştırmak, bir ve aynı hale getirmek değildir. Aslında bireyler eşitliğin yarattığı koşullarda özgürleştikçe, aynılıktan kurtulacak, farklılıklarını ifade edebilir hale gelecektir. Eşitlikçilik farklılıkların garantisidir.
Sosyalist kuruluş süreci bireyin kitlelerin içinde kurtuluşunu esas alır ve sınıfların ortadan kaldırılmasına odaklanır. Çünkü bireyin önündeki temel engel bizzat o kitlenin içinde var olan sınıflardır.
Bireylerin birbirine benzemesine karşı çıktığımız için sınıfların ortadan kalkması gerektiğini savunuruz. Zaten bireyleri birbirine benzeten, sınıflardan başka bir şey değildir. İnsanlar tamamen kontrollerinin dışında içine doğdukları sınıfların bir parçası olurlar ve artık o sınıfın tüm özellikleriyle birlikte yaşamaya mahkumdurlar.
İnsanın gerçek özgürlüğü bu nedenle sınıfların ortadan kaldırılmasında yatar. Aynılaştıran ve insanı insanlıktan çıkartan sınıfların yok olmasında…
Sınıfların varlığında, sınıflar farklılıkların temel birimidir. İnsanları birbirinden ayıran parametreleri söylerken sınıfla başlamak zorunda kalırsınız, çünkü sınıf belirleyicidir. İnsanlar birbirleriyle sosyal ilişki kurduklarını sanırlarken, aslında bir sınıfa mensup bireyler olarak ilişki halindedirler. Marx’ın deyişiyle bu noktada artık birey yoktur, fakat bir sınıfın mensupları veya üyeleri vardır.
Farklılık ve benzerlikleri sınıf ölçeğinden, birey ölçeğine indirmenin yolu, sınıfların varlığını görmezden gelmek değil, sınıfların varlığını kabul ederek, o sınıfları yok etmeye çalışmaktan geçer.
Sosyalist kuruluş süreci bireyi önemsediği için topluma konsantre olur. Bireyden başlayarak toplumsala gidilir; yoksa toplum için bireyin yok sayılması, bireyin fedakarlığı söz konusu değildir. Esas olan, tüm bireylerin kendini ifade edebileceği, farklılıklarıyla yaşayabileceği toplumu yaratmaktır. Bu toplumu yaratmanın ön koşulu da özel mülkiyeti ve ona dayanan düzeni ortadan kaldırmaktır.
Özel mülkiyet, farklılıkların ifade edilebileceği bir alan değil, o farklılıkların ortaya çıkmasının önündeki en büyük engeldir. Özel mülkiyet ve özgürlük arasında çözülemez bir çelişki vardır.
Özgürlük, yaşamın koşulları üzerine hakimiyet kurmak, dahası bu hakimiyeti bilinçli ve rasyonel bir planın öznesi haline getirebilmektir. Böylece insan kendi varlığının hakimi haline gelir. Özgürlük insanoğlunun varlığının gerçeklenmesidir.
Özel mülkiyetin belirlediği koşullarda, doğal olan, böylesi bir plan ve bilinçli irade içeremez. Bu nedenle farklı bireylerin çıkarları arasında bir uyum yakalamak da mümkün değildir. Mülk sahipleri ve mülk yoksunları arasındaki çelişki nedeniyle bu imkansızdır.
Bunu yaşama geçirmek ancak proletarya diktatörlüğü ile mülk sahiplerinin mülksüzleştirmesiyle mümkün olur.
Smith’ten bu yana liberallerin hep iştahla bahsettiği görünmez el bu nedenle özgürlüğün sağlayıcısı ve koruyucusu değil, bu özgürlüğün önündeki en büyük engeldir. Görünmez el her defasında, farklı bireyler arasındaki uyumu değil, güçlü grubun bir diğeri üzerindeki tahakkümünün kurulmasını sağlayacaktır.
Özel mülkiyet, sınıflar ve özgürlük arasındaki bu ilişkinin büyülü yanı, aynı ilişkinin özgürlüğü soyut ve metafizik bir tanımlamadan kurtarıp, somut ve ulaşılabilir bir yere koymasıdır.
Özel mülkiyeti ve sınıfları yaratan koşullar tarihsel olabilir, ama bu koşulları ortadan kaldırmak mümkün ve insanın elindedir. Aynı nedenle, özgürlük, tarihte ilk kez somut ve insani bir hedef mertebesine yükselir. İnsanlık özgürlüğe hiç bu kadar yaklaşmamıştır.
İnsanların birbirleriyle ve doğa ile, gerçek ve dolayımsız bir ilişkiye girmediği koşullarda özgürlük yalnızca bir yalandır. Örneğin para ve değişim-değeri gibi soyut olgular, bunun önündeki en ciddi engeldir. Bunların varlığında gerçeklik sorgulanabilir hale gelir. Böylesi bir gerçekliğin olmadığı yerde de özgürlük olmaz. Özgürlük gerçeklikle girilen en sahici ilişkidir.
Özel mülkiyet düzeni, insanların birbirleriyle olan ilişkisini zorunlu maddi ilişkilerin sonucu haline getirir. İnsanlar ya ürettiklerini birbirlerine satmak için bir araya gelir ya da birlikte üretmek için. Burada kişisel tercihler değil zorunluluklar vardır. İnsanlar kendi istek ve iradelerinin değil, kaçamayacakları koşulların esiridir.
Şans ve belirsizlik bundan daha iyi tarif edilemez.
Burjuva toplumu bu koşullar hakkındaki bir anlaşma anlamına gelir. Bu anlaşma kaderin ve geleceğin garipliklerini beklemeyi de içerir. Kurumsallaşan ilişkilerin içindeki esir insan arabesk bir ifadeyle artık kader mahkumudur.
Böylesi bir zeminde tanımlar ve kavramlar anlamını kaybetmeye mahkumdur. Örneğin, ahlaki değerler özgür seçimlerin sonucudur ve özgür seçimlerin varlığını gerektirir. Bu tür bir özgürlüğün yokluğunda ahlaki değerlerden söz etmek de manasızlaşır. Özgür seçimlerden değil zorunluluklardan söz ediyorsak, zorunluluğun ahlakından söz edebiliriz ancak. Bunun nasıl bir ahlak olduğu apayrı bir tartışmadır ancak kapitalizmi özgürlükten yoksun, özel mülkiyetin boyunduruğu altında bir sistem olarak tanımlayan marksizm, kapitalizm ve özgür seçimler arasındaki büyük mesafeye de vurgu yapmış olur.
Bu bakışın kapitalizmi meşrulaştıran, zaten her şeyin bir tarihsel zorunluluktan ortaya çıktığını söylemekle hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca, kapitalizmin kendisini bir ahlaksızlık olarak gören bir yaklaşımın, bu suça ortak olanları da ahlaksız yapacak bir bakış açısıyla tartışmaya başlamak siyasi olarak zararlı da değildir..
Özgürlüğü somut ve elle tutabilir hale getirmek, özgür seçimlerin varlığı ile ilgili her seçimin ne ölçüde özgür olabileceği tartışmalarının mistik veya metafizik yanını da geçersizleştirir. Koşullardan tamamen azade bir özgürlük tanımı yapılamaz. Özgürlüğü mistik bir zemine taşımayacaksak, mutlak anlamda özgür, her türlü nedensellikten yoksun bir özgürlüğü tanımlayamayacağımızı görürüz. Nedenler oradadır, nedensellik varolacaktır.
Özgürlük toplumsal bir olgudur. Bu nedenle insanların kendi ekonomik çıkarlarını başkalarının ekonomik niyetlerinin üzerinde tutmasına karşı çıkılması doğal gibi gelse de, aslında sorulması gereken bu çıkarların neden ayrı ve bu kadar uzlaşmaz, başkalarının alanına tecavüz etmeden ifade edilemez hale geldiğidir.
Maddi çıkarları ayırmak zorunda kaldığınız, farklı çıkarlar tarif ettiğiniz anda bu iktisadi çıkarlar kaçınılmaz olarak çatışacaktır. Ancak o zaman, insanların birbirlerinin ekonomik çıkarlarına tecavüz etmemesinden bahsedilebilir. Oysa bu çıkarların böylesine farklı tarif edilmesinin önüne geçmek de mümkündür. Proletarya diktatörlüğü iktisadi çıkarların tekleştirilmesi, farklı çıkarların yok edilmesi operasyonunun da aracıdır.
Bu çok önemli bir ayrım noktasıdır.
Burjuva devleti en fazla farklı ekonomik çıkarların toplumsal çıkarın önüne geçmesini sağlamaya, ya da daha doğru bir ifadeyle örneğin düzenin sürekliliğini sağlamak için birtakım bireysel çıkarların sivrilmesini engellemeye çalışabilir. Orta yol bulabilir.
Ama proletarya diktatörlüğü, bu farklı çıkarların üzerinde yükselmez, onu var eden bu çıkarların tek bir maddi çıkara indirgenme amacıdır. Bunu da adı üzerinde bir avuç sömürücünün lehinde değil, -hem bu zaten mümkün değildir- işçi sınıfının iktisadi çıkarlarının etrafında yapacaktır. Özgürlüğü kurmanın başka yolu yoktur.
Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin çözümü özgürlük için ön şarttır. Sınıflar arasındaki farklılıkları yok eden yol, özgürlüğe giden yoldur.
Sınıflar arasındaki bu farklılıkların yok edilmesinin bireylerin aynılaşmasının önüne geçmekle çeliştiği düşünülebilir. Oysa bu düzlemde çıkarların eşitlenmesi ve teke indirgenmesi, tam da bireysel düzlemde farklılıkların garanti altında alınması anlamına gelir. Sınıflar arasındaki fark bireylerin aynılaşmasını sağlarken, sınıfların aynılaştırılması/aynılığı bireyleri farklılaştırır. Sınıfların varlığında bireysel düzeye inmek mümkün değildir.
Özel mülkiyet ve sınıflar ile özgürlük ve eşitlik arasındaki bu ilişki, bir yalandan gerçeğe giden yolun kendisinin de gerçek olduğunun ispatıdır. Komünist bir toplum elbette gerçek anlamda eşitlikçi ve özgür bir toplumdur. Ancak sınıfları ve sömürüyü ortadan kaldırmak için atılan her adım, özgürleştirdiği için, özgür bir adımdır.
Özgürlük ve devlet
Sınıf ve özgürlük arasındaki ilişki bir kez açığa çıktığında, devletin sönümlenmesi üzerine sürdürülecek bir tartışmanın da bundan bağımsız süremeyeceği ortaya çıkar.
Özgürlük, ne kapitalizm koşullarında, ne de sosyalizm koşullarında devlet ekseninde tartışılıp anlaşılamaz. Her iki durumda da devlet karşıtlığının özgürlükçülük olduğu bir büyük aldatmacadan ibarettir. Bu aldatmacanın nasıl siyasi bir yanı olduğunun en güzel ispatı tüm bir 20. yüzyılın kendisidir.
Devletin sönümlenmesi asli bir amaç olarak tarif edilemez. Asıl amaç eşitlikçi ve özgür bir toplumun kurulmasıysa, gözümüzü dikmemiz gereken yer sınıfların ve sınıfların arasındaki sömürü ilişkilerinin yok olmasıdır. Devletin yok olması ancak bunun bir türevi olarak ele alınabilir. O da şayet mümkünse…
Sosyalist devrim eşitlikçi ve özgürlükçü olduğu için devletin yok edilmesini savunur, yoksa devletin yok edilmesini bir eşitlik ve özgürlük sorunu olarak görmez. Aynı bağlamda, işçi sınıfı kendi devletini, sınıfsal olarak kendi sonunu getirmeye çalıştığı için yok etmeyi hedefler.
Burada sorun sözcüklerin nasıl dizildiği değildir. Konumuz devlet olduğunda, kavramların hangi nedensellikle birbirine bağlandığı teorik ve siyasi bir sorundur.
Devletin yok olmasından öncelikli olarak anlaşılması gereken bir otoritenin yok olması değil, devlete içselleşmiş sınıfsal baskı ve iktidarın sınıfsal özünün yok olmasıdır.
Kolektif veya kamusal bir otoritenin tamamen yok olması gibi bir şart yoktur. Çünkü ne özgürlük, ne de eşitlik kolektif bir otoritenin varlığı veya yokluğuyla tanımlanabilir.
Sınıfsal özün olmadığı koşullarda varolan ve kamusal bir otoriteyi temsil eden aygıtın zaten “devlet” olmadığı saptaması bizi pek bir yere götürmez.
Bireyin kendi varoluş koşullarının bilincine varması, bir insan olarak özgürleşmesinin önündeki engel, tekrar olacak ama, özel mülkiyetin belirlediği koşullarla ilgilidir. Metafizik, koşullardan bağımsız bir otorite tanımlanamayacağı gibi, her otoritenin mutlak surette sınıfsal bir karaktere sahip olacağı da iddia edilemez. Öyle olsa Marx’ın kullandığı, devletin toplum üzerinden topluma tabi bir noktaya çekilmesi ifadesinin teorik hiçbir anlamı kalmaz.
Devletin burjuva bir özünün her daim varolacağı ve bu olgudan hareketle, devletin sosyalizmle her halükarda çelişeceği iddiası da son derece dikkatli bir şekilde ele alınmalıdır. Devletin sınıfsal özünün olması, devletin burjuva bir özü olduğu anlamına gelmez. İşçi sınıfının parçalayıp yeniden inşa ettiği bir kurumun, parçalanmasındaki esas amaç zaten onun içinde karşı sınıfa ait olan ne varsa yok edilmesidir.
Marksizm bağlamında, yalnızca devletin değil, modern zamanlara ait herhangi bir kurumun özüne dair böylesi kesin yargılara varmak pek mümkün değildir. Bu kurumların hiçbirini tarihsel koşullardan azade, kendine has nedenselliklerle tanımlı kurumlar olarak inceleyemeyiz. Kökeni kapitalizm öncesine dayanan kurumlar söz konusu olduğunda elimizde tarihsel veriler de mevcuttur. Modern devlet öncesi devlet biçimlerinin de özünde burjuva kurumlar olduğunu iddia etmek herhalde pek mümkün değildir.
Aynı yaklaşımla, proletarya diktatörlüğünün tarihteki ilk modeli olarak nitelenen Paris Komünü’nü değerlendirmek de mümkündür. Yalnızca bir baskı aygıtı olması nedeniyle değil, hayata geçirdikleri açısından da…
Örneğin, Komün’ün yaşama geçirdiği herkese eşit oy hakkı gibi birkaç uygulamanın sonrasında yine sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak ama bu defa batı tipi demokrasilerde ortaya çıkması ve sonra yaygınlaşarak bugünkü demokrasilerin genel bir özelliği haline gelmesini, devletin özünde burjuva karakterinden yola çıkarak mı açıklayacağız, yoksa tarihsel olarak ileri doğru atılan adımların işçi sınıfının iktidarı sırasındaki hızlı ritmine mi vurgu yapacağız?
Komün herkese eşit oy hakkının yanı sıra burjuva iktidarlarının yapamayacaklarını da yapmıştır. Komün’e işte proletarya diktatörlüğü dedirten bu yaptıkları ve yapamadıklarıyla, Komün iktidarının sınıfsal niyeti ve doğrultusudur.
Bir olgu olarak bizi rahatsız etmesi gereken, koşullardan ve tarihsellikten bağımsız bir kurum olarak devlet değil, onun sınıfsal özüdür. Karşı olduğumuz da kategorik olarak devlet değil, öncelikle onun burjuvazinin elinde bir baskı enstrümanı olması, sonrasında da toplumun üzerinde bir güç olmasıdır.
Devletin ilgasının gerekçesi de devletin ilelebet burjuva bir kavram olarak kalacak olması değil, bu ilganın sınıfların ortadan kalkmasının bir göstergesi olma ihtimalidir. Asıl hedef hep söylendiği gibi her zaman sınıfların ortadan kalkmasıdır.
Tersinden, modern devletin, devletin alabileceği son biçim olduğunu söylemek de nispeten daha kolay olsa da, aynı ölçüde yanlıştır. Bu tezin dayandığı nokta, kapitalist üretim ilişkilerinin sömürü ilişkileri bağlamında tarif edilebilecek nihai üretim ilişkisi olduğu gerçeğiyse, bu durumda başka hatalara kapı aralanmaktadır. Devlet bir sömürü ilişkisi üzerine kurulmak zorunda değildir. Proletarya diktatörlüğü, sömürü ilişkilerini yok etmek için kurulan bir devlettir. Bu ilişkiler yok oldukça karakter değiştireceği de açıktır. Ne sömürüye karşı yapılandırılan ilk biçimin, ne de zamanla evrildiği sonraki biçimlerinin, burjuvazinin modern devletiyle teorik saptamalar yapılmasını sağlayacak kadar ortak noktası yoktur.
Zaten Sovyetler Birliği de burjuvazinin, modern devletin, devletin tarih içinde alabileceği son biçim olduğu iddiasının pratik olarak tam aksini ispat etmiştir.
Merkezi sorun aslında bir kavramın veya kategorinin burjuva olup olmaması değildir. Bu tartışmanın ideolojik yanı hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kavram veya kategori yalnızca burjuvazinin vaaz ettiği şekilde algılanmak zorunda değildir. Bizzat bu algının bir ideolojik mücadele konusu olduğu unutulmamalıdır. Dahası, bu ideolojik mücadelenin her defasında bir reddiyeye dayanacağı iddiası da bir efsaneden ibarettir. Marksizm çoğu zaman reddetmekle yetinmez, daha fazlasını yapar ve bu kavramları ele alıp onları bir mücadele nesnesine dönüştürürken, burjuvazinin onlara yüklediği anlamları “aşar”. Sosyalizmin devleti de, üzerinde yükseldiği sınıf mücadelesi dinamiğinden, mülksüzleştiren bir araç olmasına, tarihte eşitlik ve özgürlük yolunda gerçek bir adıma denk gelmesinden, öncü partiyle kurduğu ilişkiye kadar, tüm ayırt edici yanlarıyla, burjuvazinin modern devletini yalnızca reddetmemiş, onu aşmıştır da.
Sosyalizmin devletinin başarısı, yalnızca yok olma eğiliminin şiddetiyle ölçülemez. Sosyalizmin ne kadar özgür olduğu sorusu, devletin ne kadar yok olduğuna bakarak yanıtlanamaz.
Özgürlük ve öznellik
Proletarya diktatörlüğü eşitlik ve özgürlük yolunda gerçek bir adımdır ve bizzat kendisi özgürleştiricidir çünkü özgürlükle öznelliğin arasında kurulması gereken somut ilişkinin, içinde kendisine yer bulduğu bir yapıdır.
Devrimden kaçamadığımız gibi proletarya diktatörlüğünden de kaçamayız. Proletarya diktatörlüğü de en az devrim kadar yapısaldır bu anlamda.
Sosyalist toplumun kapitalizmin içinden kendiliğinden doğup serpilemeyeceğini söylüyor ve bu dönüşümün siyasi iktidarın fethiyle başlayacağını iddia ediyorsak, aynı dönüşümün aracı olarak proletarya diktatörlüğünü de tarif etmek durumundayız.
Ancak aynı zorunluluk bağlamında, devrimi yapan parti ile devrimi yapan partinin kurulmasında öncülük edeceği proletarya diktatörlüğünün oluşturduğu bütünsellik ilginç özelliklere sahiptir.
Devrimi yapan parti ile bir iktidar pratiğini yaşama geçiren parti elbette birbirinden iki farklı partidir ancak bu iki parti arasında mutlak surette bir süreklilik de vardır. Devrim öncesinde öznelliği savunup, proletarya diktatörlüğü esnasında öznelliği bir kenara koyalım demenin bir mantığı yoktur. Devrimci bir dönüşümü hedefliyorsanız ve hedefiniz sosyalizmse öznellikten kaçamazsınız.
Ama öznellik özgürlüktür.
Daha az öznellik, diktatörlüğün kurtuluşu değil çözülüşü anlamına gelir. Bu noktada burjuvazinin kavram kümesiyle düşünmek yanlıştır.
Devrim bir karşıtlığı çözerken başka bir karşıtlığı dayatır. İşçi sınıfını iktidara taşıyan sosyalist devrim, aynı anda siyasi iktidarı ekonomik yapı ile karşı karşıya koyar. Çünkü iktidarın fethedilmesi hiçbir zaman kendiliğinden ekonominin de fethedilmesi anlamına gelemez. Kapitalizmden devraldığınız ekonomik yapı tüm korkunçluğuyla karşınızda durur. Sırada eşitlik ve özgürlük için onu dönüştürmek vardır.
Ekonomik geçiş zaten siyasi geçişle ayrılamaz. Ekonomik geçişin kendisi de bir siyasi mücadele konusu ve sınıflar mücadelesi alanıysa, burada nedense sadece bir siyasi araç olarak görülmek istenen proletarya diktatörlüğü kaçınılmaz olarak gündemde kalacaktır.
Ekonomi ile siyaset arasındaki bu karşıtlık bir süre sonra sosyalist iktidarın müdahaleleriyle yok olacak bir karşıtlık da değildir. Sorun daha derinlerde bir yerde yatmakta, sınıfların varlığından kaynaklanmaktadır.
Bu sorunu çözecek olan insanın özgürleşeceği eşitlikçi bir toplumdur.
Sosyalist kuruluş sürecinde ekonomi sorunlu bir alan olmaya mahkumdur. Çünkü mutlak surette müdahaleye muhtaçtır. Eşitlik ve özgürlüğe giden yolda engelleri kaldıran, kendiliğinden ilerleyen bir ekonomiden veya üretim tarzından söz etmek mümkün değildir. İş siyasi iktidarın başına kalmıştır.
Bu bir arıza olarak görülebilir. Ama illa bir arıza tanımında ısrar edilecekse, eşitlik ve özgürlüğe giden yolda o arızaya muhtaç olunduğu bilinmelidir.
Çünkü bu arıza, aynı zamanda müdahale için doğal kanalların varlığı anlamına gelir. Sosyalist kuruluş sürecine müdahale ve öznellik bu arızayla birlikte içselleşir.
Sosyalist kuruluşun kendisini özgürleştiren işte bu öznelliğin sürecin doğal bir parçası haline gelmesidir.
Bunun işleri kolaylaştırdığını kimse söyleyemez. Yalnızca müdahale meşrulaşmıştır.
Bu arızanın yok olduğu noktada müdahalenin kendisi bir arıza haline gelir. İşte tam bu andan sonrası gerçekten daha kolaydır. Ancak o ana kadar, müdahalenin ve öznelliğin, “doğallığına” inanmak gerekir. Proletarya diktatörlüğünü gerçek kılan o doğallıktır.
Özgürlük ve tarih
Özgürlük sorunu devlet olgusu etrafında anlaşılamaz. Bu anlamda devletsizliği de tek başına özgürlüğe eşitlemek mümkün değildir. Özgürlük sorununu devlet etrafında anlayacak ve tartışacaksak, bugün liberal solla aramızda hiçbir fark kalmaz.
İlk bakışta ilgisiz gibi görünse de, gelecek referansını sınıfsal değil, devlete bağlı bir eksende tanımlayan, ütopyasında onu öne çıkaran bir anlayışın, bugün de, aynı bakıştan hareketle tüm siyasi eksenini devlet etrafında kurgulaması şaşırtıcı değildir.
Aynı göz, mesela Türkiye tarihine baktığında da bir egemen sınıfın tarihini ve belki bununla bağlantılı olarak bir araç olarak devleti değil, devletin macerasını, devletin bekası için atılan adımları görecektir. Bugün de zaman zaman devlet ile Avrupa Birliği karşı karşıya gelmektedir mesela. Askerin rejim üzerindeki vesayeti de devletin bekası tarafından bakıldığı zaman anlaşılır ancak.
Marksizm devletin ortaya çıkışını yalnızca ekonomik olarak açıklamaya çalışmaz. Siyasi veya ideolojik faktörleri göz ardı etmez. Tüm bilimler dünyasını ekonominin türevleri şeklinde görmediği, ama bu dünyanın alanlarının birbirleri arasındaki ilişkiyi bir sistem içine oturtabildiği için özeldir marksizm.
Tersine, yapılmaya çalışılan, örneğin devlet için, devlet yapısının farklı ekonomik koşullar altında nasıl ve niye değiştiğini açıklamaktır.
Neden devlet vardır, sorusu aslında temel soru değildir. Bu soru meşrudur ve sorulabilir. Ancak marksist tarih anlayışını asıl ilgilendiren bir bütünlüğün, daha önce varolan başka bir bütünlükten nasıl ve niye geliştiğini açıklamaktır.
Tarih öncesi ve tarih sonrası ayrıma da böyle bakılabilir.
Marksizm varlığa dair soruları tarih sonrasına bırakır. Tarih teorisiyle açıkladıkları aslında daha “basit” işlerdir. Varlıkla ilgili sorular marksizm açısından ancak sınıfların ortadan kalktığı bir ortamda meşru olabilir.
Biz tüm tarihi sınıflar mücadelesinin belirlediği bir koordinat düzleminde okumayı tercih ederiz. Sınıflar ve aralarındaki mücadele yoksa, aslında bizim koordinat düzlemimiz de yoktur.
Aynı anda bizim için aslında “tarih” ve “siyaset” de yoktur.
Bugün özgürlük sınıflar mücadelesinde taraf olma hakkıdır. Özgürlük, özgürlüğe giden yol olarak anlaşılıp, kendi içinde sonsuz bir döngüyle, kendi kendine referansla tanımlanabilir. Özgürlük, özgürlük için mücadele etmektir.
Tarih de bu hak etrafında döner o zaman.
Sınıfsız bir dünya ve toplumun özgür olduğunu söylemekte bir yanlış yok elbette. Ancak o zaman da tarih yoktur. Ya da o zaman tarih vardır,, şimdi yoktur.
Bugüne ait tarih anlayışımız belirsizliğin içinde belirgini görmektir. Kendini var edemeyen, kendisi olamayan pek çok öznenin varlığında sınıflar mücadelesi anlam kazanır. Sınıflar mücadelesi, öznenin sonuçların asla kesin olarak bilinemeyeceği bir alanda kendini var etme mücadelesidir.
Marksizme illa bir determinizm atfedilecekse, determinizm budur. Aynı şekilde sınıfsız toplumun bu bağlamda determinizmden en uzak toplum olduğunu söyleyebilir ve tekrar aynı noktaya döneriz. Ya o tarihtir, ya bugünkü.
Özgürlük tarih dışıdır ya da tarih dışı olan esarettir, özgürlük tarih demektir.
Ancak tüm bu kurgunun komünizm açısından hiçbir anlamı yoktur aslında. Tarihi, tarih dışından konuşmak çok mümkün değildir. Bugünkü koordinat sistemiyle, aynı sistemin var olmadığı bir düzlemi tanımlama çabası beyhudedir.
Komünizmi konuşurken biz bugünü konuşuruz. Bunu unutmadığımız sürece de konuşmanın çok zararı yoktur. Ancak konuştukça unutma riski artar. Marx’ın uyarısı böyle de anlaşılabilir. Bugünü konuştuğumuzu unutursak, devletin yokluğunu da, özgürlüğü ve eşitliği de tartışmamız imkansız hale gelir.
Bir kuralı ihlal etmemiz gerekir; tarih ile tarih öncesini birbirine tokuşturmak tehlikelidir.
Devletsizlik propagandası yapmanın sınırları bu yüzden bellidir. Biz devletsizlik propagandası yapamayız. Bir siyasi kurguyu bunun üzerine oturtamayız.
Peki ama onca dertlendiğimiz, ütopyasını aradığını söylediğimiz marksizm o zaman ne olur? Ütopyaya en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemde ütopya nereye gider?
Marksizm ütopyaya muhtaçtır. Devrimci siyaset ütopya olmaksızın bir hiçtir.
Ancak devletsizlik onun bir parçası olsa da biz ütopyayı yalnızca devletsizlik olarak tanımlayamayız.
Emperyalizmin can aldığı, açlığın, sefaletin, ölümün kol gezdiği bugünün dünyasında açlık, işsizlik, yoksulluk olmayacak, emperyalizm öldüremeyecek demek ütopyanın en hasıdır belki. Ama biz elbette burada duramayız.
Lakin devrimcilerin, çoğu zaman esas sorunu ne ütopyayı unutmak, ne de burada durmaktı. Bizler için ütopya hep vardı. Biz ütopyayı anlatmakta, siyasi ve teorik dile tercüme etmekte güçlük çektik. Güçlük çektikçe de işin kolayına kaçtık. Ütopya devletsiz bir ütopyaydı ama ütopyayı devletsizliğe indirgemek de bu kolaycılığın en sade yansımasıydı. Bu çaba ne yazık ki somut olarak ütopyasızlıkla sonuçlandı. Devletin yokluğu büyük bir hayal olsa da, hayaller ve ütopya o kadar küçük olamaz.
Devrimcilik işte o hayal ve ütopyayı bulmaktır. Devrimci siyaset, o hayal ve ütopyayı bir mücadelenin konusu haline getirmektir.