Emperyalizm gibi “modası geçmiş” ve “bugünün dünyasını açıklayamayan” bir kavramın bugün hala tartışılır durumda olması komünistlerin en önemli görevlerinden biri haline gelmiştir. Emperyalizmin bu kadar can aldığı, yeni belalara yol açtığı günümüzde bu kavramın kullanılmaması veya yanlış kullanılması büyük eksikliklere ve sorunlara yol açmaktadır.
Günümüz dünyasındaki meta üretiminde lider konuma gelen Çin Halk Cumhuriyeti, ülkesinde biriken sermaye ve metayı ihraç edebilmek için çeşitli yollar aramaktadır. Dünyadaki ülkelerin büyük kısmının 1. veya 2. ticari ortağı haline gelen Çin, reformlar ve dışa açılma konusunda özellikle 80’lerin başından beri yürüttüğü politikaların meyvelerini almaya başladı. Elbette ki ekonomik olarak bu derece gelişen, dünyaya açılan ve kulağa oldukça tuhaf gelen “sosyalist piyasa ekonomisi” adındaki piyasacı ekonomiyi benimseyen Çin, kapitalizmin yüksek aşamasına ulaşmış mıdır, ulaşmakta mıdır? Bu yazı komünistlerin geleceğe dönük tutum alması gereken konulardan biri olarak, Çin’in kendi ve dünya işçi sınıfı için ne ifade ettiği ve edeceği konusundaki tartışmalardan birisi olan “Çin emperyalist midir?” sorusunun cevabını tartışmaya başlamak için bir kısa bir giriş yazısıdır.
Ancak bu yazı sadece Çin’in emperyalist olup olmadığını tartışmıyor. Bu yazının amaçlarından birisi de günümüzde kapitalizm ile ilişkisi koparılmaya çalışılan, bir ülkenin çevresindeki diğer ülkelere baskı kurması, kaynaklarını kullanması şeklinde basitleştirilen emperyalizmin, kapitalizm ile olan ilişkisini vurgulamak ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin emperyalist olup olmadığını bu noktadan bilimsel olarak tartışmaktır.
Yazının gidişatı ilk olarak bu konuyu anlamaya yardımcı olacak, Çin tarihinden birkaç önemli nokta ifade edilecek. Sonrasında, Çin’in kapitalist olup olmadığı konusu NEP tartışması ile açıklanıp, son olarak da Çin’in tarihsel çizgisi ve günümüzdeki durumu dikkate alınarak emperyalist bir ülke olup olmadığı tartışılacak.
Kısa bir tarihçe
İlk olarak Çin’in konumuza altyapı oluşturacak tarihini kısa ama öz bir inceleme ile irdeleyelim. Sanırım şu şekilde başlamak doğru olacaktır; Çin kendi tarihi koşulları ve ihtiyaçları doğrultusunda Avrupa’dan farklı bir gelişim göstermiştir. Birçoğumuzun bildiği gibi Çin dünya üzerindeki en eski medeniyetlerden biridir. Çok eski zamanlardan beri birçok kez zayıflamış, dağılmış, hanedanlıklarda iktidar sorunları yaşamış, ancak bundan hep kendini kurtarmayı başarabilmiş bir toplumdur. Çin coğrafi konumu nedeniyle geçmişte diğer ülkeler tarafından çok ciddi işgallere uğramamış, özellikle iç bölgeler nispeten izole kalmıştır. Etrafındaki başlıca potansiyel tehditlerden sayabileceğimiz Avrupa’dan Orta Asya çölü, Hindistan’dan Himalayalar ve Japonya’dan ise deniz ile ayrılan Çin yıllar boyu çeşitli akınlara uğrasa da –en azından sanayi devrimine kadar– işgal edilememiştir.
Sanayi devrimine kadar Çin, batılı tarzda yayılma, koloni veya hakimiyet kurma vb. amaçlar ile hareket etmemiştir. Çin’in geçmişte ve ileriki bölümlerde de göreceğimiz üzere günümüzdeki dış politikası diğer ülkeleri işgal etmek ve onlara zor ile hükmetmek değil, bu ülkelerin Çin ile “uyumlu” olması üzerine kuruludur. Yani Avrupa imparatorlukları gibi bir yeri işgal edip kendine katmak yerine o yerin kendisi ile uyumlu olmasını beklemiştir ve politikalarını buna göre geliştirmiştir. Kapitalist modernleşme sürecine girene kadar tarihteki güçlü Çin hanedanlıklarının elbette bu “uyumlu olma” beklentisi kendiliğindenliğe teslim edilmemiş, çeşitli “zor” yollarının kimi kendine ait geleneksel-kültürel özellikleri de barındırarak sahneye çıkarıldığını da peşinen kabul etmeliyiz. Ama kabalaştırmayı göze alarak durumu şu cümleyle özetleyebiliriz: kapitalizm öncesi Çin karşısındaki potansiyel tehditleri yenmek değil onları kendisi için kullanışlı bir hale getirmek için kendi özgün geleneklerinden faydalanmıştır. Günümüzden bakılınca, bu tanımlamalar günümüzde pek çok emperyalist ülkenin izlediği bir taktik olarak görünse de o günün koşullarında Çin ile Avrupa arasındaki potansiyel tehditlere yaklaşımlar, çevresini kontrol altında tutma, yeri geldiğinde tehdit unsurlarını birbirine düşürme ve onlardan maksimum seviyede yararlanma farklılıkları bu şekilde açıklanabilir.
Kapitalist modernleşme süreci içinde ise, özsel olarak daha az eğilip bükülen ve dönüşümüne eklektizmin hakim olduğu geleneklerin yerine, Çin kültürünün, kapitalist dünyanın kültürüyle tanışması ve süreç içinde özneler arası ilişkiselliğe ve belirlenime bağlı olarak gelişen kültürleşme olgusunun öne çıktığını görürüz. Çin Devrimi sonrasında Mao’nun Kültür Devrimi’nin de revizyonistlerce akamete uğratılmasıyla ve devamındaki reformist politikalarla kapitalizmle Çin sosyalizminin flörtü hızlı bir şekilde gelişerek “sosyalist piyasa ekonomisi” aşkıyla taçlanmıştır. Sonuçta o büyük doğu kültürü batı emperyalist-kapitalizmiyle girdiği etkileşimlerle kültürleşmeden kendi payına düşeni almıştır. Bu kültürleşme ve siyasi-ekonomik gelişmeler sayesindedir ki, günümüz Batı emperyalizmi ile Çin’e genel yaklaşımda ikisi arasında Himalayalar, Urallar ya da Çin Denizi gibi büyük farklar gösteremeyiz.
Avrupa’nın sanayi devrimiyle atağa geçmesi ve Çin pazarını kendi için istemesi Çin-Avrupa ticari ilişkilerinin yanında siyasi ilişkilerinin de başlangıcı olmuştur. Bu döneme kadar Çin hükümdarlarının yabancı konukları ağırlama ritüelleri[1] ile Avrupalı emperyalistlerin kibri karşı karşıya gelmiş olsa da zaman geçtikçe ekonomik üstünlüğü ele geçiren Avrupa, o dönem Çin’in mücadele ettiği ve toplumda ciddi sorunlara yol açan kaçak afyon satışı ile giriş yaparak Çin pazarını sınırlı da olsa kullanmaya başlamıştı. 1. ve 2. Afyon Savaşı ile Çin’i kenara kıstıran İngiltere başta olmak üzere diğer Avrupa ülkeleri, Çin ile resmi ve eşit koşullarda diplomatik ilişki kurmayı başardılar. Şayet kendini gökyüzünün altındaki her şeyin hakimi ve merkezi olarak düşünen bir imparator ile “kızıl saçlı barbarlar”[2]ın aynı seviyede olması ve denk bir ilişki içinde yer almasını sağlamak ve Çin gibi bir pazarı kendilerine açmak, İngiliz ve Avrupalı emperyalistler için son derece önemli bir zaferdi. Ancak Çin bu zorlu dönemi, Avrupalı emperyalistlerin gazabına uğrayan diğer ülkelere göre daha az sıyrıkla atlatmıştı.
Bu örneklerle vurgulanmak istenen nokta şudur: ekonomik, siyasi ve kültürel olarak köklü bir geçmişe dayanan Çin, dünyanın en eski medeniyetlerinden biridir. Bu medeniyet zaman içinde günün koşullarına Avrupa’nın dayattığı şekilde uyum sağlamış, ülkede kısa vadede bir takım değişiklikler yaşanmış olsa da uzun vadede ciddi ve kökten değişimler oldukça sancılı bir süreçte gerçekleşmektedir.
Nitekim modern Çin uzun dönem “kendi üretim tarzını” korumuş, sanayileşmemiş, Avrupa kültürüne kapılarını kapalı tutmaya devam etmiştir. Hatta Amerikan antropolojisinden feyz alan kaynaklar, günümüz “sosyalist piyasa ekonomisine” tabi Çin’in dış politikasını da modernleşme öncesindekine benzer bir şekilde işlemekte olduğunu ileri sürebilmektedir. Örneğin Henry Kissinger, Çin’in kendisi ile uyumlu olmayan yakınındaki ülkelere (genellikle Sovyetler, Hindistan ve Tayvan) karşı önlemler almış, kendisine “saygı ve minnetle” yaklaşan, yani Çin ile uyum içerisinde olmayı kabul eden ABD ile yakın ilişki içinde bulunmuş olduğunu ileri sürebilmektedir.[3]
Çin Halk Cumhuriyeti’nde kapitalizm – emperyalizm sarmalına daha yakından bakmak için öncelikle Çin’in piyasa ile imtihanının gelişim seyrine kısaca bir göz atalım.
Çin ve piyasa ekonomisi
Çin’in emperyalist olup olmadığını tartışmadan önce, Çin’in kapitalist olup olmadığını net olarak anlayabilmek gereklidir. Kapitalizm ile ilişkisi olmayan bir emperyalizm tahlili son derece hatalı ve eksik olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti bugün, adına “sosyalist piyasa ekonomisi” dediği, kabaca karma ekonomiyi benimsemiş kapitalist bir ülkedir. Ülkede uygulanmakta olan sistem birçok yerde devlet kapitalizmi olarak geçse de Çin ekonomisinde özel sektörün ve yabancı yatırımların payı oldukça fazladır.
Bu noktada en çok kafa karıştırmaya müsait olan nokta ise Çin’in bir NEP döneminde olup olmadığıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin sosyalist olduğunu savunanların argümanlarının başında gelen Çin’in bir nevi “Yeni Ekonomi Politikası” (NEP) döneminde olduğu iddiası başlı başına hatalı bir iddiadır. Kısaca bahsetmek gerekirse, NEP Sovyetler Birliği’nde 1921-1925 yılları arasında uygulanan, Sovyet ekonomisini çöküşten kurtarmak amacıyla Lenin tarafından ortaya konan, ekonomik alanda devlet kontrolü altında bir kapitalizmi öngören politikalardır. Bu politikalarla ülke içinde kapitalist ekonomi uygulanıyordu ama aynı zamanda burjuva sınıfının oluşmasına imkan vermemek için siyasal alanda ülkenin kuruluş ilkelerinden ödün verilmiyordu. Çin’de kapitalizminin artan etkisini‚ “geçici bir geri adım” olarak görenler ve Ekim Devrimi sonrası uygulanan NEP dönemi politikalarıyla karıştırıp aynılaştıranlar da var. Ancak bilindiği üzere NEP’ten sosyalist ekonomiye geçişi eleştirenler Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Çin’de de var. Çinli teorisyenlerin önemli bir kısmı, Sovyetler Birliği’ndeki NEP’in geçici oluşunu ve NEP’ten sosyalist planlı ekonomiye geçilmesini eleştirerek, Çin’in izlediği yol türünden bir ekonomik modeli‚ sosyalist piyasa ekonomisi veya Çin tipi sosyalizm veya sosyalist piyasa ekonomisi adı altında devlete ait şirketlerin de dahil olduğu, serbest piyasa ekonomisini savunmaktadırlar.
Şunun altını çizmek gerekir: NEP’in başlıca amacı burjuvaziyi yok etmekti ve 4 yıllık süreç sonucunda öyle oldu. Öbür taraftan reform ve dışa açılım sonrası Çin’e bakıldığında, neredeyse 40 yılı aşkın süredir uygulanan politikanın sonucunda, Çin ekonomisinin oldukça ciddi bir şekilde büyüdüğü görülmüştür. Ancak bu büyüme Çin işçi sınıfının ekonomik durumunu iyileştirmiş gibi görünse de Çin işçisinin payına pastanın kırıntıları kalmıştır. Bunun yanında Çin burjuvazisi palazlanmış, “dünyanın en zenginleri” listelerine girmeye başlamış, dolar milyarderleri Çin Ulusal Meclisi’nde delege olmaya başlamıştır. Güçlenen Çin burjuvazisinin eli, bu dönem bittiğinde armut mu toplayacak? ÇKP kontrolünde ve hatta ÇKP üyesi patronlar, parti bildiğimiz anlamda sosyalist ekonomiye geçtiği zaman –ki ÇKP’nin böyle bir iddiasının olup olmadığı net değil– ile komünist parti arasındaki ilişki nasıl olacak?
Ülkesini ve işçi sınıfını yabancı sermayeye peşkeş çeken, ülke içinde kendi girişimleri ile IMF reçeteleri benzeri özelleştirmeler yaparak kapitalizmin önünü açan Çin’in varacağı yer sosyalizm olamaz. Çin ekonomisinin bu yöntemle büyüyüp büyümediğini, ÇKP’nin güç kazanıp kazanmadığını tartışmak ile bunu sosyalizm olarak sunmak arasındaki farkın görülmesi son derece kritiktir. Çin kapitalizminin bugün sosyalistlerin önüne bilimsellik kisvesi adı altında başarılı bir sosyalist model olarak çıkarılması, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ortaya çıkan marksizmin neo ve post versiyonlarının sunulmasından farksız bir durum ortaya çıkartmaktadır. Avrupalı ve ABD’li, Sovyetler Birliği’ne düşman çeşitli sol akımlara mensup kişiler tarafından marksizmin dezenformasyona uğratıldığı 80’ler ve 90’larda, Çin’de de aynı durumun yaşanması ve Sosyalist Blok yıkımın eşiğindeyken, neoliberalizmin ve işçi sınıfı düşmanlığının sembol isimlerinden eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve ABD Başkanı Ronald Reagan ile sıcak ve yakın ilişkiler kurabilecek kadar ileri gidebilen bir Çin, sosyalizm yolunda ilerleyemez.[4] İnsanlığın yaşadığı sosyalizm deneyimlerinde bir takım hatalar ve eksiklikler yaşanmıştır. Ancak bu, marksist-leninist çizgiden sapmaya hatta bu çizginin karşısına geçmeye mazaret olamaz. Elbette ki komünistlerin bu sahteliklere ve kelime oyunlarına verecekleri cevapları olacaktır.
Bugün Çin’deki kapitalizmi sosyalizm olarak pazarlama işinin bir diğer yanı, devlete ait şirketlerin çokluğu ile sosyalizmi aynılaştırmak üzerinden yapılmaktadır. Çin’de mülkiyetin çoğunluğunun halen devletin elinde olması durumu bir argüman olarak sık sık kullanılıyor. Bu noktada bu kişiler açısından sorun olan ise üretim araçlarının devletin elinde olmasının Çin işçi sınıfına ne gibi bir faydası veya zararı olduğunun net olarak görülmemesidir. Batının emperyalist devlerinin Çin’de üretim yapıyor olması Çin işçi sınıfının ÇKP tarafından emperyalistlerin hizmetine ucuz iş gücü olarak sunulduğunun bir işareti değil midir? Nasıl bir sosyalizm kendi işçisini emperyalistlere ucuz emek gücü olarak satabilir? Çin ekonomisinin büyük kısmının devlete ait olması işte bu nedenlerden dolayı sosyalist bir ekonomi varmış gibi sunulamaz. Sosyalizm ile kapitalizmi ayıran ölçüt üretim araçlarının devlete mi bireye mi olduğuna bakılarak belirlenemez. Sosyalizmin niteliğini belirleyen kriterler üretim araçlarının proletaryanın elinde olması, sömürüye son verilmesi, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, toplumsal üretimin emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve refah seviyesinin artırılmasına yönelik olmasıdır. Devlet sermayeli şirketlerde de önemli ölçülerde yabancı sermayenin varlığı ve ortaklıklar yoluyla başka kapitalistlerin de hisse sahibi olduğu unutulmamalıdır. Devletin de kapitalist gelişme doğrultusunda ilerlediği ve artı-değer sömürüsüne katıldığı bu sistemi “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak adlandırmak, işçi hareketi ve sosyalizmin tarihine kara bir leke sürme çabasıdır. Günümüz Çin ekonomisinin yapısı ister uzun bir NEP dönemi olarak, isterse kamu sektörünün varlığı ve ağırlığı gösterilerek savunulsun, Çin kapitalizmini sosyalist etiket altında pazarlama çabası yukarıda bahsedilen gerçekler ile boşa çıkarılmaktadır.
ÇKP’nin, NEP’in Lenin’in ürünü olduğunu vurgulaması, Lenin’in de böyle bir uygulamaya gitmiş olmasını kendisi için bir dayanak noktası olarak öne sürmesi, bugün önümüze sürekli olarak Lenin’in UKKTH’nı getiren ve Lenin tartışmasını sadece bunun üzerinden yapmaya çalışan çevreler ile son derece benzer bir şekilde karşılık bulmalıdır. Lenin’i ve leninizmi tek bir kavram, tek bir yazı veya tek bir uygulama üzerinden değerlendirmek ve bütününden ayırmak insanları, aydınları, komünist partileri ve ülkeleri bugünkü anti-komünist durumlarına getirmiş durumdadır.
Çin’in emperyalizm kokan projeleri
Emperyalizm, marksist-leninistler açısından sadece yayılmacılık, zalimlik ya da militarizm ile açıklanamaz. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Temel işleyişi büyük çaplı sermaye ihracı ile az gelişmiş ülkelerde kâr sağlamak ve buraları emperyalist merkeze tabi kılmaktır. Dünya kaynaklarının ve emek gücünün tekeller ve emperyalist güçler arasında paylaşılma mücadelesidir. Dolayısıyla emperyalist olmak için dünya çapında gerçek anlamda hegemonya ve paylaşım mücadelesi vermek gerekir. Çin’in hegemonik gücünü ölçebilmek adına günümüzdeki veriler yeterli sayılabilir. Çin bugün, Asya, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Afrika’ya sermaye ihraç etmektedir. Yapılan ihracın niceliğinin azlığı veya çokluğu değil niteliği önemlidir. Bu emperyalizm yoluna yeni giren bir ülkenin elbette ki AB ve ABD seviyesinde bir zenginliği ve yatırım gücü olmayabilir. Ancak burada bakılması ve dikkat edilmesi gereken nokta Çin’in sermaye ihracının sistematik bir şekilde dünyanın büyük bir kısmında ciddi bir şekilde gözlemlenebilir duruma gelmesidir.
Aşağıda günümüzden birkaç örnek vererek Çin’in emperyalizm kokan projeleri bir önceki paragraftaki emperyalizm tarifine uygun bir şekilde anlatılmaya çalışılacak.
İpek Yolu – Tek kuşak tek yol projesi
Tarihsel İpek Yolu birçok kişinin ilkokul ve liseden hatırlayacağı üzere Çin’den başlayıp Avrupa’ya uzanan tarihi bir ticaret yoluydu. Günümüzde ise Çin bu yolu tekrardan canlandırmak istiyor ve bu nedenle Yeni İpek Yolu isimli bir projeye kaynaklarının büyük kısmını ayırmış durumda. Peki bu ticaret yolu Çin için neden bu kadar önemli?
Çin Halk Cumhuriyeti, ülkedeki ucuz iş gücü sayesinde üretimin çok fazla yapıldığı bir ülke. Aynı zamanda Çin, ülkedeki ucuz mal üretimi sebebiyle pek çok ülkenin başta gelen ticaret ortağı durumunda. Ancak Çin ekonomisi git gide tıkanıyor, büyüme rakamları yıllar geçtikçe küçülüyor. Çin bu nedenle zaten geniş olan ticaret ağını daha da genişletmek, Yeni İpek Yolu üzerindeki ülkelere altyapı yatırımları yaparak onları da ticarete elverişli hale getirmek gibi amaçlarla başta Orta Asya ülkelerine olmak üzere ciddi bir sermaye ihracı ile Yeni İpek Yolu projesini yürütüyor. Yakınımızdan, yakın zamana ait bir haber olarak örneğin SYRIZA, Yunanistan’ın en büyük limanı olan Pire’yi Çin’e Yeni İpek Yolu projesi için sattı. Yunanistan’ın kriz durumundan kendi açısından oldukça faydalı bir şekilde yararlanan Çin’in son birkaç yılda başta Çekya olmak üzere Doğu Avrupa’ya yaptığı yatırımlar oldukça ciddi seviyelere ulaşmış durumda. Afrika’da, başta Kenya ve Etiyopya olmak üzere birçok ülkeye liman inşa eden veya satın alan Çin, bu limanlardan büyük şehirlere demiryolu ağı inşasını da üstlenerek Çin’de üretilen malların satışı için gerekli altyapıyı kuruyor. Bunun yanında Afrika’da bulunan altın, elmas, kömür gibi madenleri alan Çin, Afrika’ya işlenmiş mal satıyor. Latin Amerika’da da kendisini direkt yatırımlar ile hissettirmeye başlayan Çin, özellikle Brezilya, Peru, Şili ve Venezuela’dan kömür, demir, petrol, soya vb. hammaddeleri alıp buraya Çin’de üretilen ürünleri satıyor. Bunun yanında Karayip ülkelerine de Afrika’ya yaptığı gibi otoyol ve demiryolları inşa etmeyi sürdürüyor. Son olarak 2015 yılında Yeni İpek Yolu projesi kapsamında planlanmaya başlayan ve bir kısmı Amazon ormanlarından geçmesi planlanan demiryolu projesi ile Latin Amerika’nın Pasifik ve Atlas Okyanusu kıyıları arasında bağlantı kurulmuş olacak.[5] Bu da Çin ürünlerinin satış ağını oldukça geliştirecek.
Ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde de çokça gözlemleme şansımız olan, bir ülkenin hammadde kaynaklarının alınıp, o ülkeye işlenmiş ürün satılması durumu, emperyalizmin koloni döneminden kalan bir gerçekliğidir. Ayrıca ülkelere demiryolu ağı inşası ve limanlarının alınması gibi durumlar da aynı şekilde ülkemizde tecrübe ettiğimiz emperyalizmin yerleşme yollarıdır. Bu gerçekliğin bugün Çin tarafından yoğun bir şekilde, başta Afrika ve Latin Amerika olmak üzere gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanıyor olması Çin’in emperyalist bir ülke olduğu tezini güçlendirirken, Çin’in emperyalist olma yolunda ilerlediğini kanıtlıyor. Bu ve buna benzer girişimleri takip ederek Çin’in diğer ülkelere ne gibi yatırımlar yaptığı ve hangi yolları izlediği noktasında emperyalist denilebilecek bir takım tutumlar gözlemlemek mümkün.
Bir diğer örnek olarak, Yeni İpek Yolu projesi Orta Asya ülkeleri için ne ifade ediyor? Bu proje Orta Asya için dönüştürücü ve geliştirici mi yoksa sömürücü mü? Çin uzun zamandan beri Orta Asya’ya yatırım yapıyor. Yatırımlar genellikle Afrika ve Latin Amerika’da olduğu gibi petrol, altın, uranyum, doğalgaz ve kömür çıkarmaya yönelik altyapı yatırımlarından oluşuyor. Son zamanlarda ise İpek Yolu projesi ile yol, köprü ve iletişim altyapısı gibi yatırımları artmış durumda. Çin’in batı ülkelerinden farklı olarak izlediği yol ise bu projelerde yerel halktan işçiler kullanmak yerine projelerinin her aşamasında Çinli işçileri kullanması. “Çin başka ülkeleri sömürmüyor, oralarda da kendi işçisini sömürüyor” şeklindeki görüşe karşı bu durumun iki nedeninin altını çizmek gerekiyor. Birincisi yatırımın yapıldığı ülke işçileri kullanıldığı takdirde vatandaşı oldukları ülkelerin güvenceleri altında olmaları sebebiyle, işçilerin organize edilebilecekleri grev benzeri hak talepleri ile uğraşma riskini göze almak istememesi. Düşünüldüğü zaman göçmen işçinin o ülkede var olan haklarda yararlanabilmesi, o ülkenin vatandaşı olan işçiden daha zor, hatta bazı durumlarda imkansız. İkincisi ise kendi Çin işçisinin dünyadaki en ucuz iş gücü olması. Çin’de üretimin her alanında olduğu gibi inşaatta da ucuz iş gücünün, inşaat yapılan ülkedeki iş gücünden daha kârlı olduğu gerçeği, Çin şirketlerinin tercihini Çinli işçilerden yana kullanmasına sebep oluyor. Ancak bazı ülkeler bu durumu işçi kotası uygulayarak aşmaya çalışıyor.
Asya ve Avrupa’da bir dünya bankası alternatifi: AAYB
Çin Halk Cumhuriyeti öncülüğünde kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası, Dünya Bankası’nın bir muadili görünümünde. Esas amacı Yeni İpek Yolu’nu finanse etmek olan banka için ilgi çekici olan kısım ise bankanın kurucu üyeleri arasında İngiltere, Almanya, Avustralya, Güney Kore, Katar, BAE ve Türkiye de dahil 57 ülke var. ABD’nin yoğun lobi faaliyetlerine rağmen pek çok ülkenin AAYB’ye hissedar olması büyük yankı uyandırdı.
AAYB, önemli ülkelerden aldığı destekler ile Asya’daki ABD ekonomik hegemonyasına meydan okumaya çabalıyor diyebiliriz. IMF’den farklı olarak İpek Yolu için gerekli altyapılar konusunda kredi sağlaması beklenen bankanın bir diğer özelliği ise, kredilerin Çin’in para birimi olan Yuan ile verilecek olması nedeniyle Yuan’ın uluslararası geçerliliğini de artıracak olmasıdır. Bunun yanında AAYB, en azından şimdilik IMF gibi katı koşullarla ve ülkelerin iç siyasetine müdahale edici bir şekilde davranmıyor. Ancak genel olarak AAYB’nin verdiği krediler dünya ticareti ve bunun paralelinde Yeni İpek Yolu Projesi için kullanılıyor.
Çin, dünyanın birçok yerine kendi ticari amaçları doğrultusunda sermaye ihraç eden bir ülke haline geldi. Bunun için kendi fonunu bile oluşturdu. Bu verilere, Çin’in yaptığı sermaye ihracının miktarı üzerinden bunun emperyalizm olmadığı, bu miktarların ABD ve AB’nin yanına yaklaşamayacağı ve buna benzer yatırımların Rusya, İran ve hatta Türkiye gibi ülkeler tarafından da yapıldığı şeklinde bir cevap verilebilir. Ancak burada bakılması gereken Çin’in tarihsel olarak batıdan farklı geleneklere sahip olması ve potansiyelinin Rusya, İran ve Türkiye ile ölçülemeyecek kadar büyük olmasıdır. Buna rağmen karşımızda kendisi dışında tek dış ticaret açığı vermeyen ülke olan Almanya’yı sermaye ihracında geçen bir güç haline gelen bir ülke var.[6] Çin Halk Cumhuriyeti’nin elindeki güç üretimdir. Tarihin başlangıcından beri en önemli güç olan üretim gücü son derece güçlü olan Çin, ne Rusya, ne İran ne de Türkiye ile karşılaştırılamaz.
Çin sponsorluğunda bir Çin projesi için Asya’dan Avrupa’ya 57 ülkenin imzaladığı ve ABD’nin kontrolü dışında gelişen bu durum elbette ki Asya hakimiyeti açısından ABD-Çin arasındaki askeri gerginliğin de git gide artmasına sebep oluyor. Güney Çin Denizi de bu noktaların başında geliyor.
Güney Çin Denizi
Konusu Çin ve emperyalizm olan bir yazıda Güney Çin Denizi (GÇD) konusundan bahsetmemek büyük bir eksiklik olacaktır. GÇD günümüzde çokça gündeme gelen, ABD, Çin ve bölgedeki diğer ülkeler arasında gerginliği arttıran bir konu.
GÇD’nin üstünde 5.3 trilyon dolarlık ticaret; altında 11 milyar varil petrol, 5,38 trilyon metre küp doğal gaz yer alıyor. Aynı zamanda jeopolitik önemi de çok yüksek bir bölge. GÇD’nde birçok su altı resifi ve belirli kısımları deniz üstünde olan kayalar bulunuyor. Bölge ülkelerinin hali hazırda birbirleriyle kesişecek şekilde hak iddia ettiği denizde Çin bu alanlara yapay adalar inşa ediyor ve bunları askeri üs olarak kullanıyor. ABD Çin’in bu atılımından çekiniyor olacak ki yıllardır ambargo uyguladığı Vietnam’a bu yıl içerisinde silah bile satmaya başladı. Bölgede gerginliğin ağırlığı ABD desteği alan Filipinler, Tayvan, Japonya ve Çin arasında gerçekleşiyor.
Çin’in GÇD için planları tüm engellemelere rağmen tüm hızıyla ilerliyor. Denizin üstünde ve altında bulunan kayalıklar ve resiflerin üzerine Çin’in inşaa ettiği -her ne kadar öyle olmadığını iddia etse de- askeri üsler bölge ülkeleri ve ABD ile Çin’in arasını her geçen gün daha çok geriyor. Bugünkü gidişatta Çin’in BM kararını dahi tanımaması ve bölge ülkelerine olan üstünlüğünü göstermesi, ilerleyen yıllarda da GÇD’nin hakimiyetini koruyacağına işaret ediyor.
Çin tipi emperyalizm mi?
Çin tipi sosyalizmin aslında ne olduğu yukarıda bahsedildi. Peki, Çin’in emperyalizmi ABD ve Avrupa ile aynı şekilde gözlemlenebilir mi? Günümüzün en büyük emperyalist ülkesi ABD ile bir kıyaslama yapılabilir mi? Çin’in günümüzde uyguladığı sisteme Asya tipi emperyalizm gibi bir tanımlama yapılabilir mi? Çin’in günümüzdeki birçok iktisadi ve siyasi hamleleri Lenin’in halihazırdaki tanımlamasına uysa da boşlukları doldurmak için Çin’e farklı bir yerden bakmak gerekebilir. Öncelikle şunu söyleyebiliriz; Çin tarihi ve gelenekleri batıdan nispeten farklı bir şekilde gelişmiştir. Çin’in çevresindeki ve kendinden güçsüz ülkelerle olan ilişkileri ve ilişki kurma biçimi batının bildiğimiz yöntemlerinden farklılıklar arz edebiliyor. Çin’in uluslararası alandaki tutumunun ne olduğu veya ne olacağı ise Hu Jintao’nun başkanlık döneminde ÇKP MK’sının dış ilişkiler sorumlusu ve küreselleşme yanlısı eski diplomat Dai Bingguo’nun “barışcıl yükseliş” kavramı ile Çin kültürünün önemli bir parçası olan Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” arasındaki dengeye ve bu denge de Çin burjuvazisinin ve bürokratlarının ekonomik ve siyasi çıkarlarına bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Bingguo, Deng Xiaoping’in “Çin mütavazi ve temkinli kalmalı, liderliği almaktan, öne çıkmaktan, yayılmaya çalışmaktan ve hegemonya iddiasından uzak durmalıdır; barışcıl gelişme yolunu benimsemenin gereği budur” cümlesinin, kendisinin “barışçıl yükseliş” olarak adlandırdığı, ancak özünde küreselleşme olan kavramını desteklediğini ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu günlere gelmesini sağlayan Xiaoping’in sözlerinin dikkate alınması gerektiğini belirtiyor.[7] Ancak öbür taraftan Çin burjuvazisinin çıkarları göz önünde bulundurularak, “barışçıl yükseliş”in bir paravan olduğu görüşünün de yabana atılmaması gereklidir.
Çin’e bakarken batı ile birebir karşılaştırma yapmanın hatalı veya eksik sonuçlara yol açabileceğini vurgulayabiliriz, ancak bir yandan da bahsedildiği gibi batıya benzer uygulamaların da gözlemlenmeye devam ettiği göz ardı edilmemelidir. Son yıllarda Afrika, Latin Amerika ve Orta Asya’da Çin’in emperyalist tavırları gün geçtikçe daha fazla göze çarpmaya başladı. Bunun yanında dikkate değer bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir. Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesiyle, Rusya ve ABD arasındaki buzların yavaş yavaş erimeye başladığı veya en azından başarılı diyalog kurma girişimleri gözlemlenebiliyor. Ancak bu konu, odaklanılan başlıca nokta olan Suriye konusundan çok daha büyük bir potansiyel barındırıyor. Henry Kissinger’ın sıkça dile getirdiği, “Rusya ile Çin’e karşı birlik kurma” fikrinin altyapısı incelendiğinde bu birlikteliğin Suriye dışında da hissedilebileceğini söylemek zor değil. Baktığımız zaman Çin; Orta Asya’da Rusya’nın, Latin Amerika’da ABD’nin, Asya-Pasifik’te ABD’nin ve kısmen Rusya’nın, Orta Doğu’da çok etkili olmamakla birlikte hem Rusya hem ABD’nin, Avrupa’da ABD’nin ve genel olarak dünya ekonomisinde ABD’nin yerini tehdit eden bir ülke haline gelmiştir. Bu tehdidi birlikte savurabilmek için, ABD ve Rusya’nın Çin’e karşı birlikte hareket etme potansiyeli, hem yıllardır süregelen Rusya, İran, Çin bloğunu dağıtmış olacak, hem de Çin’in hareket alanını kısıtlayarak etki alanını büyütmesini engelleyecek. Bu açıdan bakıldığında da Çin’in ABD tarafından ciddi bir rakip olarak görülmesi de Çin’in ne noktaya geldiğinin veya ne noktaya gelme potansiyeli barındırdığının bir göstergesidir.
Piketty, ses getiren “21. Yüzyıl’da Kapital” kitabında Çin ile ilgili büyümenin sonuna gelindiğini, artık Çin’in de batı gibi küçük yüzdelerle büyüyeceğini söylemektedir. Peki, bu düşüş Çin gibi dev bir ekonomiyi nereye itecek? Çin elindeki ile yetinerek köşesine mi çekilecek, yoksa tam gaz ilerleyen emperyalist hamlelerini artıracak mı? Dünyanın en büyük 2. ekonomisi olan kapitalist bir ülke, büyüme hızı düşmeye devam ettiğinde ne yapacak? Bugünden öngörebileceğimiz en gerçekçi senaryolardan biri Çin’in kendi ülkesindeki üretimi kendinden dahi daha ucuz bir ülkeye Batılı emperyalistler ile aynı anda kaydırmak istemesi durumunda yaşanacak bir gerginlik olacaktır. Bu durumda ise emperyalizmin ne gibi bir krize evrileceğini hep birlikte gözlemleyeceğiz.
[separator type=”thin”]
[1] Çin İmparatoru’nun önünde eğilme, ayağını öpme vb.
[2] Çinliler kendi aralarında Britanyalılara bu şekilde hitap ediyorlardı.
[3] Kissinger, H. (2012), Çin: Dünden bugüne yeni Çin (Çev: N.I. Çeper), Kaknüs Yayınları., s. 309.
[4] https://rendezvous.blogs.nytimes.com/2013/04/09/the-time-the-iron-lady-turned-before-china/.
[5] http://www.popularmechanics.com/technology/infrastructure/news/a15641/china-has-plans-to-build-a-3000-mile-swamp-train-through-the-amazon/.
[6] http://www.chinadaily.com.cn/business/2016-02/23/content_23607936.htm.
[7] A.g.y., s. 606-607.