Perinçek’in siyasal çizgisi eski bir geleneği sürdürüyor. Bu çizgi yıllardır THKP-C’nin kapısında sabırla ve büyük bir inançla bekler. Nasılsa önder kadrodan biri dışarı çıkacaktır ve onu da kendileri kapacaklardır. Kapamasalar bile istediklerini söyletebileceklerdir. Doğrusu pek de boş kalmazlar. Birileri mutlaka çıkar.
Son olarak Saçak dergisi Dev Yol’un eski önderlerinden Taner Akçam’ı konuşturmuş. Peki neler demiş Akçam?
Üzülerek öğrendik ki, Dev-Yol çizgisinin 70’lerde aklı başında denebilecek önderlerinden olan Akçam da Almanya’da sivil toplumcu olmuş. Buna yalnızca üzüldük. Bir de “kızarak” gördük ki, Akçam sivil toplumculukla birlikte şımarma eğilimleri de sergiliyor.
Önce bizi üzen noktalardan söz edeceğiz. Saçak’ta kendisi ile yapılan uzun görüşmede Akçam ciddi ciddi tartışılması gereken şeyler de söylüyor elbette. Gelenek sivil toplumculukla bağlantılı bu noktalar üzerinde öteden beri duruyor. Bundan sonra da duracak.
Üzücü noktalardan ilki şu: THKP çizgisi Akçam örneğinde de görüldüğü gibi kendisine ucuz yoldan verilen “jakoben gelenek temsilciliği”nin kıymetini anlayacak düzeyde değil. Yurt dışına gidenler burada başka temsilcilikler buluyorlar. Akçam da on yıldır yaşadığı Almanya’da bir sivil toplum temsilciliği bulmuş. Almanyacılann ilginç bir kaderi oluyor. 60’larda Almanya’ya ilk kez giden işçiler kendilerine pek yabancı duran tüylü şapkalar giyerlerdi. Bu ülkeye son zamanlarda giden eski devrimcilerse tüylü şapka yerine sivil toplumculuğu benimsiyorlar. Ama o da hiç iyi durmuyor.
Akçam’ı dinlemeye başlayabiliriz: “Geriye bir kez ‘Anayasaları’ kaldı iskeleti kaldı ve onu da ‘deldirtmeyeceğiz’ diye bağırdılar fakat o da delindi referandumla birlikte. Dolayısıyla eski liderlerin işbaşına gelmiş olmaları militarizmin çözüldüğü ve çözülme sürecinde olduğu anlamına geliyor.” (Taner Akçamla Söyleşi Saçak sayı: 48 s.3) Akçam’ın sivil toplumcu olmakla neler kazandığı hemen başlardaki bu satırlarla anlaşılıyor. Yeni Akçam’a göre Ecevit Demirel Erbakan ve Türkeş partilerinin başına geçince Türkiye’de militarizm çözülmüş oluyor…
Akçam Almanya’da sivil toplumculukta kazandığı asıl kıvraklığı Türkiye’de militarizmin çözülme sürecini yukarıdaki şekilde kanıtladıktan sonra sergiliyor. Şöyle sergiliyor: “Demokrasi hemen şimdi burada. Hangi alandaysak hangi yerdeysek o alandaki o yerdeki insanların doğrudan kendi örgütlülüklerine kendi karar verip belirledikleri bir demokratikleşme süreci.” (aynı söyleşi s. 6) Akçam’ın sivil toplumculuğu bu denli yürekten sevmesinin nedeni bürokrasiden bürokratik yapılanmalardan nefret etmesi. Bunlara çok kızıyor.
Türkiye çok ilginç bir ülke. Başka yerlerde insanlar yıllarını parti çalışmasına verirler. Çeşitli kademelerde uzun süre görev alırlar. Sonra belirli dönemeç noktalarında partileri ile birlikte hareket edemez koparlar. Çoğu partilerindeki bürokratik yapıyı eleştirirler. Çünkü en çok bu konuda “dolu”durlar. Türkiye’de ise sosyalist siyasal yapılanmada “bürokrasi”ye en çok karşı çıkanlar genellikle çok genç yaşta olup en küçük bir sivil ya da siyasal bürokrasi deneyi yaşamayanlardır. Akçam’ın bürokrasi ile tek tanışıklığı herhalde öğrenciyken yılda iki kez harç yatırmaya gittiği ODTÜ kayıt kabul işlerinde gerçekleşmiştir. Eski Dev yeni Yeni Solcu Akçam’ın 68 kuşağı Dev Gençlilerinden farklı olarak en küçük bir siyasal parti deneyimi yok.
Ama insanların belirli sonuçlara ulaşabilmeleri için mutlaka somut deneyimler yaşamaları gerekmiyor. Büyük olasılıkla Akçam da bürokrasi düşmanlığına ve oradan kaynaklanan yeni “örgütlenme” modellerine arı teorik gerekçelerle ulaşmıştır. Kökeni ne olursa olsun Akçam’ın savunduğu örgütlenme anlayışı Türkiye solunda yıllardır tartışılan bir konuya büyük açıklık getiriyor: Devrimci demokratlar örgüt konusunda doğaları gereği kesin anti leninisttirler. Devrimci demokratların leninist olmaları doğaları gereği kendi özlerinden bir “sapma” dır. Sivil-toplumculuk da devrimci demokratlar açısından bir sapmadır. Bu kez jakoben özlerini de yitirdikleri bir sapma. Dünyanın ve Türkiye’nin bugünkü koşullarında devrimci demokrat kadroların sola değil de sivil toplumcu olarak sağa sapma eğilimlerinin daha güçlü olduğu anlaşılıyor. Akçam sağolsun bunu açıkça ortaya koyuyor.
Nasıl koyduğunu görmekte yarar var. Akçam sosyalistlerin ihtiyaç ve perspektifleri ile toplumun ihtiyaç ve perspektifleri arasında bir ayrılık saptadıktan sonra Almanya’da kendi geleneği adına keşfettiği örgütlenme modelini şöyle anlatıyor: “Devrimci Yol hareketliliğinde -bu bir kitle hareketiydi bence- bu halk hareketliliğinde halk örgütlülüğüyle kadrosal örgütlenmenin sınırları nerede başlıyor nerede bitiyordu belirsizdi. Bunu son derece olumlu bir öge olarak düşünüyorum. Bence oluşturulacak sosyalist örgütlenmenin kendisi hem kitle örgütleri tarafından halk örgütlülükleri tarafından hem de bizatihi o sosyalist örgütlülüğün kadroları tarafından sürekli denetlenebilir ve sürekli değiştirilebilir olabilecek bir yapılanmaya ve koşullara sahip olmalıdır.” (s. 12)
Kadro örgütlülüğüyle halk örgütlülüğünün sınırlarının belirsizleşmesi… Sosyalist örgütün kitle ör gütleri tarafından değiştirilebilirliği…
Sosyalist örgütün başka örgütler tarafından değistirilebilirliği.
Sorun bu kadar açık biçimde konmaktadır. Kuşkusuz bunlar tartışılmalı değerlendirilmeli ve elbette örgüt teorisine ortodoksca sahip çıkanlar tarafından eleştirilmelidir. Ama şu nokta çok açık biçimde ortadadır: Yukarıda söylenenler sivil toplumculuğa sapan devrimci demokrat düşünce ile sosyalist düşünce arasında pek çok konuda olduğu gibi örgüt konusunda da dağlar kadar fark bulunduğunu göstermektedir. Bir ek daha: Bu tür anlayışları savunanlar daha cesur olmalı hiç kıvırtmamalı ve Stalin’i falan karıştırmadan karşı çıktıkları anlayışın leninist anlayış olduğunu açıkça dile getirmelidirler. Bunun için Aybar’ın yaşını beklemeye gerek yok…
Akçam sosyalist düşünce ile kemalizm arasındaki içiçeliği de anlaşılan Almanya’da keşfediyor ve buna karşı oldukça gecikmiş bir savaş açıyor. Türkiye’de bilimsel sosyalist düşüncenin kemalizmin ideolojik ve politik kıskacından kurtarılması gereğine bizim bildiğimiz yıllardır işaret ediliyor. Ancak daha önemli olan şu: İdeolojik arınma süreçlerindeki gecikmeler arınma ile başlayan bir sürecin kirlenme ile sonuçlanmasına yol açabiliyor. Geçmişte kemalist tortulara yönelik süzgeçleri çalıştırıp bu konuda önemli mesafeler alanlar bugün çok sağlıklı bir yerde bulunuyorlar. Kemalizmin neresinden nasıl tutulabileceğini bu arınma sayesinde çok daha iyi biliyorlar. Geç kalanlar ise sivil toplumcu retoriğin egemen olduğu koşullarda gecikmiş ve ilkel bir Küçükömercilik yapmadan kemalizmden kurtulmayı beceremiyorlar. Akçam da bugün kemalizm dincilik vb. konularda tam tamına bu konumda yer alıyor. Kemalizmden arınmalı denilirken ilkel bir popülizmle kirleniliyor…
Sapacaksanız…
Devrimci demokrat Akçam’ın bilimsel sosyalizme değil de sivil toplumculuğa sapmasına üzülüyoruz. Ama başta da değindiğimiz gibi kızdığımız noktalar var. Akçam’ın Almanya’da öğrenip pek sevdiği anlaşılan deyişle bunlardan “hemen şimdi burada” söz açmak istiyoruz.
Genel olarak şu gözleniyor: Eskiden sevimli bir kişiliği olan Akçam Almanya’da ya şımarmış ya da şımartılmış. Bazı sorulara verdiği yanıtlarda açık bir küstahlık görülüyor. Parti konusundaki soruya verdiği yanıt şu: “Ben Türkiye’de ilk parti kurma ve sosyalist parti girişimleri olduğunda bu konuda kullanılan argümanları duyduğumda olayın ciddiyetini azaltmak için söylemiyorum ama şöyle bir tavra girmiştim: Eğer çay ve pastası olursa ben de katılırım buna diye…” (s.11) insanın bir şeye karşıtlığını belli bir ironi ile süslemesi doğaldır. Ne var ki Akçam’ın hem ironisi ilkel hem de bunda rahatsız edici bir “benmerkezcilik” görülüyor. Herhalde Türkiye’deki yandaşlarının bunu okuduktan sonra birbirlerine bakıp “ne adam be” demesini bekliyor.
Akçam, Akçam olarak kurulacak partileri harcadıktan sonra geleneksel solu da unutmamış. Terbiyesizce “bir merkezden yönetilen partiler” olarak nitelediği bu örgütlerin birleşmesinde yarar görüyormuş: “Çünkü gerçekten sayılarını insan aklında tutamıyor. Farklarını insan bilemiyor ve izah edemiyor.” Bundan sol örgütlerin sayısının Akçam’ın kafasının alabileceği bir düzeye inmesi gerektiği sonucu çıkıyor. Bir de aralarındaki farklılıkların gene Akçam’ın algılayabileceği kadar net olması isteniyor. Herhalde Avrupa’da marksist eskisi ruhsuz tüm sivil toplumcular da böyle konuşuyordur.
Akçam TSİP ve TİP’i de gündemine almış onlara şöyle yaklaşıyor: “Örneğin TİP ile TSİP arasındaki birleşme görüşmelerinde genel sekreterin kim olacağı konusunda anlaşılamadığı için birleşmelerini gerçekleştiremedikleri bilinir.” (s.9) Herhalde okur bunları duyduktan sonra Akçam’ın 120 teorik derinliği ile sekreter pazarlığını bile beceremeyen partilerin zavallılığını kıyaslayıp rahat bir tercih yapacaktır.
Akçam’ın yalnızca geleneksel sol yapılanmalara üstten baktığı sanılmasın. Günümüz Türkiyesi’ ndeki devrimci demokratları da beğenmiyor küçümsüyor: “Bakıyorum da gençlik dergilerine bizim 1974’de tartıştığımızdan daha ilkel şeyleri tartışıyorlar.” (s. 18) Ortayaş insanlarda şımarıklık bir yandan geçkinleşirken öte yandan çocukluk arazları gösterme biçiminde tanımlanabilir. Akçam’ın yaptığı biraz bunu andırıyor. İster istemez Akçam’ın zamanında hangi derin meseleleri tartıştığını düşünüyor insan. Bir örneğini kendisi veriyor: “İstersen soruya bir anıyla gireyim: Bir arkadaş grubu ile tartışırken şöyle bir soru sordum: ‘Halk diktatörlüğü mü yoksa proletarya diktatörlüğü mü daha demokratiktir’ Verilen cevapların çoğu halk diktatörlüğünün daha demokratik olduğu yönündeydi. Fakat teoride yazılanlar hatırlatılınca güldük hepimiz.” (s.9)
Biz de güldük. Bugünkü devrimci demokratları küçümseyen Akçam’ın ve çevresinin tartıştıkları sorulara ve “teoride yazılanlar” türü lise ağızlarına bakılırsa buna pek hakkı olmadığı söylenebilir. Anlaşılan Almanya’da çok gelişen Akçam örneğin Marx’ın ve Engels’in çalışmalarına hala “teoride yazılanlar” diye bakmaktan kurtulamamış.
Akçam’ın Sovyetler’e ve Glasnost’a bakışını da merak etmişsinizdir herhalde. O halde dinleyelim: “… direnen ciddi bir bürokrasinin varolduğu Gorbaçov’ un o kadar büyük bir çoğunlukta olmadığı da biliniyor. Bu noktada gelişmeler ‘inşallah’ Sovyet halkında da gerçekten doğrudan sosyalizm talepleri doğrultusunda kendi kaderlerini kendilerinin tayin ettiği doğrudan demokrasi ve bunun organlarının yaratılması doğrultusunda bir eğilim ortaya çıkartabilirse başarılı olabilir iyi olur diye düşünüyorum.” (s.10) Akçam herşeye rağmen Sovyet halkının kendi doğrultusunda “Akçamcı” taleplere yönelmesini pek mümkün görmüyor ki dileklerine bir de “inşallah” ekleme gereğini duyuyor. Bazı hocaların nefesinin güçlü olduğu söylenir: Akçam’ınki de böyleyse ileride Sovyetler’de önemli gelişmeler cereyan edebilir.
Eski Dev yeni Yeni Solcu Akçam’a göre kendi düşüncesi ile geleneksel sol arasında bir bütünleşme olabilir mi Hemen “nasıl olur” demeyin. Olabilirmiş; ama elbette “küçük” bir şartı var: “Geleneksel akımların sosyalizm ve demokrasi anlayışından geleneksel akımların örgütlenme ve topluma bakışlarından esasta bir kopuş şarttır (…) geleneksel çizginin tek parti tek partinin önderliği ve tek partinin her bir boyutta belirleyiciliği gibi yerlere takılıp kalındıkça ve resmi sosyalizmin savunuculuğu yapıldıkça bu tür birleşmeler mümkün değildir.” (s.17) Kimbilir “çay ve pasta varsa” belki geleneksel sol bu ısrarlarından vazgeçip Akçam’a katılır.
Şimdi Türkiye’deki cezaevlerinde Dev-Yol davasından hüküm giymiş çoğu daha yıllarca yatacak olan insanlar koğuşlarının kuytu köşelerine ranza aralarına çekilip ciddi ciddi eski önderlerinin yazdıkları karşısında alınması gereken “tavır”ı tartışacaklar. Belki de bu yüzden komünler dağılacak kimileri dostluklarına bile son verebilecekler.
Yazık…
Türkiye’deki devrimci demokratların çok iyi öğrenmeleri gerekiyor. Bir 5 yıl mangalda kül bırakmayacaksınız: Herkes revizyonisttir oportünisttir pasifisttir parlamentaristtir barışçıdır demokrattır vb. vb. Hepsine küfredeceksiniz. Sonra bir başka 5 yıl gelecek bu kez aynı sekterlikle aynı küstahlık ve şımarıklıkla salvolarınızı 180 derece zıt bir konumdan sürdüreceksiniz. Bu kez: Dogmatikler Stalinistler vb. vb. Olmaz…
Sapacaksanız şımarmadan sapın.