İkibinli yıllara demokrasinin gülbahçesinde, millet olmanın gurur ve heyecanı ile giriyoruz: “19. yüzyıldan başlatabileceğimiz bu büyük değişmenin hâlâ içinde yaşıyoruz.”1 , “… iktidarların, genel ve eşit oy yanında, çok parti ilkesinin geçerli olduğu seçimlerle belirlendiği”, “hür irade ve özgürlükler düzenini gerekli kılan”2 demokratik bir Türkiye’ye sağcısıyla solcusuyla hep beraber, birlik ve bütünlük içinde giriyoruz… Kutlu olsun.
Türk toplumunun 310 sayfaya sığdırılan öyküsü bu öngörüyle başlıyor, benzer dileklerle sona eriyor.3 Populizm, ağır bir milliyetçilik kokusu ve küçük burjuva demokrat özlü biçimsel Marksizm kırıntılarıyla, bu öykü hemen hemen hiçbir anlam taşımıyor. Yine de okunması gerekli ve faydalıdır. Milliyetçiliğin, sosyalist parti kurmaya soyunanların ellerinde nereye vardırılabileceğini görmek için gereklidir.
Milliyetçilik ve populizm inceden ve ustalıklı nasıl yapılır? Bu işin kabası ve alenisi nasıl olur? Tarihsel gerçekler nasıl çarpıtılır? En önemlisi, eskimişliği resmi temsilcilerce de teslim edilen resmi ideolojinin kimi tezleri nasıl, hangi işlemlerden geçirilerek tamir edilmeye çalışılır? Bunları görmenin yararlı olacağını sanıyoruz.
“Mesele” nedir?
“Mesele doğuş ve yükseliş ile iniş ve köhneleşmeyi birbirinden ayırmaktır.”(3) Hayır. “Mesele” birbirini izleyen dönemler arasındaki sürekliliği görebilmek, “yükseliş” ve “düşüş”e damgasını vuran, bunları biçimlendiren özü yakalayabilmektir.
“Tarihi çarpıtmak” ya da “tarihsel gerçekleri saptırmak” türü eleştiriler Türkiye’nin tartışma ortamında sıkça kullanılır. Nedir bunlar, nasıl yapılırlar? Perinçek’in kitabının, bulunmaz örnekler ile dolu olduğunu söyleyebiliriz. Amaç kimi önsel ideolojik-politik kaygılarla belirli tarihsel dönemleri olduklarından farklı gösterebilmektir. Bunun için yapılması gereken ilk iş, gerçek özü yansıtmayan, tersine gizleyen biçimleri öne çıkarıp, bunları olgunun gerçek özü imişçesine sunmaktır. Bu işleme koşut giden bir başka işlem de, aynı olgunun gerçek özü daha somut ve açık yansıtan verilerini, sanki bunlar başka olguların ve başka süreçlerin ürünleriymiş gibi gösterebilmektir. İkisi birlikte, farklı dönemler arasındaki bağlantı ve belirlenimleri görmemek, görülenleri de saklamak sonucunu doğurur.
Özetle, tüm bunlar için, bütüncü bir yaklaşımı yöntem olarak peşinen reddetmek gerekiyor. Perinçek de böyle yapıyor. Örneğin Kemalizmi anlamak için, 1945’ler Türkiye’sini, 1971’i ve 80’ler Türkiye’sini de anlamak gerekiyor. Tersi de doğru. Ancak bu dönemleri birbirinden tam anlamıyla ayırmak, özde aynı sürecin ürünleri olduklarını peşinen yadsımak, daha en başta Kemalizmi anlamamaya kararlılık anlamı taşıyor.
Yöntem bu olunca yalnızca birincil değil, ikincil, üçüncül görünen olgularda da yanılgıya düşmek kaçınılmaz hale geliyor. Bir temel süreç dışa farklı görünüm veren her dönemde farklı anlam kazanabiliyor. Bir dönem için, İslamın siyasal bir din olduğu ve Kemalizmin İslam karşısındaki sert tavrı anlatılırken bu tavır “Jakobenler tekke ve zaviyeleri kaldırarak bu sivil toplum alanına şiddetli darbe indirdiler”4 biçiminde olumlulanırken, bir başka süreç söz konusu olduğunda şunları söylemek mümkün oluyor: “Demokrasi güçleri vicdan özgürlüğü ve ibadet hakkını kararlı olarak savunmalıdır. İnanmış insanların dünya görüşlerini özgürce açıklamalarına ve siyasal faaliyette bulunmalarına karşı savcı, polis, mahkeme önlemleri çağdaş dünyada onaylanamaz.”5
Bir ve aynı olguya bakış, yapay biçimde ayrılan dönemlerde işte böyle, bir olumlu, bir de olumsuz olabiliyor. Bir başka örnek: Osmanlının kuruluş yılları ya da gençlik dönemleri tarihsel olarak bir atılım, daha ileri bir uygarlık düzeyine geçiş olarak olumlulanırken, bir başka yerde aynı sürecin karşısında yer alan göçerlerin ezilişlerinden üzüntü, verdikleri mücadeleden de coşku duyulabiliyor.
Sorun bir dönemi aklamak olunca, yöntem hataları da çeşitlilik kazanıyor. Oysa sorun bir dönemi yerli yerinde değerlendirmek, o döneme ilişkin ideolojik yaklaşımları doğru olarak saptayabilmekse, iktidar sahiplerinin kendilerine ve eylemlerine ilişkin olarak söyledikleri değil, bizzat bu eylemler ve nesnel olarak neye yönelik oldukları önem kazanır. Hele söz konusu dönemin iktidar sahipleri “çeşitli dönemlerde birbirinden kopuk görüşlerde çelişme ve tutarsızlıklar görülen”6 kimseler ise, böylelerinin kendilerine ve eylemlerine ilişkin olarak söylediklerini kanıt biçiminde ortaya sürerken çok düşünmek gerekiyor.
Ancak yazarın “mesele”si çok başka. Böyle olunca, yapılan alıntılar bilinçli bir özensizliğe, çifte standartlı bir kabule dayanıyor. Dönemin ideologlarınca yaratılan bir kavram bir yerde “yaratılan bir yanılsama”7 olurken, aynı ideologların aynı kavramdan hareketle geliştirdikleri sonuçlar yazarın düşüncesiyle uygunluk gösterdiği oranda “kanıt” olarak kabul edilebiliyorlar. Tüm bunlar “otoriter rejim yanlılarına kendilerine ait olmayan tarihsel dayanaklar ve güçler hediye etmenin mücadeleci bir tutum olmaması”8 adına yapılıyor. Perinçek’e sormak gerekiyor: Otoriter rejim yanlılarının kendilerine ait tarihsel dayanakları yok mudur? Peki Kemalist Devrim ve ideoloji üzerinde biçimlenen Cumhuriyet rejiminin tarihsel dayanaklarını başka yerlerde mi aramamız gerekiyor? Kuşkusuz her burjuva devrimi gibi Anadolu ihtilalinin de ikili bir yanı vardır. Ancak bu ikili yanın bir bütün olarak ifade ettiği öz, burjuvazinin egemenlik kaynağını oluşturur. Perinçek’in “mesele”si, bu özü, olduğu gibi alıp bir başka mücadele alanına monte etme isteğidir.
Bu noktada bir açıklık getirmek yararlı olacaktır. Büyük Fransız Devrimini, emperyalizm çağındaki burjuva devrimlerinden ayıran özgünlüğü hemen saptamak gerekir. Jakoben hareket, burjuva demokratik atılımın ötesinde anlamlar taşır. 20. yüzyılın devrimcilerine esin kaynağı olması, kendi çağlarını aşan eylemleri yüzlerce yıllık feodal tutuculuğun yayından fırlamış olmalarının sonucudur. 1789’dan bu yana ise burjuva nitelikli her devrimin ana niteliği, giderek belirginleşen işçi sınıfı karşıtlığıdır. 1789’dan sonra burjuvalar feodallerle anlaşmanın yollarını aradılar; onlara daha çok tutundular ve koparken de tuttuklarını birlikte getirdiler. 1789’dan sonra, kopuş, artık “bir büyük isyanı” ifade etmiyor. Dünyada burjuvazinin devrimciliği bu anlamda çoktan tarih oldu.
Şimdi Perinçek’i dinleyebiliriz: “Cumhuriyet devrimcilerinin Osmanlı Devleti konusundaki görüşleri güçlü bir itirazın, kopuşun ve isyanın ifadesidir.”9 Peki ya sonrası? Sonrasını açıklamak güç olsa gerek; ama Perinçek bir kolayını buluyor: “Kemalist Jakobenlerin devrimci diktatörlüğünden Milli Şef’in tutucu diktatörlüğüne geçiş”10 milli burjuvazinin zamanla büyümesi ve devrimci özelliklerini yitirmesiyle açıklanıyor. Hemen davranıp devrimci barutun burada bittiğini sanmayın sakın. Sonra yeniden “bir şeyler” oluyor ve “Milli Şef’in tutucu diktatörlüğünü” engelleyemeyen devrimci altyapı bu kez 1946’da çok partili hayata geçişi sağlıyor. Dahası Perinçek’e göre Türk teknisyenlerinin ve nitelikli insan gücünün Libya’da başardığı işlerin kaynağında da, “kötü” şeyler olduğunda bittiği söylenen, ama “iyi” şeyler olduğunda bitmediği görülen bu devrimci altyapı yer alıyor.
Yeniden Millilik ve Milliyetçilik
“19. yy.’ın ikinci yarısından itibaren ülkemizde, Avrupa kapitalizminin etkisiyle feodal ilişkiler çözülmeye başlamış ve dışa bağımlı bir kapitalizm boy vermiştir. Bu süreç içinde, Türkiye’de işbirlikçi kapitalist sınıftan başka yabancı kapitalizmle doğrudan menfaat bağları olmayan bir milli burjuvazi de, önce ticaret sonra sanayi alanında filizlenmiş ve gelişmiştir.”11
Bir genel olguyu, yani Türkiye kapitalizminin gelişmesi olgusunu iki farklı dinamiğin belirlediğini görüp, her dinamik için iki ayrı olgu’nun varlığını kabullenmek, tahlil yapmak değil karikatür çizmektir. İki farklı dinamiğin Türkiye kapitalizmini bir bütün olarak ve birlikte nasıl biçimlendirdiğini görmemek, ortaya bir hilkat garibesi çıkmasına yol açıyor: Böylece dış dinamikler işbirlikçi, iç dinamikler de milli burjuvaziyi yaratmış oluyor. İnsan düşünüyor: Acaba dış dinamiklerin oluşturduğu işçi sınıfına “işbirlikçi”, buna karşılık iç dinamiklerin sonucu olan işçi sınıfına da “milli” denebilir mi?
Türkiye’de yıllardır tartışılıyor; ama yine de şu “milli burjuvazi” konusu üzerinde kısaca durulabilir. Türkiye’de emperyalizm ile doğrudan menfaat bağları olmayan, yani işbirlikçi olmayan bir egemen sınıf hiç olmadı. Türkiye burjuvazisi gözlerini emperyalist bir dünyaya açtı, emperyalizmin dünyayı kana boyadığı yıllarda gelişti. Soğuk savaş’ın ön saflarında yer alarak olgunluğunu kanıtladı. Politik kadroları da böyle bir gelişimin sürekliliği ile yoğruldu.
Türkiye burjuvazisi, dünyanın ilk başarılı proletarya ihtilaline yakından tanık oldu. Dahası kendi işçi sınıfının bu büyük dalganın etkisiyle, kendi maddi varlığının ötesinde canlanmalar gösterebileceğini de gördü. Özetle, Türkiye burjuvazisi korku içinde büyüdü. Bu nedenle Anadolu ihtilalinin siyasal kadroları işçi sınıfı ideolojisine ve hareketine karşı, yine kendi oturmuşluk ve deney birikimini aşan bir tepkiselliğe ulaştı: “Anadolu ihtilali başından itibaren bir işçi sınıfı hareketine cephe aldı; zaman zaman iç ve dış dinamiklerin dengesiyle bu cephe yumuşatıldı ancak hiçbir zaman ortadan kalkmadı.”12
Yıllarca tartışıldıktan sonra düşünmek gerekiyor: Türkiye için mutlaka ilerici, devrimci ya da “milli” bir burjuva yaratmak neden bu ölçüde gerekli görülüyor? Sanıyoruz, burjuvası milli olmayan ülkenin “sosyalistleri” milli oluyorlar! Burjuvazisi milli olmayan ülkede, resmi ideoloji alanında gereğince ancak sosyalistlerin doldurabilecekleri sanılan bir “milliyetçilik” boşluğu doğuyor. Sosyalistler de bu boşluğu ağzına kadar doldurmanın ötesinde, bir de “milli burjuvazi” ile fazlalık bile yaratabiliyorlar.
Perinçek bir milliyetçidir. Perinçek için olaylar hiçbir zaman sınıf temelinde anlam kazanmıyorlar. Perinçek’in kitabında İran, SSCB, Bulgaristan, İslam ülkeleriyle ilişkiler, Ermeni sorunu vb. konusunda söylenenlerin öz ve biçim açısından başkalarının söyledikleriyle hiçbir farkı yoktur. Yine de Perinçek, milliyetçi ideolojinin gerçek sahipleri ile kendi arasına bir sınır çizme gereğini duyuyor. Çok ileri gittiğinin farkında olsa gerek “beni başkaları ile karştırmayın sakın” psikozunun ürünü gereksiz sayfalar dolduruyor. Bu psikoz içinde bugün kimseyi ilgilendirmeyen konulara Camoka’nın Cengiz’le mücadelesine, Toba hanedanına, Mançulara kadar inme zorunluluğunu duyuyor.
Peki Perinçek başkalarının milliyetçiliği ile kendisininki arasındaki sınırı nasıl çiziyor? Perinçek’in miras aldığı milliyetçiliğin “… Tutarsız ve körcesine bir yabancı düşmanlığı çizgisi değil, fakat ayakları yere basan, insanlık ideallerinden kopmayan, evrensel temalarla birleşen bir milliyetçilik”13 olduğunu öğreniyoruz. Perinçek’in karşı çıktığını ileri sürdüğü milliyetçiliğin gerçekte bir “ksenofobi” olduğunu (yani Perinçek’in ideoloji olarak milliyetçiliğe değil, yalnızca bir bireysel ya da toplumsal psikoz olan ksenofobiye karşı çıktığını) ve “ulusal çıkarlar” kavramı dururken açık açık milliyetçilik kavramını seçtiğini göz önüne alırsak, bu alanda gerçekten iddialı olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Yani Perinçek tam tamına milliyetçiliği kimseye bırakmaya niyetli değildir. Kavramın ve pratiğinin 20. yüzyıl sonları Türkiye’sinde gebe olduğu bağnazlık, dar kafalılık ve gericilikle birlikte. Çünkü Perinçek açısından “milli consensus”a ulaşmak için gerekli olan, budur.
Uzlaşmanın Teorisi: Milli Consensus
“12 Eylül’ün getirdiği yasakları aşma mücadelesi, esas gücünü kaçınılmaz olarak geniş emekçi kitlelerden alacaktır ve bu gerçek Türkiye’nin önünde bulunan milli uzlaşmanın içeriğini de belirleyecektir.”14
Perinçek, milliyetçi söylemini, emekçi kitlelerinin önüne bir tarihsel hedef olarak milli uzlaşmayı koyuyor ve böyle bitiriyor. Aşamanın bu en üst noktasından geçmişe baktığında, başka durakları da görüyor: “1946 yılında artık bir kesimin diğer bir kesim üzerinde diktatörlüğünü yürütmesinin mümkün olmadığı bir gelişme aşamasında”15 hakim sınıflar consensusu doğuyor. (Perinçek, egemen sınıflar içinde bile, bir kesimin egemenliğini, diğer egemen kesimler üzerindeki bir “diktatörlük” olarak görüyor! Bu tür yanlışları, şimdilik tartışmadan geçiyoruz.) 27 Mayıs ise bu consensusun çerçevesini kırıyor. Böylece işçi sınıfına da consensusa katılmanın yolları açılıyor.
Hakim sınıflar içindeki kesimlerin kendi aralarındaki güç dengelerine dayanan bir consensus ve bu consensus içinde mevcut kesimlerden hiçbirinin kendi açık egemenliğini kuramamış olması, aynı consensusun işçi ve emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırmaz. Bu kesimleri birarada tutan, birbirleri üzerinde egemenlik kuramamış olmaları değil, ortak sınıfsal çıkarlarıdır. Bu ortaklık ifadesini sosyalizme ve işçi sınıfına düşmanlıkta bulur.
1946’da hakim sınıflar consensus oluşturuyorlar. Türkiye’de 45-47 arasında sosyalizmin mezarı bir kez daha kazılıyor. Burjuvazi yeni döneme, hasımlarını iyice ezerek giriyor. İşte Perinçek’in olumlu bulduğu durum, budur. Çünkü o günden bugüne çeşitli duraklamalar da olsa hep consensusa doğru gidiliyor. Çünkü birikim ve olgunlaşan çelişkiler hep buna işaret ediyor. Ne dersiniz, galiba varılacak şu consensusa?
Ancak Perinçek’in umudu zaman zaman zayıflar gibi oluyor: “Bu durumda siyaset alanını tel örgülerle emekçi kitlelere kapayan düzenlemelere karşı açıkça tavır alınmadığı sürece consensus umutlarının yayılması ancak bir aldatmacadır.”16 Perinçek sözünü ettiği bu açık tavrı kimden bekliyor? Doğru Yol Partisi’nden. Bir zamanlar bu ülkede CHP’ye umutla bakılır, ikili yanı hep tartışılırdı. Şimdi AP’nin de ikili yanı bulundu. ANAP militarizmle uzlaşan yanını temsil ediyor. DYP ise uzlaşmayacağı umulan yan olarak dikkatle izleniyor. Bu arada sosyalistlere de, Perinçek’in consensusunun aldatmaca olarak kalıp kalmayacağını anlamak için DYP’yi izleme görevi düşüyor.
Perinçek Yeni Gündem’i 12 Eylül’ün karamsar ortamında demokrasi için AP’ye bel bağlama eğiliminden ötürü eleştiriyor. Burada, acaba Perinçek daha önce söylediklerinden vaz mı geçti, diyoruz. Ama sonra anlaşılıyor: Perinçek’in itirazı eğilimin kendisine değil, eksen olarak tarihsel asker-sivil ya da bürokrat-sivil karşıtlığını almasına. Perinçek’in kendisi Jakoben mirası sırtlayarak “ancak parlamento zemininde bir güç olarak varolabilen” ve bu nedenle “bu temeli savunmak zorunda kalan” “DYP’nin kendi soluna uzattığı eli”17 tutmaya çalışıyor.
Oysa AP’nin (DYP’nin) parlamento zemininde varolabilen bir güç oluşu, onun bir siyasal parti olmasından kaynaklanır. Toplumsal dayanaklarını yitirmiş bir partinin, ister MDP olsun ister AP, parlamentoda varlığını koruması ya da korumaya çalışması bir anlam ifade etmez. Önemli ve belirleyici olan, AP’nin, siyasal kadrolar olarak militarizme karşı çıkışı değil, dayandığı sınıf ve kesimlerin militarizmle olan ilişkisidir. Bu sınıf ve kesimler çıkarlarını yalnızca militarist bir yönetim altında güvencede görüp böyle bir yönetimin destekçisi olduklarında AP’nin “anti-militarist” tavrı, kendi sınıfında ifadesini bulmayan ve boşlukta asılı bir programdan ibaret kalır. Kaldı ki AP zihniyeti 12 Eylül’ü hiçbir zaman geçek ve tam anlamıyla karşısına almamıştır.
Perinçek, sivil toplumcuları eleştiriyor. “Anlaşılıyor ki ideolojik mücadelenin dostlukları bozacağını düşünülüyor”.18 Sakın yanlış anlamayın, burada söz edilen sosyalistler arasındaki tartışmalar değil. Perinçek sivil toplumcuları, bu korku ile DYP ve burjuvaziye karşı yeterince ideolojik mücadele vermemekle eleştiriyor ama garantisini de veriyor: Korkmayın, bu dostluğu bozmaz, milli uzlaşmayı engellemez diyor. Perinçek haklıdır.
Perinçek Aybar’ı da eleştiriyor. Ama bir noktada Aybar’ı tam tamına haklı buluyor: Burjuvaziyle uzlaşmanın gerekliliği konusunda. “Emekçileri ve sosyalist partileri dışlayan” bir hakim sınıf uzlaşmasına Aybar gibi o da karşı çıkıyor. Bunu anti-demokratik buluyor. Egemen sınıfların uzlaşmaları doğası gereği işçi ve emekçi sınıfları dışlayacaktır. Proletarya bu kesimlerle uzlaşarak mı farklı bir konuma gelecek? Bunun bilinmemesi mümkün değil. Ancak Perinçek’in demokratik bir talebi olduğu anlaşılıyor: Uzlaşmaya sosyalistler de katılsın, şu pek anti-demokratik kaçan “hakim” sıfatı ortadan kalksın istiyor. Kaldırıyoruz. Kalkınca geriye “sınıf uzlaşması” kalıyor. Bu kadar açık.
Sömürücü sınıflar için uzlaşmaz olan, sınıfların kendi varlıkları değil, çıkarlarıdır. Burjuvazinin işçi sınıfı ile uzlaşmaz çıkar çelişkisi vardır; ama bu sınıfla birlikte yaşamak zorundadır. İşte bu nedenle uzlaşma teorileri ve uyum tezleri, küçük burjuva devlet anlayışının temelini oluşturur. Perinçek de açık açık söylüyor: “Ne var ki çok partinin ifade ettiği bir consensus varolduğu sürece hiçbir grubun diğerini devlet içinden bütünüyle tasfiyesine imkan da yoktur. Çünkü devlet ortak örgüttür.19 Geçmişte pek çok küçük burjuva ideolog Marks’ı “düzeltmek” için devleti sınıfların uzlaştırıcısı bir organ olarak gösterdiler. Perinçek de kendi çapında aynı “düzeltme”yi yinelemiş oluyor.
İdeolojik tartışma verimlidir, üretkendir. Teorinin belirli bir gelişim noktasında yollar ayrılınca, üzerinde yeterince düşünülmemiş konularda, o güne dek kavramlaştırmalara gidilmemiş alanlarda tartışmak, yeni fikirlerin yol açıcısıdır. Teorik gelişimin, bir anlamda dürtüsüdür. Buna karşın, devlet anlayışından sivil toplum eleştirisine, Tanzimata bakışından 27 Mayıs değerlendirmesine, Çerkez Etem olayından Sadabat Paktı’na kadar yaptığı değerlendirmelerle, çağdışı bir düşüncenin ürünü olduğunu gösteren bu kitap ve milliyetçi yazarıyla tartışmak teorinin bugünkü sınırlarını hiç ama hiç zorlamıyor. Yine de 12 Eylül konjonktüründen rant toplamaya soyunanları bugün ve dün söyledikleriyle eleştirmek, tanıtmak gerekiyor.
İnsan belleği, öyle sanıldığı ölçüde “unutma” ile sakat değildir; dahası kimilerinin geçmişleri “ceket çıkarılıp giymek”le değişmeyecek ölçüde de karanlıktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- D.Perinçek, “Osmanlı’dan Bugüne Toplun ve Devlet”, s:8
- a.g.e. s:304
- Doğu Perinçek; “Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet”. Kaynak Yay., 1986.
- a.g.e. s:42
- a.g.e. s:231
- a.g.e. s:179
- a.g.e. s:174
- a.g.e. s:187
- a.g.e. s:142
- a.g.e. s:181
- a.g.e. s:265
- Y. Küçük; “Aydın Üzerine Tezler”, s:19
- D. Perinçek; a.g.e. s:196
- a.g.e. s:302
- a.g.e. s:286
- a.g.e. s:302
- a.g.e. s:298
- a.g.e. s:301
- a.g.e. s:252