Politikada kişiliklerin, giderek evrensel çizgilerin, yaşanan süreç sonunda sahneye çıktıkları momente dönmeleri yazgının en kötüsüdür. Tragedya’nın tanımlayıcı ilkesidir. Öte yandan tragedya tanrısal kahramanlar ve traji-komik figüran kişilikler ve seyirciler yaratır. Zaman zaman sahneye fırlayanlar, eleştirmenler, en çok da müzmin izleyiciler. Türkiye sahnesi, kendine özgü zenginliği ile yukarıda simgeleştirilen her tipolojiyi sergiledi. Türk solunun çoğunluğu ise tarihine kendine özgü yüzeysellikle baktı. 70’li yıllarda ehveni şer’i reddedenler 80’li yıllarda şer’e mahkum olmayı yasallaştırdılar. “Utkan gelenek” sadece kurgusal geçmiş ile ilişkilendirilebilecek bir şiara dönüştü. Geleneği olmayanlara da güncele secde etmek düştü.
Tarihte bir yön duygusu vardır; politikada bu teleolojik doğrultu iktidarı hedeflemek biçiminde somutlanır. İktidarın hep uzağına düşmeyi getiren süreçler solda değişik dozajlarda iktidar küskünlüğü ve giderek iktidar fobisi yarattı. Seyirci de oynar, seyircilik de bir rol seçimidir: Siyaset kaçkınlığını -aynı anlama gelmek üzere iktidar korkaklığını- vaaz eden geleneksiz bir sol katmanın sola zerk etmek istediği tarihsel perspektif bu konumdur. Böylelikle politikanın “çirkef” yüzü iktidara yönelik ilişkilere, “erdemli” yüzü de muhaliflik konumuna taşındı ve oralarda mutlaklaştırıldı. Bu konum, 80’li yıllar Türkiyesi’nde trajedi yerine destan yaşadığını sanan bir diğer konumdaki sol ile iktidar kavramsızlığı noktasında birleşti. “Yenilgi”nin veri sayıldığı bir ideolojik prizmadan geçerek, perspektif niyetine görüntülendi. Perspektifsizlik, gelecek görememektir. Sol politika açısından ise bu, kendi tarihine muğlak bakıp, kendini belirgin biçimde tanımlayamama rahatsızlığının izdüşümüdür.
Bir siyasal oluşumun, bir siyasal hattın en önemli eylemlerinden başlıcası kendi tarihini yazmaktır. Bugüne kadar Marksist tarih anlayışından “tarihin yorumunu bırakıp artık tarihi değiştirelim” biçiminde bir anlayış türetilmesine karşın, tarihi yapabilenlerin, “tarihsel”i kavrayanlar olduğunu bizzat tarihin kendisi vurguladı. Türk solu bugüne kadar gerek bilimsel düzlemde, gerek pratiğine yön çizebilecek malzeme anlamında azımsanamayacak ama hakettiğince değerlendirilememiş ürünler ortaya koydu. Ne var ki bu, Türk solunun kendi tarihini, tarihin kendisini yinelemesini engelleyecek bir zenginlikte yazması anlamına gelmiyor. Rusya’da 1905’teki yenilgi bir ertelenmiş başarı idi. 1917’de ise oyuncular aynı gösteriyi tekrarlamayacak, yenilmeyecek kadar tarihi yazacak ve yapacak donanımı sağlamışlardı. Bugün Türk solu tarihe ve güncele müdahale edebilmek için, tarihini yazabilmesinin önünü tıkayan historiografik engelleri nasıl yıkabileceğini, geleneğini nasıl yaşatabileceğini ortaya koymak durumundadır. Bu hem teorik derinlik, hem de bir siyasal etik sorunudur. Teorik derinlik sorunudur; çünkü geçmişe, geçmişin güncele taşıyıp yığdıkları ile bakılır. Tarihsel olan ile geçmiş olanı ayırmak, olguların özüne ilişkin bir soyutlama ile mümkündür. Teori olguların içini doldurmaya, geçmişe ilişkin hangi olgunun tarihsellik taşıdığını ayırdetmeye yarar.
Bu bir “ethika” sorunudur. 1980 öncesinde devrimci-demokratlarla aynı bildirilerin altına imza atıp, 1986 yılında, yasadışı örgütlerdeki insanların yarısını provokatör olarak nitelemek bir etik sorundur. Siyasal geçmiş söz konusu olduğunda -ki olguları ayrıştırmak aynı zamanda bir seçme sorunudur- bu teorikleştirmenin içine ethika girer, çünkü değerlendirilen ve geçmiş içerisinde neyin tarihsel olduğunu ortaya çıkarmaya çalışan bir analize tabi olan olgulara da ethika sinmiştir. Tarihe “serinkanlı”, “tarafsız” bir gözle bakmak, Türkiye koşullarında geçmişi bir kördöğüşüne indirgeme geniş yürekliliği; gücünü, “birikim”inden değil tarihe politik sorumluluklar açısından bakanların konjonktürel bir saygınlık erozyonuna uğramasından alıyor.
Siyasete değişik düzeylerde karışmış insanlarda ve topluluklarda, trajik bir başa dönüş yaşandığında, yeni öznel eğilimler hatta teoriler gözlemleriz. Birinci Dünya Savaşından sonra, tarihe, politikaya ve zamanla ekonomiye, ilerleyen doğrusal bir teori yerine, yıkımı algılamanın öğretisi olan döngüsel bir teori yerleştirilmeye çalışıldı. ikinci savaştan sonra yerleştirildi de. Bunun solda iki boyutlu bir uzantısı gözlemlenebilir: Yeni-solda ahistorik bir söylem(!), geleneksel solda ise tekerrür düşüncesi.
Diyalektik ve sınıfsal bir tarih anlayışının karşısına yapısalcılık, evenmentüalizm, yorumbilim gibi yöntem arayışlarının tamamlayıcı ya da anti-tez olarak çıkmasını “teorik zenginleştirme” olarak nitelemek çok safdilce olacak. Tarih boyunca toplumların ütopik ve tasarlanabilir bir yarın düşüncesi kurgulamadan dönüşüm yaşadıkları görülmedi. Günceli gündelik yaşayan, bireyselliğini güçlendirme cihadına çıkmış batı entelijansiyasının bir kesidinin Türkiye uzantıları 70’li yıllarda her ölümde kendi ölümlerini yaşadılar. Bu psikoz, ile kimi örneklerde kitle halinde kronik uzak durma, kendilerini yükümlülük altına sokabilecek minimum angajmanı ustalıkla sezip, sola adab-ı muaşeret dersi vermekten ibaret bir konuma yerleştiler. Böylelikle “dava uğruna ölmek” kabus halinde yaşanıp aşağılanınca 70’li yılların politize kişilikleri 80’li yıllarda beyhude robotlar olarak algılandı ve lanse edildi. Bugünü riske etmeme gerekçesiyle politik ölüm kutsandı. “Bir tarih edinmek” sorunu, kültürel bir soruna indirgendi ve “patolojik olmayan bir geçmiş saygısı” adına geleneğe küfredildi. Sola tipoloji olarak midye bireyler önerildi ve elde kaldı cinsel özgürlük, fantezi, yeşilcilik…
Öte yandan da coşkulu ve coşkulu olduğu ölçüde sığ bir nehir aktı. Geleneksel sol yaratıcılığı kendine tehdit olarak algıladıkça, zafer için tarihin tekerrür etmesini bekledi. Tarihte “birleşme” deneyimleri okudu, bir tarihsel değerlendirmeye tabi tutmadan “birleşme” saplantısı yeşertti. “Cephe”, “demokrasi” gibi kavramların tarihsel içeriğini ve evrimlerini gözlemleyemedikçe, tekrarını bekledi. Oysa olgular değil, olguların kimi özellikleri kendilerini tekrar ederler. Bugün geleneksel solun ideolojik bakiyesi, nostalji ve tekrardan ibaret kalma tehlikesini yaşamaktadır.
Geçmişe bakış problematiğinde, geleneksel solun kazanç hanesine kaydedilebilecek nokta, sol tarihin bilimsel yorumunda tarihsellik kazanmış olguları, hem kendi bütünsel gerçeklikleri ve ortakları, hem de gerçekliğin bütünlüğünü sağlayan toplumsal dokunun bağlantılarındaki yasaları ortaya koyabilmek olacaktır.
Fanteziye dönmek gerekiyor. Yeni-sol fantezi çok şey talep edip az şeyi yaşamayı yorgunluk, küskünlük, düşkırıklığını rasyonalize etmeye mahkum olmayı getiriyor. Bu eğilimin doğal sonucu, bireylerin güçlü toplumsal dinamik koşullarındaki konumlarından koparak “özgür bireyler” sürüsü halinde yeni bir bireycilik kurgusuna koşullanmalarıdır. Entelijansiyanın bir kesidi için bunun anlamı ise marksizmden epistemolojik bir kopuş yaşamaktır. Bunda herkes serbest. Fakat bir konuda yanılsama yaratılmasına izin yok: Bu insanların kızıp, düş kırıklığına uğrayıp hatta “kazık” yiyip terkettikleri siyasal pratiğin ve diğer yanda da sevmedikleri status quo’nun dışında bireyleri etkilenme ve belirlenmeden muaf tutacak üçüncü alanlar olduğuna inanılmasını beklemesinler. Muhaliflik? Muhalif söylemin her mekanda, her hacme sığan bir içerikte kavramsallaştırılması onun toplumsal-tarihsel olarak açıklanır olduğunu ispat etmiyor. Kavramlar maddi zorunluluk ile tanımlanma sürecine girerler. 80’li yılların Türkiyesi’nde muhaliflik kavramının içeriğine (dolayısıyla sınırlarına) ilişkin bir baskı yoktur. Rağbetini bu belirsizlikten alıyor. Tarihin yorumunda ise, Gramsci’nin Croce’dan koşullu bir onay ile devraldığı etik-politik kategori, önce batıda anti-ortodoks ardından bazı çevre ülkelerde anti-jakoben sol içinde rağbet görmedi; giderek pragmatik-iktisadi alanın gerisinde yanıtlandı. Kanımca etik bir tercihle.
Etik olmayan yönüne ise şöyle bakabiliriz: Tarihsel maddeciliğe panzehir olarak ortaya sürülen düşünce sistemlerinden göbek bağını koparamamak klasik olmayan sola ve uzantılarına çözülmesi olanaksız paradokslar hediye etmiştir. Marx’a, öncül olarak Spinoza’yı seçmek, ardından Hegel’i Hegel ile aşma çabaları Marksizmin bilginin tarihine ilişkin eşitsiz açıklayıcılık gücünü arttırmadı ve sosyalizmin ideolojik odağının ikinci savaştan sonra Avrupa’dan kaymasıyla tarihin yorumuna ilişkin paradokslar kalıcılaştı. Solun kendi tarihine bakışı, akademik çabaların dışında yetkisiz yan alanlara kaydı. Bugün ülkemizde, 70’li yıllara retrospektif bakan, neredeyse tarih yazımını ikame etmeye yönelik edebi ürünlere mistik, geçeküstücü, varoluşçu ya da nihilist historiografik tonların sinmiş olmasını bir ölçüde böyle açıklayabiliriz.
Geleneksel sol açısından ise tarihe bakış sorununun çözümlenmiş olduğu söylenemez. Sorunumuz bu noktada bir kuşak bilinci yaratmak değil. Gene de geleneksel sol için yaratıcılık ve kendini kuru kuruya tekrar etmeme açısından artık kabul edilmesi gereken bir politik yasa var. Kuşaklar kendi sorunlarını ortaya atarlar ve yanıtlamaya çalışırlar. Rusya’da, “hangi sınıf?” sorusuna ilk devrimci kuşak ilk (el)den bir yanıt verdi: Halk. Menşevizm, soyut bir uvriyerizm ile anımsanıyor. Bolşevikler ise tarihe hükmedecek kendi rafine yanıtlarını verdiler. Narodniklerin verdiği yanıt anlaşılmaz değil: Ham toplumsal yapının oluşturduğu atmosfer, kuşakları ayrışmamış, sınırlanmamış cevaplara hapsediyor.
Geleneksel sol Türkiye’de koşulların ve sınıf ilişkilerinin bu kadar ham olduğunu iddia edebilecek mi? Burada bir parantez açmak gerekli. Solun kendi tarihine bakışındaki gerikalmışlık ve naiflik toplumsal örgütlenme aşamasında teorisini ve tarihe bakış tarzını burjuvazinin (milli ve ilerici olduğu varsayılan burjuvazinin) ideolojik otoritesinden kurtaramamasından kaynaklanıyor: Kanımca bunun iki boyutu vardır.
- Çok söyleneni (ve doğru olanı): Zayıf teorik geleneğe doğan sosyalist hareket deneyim ürettiği ölçüde politika ve teori üretemiyor. Bu boşluğu görece daha tecrübeli ve bilge burjuva tezleri dolduruyor.
- Az söyleneni ise şudur: Ayrışamama sürecinin bir diğer yüzünü ise, burjuvazinin teorik boşluğu ifadelendiriyor. Sosyalist düşünce, sonuçta pre-kapitalist formasyonların kapitalizme varacağını teorisize eden bir sistem olarak, kendi apolojisine destek arayan burjuvazi için başlangıçta ve görüntüde bir kabul edilebilirlik, bir eklektik hoşgörü ve yakınlık potansiyeli içeriyor. ‘Legal marksizm’ dönem dönem birçok ülkede egemen ideoloji tarafından savunulası oluyor. Bunun tabii ki bir bedeli var sol açısından. Tarih içerisinde kendisini “halk”ın, ayrışmamış bir bütünlüğün içinde eşit ağırlıklı ve nitelikli ögelerden biri olarak algılıyor. Tarihi kavrayışına sızan yüzeyselliği ve popülizmi içselleştirebiliyor. Böylece kuşaklar neredeyse sadece kronolojik olarak birbirini izliyor. Önceden ortaya atılmış soruları devralıp, önceden verilmiş cevapları teorinin yerine ikame ediyor. Yaratıcılığın mezarı böyle kazılabilir. Parantezi kapayıp şu vargıyı formüle edebilmek mümkün: Her kuşak kendi sorusunu ortaya atar. Kuşaklar kendi sorularına ve kendilerinden önce ortaya atılmış sorulara kendi cevaplarını verebildikleri ölçüde tarihe kendi çizgilerinin derinliğini işlerler.
Bir Geçmişe Bakış Çarpıklığı
Bugün iki kesim insan geleceğini yitirmeden geçmişi eleştirebilme yeteneğine sahip değildir. Bir; yaşanan son yılların kendilerine hiçbir yeni duyarlılık katamadığı geçmişteki politik hareketlenmelerin günlük pratiğini kişisel eksikliklerini tamamlamakta kullananlar. Bu memur zihniyetli insanlar, şimdiki zaman ile 1980 yılı sonbaharı arasındaki dönemi film şeridi keser gibi kesip yok sayınca o dönem yok oluyor sanmaktalar. Bu zaman makinesine girilince de geçmişe nostalji ile bakmaktan başka çare kalmıyor.
Ve bir de inat, özveri, vefa gibi erdemleri doğrudan algılayabilecekleri kollektivite fırsatlarını yaşamamanın fukaralığını yaşayanlar. Bu insanlara da geçmişin her pratiğini çocukluk hastalığı krizleri olarak görmek düşüyor.
Toplumsal şok atlatılınca günah çıkarmak bir içgüdü mü? Geçmişe yönelik değerlendirme mutlaka geçmişi ve kendini inkar anlamına mı gelir? Muhasebeyi kim, kimlerle yapacak?
1980 öncesi için tarihin kabaran suları olduğu ve ardından suların geri gekildiği biçiminde bir benzetme var. Bu benzetmenin zorunlu sonucu olarak son yıllara yönelik eleştiriler ve çözümlenmemiş sorunların teorisize edilmeye çalışılması, kimi çevrelerin otomatik teori düşmanlığını tahrik ederek, “hep böyle olur zaten” ya da “dışardan teori üretiliyor” biçiminde tepki aldı. Fazla haklı değil.
Politik tavırların pratikte er geç sınavdan geçmesi kaçınılmaz; oysa itham edilmiş ve en çok fiziki darbe almış bir kuşağı eleştirmek, eleştirenleri sorumsuz bir huzura garkediyor! Artık olgunlaşmış bir kuşak kesidinin bugününü meşrulaştırmaya ihtiyaç duyması siyasal olarak çarpık, ahlaken çirkindir. Yoksa çirkin olan eleştirinin kendisi değil. Çıkış noktası ve zemini 80 sonrası koşullar olan, olguları neredeyse tüm sonuçları ortaya çıktıktan sonra değerlendiren bu post factum çözümlemeler yenilgi(?)yi kendi başına veri almaktadırlar. Dünyanın başka bir yerinde, 1848 başarısızlıkları üzerine hiçbir dramatizasyona gitmeyen bir devrimci kuşak yenilgi ve başarısızlıkları “ertelenmiş başarılar” olarak algıladı ve dönüştürdü.
Solun tarihine ve başarı olasılığına her iki ucu kapalı parantez olarak bakmak çevrimsel bir kadercilik ile maluldür. Gerçekte Marksizmin tüm klasik ürünlerindeki bilimselliğe eşlik eden kimi ütopik göndermelerin dışında ve ötesinde, kendinden bir teleolojik umut aşılayıcılığı yoktur. Bu bağlamda, Marksizmi kavrama ile politik angajman ve dinamikten umudu kesmeme arasında da bir doğrudan ilişki yoktur. Umudun ve bağlanmanın “güncelliği” pratiğin “devamlılığında” yatmaktadır.
Etik boyutu, siyasal olan ile yakınlaştırılıp bir adım daha atmak mümkün. Türk solunun geçmişini değerlendirirken kendine seçtiği nedenlerde, daha ötesi kurduğu nedensellikte de değişmelerin olmasını doğal karşılamak gerekli. Geçmişi yeniden kurarken ve yargılarken, demokratik, cephe, birleşme gibi saikler yeniden sorgulanacaktır. Solun en fazla fiziki darbe yemiş kesimlerine “goşizm” ya da “teröristlik” potansiyeli yüklemekten ziyade, bu devrimci-demokratlar değişme dinamikleri içinde algılanacaktır Fakat bugün, geleneksel sol, solun tarihine ilişkin, solun dışında geliştirilen argümanlara karşı titiz olmalıdır. Özellikle solun dışından görünmemeğe çalısıp, sol için “timsah gözyaşları” dökenlere karşı ince bir duyarlılık geliştirilmeli. Bir çöküş ya da tükenen dinamik biçiminde algılanan bir ortamda tarih ve siyaset teorisine garabet bağışlanabiliyor. Türk soluna düştüğü dogmatizm (!) batağının nedeni olarak örneğin Sovyetler Birliği’nin teori adına yaptığı kötülükler (evet kötülükler) gösteriliyor. “Tüm nedenler arasında en uzaktakiler yıldızlardır” (Burton). Evet, solun tarihine ve hastalığına böylesi göksel nedenlerle teşhis konunca söylenecek tek söz kalmıyor. Türkiye’nin NATO’ya girmesinin nedeni Sovyetler Birliği idi burjuvazi açısından; şimdi de solun olumsuz durumunun sorumlusu Sovyetler Birliği. Bunu “solun tarihine bakışı” olarak değil, bir tarihe bakış marazı olarak görmek mümkün. Solun zaaflarına neden olarak, siyasetin her zaman ve boyutunda ilişkilendirilebilecek (yandaş veya düşman) siyasal özneleri göstermek, ancak bunlara inanmak için büyük istek duyanlara bir anlam ifade edebilir. Aynı inandırıcılık problemi “polis baskıları” yüzünden herhangi bir sol geleneğin güçsüz olmasını açıklamaya kalkışırsak da geçerlidir. Bu türden sorunlar bizi özeleştiri konusundaki taleplerin gerisini bir kez daha görmeğe zorluyor.
- İçeride ‘kısırlık ve dar pratik teori üretilmesini engelliyorsa, teoriyi dışarıdan’ üretmeye çalışanlara öfkelenilmemeli. Teoride ve tarihte nesnel olarak boşluk yoktur. izafi bir boşluğu doldurmak ise mülki bir hak değildir. Bunu içeri-dışarı biçimindeki muğlak mekan tanımlamasının tüm risklerini göz önüne alarak söylüyorum.
- Zaman boyutunda ise söylenecek şu var: Türkiye’de 6-7 sene önce de üzerinde sürüklenilen eğik düzlemin ve kimi zaafların sola neleri, niçin kaybettirebileceğine ilişkin uyarı ve öngörülerde bulunan insanlar, oluşumlar vardı.
Geçmişin eleştirisinin geçmişin tasfiyesi anlamına gelebileceğini gören ve buna tepki gösteren bir yazı1 bunu, dönemi “olduğu gibi” değil “yaşandığı gibi” yansıtan “ideolojik bilgilenme” ile açıklıyor. Burada ister istemez bir kavram kargaşası doğuyor. Çözmek mümkün: Marks’ın “bilimdışı-yanlış bilinçlenme”yi tanımlamak için kullandığı “ideoloji” kavramı bugüne taşınıyor ve bir içerik atlamasına tabi olarak Althussergil bir ideoloji düşmanlığı doğuyor; üstelik son yılların eğilimine ister istemez uygun olarak. Nasıl çözmeli? Dünü, “dünde olduğu gibi” görebilen ve ideolojik olmayan bir reel bilgilenme süreci ile çözebilir miyiz? Tarihin içinde tikeli açıklamak için mutlaka genelin bilgisi gerekir. Ayrıca tarihsel olanı değerlendirirken (ki bu tarihsel olgunun yeniden kurulması demektir) ve insan topluluklarının fiili davranışları ile normlarını ayrıştırırken teorinin ve ideolojinin merceğine gereksinim vardır. Tarih bir ölçüde yeniden yaşamamak için yazılır. Öte yandan tarihin de facto yeniden yaşanması mümkün değildir. Bu durumda “yeniden yaşamamak” bir soyutlama oluyor. Ve düne, bir soyutlama olmadan bakmak, bakar-körlük tehlikesini içeriyor.
Solun tarihine bakışı konusunda bu küçük örnekten sonra daha vahim sayılabilecek eğilimlerin ve dayatmaların değerlendirilmesine geçebiliriz.
1980’den sonra 80 öncesi pratiğine paçasından bulaşmış ve sonradan ciddi darbe yememiş bir kesimde geçmişe yönelik önce sinik bir alaycılık olarak gelişen yabancılaşma, son birkaç yılda ciddi teorisyence bir özeleştiriye (!) ve bazı uzman ağızlardan özeleştiri dayatmasına dönüştü. Siyasetin hangi noktasında olursa olsun insanların kendilerine yönelik bir “humour” içerisinde olmalarını bir erdem saymakla beraber, bununla ilgisi olmayan, macera-sonrası alaycılığını ya da birikmiş kompleks deşarjını solun kendisini eleştirmesi olarak tanımlamak mümkün değildir.
Yazınsal eleştiride bir sanat kuramından yola çıkılır; politik eleştiride ise etik ve ideolojik boyutları da olan bir teoriden. Özeleştiri hem bir soyutlama, hem bir “pratik ifade “ediş”tir. Dolayısıyla iradidir. 1900 yıllarında Rusya’da Rabogeya Dyelo ile Bolşevikler arasındaki eleştiri hakkı ve özgürlüğüne ilişkin polemiğin üzerine oturduğu çelişki 20. yüzyılın son yıllarında ortodoks sol ile menşevizm türevi akımların ana antagonizmalarından biri olmakta devam ediyor. Geçmişin “partinin kemikleşmesi”, doktrincilik, dogmatizm şeklindeki eleştirel argümanlarının yerini artık daha çağdaşları aldı: “8 çocuklu zavallı Walessa”, bürokrasi, “gaddar jakobenler”…
Nedense geçmişin tarihsel sorumluluğunu en az, yüklenenler özeleştiri direğine en çok sarılanlar oluyor.
Nasıl Bir Özeleştiri?
Türk solunda yenilginin kendi başına bir veri olarak alındığı atmosferin ürünü olarak özeleştiri ve resmi tezlerle uyum içindeki geçmiş değerlendirmeleri bir kişiliksiz savunma tavrının ifadesidir. Dünden bugüne devrolan deorganize, bağımsız bir ideolojisi olmayan yığının yüzeysel ve yatay çokluğundan siyasal rant alma eğilimini vurgulamaktadır. İktidar ilişkilerinde sol siyasetin müdahale edemediği değişme dönemlerinde merkez-kaç gücünün etkisine ve üzerinde durulan zemine bağlı olarak bir savrulma sürecinin yaşandığını biliyoruz. Böylesi bir süreç içerisinde, savrulmaya anti-tez üretebilecek bir determinizm, “kitlesel”liğe ilişkin bir sorun değildir. Bu anlamda savrulmamak, kitleselliğe karşıt da olabilen bir kendine yeterliliği zorunlu kılabilir. Politika ve teori üreten bir öncü odağın olmadığı koşullar ile aşınmış demokratlığın miras getirdiği “taban”dan “tavan”a esprisi birleşince, savrulmaya ve biçimini yitirmiş kitlelere uygun söylemler kolay savunulabilirlik özelliği kazanıyor. Resmi yakın tarih tezlerinden anti-sovyetik, kemalist, neo liberal önyargılar ödünç alınıyor. Kerameti kendinde bir “şahsına münhasır” olmaya prim veriliyor. Güncele tapan bir sol kesim, geleneksizliğinden kaynaklanan kimlik bunalımını tarihte eşi benzeri bulunmayan, hiçbir teorik kalıba sığmayan bir sui generis örnek yaşama hayaliyle aşmaya çalışıyor. Değişme netleşme yönünde olmalıdır. “Alaşım” halinde sayılabilecek bir sol kitleye yönelik özeleştiri dayatmasının özünde, çelişkileri yumuşatarak, çizgileri muğlaklaştırarak bir iç uzlaşma beklentisinin olduğu görülüyor. Tarihsel sürecin solu sürüklediği yol ayrımı ertelenmek isteniyor.
Bugünkü verili ortamda savunulan özeleştiri, dünyadaki ilerici partilerin programında olan örgütlü özeleştiri kavramından oldukça farklıdır. Gerçekte özeleştiri “uçurumun kenarından dönülmüş” (!) bir süreç sonrasındaki içgüdüsel serzenişlerden uzak, organize ideolojik bir öz taşır. Özeleştiriyi kaotik ve bunalım içerisinde olarak nitelendirilen sola yaptırmak, sol kitleyi nebulaya dönüştürmek tehlikesini taşıyor. Özeleştiri tüm sosyalist görevler gibi temsili bir dışavurum değil, sınıf davranışının zorunlu, doğal sonucudur. Çağımızda üretim ilişkilerinin maddi taşıyıcıları ile sosyalist düşüncenin bilinçsel ve politik taşıyıcıları arasındaki eşitsiz, farklı gelişmişlik, geleneksel solun önüne teorileştirilmeyi bekleyen yeni sorunlar koyuyor. Sınıfsal dayanaklarından ve siyasal varoluş nedeni olan iktidardan uzak düşmüş bir siyasal çizginin doğal olarak düşüneceği ilk sorun bu uzaklığın nedenleridir. Fakat herhangi bir sol siyasal çizgi bu tür uzaklıkları azaltıp, tepkilerini sınıfsal-politik düzeyde verene ve toplumsal dayanağı olan sınıfın nezdinde legalite kazanana değin özeleştiri içsel bir nitelik taşır. Bu legalite siyasal güç ile pekiştirildikçe özeleştiri niteliğindeki ifadelendirmeler, kapsayıcılık ve dışavurum hakkı kazanır. Bir sol siyasal hareket, güncele müdahale edemediği bir durumda ideolojik bağımsızlığın, (resmi ideolojiden bağımsızlığın) korunması, teorik netliğin geliştirilmesi için kalıcı olmayan bir tecrit riskini bile göze almalıdır. Fakat geleneksel solun gözlemleye gözlemleye bir türlü çözümleyemediği yığınların içerisinde bu ideolojik bağımsızlığı ve kendine yeterliliği geliştirebilmesi çok zordur.
Öte yandan tarihsel ve geleceğe ilişkin bir sorumluluk taşımayanların, amorf kalabalıklara özeleştiri yaptırması ve “tabu’ kırması, yeni sol’un gerçekte hiç de yeni olmayan tezlerinin alaturka varyasyonu olmak durumundadır. Dünyada ve Türkiye’de yeni sol, güçlü toplumsal dinamik dönemlerinde çiçek attığı devrimci demokratları bunalım dönemlerinde mahkum etmektedir. Orijinalite histerisi içerisine girdiği ölçüde beyhude bir türev konumuna gelen yeni sol, siyasal oynaklığına son derece ters düşen bir biçimde devrimci demokratlara ve geleneksel sola “provokatörlük”, “dogmatiklik”, “bürokratik kısırlık” biçimindeki yerleşik tanımlamalarla geçmiş faturası çıkartmak istemektedir. Bir yandan da geleneksel sol, klasik şemalara uydurduğu geçmiş tahlilleri ve iyi ya da kötü burjuvalar, sola çekilmeye çalışılan sosyal demokratlar ve ilericilerden oluşan “durum tahlilleri” ile karşı-geleneğe panzehir oluşturamamaktadır. Baskı koşulları ve mistik gizlilik ileri sürülerek eleştiri-özeleştiri kavramları tarihin derinliklerine itilmek istenilmektedir. Böylelikle, darbe yemiş bir kuşağa sahte doktor olmaya soyunanların arttığını görüyoruz.
Tragedya
1980 öncesinde “demokrasi” mücadelesi yapan insanlar, kendilerine çizdikleri amaç açısından düş kırıklığına uğramaya mahkum hale geldiler. Düşlerin yıkıldığı noktada o ana dek için için varlığını sürdüren bir kendini sıyırma, risksiz alanlara kayma eğilimi açığa çıktı. Solun geniş kitlesi üniversitelerden mezun olduğunda solculuğunu hobi olarak devam ettiren, yüce toplumsal hülyalarını mesleki hülyalara aktaran, yeni gerçeklerin (!)farkına varan bir başka kitle doğurdu. Kimi olgular toplumun bir kesimi tarafından tarihsel sürpriz olarak göründükleri ölçüde, bir adım sonrasındaki yorumlama aşamasında “tarihsel dönüm noktası” olarak algılanıyor.
Geleneksel sol, sosyalizmin vazgeçilmez ilkelerini aşamalar çekmecelerine yerleştirerek, yeni sol ise muhalifliği devrimcilik olarak sunarak payına düşeni yerine getirdi. Gerçekte “iktidar”, “devrim” gibi kavramları sadece emekçiler barikatlarda iken anımsamak, bu gibi kavramların “evrensel güncelliğini” algılayamama rahatsızlığıdır. “Aşağıdan gelme bir kültür” savunusu yabancı dil rantiyesi kimi aydınlarca aydınlanma geleneğini vulgarize etme yönünde bir eğilimi besliyor. Bilgiyi enine yaymak ile, tarihte, siyasal pratiğin ileri sıçraması arasında birebir ilişkinin olmamasıdır gerçek apolitizasyonu belirleyen. Yenen darbeler ve tarihsel süreç ise geleneksel sola hep anlamak istemediği bir yasayı, daha doğrusu eşitsizliği vaaz ediyor: Siyasal eylemin insanların katılımıyla doğrudan orantılı olmayan ve bunun ötesinde bir çözülebilirlik, yoğunluk potansiyeli vardır.
Bireyler aritmetik olarak toplanınca otomatik olarak bir başka öze dönüşmezler. Sürekli bir ayağı dışarıda bireyleri içeren geleneksel sol kesimin kendilerini terkedenler hakkındaki yargıları polislik döneklik hainlik kavramlarının ötesine geçmelidir. Solun kendini tanımlarken kendine kalabalık olduğu ölçüde saygınlık biçmesi ise bir çarpıklıktır. Savunma mekanizması olmak bir yana komplekssiz bir marjinallik alan daraltma ve etkiyi derinleştirme işlevi görür ki bu iradi ve fonksiyonel bir tercihe tekabül eder.
Tarihsel/sosyolojik bir zorunluluk olmanın ötesinde bir siyasal doku bu müdahalenin aracını tanımlar. Ve bir siyasal örgüt ortalamayı yukarı çeken basit bir değişken olmanın ötesinde dağılımın karakterini değiştirir.
Geleneksel sol, Türkiye toprağında geleneğini, daha önceki deneyimlerden bugün de yaşamsallığı olanları seçebilmesi ile sağlıklı kılabilecektir. Öte yandan gelenek yaratmak basitçe “geçmişte bizim gibiler” yaratmak değildir. Tarihsel anlamıyla bir sol siyasal gelenek geçmişin düşünsellikle yaratılmış bir parçası olmaktan çok siyasal mücadele koşullarının eğilimlerin çelişkilerin oluşturduğu bir ilişkiler ağının geliştirilmesidir. Bu bağlamda “nöbet devralmak” olarak tanımlanan bir izleyiciliğin ötesinde yeni mevziler ve yeni görevlerin getirdiği yaratıcılığı da içerir. Her kuşak kendi sorusunu sorar; eski soru ve yanıtları onarmaz.
Sol aydının kimi siyasal değerlere bağlılığı “geleneksel olmama” kompleksinden uzak fakat kireçlenmiş bir kadim alt kültürü de aşkın bir temele oturmalıdır. Bu o ana dek yaşanmış ve yazılmış her pratik/teorik sorunu yaşanan günün sorunlarının ışığında görmeyi zorunlu kılar.
Ortodoks sol için gelenek, kendi tarihinde bir rasyonalite aramanın ötesinde güncelde tekrar ortaya çıkabilecek kimi olguların özelliklerini kontrol edebilmeyi engellemeyi ya da geliştirmeyi içerir.
Ortodoks solun geleneği, kalabalıklar içerisinde erimemiş zengin kişiliklere gereksiniyor. Öte yandan siyaset de teorik gücü olan insanlar kadar oturmuş ve duru kişilikli yaşamın hangi alamında at oynatabileceğini seçmiş bireyleri gereksiniyor.
Çağdaş siyasetin trajedisi sol cephede akıntıya kapılmamayı ve potansiyelini zamanlama yapmadan harcamak istemeyen aktörleri bir kenarı uçuruma bakan hassas bir dengede yürütebilir. Sınıflar arası ilişkilerin gelişkin hem ayrışmış hem de içiçe geçmiş olduğu bir toplumsal dokuda siyaset sadece kendi kendisine yaşatan özel alanlara sığınanları siyasal ölüme -yaşarken ölüme-terkedebiliyor.
Solun tarihine bakarken tragedya ile başladık aynı kavramsal düzlemde bitirebiliriz.
Tragedya yirminci yüzyılın başından bugüne dek tarihsel içeriğine yeni bir öz kattı. Trajik olana “reel” bir nüans eklendi. Tragedya bir kuşağın diğerinde yaşatılmaya değer olanı keşfetmesiyle devamlılık kazandı.
Antikiteden bu yana bireylerin yaşantısındaki umutsuz, karanlık ve rastlantısal süreçleri yinelemekten, evrensel ve toplumsal çatışmaları, içinde ütopyanın da nüvesini taşıyan yenilgileri anlatmaya ulaştı. Ütopyadan reel düzeye yükselen tarihsel zaferlerle, sosyalist düşüncenin bir ölçüde naif hümanist tarih anlayışına olgunluk yükledi.
“Tragedya tarih açısından zorunlu konum ile bunun gerçekleşmesinin olanaksızlığı arasındaki çatışmadır.” (F.Engels)
Spartaküs isyanının bastırılması, Alman devrimci köylü önderi Thomas Münzer’in güvendiğiköylülerce yalnız bırakılıp öldürülmesi ya da bir dağ köyünde iktidar ile burun buruna gelip ölen gençler, tarihsel bir kategori olarak trajik çatışmayı sunarlar bize. Günümüz politikasının savaş alanında, tragedya, yarını karartan yazgı ile yarınını yitirmeden bugünü yaşayanların çelişkisidir. Hegel uzlaşmanın ortaya çıktığı noktada tragedyanın çözüldüğünü vurgular hep. Çağımızda politikada kişilikler, örgütler bağlandıkları ilkelere ihanet etmedikçe tragedya çözülmez. Rusya’da narodnizm tragedyaya sade insanların yaşamları, küçük insanların üzüntüleri gözü ile baktı.
Sosyalist düşünce ve gerçeklik yüzyılların mücadele geleneğinin içinden damıttığı özü, sancılı olduğu yadsınamaz bir bugünde yarını tasarlamayı ve bugünü feda etmeyi en trajik gerçekliğe dönüştürdü. Politikada tragedya, yenilgileri acıları estetize etmek demek değildir. Politikanın trajik anlamı toprağında zaten varolan aldatmacalar acıları kanı yaşı yenilgileri zafer için değerlendirmektir. Yazgının üstün gelmediği vazgeçilmez yarın için…