Yayınlanmaya başlandığından beri ilgi çeken bir kitap dizisi var: 11. Tez. “Sol” yayıncılığın erken gelmiş bir güncellik içerisinde sıkışmaya başladığı bir dönemde “teorik bakabilen” bir dizinin varlığı, her türlü eleştirinin ötesinde, önemsenmelidir. Kişi, eğilim veya grupların siyasetten uzak durmak gibi bir imtiyazın rahatlığını yaşaması elbette mücadele edilmesi gereken bir tutumdur. Ancak, söz konusu dizi, siyasal misyonlardan arınmış da olsa “siyaset”i teorik olarak dışlamayan, genel çerçevesinde ona önemli yer veren bir anlayışı da dışa vurmaktadır.
Burada, geçmişte özellikle devrimci demokrat pratiği yaşadıktan sonra “ulvi gerçekler”le tanışan, Ortodoks solun içinde bulunduğu konjonktürel kısırlığa “psikolojik” olarak direnemeyen ve kurtuluşu teorik modifikasyonlarda gören veya öteden beri teori “biriktiren’ geleneksel sol düşmanlarının bugün buluştuğu noktalardan söz etmek gereksiz. Ne var ki, genel olarak “Yeni Sol” biçiminde adlandırabileceğimiz bir toplamın bugün son derece “liberal” bir kimliği benimsemeye başladığını söylemekte yarar vardır. Batı’da da özellikle yetmişlerin ikinci yarısından itibaren, daha önceleri solculukta hayli hızlı görünen “Yeni Sol”, siyaseti teorik alanda da terk ederek benzer bir süreci yaşamış, buna ancak küçük bir Troçkist aydın topluluğu itiraz edebilmişti. Bugün de Yeni Sol içerisinde biraz olsun yaşamın gerçeklerini anımsamaya yönelenler, belli bir reel geçmişe sahip olan Troçkistlerdir.
11. Tez’in belli bir ilgi odağı olmasındaki etkenlerin başında, tutturduğu düzey gelmekte. Sol siyasete küçümseyerek bakan kimi aydınların egosunu tatmin eder bir duruma girse ve zaman zaman belli bir alandaki tüm yazını aktaran enformatif bir akademisyenliğe bürünse de, bu entellektüel düzey önemsenmelidir. Unutturulmaya çalışılan kimi tartışma konularının geleneksel sol ile yeni sol arasındaki teorik hesaplaşmanın temel alanlarının işlenmesinde 11. Tez, içinde yer aldığı bütünlüğü az -çok temsil edebilecek durumdadır.
Sözünü ettiğimiz kitap dizisinin uyandırdığı ilginin bir başka nedeni ise, tamamen psikolojiktir. Radikalliği ve devrimciliği unutmaya başlayan yeni sol, bunları hiç değilse “teorik” düzlemde yerine getiren bir yayıncılığı “nostaljik” bir beğeni ile karşılamıştır. Sivil toplumculuk ve çok geri bir demokrasicilik yapan Yeni Gündem ve Zemin türünden dergiler ile ehlileşen aydınlar, 11. Tez radikalliği ile avunur hale gelmişlerdir.
Ancak, yüzyılımız tarihinin yetkin denebilecek temsilcilerinin de başına gelen, geleneksel olmayan solun bugün karşısına çıkmaktadır. 20. yüzyıl pratiği, kışla disiplinini savunduktan sonra, çok anlaşılır nedenlerle bu kez “örgüt içi demokrasi”den başka laf etmeyen, uzun yıllar kendiliğindenciliğe haklı eleştiriler yaptıktan sonra “bürokratik devleti” keşfeden, süper endüstrileşme savını bayrak yaptıktan sonra yaşanılan en başarılı endüstrileşmeyi “hızlı” bulan, muhalif ve sürgün duruma düştükten sonra sosyalizmde çoğulculuğu keşfeden siyasetçileri hep trajik sona ulaştırmıştır. Bugün yeni sol, hem batıda hem Türkiye’de bazı alanları kibarca terk ediyorsa, bu bir gerçeğin hem de tarihsel nitelikte bir gerçeğin kabul edilmesi sonucudur. 11. Tez bu gerçeğe direnen bir niteliğe sahip olsa da, içinde bulunduğu bütünün yaşadığı dönemin özelliklerini (ilk bakışta kolay anlaşılmasa bile) taşımaktadır. Yani, hem reel tarihe ve ulaşılan değerli kazanımlara kızıp hem de bu kızılanlara “sol”dan bakabilmek olanaklı değildir.
11. Tez Kitap Dizisi özellikle sivil toplumculuk ve sol liberalizme yönelttiği eleştiriler ile bugün yeni solun mantıksal çerçevesinin belli ölçülerde dışına çıkmış oluyordu. Mantıksal çerçeve diyorum, çünkü Maoculuktan başlayarak 69 yıllık pratiğe “öz”e ilişkin olarak karşı çıkan tüm eğilimler, gittikçe artan bir biçimde sağa kaymaktadırlar. Hiçbir biçimde analize tabi tutmadan, söz konusu eğilimlerin teorik darlıklarının temel konuları incelendiğinde bile bu çerçevenin niteliği açık olarak ortaya çıkar. Batı bir yana, bu eğilimlerin Türkiye’deki bütün uzantıları “sivil toplumda tarihsel uzlaşma”, “sosyalizmin bugünkü toplum içerisinden yeşermesi”, “çoğulculuk” gibi kesinlikle sağa çekici teorik alanlara hapsolmuş durumdadır. 11. Tez işte bu sınırları zorlama çabasındadır. Ancak, örneğin “Dünya’da ve Türkiye’ de Sosyal Demokrasi” başlıklı 4. 11. Tez bu çerçevenin dışına çıkabilme sınırını da açık bir biçimde gösterdi.
Hemen başta söylemekte yarar var. 11. Tez, CHP ve CHP’cilik konusunda son derece doğru saptamalar yapmıştır. Yeni olmamakla beraber bu saptamaların 11. Tez Kitap Dizisi’nde yinelenmesi, Türkiye solunun, kimi hastalıkları hiç değilse fark etmeye başladığını gösteriyor. CHP’nin ne olduğu, Kemalist hareketin sınıfsal içeriği konusunda sınırlı bir kesimin yaklaşık on yıldır inatla vurguladığı gerçekler yavaş yavaş ses bulmaya başladı. Ne yazık ki geleneksel solda değil…
11. Tezin 4. Kitabı’nda yer alan “sosyal demokrasi” ile ilgili yazılar belli bir uyuma sahipler. Bu nedenle buradaki eleştirimi tek bir çalışma ile sınırlamak istemiyorum. Tanju Akad’ın “Avrupa’da Sosyal Demokrasi”, Sungur Savran’ın “CHP Sosyal Demokrat mıydı? ve Yusuf Barman’ın “Fransa’da Halk Cephesi” yazıları bütün olarak değerlendirilebilecek iç tutarlılığa sahipler.
Sosyal Demokrasi Kimin Hareketi?
11. Tez’in 4. Kitabı’ndaki temel tez “sosyal demokrasinin işçi sınıfı hareketi olduğu”dur.1 Diğer bütün tezler bu ana iddiadan yola çıkılarak ortaya konmaktadır. Bu nedenle temel olarak bu “tez” üzerinde durmak gerekecektir.
Bu tezi işlerken 11. Tez yazarları özetle şu varsayımlardan hareket ediyorlar:
a) Sosyal demokrat gelenek, marksizm ve işçi sınıfı kökenlidir,
b) Sosyal demokrasi burjuvazi ile ittifaklar yoluna yönelmiş olsa da, halen işçi sınıfı ile organik bağlara sahip olduğu için, bu sınıfı temsil eder,
c) Verili bir anda işçi sınıfı birden fazla partiyle temsil edilebilir,
d) Bugün sosyal demokrasi işçi sınıfının siyasal temsilini sosyalistlerle paylaşmaktadır,
e) İşçi sınıfı partisi, sınıfın veya bir bölümünün kısa veya uzun dönem çıkarlarını savunan bir partidir,
f) İşçi sınıfının teorik olarak tek bir partisi olacağını iddia edenler “belli” bir sosyalizm anlayışını savunanlardır (Sungur Savran neyi kastettiğini belirtmese de burada sözü edilen reel sosyalizmdir),
g) Sosyal demokrasiyle ilişkiler, bu hareketin bir işçi sınıfı hareketi olduğu unutulmadan yapılmalıdır,
h) CHP hiçbir zaman sosyal demokrat olmamıştır.
Gelenek Dizisi’nin Aralık ayında çıkardığı “Birey, Siyasi Mücadele ve Türkiye Solu” adlı kitapta yer alan yazımda sosyal demokrasinin marksizm ve işçi sınıfa kökenli olduğunu, bu bağlamda Türkiye’de sosyal demokrasinin var olmadığını; ancak bugün sosyal demokrasinin temel olarak burjuvazi hesabına yerine getirdiği işlevler açısından ayırt edilmesi gerektiğini, böyle yaklaşıldığında CHP geleneğinin 60’ların ikinci yarısından itibaren “sosyal demokrat” olarak (teorik değil siyasal olarak) değerlendirilebileceğini vurgulamıştım. 11. Tez’in ilgili kitabı çıktığında sosyal demokrasinin kökeninin ne kadar fetişleştirildiğini, Batı sosyal demokrat partilerine – istense de istenmese de -ne tür farazi misyonlar yüklendiğini görmüş olduk. Bu nedenle kısaca sosyal demokrasinin marksizm ve işçi sınıfı kökeni üzerinde durulmalı.
Yanılgıların en büyüğü, sosyal demokrasinin (özellikle en güçlüsü Alman sosyal demokrasisinin) 1860’lardaıı 1919 ‘a kadar yaşadığı tarihe ve bu tarih içerisindeki II. Enternasyonal – III. Enternasyonal ayrışmasına son derece biçimsel olarak yaklaşmaktır. Bu biçimsellik daha radikal bir akımın “sosyal demokrat” sıfatını reformizme bırakarak tarihe kendi kılıcını attığı dönemi yalnızca belli başlı Avrupa sosyal demokrat partilerinin ve Il. Enternasyonal bütünlüğünün sağa kaymasıyla açıklamak biçiminde ortaya çıkıyor. 11. Tez bu sağa kayışı 1. Dünya Savaşı’na dayandıran bir mantığı eleştiriyor ve sosyal demokrasinin reformizme yönelişini yüzyılın başlarından itibaren kendisini dipten hissettiren bir süreç olarak görüyor. Ancak çok önemli bir noktayı gözden kaçırıyor: 19. yüzyıl Marksizmi bu reformizm için yeterli malzemeyi az çok sağlamaktadır. Bu bir reddiye değil sürekli işleyen ve biriken bir bütünün bir arada durması olanaklı olmayan birbirinden çok farklı ve gittikçe bu farkı arttıran akımlara (aynı tutarlılık ve iç bağlarla olmasa bile yol açabilmesidir. Bir bütünün içinden çıkan bir sıçrama o bütünün her bölmesini kapsamayabilir. Bu bağlamda ortada sağa kayanlar varsa bir de sola yönelenler olduğu unutulmamalıdır. II. Enternasyonal’in yaşadığı pratik başka türlü anlaşılamaz. Sosyal demokrat pratik mutlaka karşıtları ile yani kendisi ile ayrışma yaşayanlarla birlikte değerlendirilmelidir. İşçi sınıfını güncelliğinden çok ötede evrensel planda hem teorik hem de siyasal olarak temsil eden bir hareketin bağımsız tavrını biçimlendirmesinden sonra sosyal demokrasinin sırf işçi sınıfı kökenlidir diye bazı sıfatlarla ödüllendirilmesi düşünülemez.
Bugün sosyal demokrasinin işçi sınıfı bağları sürmektedir. Ancak, sorun herhangi bir biçimde işçi tabanına sahip olmak biçiminde konulursa bunun ileriye götürücü hiçbir anlamı olmayacaktır. Soyut bir işçi kitlesi üzerinde, hareketsiz bir işçi kitlesi üzerinde, üstelik o hareketsizlik ve soyutlukta hem ideolojik hem de politik bir payı olan bir akım (veya parti diyelim), işçi sınıfını nasıl temsil edebilir? Sosyal demokrasi henüz burjuvazinin bir siyasal hareketi olma sürecini tamamlamadan önce, 1920’lerin hemen başındaki büyük devrimci dalga sırasında, 3. Enternasyonal partilerinden çok daha yaygın bir sınıf desteğine sahip olan sosyal demokratlar, yalnızca o sınıfı radikal bir hareketlilik içerisinde kucakladıkları için işçi partileri olarak adlandırılıyorlardı. Yoksa çürümeye başlayan bir gelenek nedeni ile değil. Bunun ise sosyal demokrasinin sınıfsal ve ideolojik kökeni üzerinde konuşmak için biraz geç olmadı mı? Akdeniz kuşağına bakalım: Bu sınıf ve ideoloji temelinden geriye ne kalmış, Andreas’larda, François’larda, Felipe’lerde…
“Sosyalist bir toplumun kuruluşunu ufuklarından giderek çıkarmalarına ve burjuvaziyle uzlaşmada her geçen gün yeni bir aşama kaydetmelerine rağmen, bugünün sosyal demokrat partileri gerek işçi sınıfıyla olan örgütsel ilişkileri, gerekse programatik yönelişleri bakımından hala birer işçi sınıfı partisi niteliği taşımaktadırlar.”2 Nedir sosyal demokrasiyi “herşeye rağmen ortağımız” yapan? Bunu anlamak çok güç. Sosyal demokrasinin işçi sınıfı ile organik ilişkisine daha önce değinmiştim Programatik yönelişten kastedilen sosyal demokoratların somut politik programları ise bunun da tartışılacak bir yanı olduğuna inanmıyorum. Sosyal demokrasi işçi sınıfının güncel çıkarlarını (bu bana kavram olarak da pek akılcı gelmiyor) temsil edebiliyor mu? Bunun ölçutleri neler? Yok eğer “programatik yöneliş” sosyal demokrat programların hala “marksizm” kokuyor olması ise ortada üzerinde durulması gereken bir yanılgı var demektir.
Hemen çok somut olarak Alman sosyal demokratlarının bazı Marksist tezlere yeniden rağbet etmesi ile ifade edilinebilecek olan bir durumu açıklığa kavuşturalım. Sosyal demokrasi – değişik ülkelerde değişik ölçülerde – Marksizmin asli temsilcilerinin sol politikaya damgasını vurmasından sonra, Marksizmin karşısında kararsız bir tavır aldı. Ancak özellikle 60’larla birlikte uluslararası komünist hareketteki bölünmelerin de verdiği rahatlık ile “sosyal demokrasi” marksist tezlerle olan dolaylı bağları da koparmaya yöneldi. Kendilerine işçi sınıfı dışında da taban arayan bir akım için olağan olan buydu. Ancak bugün iki nedenle özellikle Alman ve İngiliz sosyal demokratları “Marksist” giysilerini sandıktan yeniden çıkarmak (bütünüyle olmasa bile kimi zararsız değinmelerle) niyetindedir. İki nedenden biri sosyal bilimlerde kapitalist sınıfın Marksizm sendrom’u denebilecek bir kuşatma içerisinde olması. Bu kuşatma bütün göz alıcı denemelere karşın kırılamadı. İkincisi şu sıralar radikal çıkışlar ile desteklenmeyen Marksizmin uysallaştırılabileceğine inanılıyor. Bunların ne anlama geleceği herhalde çok açık: Marksizmi içine her tür ideolojiyi katabilen tarih dışı bir demokratlık olarak algılamayan herkesi rahatsız edecek şeyler…
Çoğulculuk ve Sosyalizm
11. Tez ‘in üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken iddialarından bir diğeri de, aynı anda, farklı zaman ve perspektif sorunsalları içerisinde,, birden fazla partinin işçi sınıfını temsil edebileceği. Burada belli bir modelden hareket edildiği anlaşılıyor. Şöyle: İşçi sınıfının çeşitli düzlemlerde çıkarları var. Bu çıkarların da sürekli olarak ifadesini bulduğu siyasi temsilcileri var. Yani, işçi partileri var. Bunların kimisi dar anlamda güncel çıkarları savunuyorlar. Herhalde ekonomizm yapıyorlar reformculuk yapıyorlar. Bunlar 11. Tez’e göre sosyal demokratlar. Bir de uzun vadeli bakabilen işi sosyalizme kadar götürebilen temsilciler var.
Kısacası tabloda birden fazla temsilci bulunuyor. Farklı ideolojilerle donatılmış, ama aynı sınıfı temsil eden birden fazla temsilci. 11. Tez bunun kabul edilmemesini “belli bir sosyalizm” anlayışına bağlıyor. Kabul ediyoruz. “Belli olmayan” bir sosyalizmde daha fazla olabilir. Ancak bu “belli olmayan sosyalizm” gerçekleşinceye kadar kimi hatırlatmalar yapmak da gerekiyor. “Güncel çıkarlar” dendiği zaman durup düşünmeli: Sınıfın tarihsel çıkarlarının güncellikte somutlaşması veya kendisini ifade etmesi ayrı şeydir, o sınıfın tarihsele uzanamayacak geçici ve hatta yanlış-bilinçlilikten kaynaklanan “güncel çıkartan” farklı şeylerdir. İkincisi, hep geriye, daha cesur konuşursak gericiliğe yönelir. Bir partinin bir sınıfı temsil etmesi ancak onu tarihi ve geleceği içerisinde temsil ettiği orandadır. Çok daha karmaşık temsilciler bütünlüğü ile karşımıza çıkan burjuvazi için bile güncel çıkarları tarihsel bir çerçevenin içerisine oturtamayan partilerin silinip gittiğini görüyoruz. Sosyal demokrasi gibi önemli bir geçmişi olan bir akımın bu anlamda işçi sınıfını temsil ettiği iddiası son derece cılız kalmaktadır.
11. Tez yazarları sosyal demokrasinin büyük burjuvazinin temsilcilerinden birisi olduğuna itiraz ediyorlar. Sungur Savran genel olarak sosyal demokrasiyi büyük burjuvazinin hareketi sayanların Türkiye’de CHP’ni “sosyal demokrat” olarak nitelemediklerini ve daha çok küçük-orta sermayenin sözcüsü olarak değerlendirdiklerini belirtiyor. (2) Türkiye’de CHP geleneğinde ilericilik görenlerin kimler olduğu biliniyor. Bu yüzden CHP’cilik yapmak için teori uyduranların “sosyal demokrasi” tanımları ile geleneksel solun daha oturmuş “sosyal demokrasi” tezleri arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. Ortodoks yazında haklı olarak burjuvazinin “tekelci” aşamadaki siyasal bloku içerisinde gösterilen sosyal demokrasinin ülkemizde mevcut olmaması ne CHP’nin sınıfsal dayanağının büyük burjuvazi dışında-aranmasını ne de Batıdaki sosyal demokratların işçi sınıfını temsil ettikleri iddiasını haklı kılar.
Peki, CHP’cilik söz konusu olduğunda konuya son derece “doğru” yaklaşabilen, hatta Avrupa’daki sosyal demokrat hareketin de pratikte ne anlama geldiğini görebilen 11. Tez yazarları neden sosyal demokraside bir “işçi sınıfı hareketi” görüyorlar? Bu sorunun yanıtı kanımca oldukça basittir. 11. Tez yazarları “belli” bir sosyalizm anlayışına karşı çıkıyorlar. İşçi sınıfının gerek devrim öncesi gerekse devrim sonrasında tek bir parti ile temsil edilmesinin zorunlu olmadığına, hatta doğru olmadığına değiniyorlar.
İtirazların ne kadar geçersiz olduğunu belirtmek için burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki kimi ayrımlara bakmak yeterli olacaktır. Her ne kadar tek başına onunla açıklanamaz olsa da, burjuvazinin değişik partiler ile temsil edilme eğiliminin altında yatan neden, ekonomiktir. Ticaret, finans ve sanayi burjuvazilerinin, bunlara ek olarak tarım sermayesinin ve tüm bu temel sektörlerin alt gruplarının birikim sürecinden bölüşüme, üretimden pazara değin birbiri ile genellikle sessiz ve derinden sürmesi arzu edilen bir aile kavgası vardır. İdeolojik ve politik çeşitliliğin kaynağında tek başına ekonomik etkenler rol oynamasa bile, bu tür bir maddi temel olmaksızın çeşitliliğin açıklanması da olanaklı hale gelmeyecektir.
İşçi sınıfı içerisinde “eşitsiz gelişim” (politik ve ideolojik), gene sektörler arası farklılıklardan kaynaklanmış olsa da, bu sınıf için bir çeşitlilik değil, kendi bilincine varmada eşit olmayan bir beceri ve yanlış bilinçlilik söz konusudur. Burjuvazi için bir yanlış bilinçten söz etmek çok güçtür. Oysa işçi sınıfı, kendisini, kendisi için ancak bir biçimde, çarpıtılmış olarak ise değişik biçimlerde ifade edebilir.
İşçi sınıfı söz konusu olduğunda, sınıf içi eşitsizlikler, sınıfın temsil gücünü arttırrna yönünde etkide bulunmuyorlar. Tam tersine, işçi sınıfının siyasal temsili ne kadar çok merkeze bölünmüşse, içinde yaşanılan kapitalizmin her tür saldırısına karşı direnç azalıyor.
Burjuva sınıflar açısından böyle bir tehlikenin söz konusu olmaması bir yana, bu sınıfların, toplumsal egemenliklerini korumak için bir tarihsel misyon doğrultusunda harekete geçirilmeleri hiç de gerekmiyor. Bu sınıfın dışarıdan kendisine taşınmasına ihtiyaç duyduğu bir perspektif ve ideoloji mevcut değil. Perspektif ve ideolojisini günbegün üretmesinin koşullarına sahip olan burjuvazinin siyasal kadrolarının görevi, en genelde, bir statükonun burjuvazinin lehine kısmi kazanımlarla sürdürülmesidir. Farklı programlar toplumun tüm sınıfları arasındaki dengeleri de göz önüne alarak bu işlevin yerine getirilmesindeki varyantları ifade ederler.
İşçi sınıfının ise, bunu reddetmek herhalde mümkün değil, eğitilmeye, bilinçlendirilmeye, bir program doğrultusunda hareketlendirilmeye ihtiyacı var. Statükoyu ve bizzat işçi sınıfını değiştirmek için, sınıfın içinden farklı seslerin yükselmesini körüklemek değil,, sınıf içi eşitsizliklerin en ileri unsurları ve sosyalist aydınları bünyesinde toplayan bir aygıt aracılığıyla etkisizleştirilmeleri gerekir. Bu aygıtın içindeki tonların çok ya da az olması ise, söz konusu misyonu zedelememek koşuluyla teorikleştirilerneyecek kadar somut durumlara bağlıdır. İşçi sınıfı içerisinde yer etmiş bir sosyal demokrasi o sınıf için bir temsilci değil, o sınıf: kapitalist sistemin siyasal bloğuna kanalize etmekte kullanılan bir araçtır. Tarihsel çıkarlar söz konusu olduğunda bu sınıfı ancak sosyalistler temsil edebilir; teorik olarak ve belli bir tarihsel süreçte bu sınıf tek bir partiyle temsil edilebilir. BİA yüzden “belli” bir sosyalizm anlayışında çoğulculuk yoktur. “Belli olmayan” sosyalizm için ise şu söylenebilir: Sosyalizmin kuruluşu bilimsel anlamıyla yalnızca tek bir sınıfın değil bir anlamda tek bir ideolojinin de tekelindedir. Her siyasal sistem kendi inkarını dışlamaya yönelir. “Önce demokrat olalım” düşüncesi ile doğruların oldukça yakınına gelip, “yalnızca demokrat” durumuna düşen bir mantığa sahip olmak, başkaları ile beraber 11. Tez için de düşündürücüdür. Bu nedenle Sungur Savgan’a son bir soru yöneltmek istiyorum:
Sosyal demokrasi, bugünü bıraktık, sosyalizme geçiş sürecinde işçi sınıfı için neyi temsil edecek?