12 Eylül sonrasının bilinen koşulları, tüm olumsuzluklarının yanı sıra mücadelelerini sürdüren sosyalistler için bir “avantajı” da beraberinde getirdi. Türkiye’de tarihin yavaşladığı günlerde geçmişin değerlendirmesine, geleceğe yönelik politikaların belirlenmesine ve yeni teorik açılımlara zemin hazırlayan bir dönem yaşandı. Bir yeni dönemin hemen başında şu sorular akla geliyor: Türkiye solu yaşanılan dönemin kötü koşullarında soluklanıp, mücadelesini geçmişin yanlışlarından arındırarak deneyim ve kazanımlarına sahip çıkabilecek mi? Sınıfa gerçekten öncülük yapabilme yeteneğinde yapılanmaları ortaya çıkarabilecek mi? Bu sürecin sahiplenicisi olması gereken geleneksel sol, teorik hantallığından ve ekonomist eğilimlerinden ileriye geçebilecek mi? Daha da önemlisi, bu sorunları kendi önüne koyabilecek mi?
Ne yazık ki geleneksel sol içinde birçok kesimin böylesi kapsamlı bir yeniden değerlendirmenin, teorik ve politik gelişkinlik sürecinin çok uzağında kalmaya devam ettiği görülüyor. Bu durum, aşılmalıdır. Politik mücadele geleneği ve kararlılığı radikal ve devrimci bir teori -pratik birliği ile işlenmelidir. Geleneksel sol kendisini ciddi bir iç eleştiriden geçirmelidir. Elbette “icazetli olmak” gibi karalamalara vardırmadan ve ciddiyetle…
Ortada aşılması gerekli bir durumdan söz ettik. Ve umut kırıcı belirtilerden. Halen çeşitli biçimlerde sürmekte olan Eylül günlerinde Geleneksel sol tarafından çıkarılan dergiler sosyalist mücadelenin her koşulda sürdürüleceğini, toplum üzerinde işkence ve baskı ile yaratılan korkunun yenilebileceğini, baskı, işkence ve haksızlıklara karşı susulmayacağım gösterdiler. Ancak bununla sınırlı kalındı. Bu dergiler bugünün ve yarının ötesine geçebildiler mi? Olumlu bir yanıt vermek pek zor görünüyor.
Sosyalist olarak dergi çıkaranlardan, sosyalizmin teorik sorunlarına canlı, gelişkin ve yaratıcı çözümler getirmeleri beklenir. Bundan on, onbeş yıl önce de verili teorik birikimin sınırlarını zorlamayan, bugünse Marksizmin entelektüel gelişkinliğine reddiye olmaktan ibaret, “halkımız gereken cevabı verdi”, “zinde güçler”, “anti-demokrasi güçleri” vb. türü terminoloji üstüne kurulabilecek devrimci bir teori düşünülemez. Böylesi bir terminolojinin kaynaklandığı kavrayış mantığı ve çözümleme yöntemiyle hiçbir yayının sosyalizm adına teorik mücadeleye soyunması beklenemez. Aynı zamanda teorik mücadelenin de aracı olmayan bir dergiden sosyalizmin, sosyalist mücadelenin önünü açıcı bir işlev beklemek yanlış olur. “Biz teorik bir dergi değil, işçi dergisiyiz; gençlik dergisiyiz” diyenler çıkabilir. Buna öncelikle şu yanıt verilebilir: Birincil işlev olarak, bir işçi dergisi, sosyalist bilinci götürme ve onunla organikleşme sürecinin bir parçası olma durumundadır. Bu ise, derginin “işçi dergisi” olma niteliğini öne çıkarmaya, bunu bir mazeret olarak sunmaya neden değildir. Tam tersine, özellikle işçi sınıfına hitap eden bir dergi sınıf bilincini yükseltecek, ideolojisini uygun, doğru politik perspektiflerle güçlendirecek bir yayın organı olmalıdır. Bu, Marksizmin ciddi sorunlarının en sarih biçimde anlatılabildiği, teorik ve politik üretkenliğin iç-içeliği ile mümkündür. Teorik üretim ile politik-pratiğin üretiminin ayrı kategoriler olarak algılanması teoride ekonomizme ve kaba materyalizme, politikada ise kitlelerin kendiliğindenliğinin ötesine geçememeye, kitle mücadelesine önderlik edebilme yeteneğini daha başından yok etmeye varıyor.
Süreçler, içerisinde yer alanlara, sürecin ileri aşamalarında doğruda durabilmelerine temel teşkil edecek yetenekleri geliştirmeleri halinde, kendilerini belirleyebilme özelliği kazandırıyor. Bu yetenek ise ancak yaşanılan sürecin mantığını doğru kavramakla kazanılabilir. Bugün yaşanılan sürecin mantığı, demokrasi ile sınırlı kalınarak, sosyalist iktidar yalnızca bir uzak hedef olarak görülüp, mücadele süreci ve bu sürecin biçimlendirdiği insanlar ve kadrolar gözardı edilerek doğru kavranabilir mi?
Genel Çerçeve
Siyasi mücadele, bir yanıyla, tarafların siyasi programlarının da mücadelesi, toplum bazında sınanmasıdır. Bu programların başarısı, programın temsil ettiği sınıfın çıkarlarını verili nesnel koşullarda, güç ve çıkar ilişkilerinin oluşturduğu atmosferde diğer siyasi programlara olan egemenliğidir. Bu, iki yönlü bir süreçtir. Süreçtir, çünkü bu programların ortaya çıkışı ve biçimlenmesi, bunların hazırlayıcısı durumunda olanların oluşan nesnelliği yorumlama ve biçimlendirme sürecine karşılık gelir. Egemenlik, varoldukça, yeniden ve yeniden üretilmeyi gerektirir. İki yönlüdür, çünkü bu yeniden üretim zorunluluğu, kendi kadrolarıyla birlikte egemenlik ilişkilerinin sona ermesini sağlayacak kadroların da oluşma temellerini hazırlar. Bu temel üstüne kurulacaklar, oluşan temelle bir düzey farkı yaratmadıkça, yani sınırlarını kendi özgünlüğü ile belirlemedikçe, yaşanılan sürecin sosyalist mücadeleye ve örgütlenmeye değil, düzenin yeniden üretimine yol açtığı görülür. Bu nedenle sosyalist örgütlenme, mücadele süreci içinde, sosyalist iktidar için yaratılmalıdır. Demokrasi temelinde gerçekleşen mücadele, sınırlarını demokratik hak ve kazanımların korunmasıyla çizmek durumundadır. Sosyalizmin iktidarı için kadroların yetiştiği, savunan değil, karşıtını savunmaya zorlayan bir hareket yaratılmadıkça, ne gerçek demokrasi mücadelesi, ne anti-emperyalist mücadele, ne de en geniş anlamıyla sosyalist mücadele başarıya ulaşabilir.
Marksizm, sorunlara böyle yaklaşanların, mücadeleyi sosyalist bir iktidar için öngörenlerin, hep savunanların değil ileri atılanların öğretisi oldu. Marksist gelenek bu nedenle örgütlü mücadelenin, radikal, bağımsız ve kararlı bir örgütlü mücadelenin üzerinde yükseldi. Örgütlülüğe, sınıfın kendisine ve Marksist geleneğe duyulan güven, gelecek için yeniden harmanlanmadıkça, bu topraklarda yeniden üretilmedikçe, olumlu özellikler olmaktan çıkıp, “ne olursa olsun” birlikçiliğine, işçi sınıfı fetişizmine, Marksist teorinin kaba yorumculuğuna varıyor. Böyle olmasını engelleme yolunda, içinde bulunulan sürece teorik ve pratik olarak müdahale edebilme yeteneğinde dev bir hareketlenmeyi yaratmak için atılacak bilinçli adımlara, bugün geçmişten daha hazırlıklı olunmalıdır.
Türkiye’de yaşanması gerekli olan süreç budur. Başarı, yani iktidar mücadelesinin bugünden yarına ve geleceğe doğru gelişimindeki kalıcı ve üretken kazanımlar, geleneksel sol içinde yeralan kesimlerin sağlam teorik temeller üzerine çağdaş yapılar inşa etmelerine, süreci bugünden kavrayanların inatçı ve kararlı mücadelesine bağlıdır.
Egemenlik, tanımı gereği, egemenlik altında olanı da öngerektirir. Bu anlamda burjuva yasaları genel olarak bu egemenliğin korunmasının hukuki dayanaklarını oluşturur. Yasaların işlerliği (işleyiş biçimi veya uygulanma tarzı) her zaman somut güç dengelerinin bir yansımasıdır. Genel olarak yasalar, varolan ilişkileri, düzen sınırları içinde sistemli olarak düzenleme durumundadırlar. Bu ilişkilerin sonuç itibariyle bu yasalardan bağımsız, bunları düzenleyici bir dinamiği vardır. Aslolan budur. Fiili duruma uygun düşmeyen yasaların birer “yasa metni” olmaktan öteye bir hükmü kalmaz. Tüm burjuva politikasının özü, sonuçları bu yasaları gerçekleyecek biçimde egemenliğin, daha doğrusu egemenlik ilişkilerinin yeniden ve yeniden kurulması biçiminde açıklanabilir. Bu nedenle bugün ortaya sürülen programların ve uygulanan politikaların devrimciliğinin ayırım noktası, kapitalist egemenlik ilişkilerinin ortadan kaldırılmasına yönelik olup olmadığıdır.
Bu egemenlik ilişkilerinin içerisinde kalınarak yapılan mücadele, ancak aynı ilişkilerin biçimsel değişikliğine uygun düşebilir. İlişkilerin yeniden kurulması sürecinin bir parçası olabilir. Sosyalistlerin siyasi programları bu sınırların dışındadır, dışında olma durumundadır. Yasalar varolan egemenlik ilişkilerinin sonuçlarını yansıttıkları ve bu sonuçları ortaya çıkaran dinamikler sürekli değiştiği için, yalnızca sosyalistler değil burjuvazinin kendisi de zaman zaman bu sınırların dışına çıkar. Türkiye’de genellikle çıkar. Ancak her kapitalist ülkede, burjuvazinin en temel haklara varıncaya dek bu sınırları aştığı görülür. İşte bu nedenle burjuva demokrasilerinin de gerçekte bir sınıf diktatörlüğü olduğu bilinciyle, mücadelenin, mücadele edilenlerce de tanınmayan kurallarını mutlaklaştırmamak, daha vahimi bu kuralların kısmen daha elverişli durumlarını birer “kazanım” olarak görmemek gerekir. Gerçek kazanımlar ancak sosyalistlerin örgütlü gücünde ve işçilerin bilinçli eylemlerinde temellenir.
Sosyalist programlar egemenliğe ve egemen kesime karşı mücadelenin ötesinde, ilişkilerin bütününe yönelik bir perspektif ortaya koymalıdır. Sosyalist kimliğin alâmet-i farikası budur.
Kapitalist egemenlik ilişkileri bütününü hedef almak, bu ilişkiler içinde yer almamak, ortaya çıkan olanakların nesnelliğini kavramamak değildir. Bu olanakların nesnelliği kapitalist toplumda işçi sınıfının maddi varlığının nesnelliği ile örtüşür. Sendikal mücadele, demokrasi mücadelesi vb. ilişkinin taraflılık taşıyor olması anlamında, bu ilişkiler içinde sosyalist tavır alma yollarını oluşturur. Kapitalist üretim ilişkileri, yarattığı sınıflarla birlikte gerçeklik kazanıyorsa, ancak kapitalistler işçilere “katlanmak” zorundadırlar (Oysa reformist politikalar hep işçilerin kapitalistlere katlanmak zorunda oldukları tezini işler). İşte bu zorunluluk nedeniyledir ki, ilişkiler bütünü içinde ve bunların biçimlendirdiği yasallıklarda da yapılabilecekler vardır (Dernekler, sendikalar, sosyalist parti vd.). Yapılamayacaklar da. Mesele işlevsel -ya da organik- bir birliği bu ilişkilerin dışında kotarmaktır. Bağımsız ve radikal politika ancak böyle bir zeminde güvenceye alınabilir.
Meseleye bir başka yönden de yaklaşılabilir. Geleneksel sol içinde teorinin ekonomist yorumcularına göre, tekelci kapitalizmin yegane rejim istemi faşizmdir. Bu nedenle de sınıflar mücadelesinin tarafları, bir yanda faşizmi yerleştirmek niyetlisi tekelci sermaye (miktar olarak da bir avuç!), diğer yanda da demokrasi güçlerinin en kararlısı işçi sınıfı. Arada ise kazanılması gereken sınıf ve katmanlar; ki bunlar köylüler, küçük burjuvalar, çıkarları tekelci sermaye ile çelişen “bazı” kesimler vs. Bu yorumculara, tekelci kapitalizmin uluslararası merkezlerinde, tekelci sermayenin en güçlü olduğu ülkelerde neden burjuva demokrasilerinin kurumsallaşabildiğini, faşist rejimlerin varolmadığını sormuyoruz. Ancak söylenebilecekler var: Hiçbir sınıflı toplumda, egemenlik ilişkilerini, bir tek sınıfın veya kesimin çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak sunabilecek ve bunu zor ile de olsa devam ettirecek, dolayısıyla egemenlik ilişkilerini bir mutlak yönetime dönüştürecek yapı oluşturulamaz. Ancak bu egemenlik ilişkileri değişen şartlarda ve özgün olarak çıkmaza girdiği zaman (egemenliğin sınıfın bir kesiminden diğerine geçmesi ile ve-veya egemenlik ilişkilerinin tümünü sarsan, onu ortadan kaldırmaya yönelik sosyalist mücadelenin başarısızlığında) bu ilişkilerin varlığı ile hayat bulan siyasi programlar egemen sınıfın siyasal çıkarlarını -geçici olarak- sağlayamaz duruma düşer. Poulantzas’ın deyimi ile sınıf-siyasi temsilci ilişkileri kopar. Faşist rejimler, askeri diktatörlükler gündeme gelir. Bir siyasi program olarak, bir restorasyon olarak ve düzenin yeniden tesisini hedefleyerek…
Faşist rejimin, tekelci sanayi burjuvazisinin egemen sınıf bloğu içindeki konumunu güçlendirmesiyle sonuçlanması, bu rejimin yalnızca bir kesiminin çıkarlarıyla çakıştığını göstermez. Bu sonuç, çıkarların gerçeklenebildiği düzene bir başka alternatifle ortaya çıkan kesimlerin de rıza göstermesini ifade eder ki, zaten bu nedenle parti -sınıf ilişkileri kopar. Burjuva siyasi partiler toplamı, bir bütün olarak sınıfın nihai çıkarlarını artık temsil etmez olur.
Kuramsal düzeyde ve pratik olarak düzenin yeniden tesisine karşı çıkacak tek oluşum, sosyalist harekettir. Sosyalistler tam ve kesin olarak düzenin yeniden tesisine değil, düzenin tesisine karşıdırlar. Ne sosyal demokratlar, ne de liberaller nihai olarak bu restorasyona karşı çıkmazlar. Pazarlık haklarını saklı tutarak elbette… Süreç içinde pazarlıklar başlar. Sosyalist mücadelenin anlamını işte bu pazarlıklara indirgemeye kimsenin hakkı olamaz. Açıklıkla söylenmeli: Biz demokrasi istiyoruz; ancak sosyalist demokrasi. Biz bağımsızlık istiyoruz; ama uluslararası dayanışma için. Biz özgürlük istiyoruz, özgürlüğü düşmanlarına zindan yapmak için. “Cezaevlerinde siyasal fikirleri nedeniyle yatan tek kişinin bulunmamasıyla eşanlamlı” (Yarın, sayı: 59, s: 5) olmayan bir özgürlük istiyoruz. Bunların pazarlığı olmaz.
“Emperyalizme bağımlı tekelci güçlerin, anti-demokratik rejim istemlerinin” sürekli gündemde tutulduğu, bunun da ötesinde hedeflerini, planlarını hep böyle bir rejime yönelik olarak yaptıklarını söylemenin yanlış olacağını belirttik. Oysa Yarın yazarı diyor ki: “Ülkemizin hangi temel sorununa bakılırsa bakılsın, altında emperyalizme bağımlı tekelci güçlerin anti-demokrasi istemleriyle, kitlelerin istemlerini seslendirmeye çalışan demokratik güçlerin çatışması görülür. Temel çatışma budur.” (Yarın, sayı: 66, s: 3). Öncelikle, sosyalistlerin görevinin kitlenin istemlerine sözcülük etmek olmadığı söylenebilir. Halkın taleplerinin yalnızca sözcüsü olmak, sahiplenicisi olamamak, yani bu talepleri sosyalizm ile bütünleyememek, sonu gelmez bir sağa kayışın başlangıcı oluyor. Çünkü politika alanı uzun süre boşluklara tahammül göstermiyor. Sahiplenemediğimiz, sosyalizm hedefiyle bütünleyemediğimiz talepler burjuvazinin çeşitli siyasal temsilcilerince sahipleniliyor. “Ayaklar altına alınan ulusal onur” onlar tarafından Musul ve Kerkük’ün alınmasıyla bütünleştiriliyor. İşçi sınıfının ekonomik talepleriyle sınırlı kalınınca, buna nesnel olarak ve somut biçimde çok daha iyi cevap veren sosyal demokrat hareketin çözümsüzlüğünde eriyip gidiyor.
Sosyalistlerin görevi, tersine, kitlelere gerçek çıkarlarını göstermek, ideolojik ve politik mücadele araçlarıyla onları sosyalist mücadeleye katabilmektir. Bu nedenle ülkemizin hangi temel sorununa bakarsak bakalım, altında egemen sınıfın çıkarlarıyla çalışan sınıfların çıkarları arasındaki çatışma görülür. İşte bu görülmeyince bir burjuva iktidarın, bir başkası karşısındaki başarısızlığı “halkın yükselen muhalefeti” oluyor. Kitlelerin “istemleri” % 92 ile ifadesini buluyor ve bu arada demokrasi güçleri güçlenmeye devam ediyor. ANAP’ın seçim başarısı askeri rejimden başka bir şey istemeyen tekelci sermayenin yenilgisi sayılıyor. ANAP mı demokrasi güçlerinin gerisinde kalıyor, yoksa gelişen demokrasi güçleri ANAP’ı mı aşıyor bilinmez ama, DYP’ nin ilerleyişi halkın muhalefeti hanesine yazılıyor. SHP halkın sorunlarına sahip çıkabilirse ve bir de kararlı sol güçlere kulak verirse tekelci burjuvazinin egemenliği biraz daha gerileyebilecek duruma geliyor. Sonuç olarak Demirel’in ünlü deyimiyle “demokraside çare tükenmiyor”. Ancak sosyalistler tükeniyor. Bu arada tekelci burjuvazinin ne zaman egemen olduğu, ne zaman egemenliği yitirdiği de bir türlü anlaşılamıyor…
Bu konuda, doğruda durabilmek için, yineliyoruz: Tüm burjuva iktidarlarının bir sınıfın diktatörlüğü olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Parlamentonun saygınlığı artışı”nı kâr hanesine yazarken, burjuvazinin en rahat ve güvenli yönetim biçiminin parlamenter demokrasi olduğunu yeniden öğrenmek gerekiyor. Türkiye’de sık sık “normalin” dışında yönetimlere ihtiyaç duyulması ile burjuva demokrasisi arasındaki ilişkileri de daha net görmek gerekiyor.
Yarın yazarlarına göre “siyasal demokrasi Türkiye’nin en önemli meselesidir” (Yarın, sayı: 58, s: 3). Siyasal demokrasinin bir sorun haline gelmesi ise “bir yandan kitleleri ezen tekelci ekonomik ve sosyal politikalar, diğer yandan kitlelerin ağırlığını duyuracağı siyasal mekanizmaların etkisiz hale getirilmiş” olmasıdır. Siyasal mekanizmaların etkisiz hale getirilmesinin en önemli adımlarından biri 79’da CHP tarafından atılıyor. Yani CHP politikası itibar kaybediyor. Bu itibar kaybı “toplumdaki demokratik alternatifin tahribi” ile eşanlamlı oluyor.
Siyasal demokrasi Türkiye’nin en önemli meselesi değildir. Siyasal demokrasi ya da burjuva demokrasisinin klasik kurumlarının bilinen kullanımının mümkün hale gelmesi, bugün varolan toplumsal dengelerde öyle uzak ve soylu bir hedef olamaz artık. Bunun gerçekleştirilmesi önemlidir. Ancak daha önemlisi bu sürecin sosyalist iktidar mücadelesinde nasıl güncelleştirilmesi gerektiğidir.
Kitle Örgütlerinin Yeri
Yanılgılar yalnızca bu en temel sorunla sınırlı kalmıyor. “Toplumsal mücadele ideolojik, politik, ekonomik olmak üzere üçlü bir sacayağı üzerinde” mi yükselir? (Yarın, sayı: 65, s: 4). Mücadelenin bu biçimlerinin aynı kategoridelermiş gibi algılanması kolaycı bir anlayışın ürünü olabilir ancak. Gerçekte toplumsal mücadele (varolan içiçeliği gözardı edilmeden) ideolojik ve politik mücadele kompartımanlarına ayrılabilir. Ekonomik ve sendikal mücadele ideolojik ve politik mücadelenin sınırlarında, bunların somutlandığı bir alan olarak ortaya çıkar. Bu düzeyde, bir üçüncü sacayağı olarak düşünülemez. Çünkü herşeyden önce sosyalistler için kitle örgütleri (KÖ) “hak arama temelinde bir araya gelen” örgütler olarak ele alınamaz. Bu mantık örneğin DİSK ve TÜRK-İŞ arasında varolan ayrımı hangisinin daha iyi hak kazandığı farkına indirger. Oysa KÖ’nin sosyalistler için asıl işlevi sosyalist bilincin kitlelere maledilmesi ve işçi sınıfı mücadelesinin daha üst kategorilerine ulaşılmasıdır. Demokratiktik, bu örgütlerde sosyalistlerin kendi söylemlerine olan güvenin, kitlesellik de sınıf ile organik ilişkinin olabildiğince geniş ve yaygın olmasının ifadesidir. Bu sürecin işleyişinde elbette (verilen mücadelenin başarısıyla orantılı olarak) ekonomik ve demokratik hakların alınması ve korunması yer alacaktır. Burada asıl önemli olan, bu hakların siyasi bilinç ile kavranmasıdır.
Geçmiş dönemler, siyasi bilinçle sahiplenilmeyen kazanımların ne ölçüde kazanım olduğunu, bir gecede nasıl geri alınabildiğini göstermiş olmalıdır.
Ekonomik ve demokratik haklara siyasi bilinçle sahip çıkmanın göstergesi, bu kazanımların sınırları dışında hareketliliğe sahip, sınıfın gerçek örgütlü gücüyle ve onun politikalarıyla yönlendirilen, KÖ’lerinin varlığıdır. Çünkü mücadelenin temel ekseni siyasidir. Bugünün ve yarının çıkarlarının ötesinde, geleceğin bugünden somutlanması anlamında siyasi önderliğe ihtiyaç vardır. Siyasi mücadelenin yönlendirilmesinde ise hakları savunmak durumunda kalan değil, sosyalizmi kurma mücadelesinde burjuvaziyi savunmada bırakan, KÖ’lerini sınıfın siyasi bilinçle tanışma mekanları haline getiren, iktidarların kazanılan hakları geri almasını “cesaret işi”ne dönüştüren bir siyasi önderlik ile mümkündür. Türkiye’de geleceğin bugünkü somutlanışı buradadır. Yaşanması gereken sürecin ana sorunu budur. Çözümü ise, sürecin niçin yaşanması gerektiğini görmekle, süreci bilinçli olarak işlemekle mümkündür. Yoksa uygun ortamlar, nesnelliğin olumlu zorlamaları “başka türlü olması beklenemez zaten” türü determinist yaklaşımlarla harcanır gider.
Sağ Politikalar ve Sosyal Demokrasi
“Mücadele işçi sınıfının etkinliğinin artmasına, bu ise sınıfı temsil eden, işçi hareketinde yer alan parti ve örgütlerin eylem birliğine ulaşabilmelerine bağlı… herşeyden önce de işçi sınıfını siyasal arenada temsil eden iki örgütlü gücün, bilimsel sosyalistlerle sosyal demokratların bir eylem birliği oluşturabilmelerine bağlı” (Yarın, sayı: 61, s: 3).
Söylendiği gibi “sosyal demokratlar işçi sınıfını temsil etme” durumunda değillerdir. Ancak, seslendikleri taban olarak, örgütlenmelerinin ağırlık merkezi olarak, bilimsel sosyalistlerle sosyal demokratlar arasında kimi benzerlikler bulunabilir. Oysa bu, bir “birlikteliğin” değil, kıyasıya bir mücadelenin nedeni olabilir. Bugün, sosyalist olmayanların bile, işçi sınıfının gerçek sınıf partileri olarak bilimsel sosyalist örgütlenmeleri gösterdikleri ortadayken, sosyal demokrat partilerin, bir de Türkiye’de, “işçi sınıfı partisi” olamayacaklarını uzun uzun anlatmak gereksiz. Gene de, kimi politikalar adına, teorinin hangi noktalara kadar geri götürülebileceğini sergilemesi açısından ibret verici. Bir yanda işçi sınıfının gerçek sınıfsal çıkarlarını savunan, onun kurtuluşu yollarını hazırlayan sosyalistler, öte yanda işçi sınıfının kendiliğinden muhalefetini düzenin reform sınırları içinde eritebilmeyi hedefleyen sosyal demokrasi. Her ikisi de, gerçekten aynı sınıfa sesleniyorlar. Bu nedenle hiç ikirciklenmeden söylenmesi gerek: İşçi sınıfı İçinde sosyalist alternatifin güçlenmesi, sosyal demokrasiye rağmen olanaklıdır…
“Bu eğilimde akımların (Sosyalistler, sosyal demokratlar dahil sol güçler kastediliyor. H.K.) güncel konularda tekellere karşı halkın çıkarlarını savunmak, toplumsal ve demokratik ilerlemeden yana olmak gibi bir ortak paydaya sahip olmalarıdır” (Gün, sayı: 5, s: 5).
Sosyalistlerin, özgürlük, demokrasi anlayışları apayrıdır. Sosyal demokrasinin özgürlük kavramını algılayışı bambaşkadır. Sosyalistlerin anti emperyalist konumları, başka tüm siyasal akımlardan niteliksel bir fark taşır. İşçi sınıfının uluslararası dayanışması, enternasyonalizm, bu anti emperyalist konumun ayrılmaz ve ancak sosyalistlere özgü bir parçasıdır. Yineliyoruz: Sosyalistler için özgürlük, yalnızca tekellerin değil, bir sınıf olarak tüm sömürenlerin tasfiyesi temelinde yükselir. Sosyal demokratlar için söz konusu olan, soyan ile soyulanın birlikte “özgür” olmalarıdır.
“Sosyal demokratların birden çok çatı altında toplanmaları… sağlıklı bir durum değildir” (Gün, sayı:5, s: 5). Kimin için “sağlıksız” dır, ne zaman “sağlıksız”dır, sormak gerek. Sosyal demokratların “dağılma süreci” elbette demokrasinin gerileme nedeni olabilir: Demokrasi mücadelesinin kazanımları Sosyal Demokrat partilerin başarısıyla ölçülüyor halde ise, sosyalist iktidar mücadelesi bu başarı ile birlikte değerlendirilebiliyorsa, elbette olabilir. Toplumsal muhalefetin örgütlenmesi sosyalistler tarafından başarılamadığı ve bu muhalefet düzene karşı yönlendirilemediği sürece Sosyal demokratların dağılma sürecine varolan rejimin politik gericileşmesi eşlik eder. Düzenin bir partisinin zayıflamasının, doğrudan düzen içinde bir başka parti veya akımın güçlenmesine yol açacağını sananlara, kendilerinin, kendi sosyalist kimliklerinin ne işe yaradığını sormak gerekiyor. Sosyalist alternatifin, burjuvazinin çeşitli alternatifleri karşısında, onlara, örneğin sosyal demokratlara rağmen ne zaman yaşama geçirileceğini sormak gerekiyor. Sosyal demokrat hareket en güçlü olduğu, burjuva demokrasisi en yerleşik göründüğü zaman mı?
Bir sosyal demokrat parti, bir başka sosyal demokrat partinin varlığına rağmen kuruluyor. Yapılan değerlendirme şu: “DSP kurulacaktır. Bu artık kesindir. Demek ki birliği, bugün için birliğin en anlamlı biçimi olan örgütsel birlik zemini üzerinde sağlamak olanaklı değildir” (Gün, sayı: 6, s: 10). Eğer sosyal demokrasiye akıl hocalığı yapılmasını pek önemsemezsek, teorik düzeyde de örgütsel birliğin hangi gün “daha az anlamlı bir birliktelik” olacağını merak etmezsek, yani tüm bunları kavramların kullanımında titizlik yokluğuna bağlarsak, karşı çıkacak nokta yok gibi görünüyor. Ancak devamında anlaşılıyor ki bu birliğin -yani örgütsel olunca daha iyi olan birliğin – tarafları arasında sosyalistler de sayılıyor. “Eninde sonunda birlikte yürümek zorunda olan çizgi, parti ve eğilimler olarak kısa dönemli taktik çatışmalarımızı kan davasına dönüştürmeyelim” (Gün, sayı: 6, s: 10). Daha sonra HP ve SODEP birleştiklerinde yapılan değerlendirme de şu: “HP ve SODEP birliği solun birliğinin bir parçası olarak geliştiği sürece…” (Gün, sayı: 7, s: 3). İşte böyle; solun birliği gerekiyor, bu birliğin en iyisi, örgütsel olanı ve HP ile SODEP bu yolda çok önemli adım atmışlar… İnsan sormadan edemiyor: Acaba Gün yazarı da böyle bir adım atmaya niyetli mi?
Sosyal demokratlar ile “yakınlaşma” mücadele temelinde kurulmalıdır. Sosyalistler, sosyal demokratların ne akıl hocası ne de takozu olmalıdır. Mücadeleci, bağımsız ve radikal, kendi program ve felsefesini topluma alternatif olarak sunabilen sosyalizmin karşısında, Sosyal demokratlar, kendi toplumsal tabanlarını ayakta tutabilmek için, sosyalist partilerin ve önerilerin peşinden gitme durumunda bırakılmalıdır. Bu, bir amaç olarak değil, bir sonuç olarak değerlendirilmelidir. Mücadele, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında, bunların siyasal temsilcileri arasında gerçekleşme durumundadır. Tüm strateji ve taktikler bu temel üzerinde hayata geçirildiği zaman, “mücadelenin demokrasi güçleri ile anti demokrasi güçleri arasında” geçmediği de açıklık kazanır. Eğer kitlelere gerçekten bir mesaj iletilecekse, bu mesaj “demokrasi” ile sınırlı olmama durumundadır.
İki sosyal demokrat parti arasındaki birlik sorununda kullanılabilecek kavram ve yaklaşımların aynen sosyal demokratlarla sosyalistlerin ilişkilerinde kullanılması, diğer sol güçler olarak -pek açıklanmıyor ama sosyalistler kastediliyor- sosyalistlerin programlarını netleştirmeye yönelik olmayan, sosyalist mücadelenin perspektifi konusunda geliştirici ve ayırıcı, kısaca kişilik ve kimlik kazanmaya yönelik hiçbir yaklaşımda bulunmadan sol güçlerin birliğinden ve daha garibi bir sıçrama ile “örgütlü birliğinden” söz etmek yanlış oluyor. Özel niyetler ne olursa olsun, sosyalist hareketin bir bütün olarak gelişim sürecindeki ayrım noktaları açıklanmadan, bunlar derinleştirilmeden, dahası karşı tarafın zaafları, konumu, nereye kadar ve ne için gelebilecekleri düşünülmeden atılan adımlar kalıcı olamıyor. Adım atmadan önce karşı tarafın “karşı taraf” olduğunu iyi bilmek gerekiyor.
Bir sosyal demokrat hareket emekçi halkın sorunlarına çözüm bulabilir mi? Dahası, sosyal demokrasinin varlık nedeni emekçi halkın sorunlarına çözüm bulmak mıdır? Kapitalist düzen, emekçi halkın sorunlarının bu düzen içindeki çözülmezliğiyle bir bütündür. Gerçek çözüm yollarını göstermek yalnızca sosyalistlerin işidir. Bizi bu tür ABC’leri anlatmaya zorlayan “partinin varlık nedeninin (sosyal demokrat parti kastediliyor H.K.) emekçi halkın sorunlarına çözüm bulmak olduğu gerçeğinin iyice kavranmasına bağlıdır” (Gün, sayı; 7, s:3) türü düşünceler. Burada, onca deneyime karşın, 80 sonrasında gerileyen toplumsal bilince, sol bilinç gerilemesinin de eşlik ettiği görülüyor. 80 öncesinde, işçi sınıfının tek partisi olabileceğini söyleyen sol bilinç, bugün sosyal demokratları işçi sınıfı partisi olarak değerlendirebiliyor. Birlik sorunu (doğru ya da yanlış konulmuş olsun) sosyalistlerin sorunu iken, şimdi “tüm solun birliğinden” söz edilebiliyor. Kısacası, geçerlilikleri tartışılır birtakım taktikler uğruna, sınıfa bilinç götürmekle yükümlü olanlar, sınıfın kendiliğinden bilinç ve yönelimlerinin sözcülüğünü yapar duruma geliyorlar. Oysa, sosyalist ideoloji üstüne temellenmeyen bir “demokrasi bilinci” zamanı gelince, “sağa da, sola da karşıyım” diye ortaya kılıç atan otorite aranışına girebiliyor. Acaba, her deneyden sonra olaylara biraz daha mı geriden bakmak gerekiyor.
Sosyalistler ile sosyal demokratlar arasındaki farkın “daha” türü bir nicelik farkına indirgenemeyeceği belirtildi. Buna katılmamak mümkün değil. Daha kararlı, daha direngen, daha demokrat olmak, sosyalist olmak demek değildir. Sosyalizm, burjuva demokrasisinin daha ilerisi değildir. Sosyalizm bir niteliktir. Bir büyük değişimdir, bir büyük toplumsal kopuştur. Binlerce yıllık sömürü düzenine insanlığın verdiği bir büyük yanıttır.
Bir yanda anti demokrasi güçleri, sosyal demokratları öne sürdükleri politik istemleri savunmaktan vazgeçmeye zorluyor, en azından yumuşatıp geri plana itmeye çalışıyor… (Gün, sayı: 6, s: 5). Öte yandan da en kararlı demokrasi güçleri, bu oyuna izin vermemek, sosyal demokratları ayakta tutmak uğraşı içindeler… Marksist terminolojiyi fizik terminolojisine çevirmeden, teori ibret verici orijinalliklerle sergilenemiyor olsa gerek: “HP’nin yeni yönetimi de sosyal demokrat hareketin bir yenilenme gereksinimi içinde olduğunu…, sosyal demokrasinin kendisine burjuva politik hareket içinde yol açtığı dikkate alınırsa, bu durumun sonucu olan olumsuz geleneklerden kurtulma tartışması ve çabası doğal olarak olumlu bir gelişme olur” (Gün, sayı: 6, s: 5). O günden bugüne sosyal demokratlar burjuva siyasi çizgisi olmaları dolayısıyla varolan olumsuz gelenekten ne yazık ki bir türlü kurtulamadılar. Gerçi bunu tartışıyorlar ve çok da çaba harcıyorlar, ama gene de sosyalistleri memnun edecek bir sonuca ulaşamıyorlar. Belki, bir başka bahara…
Sonuç olarak geleneksel solda, sözü edilen sınırlılıklarla yayın hayatına devam eden dergilere en genel eleştiri herhalde şu olabilir: “Politika ciddi bir iştir ve ciddi örgütlenmeler gerektirir” (Yarın, sayı: 65, s: 5). Bir mücadele aracı olarak çıkarılan dergiler, sanat, demokrasi mücadelesi, sendikal haklar, öğrenci sorunları gibi önemli konuların yanında, bunlardan daha önemli ve bunları kapsar bir biçimde, politik mücadelenin perspektifleri hakkında (teorik ve örgütsel), söylenenlerin dayandırılabileceği, belirli bir sistemin ve iç tutarlılığın sürekliliğini garantileyerek (doğru veya yanlış) bir düşünce sistemi yaratmaktan pek uzak görünüyorlar. Somut, güncel politikanın dışında Marksizmin uzun erimli sorunlarına eğilen bir yaklaşım görülmüyor. Yoksa sürecin kendiliğinden böyle bir altyapıyı hazırlayacağı mı sanılıyor. Evet politika ciddi bir iştir ve belki de zaman zaman iğne ile kuyu kazmayı gerektiriyor. Ancak ne yazık ki ciddi ve kararlı çabaların motivasyonu “demokrasi savaşımı verecek güçlerle” birlikte “gelişkin bir demokrasi yaratma” ideali ile sağlanamıyor.
Sosyalistler, sosyalist demokrasinin farklı bir demokrasi olduğunu, bunun ancak ve ancak sosyalist üretim ilişkileri temelinde yükselebileceğini, bu temelin ise anti-faşist, anti-emperyalist ve özünde anti-kapitalist iktidar mücadelesi sonucunda gerçekleşebileceğini kimseyi “ürkütmekten korkmadan” yazmalıdırlar. İttifaklar, yol arkadaşlıkları, sınırları çizilmiş, ayırım noktaları belli olanlar arasında bir anlam taşır. Sosyalizm alternatifini toplum önüne tüm ciddiyetiyle getirmek ve burjuva demokrasisinde yaratılan olanaklardan bu alternatifin gerçekleşmesi yolunda yararlanmak. İşte bir bütün olarak geleneksel solun üstüne düşen budur. Bu nedenle bugün “iğne ile kuyu kazmak” gerekiyor.