Rus sosyal demokrasisi geçen yüzyılın ikinci yarısında bir tartışmanın içine doğdu. İlk Rus Marksistlerinin Narodnik hareketten kopuşlarında, ülkenin evrensel gelişim yasalarına uygunluğu tezinin, Rusya’nın kendine özgülüğü tezine karşı yükseltilmesi önemli bir yer tuttu. Önce Plehanov, ardından Lenin’in isimlerinin parladığı bu Batıcı-Slavcı tartışmasının özü oldukça basit: Rusya, kapitalizmin Batı’da kaydettiği ilerlemeyi ve toplumun sosyalist devrime yaklaşacağı bir dinamikleşmeyi yaşayabilir mi, yoksa bu “Asyatik despotizm” ülkesi modern üretim ilişkileri, sınıflar ve siyasal hareketlere tamamen yabancı mı?… Rus Marksistleri geri köy komünü obşçina’yı, aralarından yetiştirdikleri Narodniklere bırakarak gelişen modern işçi sınıfına gözlerini çevirdiler. Nesnel oluşum, Marksist toplumsal gelişme öngörülerini doğrulayarak serpilen bir proletaryaya ve gelişen-yayılan bir kapitalizme tanıklık etti. Geçmişi pek kısa Rus işçileri, henüz burjuvaların aristokrat iktidara ortak olma rüyaları gördükleri bir zamanda yüksek bir kendiliğinden hareketlilik ve siyasal olgunlaşma kaydettiler. 20 yıllık bir dilim içine, ilk Sovyetik ayaklanma bile sığabildi…
Batılı siyasal-toplumsal araştırmacılar ve Marksistler bu süreç boyunca Rusya’nın Avrupa’daki her demokratik devrimin başı üzerinde sallanan kılıç konumundan, özgürlük düşüncesi ve eyleminin umut kaynağı haline gelmesini gözlemlediler. Evrensel modelden sapan bir vaka değil, kurulmuş bilimsel bakışa uygun bir pratik yaşandığı kanıtlandıkça “özgüllük” tezleri de Rus devrimci hareketinden silindi…
Bu tartışma 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı Rus toplumunun muhtemel evrimi anlamında elbette kapandı. Oysa başka topraklarda, değişik bağlamlarda sayısız kez yeniden yaşandı. Hatırlatmaya şimdiki zamandan başlayıp geriye dönmek mümkün. Sivil toplumculuk, demokratik toplum hedefini Türkiye’nin özgüllüğü, Batı’dan farklılığı üzerine oturtmadı mı? Öyle bir farklılık ki, ülkenin geleceğini işçi hareketi ve sosyalizmin yükselişi değil, bir halk hareketi ve halkın değerleri belirleyecekti; elbette karşı saflarda da burjuvazi değil, bu değerleri ayaklar altına alan bürokratik-despotik siyasal otorite yer alıyordu… Benzer eğilimli sosyal bilimciler bu otorite aygıtının batıdan ve evrenselden farkının bir toplumsal sınıfa maledilmesinin olanaksızlığında yattığını düşünmekteler… Daha gerilere bakalım. 1970 öncesinde, bugün türlü tahrifatla tarihi deforme etmeye uğraşan Maocular ve devrimci demokratlar ne derse desin, MDD’cilik, toplumun özgüllüğünü cuntacılıkla ya da köycülükle noktalamıyor muydu? Bu yazıda, kendini tekrar eden ve her seferinde aynı safın tarihsel kanıtlama ve bilimle özdeşleşerek kazandığı bu çatışma, doğum yerinde, Rus toprağında ele alınacak, çatışma tarihi bu kez 1917 Ekim’i ile başlayarak…
1917 öncesinde Rus devrimcileri, kendi kendilerini, Batı toplumsal gelişme modeli ile uyumlu olduklarına ikna ettiler. Ekim’den sonra, yaşanan Rus deneyinin Batı’ya “uyduğu” ve aynı anlama gelmek üzere, Batı’nın geleceğinin de bu deneyime uyacağına, bu kez batılıları ikna etmek gündeme geldi. Şu rahatlıkla söylenebilir: Gerek yeni sol kaynaklı, gerekse geleneksel sol içinde reel sosyalizme “eleştirel” bakanlar, Ekim’i Çarlık sınırlarına hapsetmeyi yöntem edinmişlerdir. “1917 Rusya’ya mı özgü” sorusuna bu eğilimler “evet” yanıtını vermekte anlaşmış görünüyorlar. Ekim’i tümüyle reddeden burjuva ya da anarşist tezlerle ilişkisi olmayanlar da, hiç olmazsa “benden uzak dursun” demekten kendilerini alamıyorlar. İki ay önce, Milliyet gazetesinin bir röportaj dizisinde iki sol liderin görüşlerini izleme olanağı bulmuştuk: Birbirleriyle, reel sosyalizme bakış da dahil pek çok konuda çelişkiye düşen liderlerin şunda ortak bir kanıya sahip oldukları görülüyordu: “Sovyetler Birliği’nde sosyalizm tek partili oldu. Bu örnekte böyle olması, genel kuralın bu olduğu anlamına gelmiyor. Kapımız plüralizme açıktır. Üstelik Türkiye’de sosyalizm çok partili bir siyasal sisteme oturmak zorundadır.” Örneği uzatmaya gerek yok, tartışılan konu sosyalizmde çoğulculukla sınırlı; açığa çıkan da, söz konusu şahısların monolitik siyasal yapının Ekim’in bir ürünü, ama Rusya’ya özgü bir ürünü olduğu yolundaki düşünceleri…Sorun elbette Türkiye’de başlayıp bitmiyor. Denebilir ki, Türkiye orjinal kaynakları ciddi bir zamanlama açığı ile geriden ve çekincence izliyor. Santiago Carillo, Berlinquer’in kendisi öldüğü, Marchais içinse Avrupa Komünizmi öldüğüne göre, bu akımın hayatta kalan son ismi. Giderek silikleşen, ancak 70’li yıllarda kıta solunu çok ciddi etkilemiş olan hareketin İspanyol lideri, bu çalışmasında şimdiye dek tüm devrimci dönüşümlerin demokrasiden yoksun topraklarda yaşandığını vurguluyor.(Eurocommunism and State; Lawrance and Wishart, 1977). Proletarya diktatörlüğü işte yalnızca bu yüzden tarihsel bir zorunluluk olabiliyor. Diktatörlük, tek parti olarak da anlaşılabilir. Carillo’ya göre Batı demokrasilerinde, hele artık işçi sınıfı nüfusun çoğunluğu(!) mertebesine erişmişken, dönüşümün bu radikalliğe ihtiyacı kalmamıştır. Aynı görüşe göre, Lenin ve Bolşeviklerin yanılgısı Çarlık ülkesinin özgüllüğünden kaynaklanan uygulamaları yasalaştırma ve uluslararası hareketin programına empoze etmelerinde. İşçi sınıfı partisini reformizme ve burjuva demokrasisine teslim etmeye ilerleyen bu sağ eğilim, bugün Batı Avrupa’da duracağı bir denge noktası arıyor. Eğilimin daha da olgunlaşması, partilerin sosyal demokrasi karşısında varlık nedenlerini kemirirken, ideolojik kültürel ortama, kadroların formasyonuna ve yerleşik kitleselliğin yapısına bağlı olarak yeniden sola çark etmenin de dinamikleri üreyemiyor. Carillo, demokrasiciliğini batı demokrasisinde yaşamakla temellendiriyor. İlginç olan, Türk geleneksel solunda demokrasici eğilimin gerek tescilli reformizm, gerekse radikal görünümlü akımlar için böyle bir temelden de yoksun olmasına rağmen varlığını geliştirerek koruması…
Sorun, özünde, tarihe nasıl bakılacağındadır. Birincisi, rastlantılar ve ayrık örnekler değil, iç uyum, evrensellik ve yasalaştırmalar aramak gerekiyor. Elbette bağımsız olguların sürüklendiği bir ırmakta boğulmaya mahkum bir maceracılığa değil de, bilimselliğe birincil önem veriliyorsa… İkincisi, rastlantı sayılan ya da yasalaştırılmaktan kaçınılan bir pratiğin, 70 yıllık süredir uluslararası harekete bu denli damgasını vurmuş olması, yasalaştıramayanlar için çözülmesi zorunlu bir çelişkidir. 70 yıllık deneyimin nesnel bağlayıcılığının öznel olarak kavranmaması, hatta küçümsenmesi artık geleneksel sol için bir kişilik sorunudur. Aynı olguya hem küçümseme hem bağlılıkla yaklaşmanın sonu, ya kişilik yitirilmesi ya da bu iki yönden birinin dıştalanmasıdır… Uluslararası geleneksel solun reel sosyalizm değerlendirişinde bu olgunluğa ulaşmış olduğunu söylemek güç. Ekim’in evrensel ve özgül olan yanlarının netleştirilmesi hala bir gereklilik olarak duruyor. Söylemeye gerek var mı, Ekim’den anlaşılan bir modeldir. İktidarın alınmasından, örgüt-sınıf ilişkisine, sosyalist devlet ve demokrasinin kurumlarına kadar uzanan bir model. Doğal olarak aşağıda bu modelin kimi ayrıntılarına göz atmak kaçınılmaz olacak. Amacımız, geleneksel solun reel sosyalizme ilişkin teorik bir bakışa uzanma yollarına ışık tutmak. Geleneksel solun konuya ilişkin zaafı, aynı zamanda kendi tarihi de olan reel sosyalizm deneyimine pratik bir düzlemle sınırlı yaklaşmaktan kurtulamayışındadır. Bu zaaf herhalde en iyi, tarihte kimi dönemler ya da dönemsel ideoloji ve politikaların mutlaklaştırılmasında, bazı uygulamaların “oldu bir kere” ile, ya da unutkanlıkla, veya “n’eylerse güzel eyler” türü zihin tembellikleriyle geçiştirilmesinde izlenmektedir…
Örgütlenme Mirası
Ekim her özel durum için olduğu gibi, evrensel yasalar düzeyine çıkartılamayacak yönler de barındırıyor. Örneğin, ittifaklar politikasının işçi-köylü-asker Sovyetleri ve Bolşevik partinin hegemonyası şeklinde iki organa dayanarak çözümlenirken kazandığı içerik… Köylü hareketinin ya da kırsal kesimde geleneksel bir hoşnutsuzluğun varlığı herhalde tüm devrimci dönüşümlere genelleştirilebilecek bir özellik sayılamaz. Aynı şekilde, yoğun olarak kır kökenli asker yığınlarının savaş yıkımları konjonktüründe sosyalizme yönelmelerini 17 Rusya’sı dışında çok fazla aramanın da pek bir anlamı olmadığı düşünülmeli.
Bunlar bir yana, Ekim Devrimi on yıllar boyunca kurgulananların yaşanmasıdır. Kurguların bir kısmını süratle eskitirken, kimilerine de tarihsel kanıtlar sağlamıştır. Kanıtlananlar azgelişmiş ülkede devrimin ve tek ülkede kuruluşun olanaklılığı, yeni bir örgüt teorisi ve deneyimidir. Eskiyenler arasında parlamentarist beklentiler, çoğunluk hareketi demokratlığı, eşzamanlı ve çok ülkeli dünya devrimi tasarısı sayılabilir. Reel sosyalizm bir teorik ve pratik katkı, siyasal dayanak ve deneyim hazinesi olmanın yanı sıra uluslararası sosyalist harekette yeni bir örgütlenme geleneği yarattı. II. Enternasyonal partilerinin 1920 civarında peş peşe yaşadıkları iç hesaplaşmalar, sınıf örgütü olmaktan çıkarak tüm ulusa hitap yolları arayan kitle ve seçim partisi modelini kesinlikle belli bir çerçevenin dışına çıkartmıştır. III. Enternasyonal’i oluşturan yeni partiler, Marksizmin geçirdiği iç evrimde Bolşevik operasyonun haklılığının onaylanmasında temellendiler. Uluslararası hareket Bolşevik operasyonun somut ürünü tek ülkede sosyalizmin savunulmasına angaje oldu, yaşanan dağınıklık yeni ve güçlü bir merkezin tanınmasıyla aşıldı. Dünya savaşında yitirilen uluslararası perspektif yeni bir içerikle tekrar zihinlere kazındı… Tüm bunların adı, bir siyasal geleneğin inşasıdır. Geleneğin yaşaması için sürekli beslenmesi gerekiyor. Bolşevik teorik mirasın bugün aynı geleneğin sınırları içindeki birimlerde erozyona uğramış olmasının nesnel gerekçeleri var. Ama şu da biliniyor, geleneğe taze kan sağlayan her ileri atılım söz konusu mirasa bir geri dönüş ve canlandırma anlamına da geliyor. Biçimsel farklılıkları ne boyutlarda olursa olsun, 1945 sonrası Doğu Avrupa’dan Küba’ya, Vietnam’a her zaman Bolşevizmin prestijinin yükselmesine tanık olundu. Doğrudur, Doğu Avrupa, 17 Rusya’sına oranla ulusal dinamiklerin daha az olgun, demokratik ve ulusal direniş motiflerinin daha ağır bastığı örnekler sundu. Küba’da yola devrimci demokrat bir ayaklanmayla çıkıldı. Vietnam’da ulusal kurtuluş savaşı sosyalist bir önderlik altında yeni bir toplumsal kurtuluşa evrildi. Ancak zaman açıklıklarını barındırsa da, her kazanım reel sosyalizmin 1971’de açtığı ana damarı besledi. Her biri aynı sınıfsal devlet teorisinin ve modelinin zenginleştirici yeni kanıtlarını oluşturdu. Örneğin hiçbirinde Avrupa komünistlerinin ve diğerlerinin hayalindeki parlamentarist plüralizm yeşermedi; ya da Troçkist ütopya konsey örgütlerinin iktidar organı olduğu gözlenmedi; işçi sınıfının öncü partisi her yerde iktidar organı olarak biçimlendi.
Ortak özün ipuçlarını verirken, ayrık örneklerin varlığını atladığımız düşünülmemeli. Çin, Arnavutluk, Yugoslavya gibi reel sosyalist bloğun dışına taşmış deneyimler biliniyor. Bu ayrışmanın ideolojik kökenlere, somut konjonktürlerde çıkar farklılaşmalarına ve iktidarların toplumsal dayanaklarına bağlı nedenleri ayrı bir çalışmanın konusunu oluşturabilir. Bunların dışında, genel bir ortak hatta yer alındığı, bir özün paylaşıldığı tezi, bir Polonya ya da Macaristan’ın SSCB’den farklı süreçler yaşadıklarını, sorunların değişik olabileceğini de dıştalamıyor. Aksine bu çalışmada, iktidarda ya da muhalefetteki geleneksel sol hareketler arasında sorun ve sorumlulukların eşitsiz dağılımından kaynaklanan kısmi çelişkilere bir yaklaşım getirmeyi denemekteyiz.
Yukarıda ipuçları verildi, “sorun”ların su yüzüne vurduğu alanlardan biri, devlet ve demokrasi. Bir diğeri uluslararası hareketin konumlanışına bağlı olarak reel sosyalizm-enternasyonalizm ilişkisi. İlkini ele alarak sürdürelim…
Proletarya Devleti: İktidar ve Demokrasi
Yukarıda sosyalist devlette iktidar organı olarak partiden söz edildi. Açıklanması gerekiyor; bir eleştiriyi hatırlatalım. Sovyetler Birliği tarihini ancak bir noktaya kadar sosyalizmin kazanımları hanesine almayı kabul edebilenlerin, tarihi kesmeyi önerdikleri bir nokta, devrim anı ve hemen ertesinde büyük bir canlılık gösteren Sovyet örgütlenmesinin giderek canlı işlevlerini yitirmesi oluyor. Yerini gerçekten daha durağan kurumsallaşmalar ve bunun ötesinde partinin denetim ve yönlendiriciliği alıyor. Bu oluşumda bir olumsuzluk görmenin kaynağının sınıf-siyaset ilişkisine bakıştaki bir yanılgıda yattığını düşünüyoruz. Gelenek dizisinde daha önceleri değinildi, sınıfların siyasal faaliyet alanına aracısız ve çelişkisiz birer bütün olarak taşınabileceğini düşünmek hiçbir gerçekliği olmayan bir beklentidir. Ünlü ekonomizm-siyasal mücadele tartışmasında Lenin’in formülü, işçi sınıfının kendiliğinden eylemliliğinin ekonomik-sendikal bir tavanı olduğuydu. Açıkça söylenmeli, burjuva düzeninin dışına taşmayan bu hareketliliğin ideolojik ve siyasal izdüşümü “burjuva”dır. İşçi sınıfının doğuştan devrimciliğine inanç besleyenler hoşlanmayabilirler, ancak sınıfın kapitalizme karşı ürettiği kendiliğinden tepkiler bu düzeyde kaldıkları sürece “burjuva” hareketleridir. Bir, düzen-içi oldukları için; ikincisi de bu düzeye hitap edebilecek siyasal söylemler sınıfın ancak kısmi ve kısa vadeli çıkarlarını dile getirdiğinden. Bu sınırların dışında uzun süredir tek bir tutarlı ideoloji ve siyaset mevcut. İşçi sınıfının tarihsel ve bütünsel çıkarlarının birden fazla biçim alması mümkün olmuyor…
Sovyet örgütlerinin rolüne dönersek, şu söylenebilir: Sovyet, komün ya da konsey denen yapılanmalar işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının taşıyıcısı kesimin dışında, kendiliğinden varabileceği en ileri noktayı temsil ederler. Yalnızca devrimci bir dönüşümün gündemde olduğu, çelişkilerin mevcut statükoda eritilemediği, patlama anının yaklaştığı kısa doruklarda ortaya çıkarlar. İster yenilgiyle, ister siyasal öznenin devreyi başarılı bir operasyonla bağlayışı ve zaferle sonuçlansın, bu kitlesel radikalizmin uzun süreli olma şansı bulunmuyor. Yenilgi halinde söz konusu olan, kitlenin yeni bir gerici statükoya entegre edilmesi olacaktır. Tersi durumda ise, toplumsal işbölümü çarklarının yeni ilişkiler içerisinde yeniden dönmeye başlayacağı bir kuruluş süreci gündeme gelir. Kitle eskisinden çok daha ileri bir bilinç ve katılım düzeyinde, ama yeni bir dinginliğe oturmak durumundadır.
Sınıfın siyasal organları dolaysız olarak yaratamayışının nedeni oldukça basit: Sınıf içi eşitsizlikler. Bunun veri alınması durumunda geriye tek olasılık kalıyor; en ileri unsurların oluşturduğu, sınıfın bütününü değil, ileri hedeflerini yansıtan bir yönetici aygıtın yaratılması. Bu mekanizmanın başlıca unsurları iktidar öncesinde şekillendirilen öncü partide içerilmiştir. Parti, bu kez devlet aygıtının yönetim araçlarıyla çok sıkı ilişkiler kurarak, deyim yerindeyse kendisini iktidarla donatarak, sınıfı değiştirme, toplumu ilerletme misyonunu üstlenir. Kitlesel örgütler ise, eğitim, denetleme, nüfusun farklı kesimlerinin kendilerine özgü taleplerini dile getirme gibi geniş toplumsal işlevler edinebilirler. Bu modeli “işçi sınıfının iktidarı” kavramlaştırmasından farklı ya da kaçınılmaz da olsa aşılması gereken bir deformasyon saymanın hiç bir anlamı yok. Şu bilinmeli: Kurumsallaşmaları, emperyalizmin tehdidi vb. dış nedenler ortadan kalksa da gerekli kılabilen eşitsizlikler mevcut. Sınıfın kısmi-bütünsel, anlık-tarihsel çıkarları arasında bir mesafe olduğu sürece öncünün kendini geri unsurlardan ayıran bir örgütlenmesi zorunludur; aynı bu örgütlenmenin yönetim işlevlerine damgasını vurmasının da zorunlu olması gibi…
Sanırız, tarihsel çıkarlar kavramı, işçi sınıfının öncü örgütünün gerekliliği için yeterli bir açıklama oluşturuyor. Yukarıda söylenenler geleneksel sol için işin abc’si sayılmalı. Asıl çelişki bir adım sonrasında başlıyor… Her toplumsal formasyonun kuruluş dönemine yüksek dozlu bir müdahaleciliğin damga vurduğu bilinir. Bu işlevin yerine getirilmesi de çoğunluk diktatöryal bir siyasal yapıyı zorunlu kılar. Peki ya -sosyalizm söz konusu olduğunda- kuruluştan sonraki diktatöryal-monolitik yapı neden vazgeçilmez olsun?… Vazgeçilebilir olduğunu düşünenler, reel sosyalizme eleştirellik derecesine göre farklı gerekçeler kurguluyorlar. Örneğin kimi Troçkist eğilimler sorunu bürokratik bir yönetici kastın kendi çıkarlarına özgürlüklerin ters düştüğü yorumunu getiriyorlar. Daha önce söylendi, bunu “ulusal” bir özgüllük saymak isteyenler de mevcut. Kimi toplumbilimciler, tek parti sistemlerinde örneğin Çarlık otokrasisi geleneğinin yeniden canlanmasını keşfetmekteler… Biz plüralist bir siyasal yapının sosyalist devletle bağdaşır olmadığı görüşündeyiz. Dolayısıyla tekil ülke deneyimlerinin özelliklerine de pek itibar etmeyeceğiz.
İlk olarak, işçi sınıfı hareketinde tarihsel çıkarın tek taşıyıcı örgütü yerleşiklik kazanmış bir olgu ve kavramdır. Reel politik verimlilik ve sınıf hareketinin birliğini sağlaması, olgunun rasyonalitesini oluşturuyor. İkincisi, sosyalist kuruluşun burjuva kuruluştan önemli bir farklılığı var. Burjuva siyasal yapı çoğunluk ekonomik düzlemde egemenliğe ulaşmış ya da ulaşmakta olan bir sınıfın bu sınıfın, merkez olduğu toplumsal üretim ilişkilerinin üzerine oturuyor. Üretim ilişkileri, siyasal iktidarın ele geçirilmesini önceler. Sosyalizm bu lüksten yoksun. Ne denli kalabalık ve güçlü bir işçi sınıfı ve sanayileşme olursa olsun, sosyalist üretim ilişkileri yukarıdan aşağıya inşa edilmek durumundadır. Siyasal yapının toplumsal kuruluşta üstlendiği rol önceki toplumsal formasyonlardaki çapını defalarca aşar. Siyasal yapının yalpalamalara tahammülsüzlüğünü, yine de bu iki gerekçe ancak bir dereceye kadar açıklayabiliyor. Öncünün toplumsal düzenin sınırları içerisinde ve ileriye dönük birden fazla program ve örgüte bölünmesi olasılığını düşünmek mümkün. Kuruluş gereklerinin de sınıfsız topluma ulaşana dek aynı yoğunluk ve nazikliği sürdüreceği de söylenemez… Daha temelde bir neden var. Buna, bir devrim modelinin eleştirisiyle girilebilir.
“Cephe” örgütlenmeleri sosyalist yazında bol bol ittifaklar politikasıyla karıştırılıyor. İki kavramın açılım ve farklılığı Gelenek’in önceki kitaplarında şimdilik yeterince ele alınmış bulunuyor. Tekrara düşmeden iki noktayı vurgulamak istiyoruz. Birincisi, iktidara geniş bir cephe aracılığıyla yürüneceğini varsayan devrim stratejisinde, bizzat iktidarın alınması eylemi, işçi sınıfının öncü örgütünün hegemonyasında değildir. Gerçekte, demokratik cephenin olsa olsa sol muhalif kanadına oturabilecek olan işçi sınıfı partisi, bu strateji çerçevesinde de bugüne dek “eşitler arasında birinci” konumunda tasarlanabildi ancak.1 İktidara çoğulculukla gelenlerin, sonrasında da bu yapıyı sürdürmeleri ise ikinci noktayı oluşturuyor. En sert, en radikal tek parti önderliklerinin bile kendi içlerinde hesaplaşmalar yaşamaksızın üstesinden gelemedikleri devrim anı, güvenli bir cepheyle atlatıldıktan sonra, bir oturma, dinginleşme sürecinde çoğulculuğun sürmesinden doğal ne olabilir!… Geleneksel solun plüralizm eğilimleri batıda burjuva demokrasilerine ve durağan-geri kitlelere fazla angajmandan kaynaklanıyor. Türkiye’de ise bundan ziyade cephe formülünün uzantısı olarak ortaya çıkmakta.
Şimdi, sosyalizm-plüralizm uyuşmazlığının asli nedenine gelebiliriz. Sosyalist devrimin yapısında varolan tek öncü parti gereğinin ortadan kalkması için herhangi bir nesnellik mevcut değildir. Plüralizmin burjuva toplumuyla son derece uyum göstermesinin nedeni, kapitalizmin dinamiklerinin durmaksızın farklılaşan çıkarlar yaratıp beslemesinde yatıyor. Toplumu üretim sürecinden kültürel faaliyete dek saran anarşi, eşitsiz gelişimin en şiddetli anlatımından ibarettir. Bir burjuva toplumunda kurulan tüm partiler burjuva nitelikli olsalar da, her biri değişik kesimlerdeki değişik etkilenmeleri -hatta tepkileri- yansıtmak, bunları düzen içinde ve mevcut toplumsal ilişkilere uygun güvenli bir platformda eriterek dile getirmek gibi vazgeçilmez bir işleve sahiptirler. Sosyalizmin sınıfsız topluma evrimi sürecinde böylesine başıboş serpilen çıkar gruplaşmaları gündemde değildir. Varolan coğrafi, kültürel, ulusal, mesleki çıkar gruplaşmalarının ise, siyasal iktidar değişimine uzanan talepler geliştirmeleri için bir neden de yoktur. Tersine, toplumun olgunlaşması boyunca bu farklılaşmaların her boyutta minimuma inmesi, toplumsal çıkarın merkezileşmesi beklenmelidir… Cephe’cilerin çok partili sosyalizmleri, cepheli devrim saplantılarından ileri geliyor; cepheli devrimse, ikna etmeye uğraşmaktan yorulmadıkları sosyal-demokratlara ilişkin ütopyalarından… Oysa cepheye ortak olacağı sanılanların ne bugün, ne yarın, hele devrim anında sosyalistlerle tastamam aynı saflara gelme olasılığı yok. Sosyalizmle nasıl bir siyasal kurumlaşmanın uyumlu olacağı tartışmasını bu basit ve geri siyasal hesaplara kurban etmenin büyük bir sorumsuzluk olduğu bilinmelidir.
Sosyalizmi ve sosyalist demokrasiyi parti sayısı hesabına vurmak, demokratizmden ibaret sayılmalı. Demokratizm, soyut bir demokrasi fikrine ve onun kıstaslarına bağlılıktır. Demokrasininse soyut bir tarafı olmadığı, her zaman her yerde sınıfsal olduğu, Marksizmin birincil öğelerinden biri. Aynı şekilde soyut demokrasi fikrinin de, gerçekte bir sınıfsallık taşıdığı açık olmalıdır. Tarihsel olarak, demokratizm burjuva toplumun ufkuyla sınırlı kalmaya mahkumdur. Sosyalist demokrasiye, reel sosyalizmin deneyimlerinden hiçbir katkı beklemeden öncesiz ve sonrasız soyut şablonlarla yaklaşmanın kesinlikle burjuva normlara teslimiyet olduğunu düşünüyoruz. Sosyalist demokrasi, demokrasinin yeni sınıfsal içeriğine, siyasal-toplumsal işlevselliğine bağlı olarak burjuva demokrasisinden farklı, kendi kurumsallaşmasına sahiptir. Bu kurumsallaşmanın, burjuva demokrat ya da demokrasici modelle uyuşmayan bir örneği, devrim sonrası Rusya’da aristokrat ve kapitalist sınıflardan oy hakkının geri alınması oldu… Soyut insan hakları tartışmaları, sosyalist demokrasi açısından kesinlikle gerici bir talep haline gelmiştir. “İnsan hakları”, sosyalizmin kendi hukuksal, ahlaki ve insani değerlerine bağlı yeni bir içerik kazanmıştır. Çoğulculuk, geleneksel solun prim vermemesi gereken, anti-komünist propagandaya iç rahatlığıyla terk edebileceği bir motiftir.2
Reel Sosyalizm Çağında Enternasyonalizm
Bilimsel sosyalizmin kimlik kartında doğum yeri hanesini nasıl doldurmalı? Teorinin kökenleri düşünüldüğünde en az üç ülkenin kültür, bilim ve siyaset mirasını ayırt etmek mümkün. Almanya, İngiltere, Fransa… Üstelik siyasal hareket düzeyinde düşündüğümüzde bilimsel sosyalizmin ilgi alanının daha da genişlediği görülüyor. En baştan ilan edilen uluslararası nitelikle hareketin pratiği arasında, başka herhangi bir akıma nasip olmayacak bir uyum gözlemleniyor. Kurulan ideolojik-politik sistemin ulusal sınırlara sığmaz yapısı pratik olarak da kanıtlanıyor. Nedenini, herhalde sosyalizmin gelecek projesinin tüm ülkelerde aydınlara ve işçi sınıflarına hitap gücü taşımasında, açıkçası güçlü bir nesnelliğe oturmasında aramak gerekiyor.
Enternasyonal perspektif, enternasyonal faaliyetlerle bütünleşirken tarihte ilk kez, ulusal birimleri ana yapının seksiyonlarından ibaret olan bir örgüt modeli ortaya çıktı. Tek program, tek merkez, ortak taktikler, hedefler ve ortak eylem. Komintern’in dağıtılmasından bu yana, uzun süredir dünya sosyalist hareketi bu tipte bir örgütün yokluğunda varlığını sürdürmekte. Ortak mücadeleden ziyade bir danışma işlevi taşıyan toplantılar, Enternasyonallerden farklı bir anlam taşıyorlar. Geçmişin Enternasyonalleri acaba bu ortak mücadele amaçlarına ulaşabilmişler miydi? Bu soruya cevap verirken belli misyonlar alınırsa ilk iki Enternasyonal ile Komintern’i ayırmak gerekiyor. Sorunun cevabı I. ve II. için olumsuz verilebilir; nihai hedef, dünya devriminin gerçekleşmemesi anlamında. Komintern açısından misyonun yerine getirildiği söylenebilir. Misyon, tek ülkede sosyalizmin korunmasıdır. Yukarıdaki soruya farklı cevapların verilmesinin nedeni, üstlenilen misyonların farklılığında yatıyor.
Kolaycı bir sonuç çıkartmak mümkün. Dünya devrimi hedefi tüm seksiyonlar için tek bir programı ifade ediyor. Böylesi bir uyumun “enternasyonal” bir örgüte çok daha fazla yakıştığı düşünülebilir. Oysa tek ülkenin korunması en azından iki farklı programda somutlanıyor. Geleneksel solun dışındakiler bu durumu bir deformasyon saydılar, sayıyorlar. Geleneksel sol için de bu sürecin sorunsuz ve huzurlu yaşandığı sanılmamalı; ancak tüm rahatsızlıklara rağmen geleneksel solun kolaycı sonuçlara itibar etmeyerek yeni somutun sorumluluğunu uzun süre yerine getirdiği biliniyor.
Tek ülkede sosyalizmin korunmasına angaje olan bir uluslararası hareket, artık tek bir enternasyonal politikaya sahip değil demektir. Ulusal birimlerin devrim hedefi dünya devriminde bütünlük kazanırken, artık tek ülkenin savunusu, kimi yerlerde geri statükolarda durmayı, başkalarında ise dikkatli atılımlar kollamayı gerektiriyor, bütünlük bu anlamda bozuluyordu. Bu durumu global bir gerileme ya da deformasyon saymanın olanaksızlığı çok açık: Yenilik, sosyalist hareketin çok ciddi bir kazanımından kaynaklanıyor. Değişimi yeni bir nesnellik olarak algılayan geleneksel sol bu tutumunda tartışmasız haklı konumdadır… Bunun dışında düşünülmesi gereken bir yön daha var: Söz konusu kazanım uluslararası işçi sınıfı hareketinin içerisinde bir eşitsizliğin olgunlaşması anlamına geliyor. Bu eşitsizlik elbette 1917 ile başlamış değil; hareketin daha önce de, önce Fransa, sonra Almanya olmak üzere belli ülkelerde yoğunlaşmasını hatırlamak yeterli. Ancak eşitsizlik birikimi 1920’lerin başında dünya devrimi perspektifinin nihai hedef olarak terk edilmesiyle bir sıçrama noktasına ulaşmıştır. Yeni merkez, Sovyet Rusya, öncekilerden farklı bir içeriği yansıtır artık. Bu noktadan sonra bilimsel sosyalizmin uluslararası perspektifini 1848 içeriğiyle anmak yalnızca geriye bakmak oluyor. Örneği örgütlü olarak da mevcut: Troçkist IV. Enternasyonal. Eşitsiz gelişimin bu denli berraklık kazandığı bir dönemde, siyasal tutumlarda eşitsiz gelişim yasasının yer almaması, ucuz bir doktrinerlikten başka şey doğurmuyor. Pratikteki bir arada tutma zorlamaları ise, nesnel olanaksızlık nedeniyle merkezkaç güçlerle sürekli delinmeye mahkum görünüyor.
Uluslararası hareketin bu evriminin enternasyonalizmi tarihe gömmek anlamına geldiğini de düşünmemeli. Ancak enternasyonalist perspektifin aldığı somut biçimlenmelerde değişmeler yaşanabileceği yolunda bir esnekliğe sahip olmak gerekiyor. Evrim, Komintern’in dahi olanaksız ve misyonsuz duruma geldiği bir noktaya ulaştı. Kesinlikle bir nesnelliği var; bir yönüyle eşitsizliklerin daha da yoğunlaşması, diğer taraftan da kazanımın artık böyle sıkı bir korumaya ihtiyaç duymayacak bir olgunluğa ulaşması…
Tek uluslararası politikanın olanaksız hale gelmesi, enternasyonalizme de oldukça zorunlu bir karakter getirdi. Global çıkarlar ve yerel çıkarlar farklılaşması, yer yer uzlaştırılması güç çatışmalar yarattı. Böyle bir ikilemde tercihin global çıkardan yana kullanılması gereği açıktır. Global çıkarın tespiti ise, bir öncelikler sıralamasına ihtiyaç yaratıyor. Sonuç, sorumlulukların ulusal hareketler arasında eşitsiz dağılmasıdır. Global çıkar doğal olarak uluslararası hareketin en güçlü mevkii, merkeziyle en fazla uyum gösterecektir. Lenin’in çok anılan çalışması Sol Komünizm’in, bir de, hareketin iç eşitsizlikler birikimine bir müdahale olarak okunması gerekiyor. Bu çalışma sürecin ilk açık formülasyonu niteliğini taşıyor: ”Merkez” genel çıkar adına, ulusal birimleri uyarmaktadır. Çağrı, herkesin adımını atarken salt kendi dinamiklerinin dışında şeyleri de düşünmesi gerektiğine yöneliktir… Ve artık sosyalist harekete yeni bir “dinamik” kavramı kazandırılmış oluyor. Sosyalizm önce tek ülkede, sonra bir sistem olarak gerçeklik kazanalı beri, iç ve dış dinamik kategorileri sosyalistler için içerik değiştirmişlerdir. Sosyalizmin yerel atılımları global çıkarla uyuştuğu sürece, sistemin uluslararası dinamikleri içsellik kazanmaktadır. Doğu Avrupa’da sosyalizme geçiş deneyimlerinden Afganistan ve Nikaragua’ya kadar tüm dönüşümlerde iç-dış dinamik tartışması artık ulusal-yabancı terimleriyle özdeşleştirilmesi olanaksız bir karmaşıklık ya da zenginliğe ulaşmış bulunuyor. Bu değişimi yakalayamamak çeşitli destekleri de içeren uluslararası bir dinamiğin içselleşmesini görememekle ve anlamsızlaşan bir ulus demokratçılığına yolları açmakla sonuçlanıyor. Oysa kimi ülkelerin -eski içeriğiyle- “iç dinamik” eksikliğinde yaşanılan deneyimlerine bakıp hayıflanmak yerine, her ulusal sosyalist birim, sosyalist sistemin genel dinamiğinin ülkesine taşınması olasılığını gözetmek durumundadır. Dahası, açıkça söylenmeli, genel çıkarlarla uyumlu çıkışlar hazırlayarak bu dinamiği içselleştirmeyi bir taktik hedef olarak benimsemelidir.
Bu görüşün geleneksel solun değişik kesimlerinde değişik tepkiler uyandıracağının farkındayız. Bu ayrılık, örneğin Batı Avrupalı kadrolar için ürkme ve soyut bir demokratizmin tepkiselliğinde somutlanabilir. Ancak, uluslararası bir dinamiği yakalamaları hayati önem taşıyan ülkelerde sosyalist hareket içi bu etkileşimin mantığını kavramanın nesnel zemini mevcuttur. Bir genelleme yapılabilir: Geleneksel solun sosyalist iktidara nesnel olarak ve perspektif anlamında yakın bölükleri, eşitsiz gelişim yasasının bu tezahürünü algılamaya da yakın olacaklardır. İktidar perspektifinden uzaklık, eşitsiz gelişim yasasından da uzaklık anlamına gelmektedir. Hemen hatırlanacak olan bir örnek, 68 Çekoslovakya müdahalesinin Küba’dan alkışlarla karşılanmış olması… Batı Avrupa’nın yeni sol teorisyenlerinden ödünç alınan kimi tezler sayesinde, geleneksel solda da çekimser bir müdahale düşmanlığı yeşermiş bulunuyor.
Sonuç Yerine
Ortodoks örgütlenmelerin birbirleri ile ve sosyalizmin iktidara geldiği ülkelerdeki partilerle ilişkileri bir ve aynı düzlemde ele alındığında kolay ve abartılı çözümlemelere varmak neredeyse kaçınılmazdır. Bir ön kabul gerektiren, metodolojik tahlil araçlarından yoksun bu bakış ya dünya sosyalist hareketini “kütle halinde sağa” kaydırır, ya da apar topar çarpıtılmış “glasnost uygulamalarına” girişilir. Dünya sosyalist hareketi artık -ve aslında başından itibaren- tek boyutlu, kütlesel ve eşzamanlı hareketlenen bir toplam değildir. Dünya sosyalist hareketinin toplumsal kurtuluş mücadeleleri, emperyalist ülkelerde kapitalizme karşı verilen sınıf kavgası ve sosyalizmin olgunlaşması için iktidara gelmiş proletaryanın verdiği mücadelenin bileşkesi olduğu her ne kadar genel bir doğru ise, bu boyutlar birbirleri içinde de farklı gelişmişlik ve belirlenme ilişkilerini yaşatırlar. Dünya sosyalist hareketinin bir birimi için kaçınılmaz bir taktik, bir diğer birim (ya da birimler) için gündeme bile gelmeyebilir. Bu vurgulamayı ortak ilkeleri ve amaçları hatırlatacak karşı itirazı göze alarak yapıyoruz. Birkaç adım ileri giderek şöyle söylenebilir: Uluslararası sosyalist harekette iktidara gelmemiş birimler ve müfrezeler, siyasal iktidarı koruma ve güçlendirme görevi ile karşı karşıya olan diğer birimlerle aynı düzlemde değildir. Ve daha da altı çizilerek vurgulanması gereken şudur: Uluslararası sosyalist hareketin herhangi bir birimi, kendisini, ilk sosyalist devrimi yapmış ve sosyalist sistemi imar etmiş bir birim ile, kimi politika ve esnekliklerde eşit olarak algılayamaz.
Gerek uluslararası sosyalist hareket ile sosyalist sistemin, gerekse diğerleri ile Sovyetler Birliği’nin, farklı sorunları, tarihsel konumun koşullandırdığı farklılaşmış perspektifleri ve bunların da ötesinde ayrışmış çözüm araçları ve çözümleri vardır. Mozambik Komünist Partisi, Sovyet komünistlerinin problemlerini içselleştiremez. Sovyetler Birliği ise bir diğer sosyalist hareketin -hele ki siyasal iktidardan uzak bir hareketin- sorunlarının taşıyıcısı ya da çözüm kaynağı olamaz. Sosyalizmin sosyalist ülkelerde ve Sovyetler Birliği’nde aynı zamanda bir devletin ideolojisi olmasından hareketle, özgün, diplomatik, askeri ve uluslararası planda gözetmesi gereken dengeler, kendini uyarlaması gereken gelgitler vardır. Bu reel politikanın alanına taşan kimi önlemler, Ortodoks solun bir diğer birimi için hiç anlamlı olmayabilir. Hatta iktidar inisiyatifi elde yoksa, ölümcül bile olabilir. Türkiye’de geleneksel sol Mustafa Suphi’lerin öldürülmesi ve Sovyetler’in Türkiye Cumhuriyeti’ni desteklemesinin aynı zamana rastlamasının tarihin bir cilvesi olarak değerlendirdiğinde ve bundan ders çıkaramadığında hep hüsrana uğradı. Yumuşama, soğuk savaş, oyalama, göz yumma ve sertleşme dalgaları arasında kendi rüzgarını ve dinamiğini yaratamama sıkıntısı geleneksel sol örgütleri kuşak kuşak boş bir kayık gibi salladı, savurdu. Bu kişiliksiz tabiyet, “dar sınıf bakış açısından kurtulmayı” becerenlerin kimliğinde bugüne geldi.
Burada geleneksel sol birimler ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilere bakışa ilişkin bir diğer tuzak gündeme geliyor: Özellikle iktidar sonrası uygulamaların ayrımsız ve alelacele genelleme/teorikleştirmeye tabi tutulması. Önce Bolşevizasyon -ardından destalinizasyon- periyotlarında bu konjonktürlerin Batı Avrupa’ya yansıması, garip taklit ve keskin karşı çıkışlarla dolu bir dejenerasyon doğurdu. Moğolistan deneyiminden büyük ölçüde zorlama, “kapitalist olmayan kalkınma yolu” hissesi çıkarıldı. Böylece bir deneyim için geçerli -kendi içinde sağ ya da sol sapma olmayan- bir uygulama kendi dışına çoğunlukla sağa itici etki olarak aktı.
Artık glasnost’a geçebiliriz. Biraz da Batı’dan fazla hava verilen bu çıkışa ilişkin tüm tartışmaları bir yana bırakarak geleneksel sol hareketin diğer birimleri açısından olası kimi sonuçlarına göz atmak gereklidir.
- Glasnost, Sovyetlerin ve bir ölçüde kimi sosyalist ülkelerin iç sorunlarına çözüm arayışıdır.
- Kullanılan yöntemlerin taklidi ya da mutlak onayı değil, yukarıdaki önermeyle çelişmeyecek şekilde bu iç sorunların çözümü, geleneksel solun evrensel sorunlarının çözümüne büyük katkıda bulunacaktır.
- Glasnost, kendisi bir sağ politika olmasa da sağa itici etkiler taşıyabilir.
- Yine yukarıdaki önermeyle çelişmeyecek bir biçimde, Batı Avrupa’da ve Türkiye’de daha yoğun olmak üzere, bu politikalar demetinin sağa itici etkisi eşitsiz biçimde dağılmıştır.
Ve bir soru: Türkiye’de geleneksel solun oturmuş yapıları, esneklik, geniş açı ve demokratlıkla yoğrulmuş perspektiflerinde ve ideolojilerinde hangi “dogmatizm” ve “sekterlik”ten muzdaripler ki? Türkiye’de geleneksel solun daha açık, esnek bir yöne seyahati liberalizm alanına girer. Kişiliksiz takipçilik, iktidar öncesi sorunlarının çözümleri ile iktidar sonrasınınkileri ayırt etmede zorluk çekiyor.
Geleneksel sol çizgiler bile “sosyalizmin kalesi”nin ardında olup bitenleri rasyonalize etmekte, açıklamakta zorluk çekiyor. Sovyet deneyimlerinin kendi iç bütünlükleri teorik açıdan derinlemesine kurulmadan, uluslararası hareketin kimi ulusal birimleri, yalıtılmış uygulamaları, kendi geri çizgilerine apoloji malzemesi olarak kullanmaktalar. Sovyet deneyimlerinde herhangi bir taktik ya da siyasanın karşıt dengeleri ve “yan etkileri” oldukça ayrıntılı hesaba katılmasına karşın, iktidardan uzak ve dinamiği zayıflamış kimi partiler, tıkanıklıklarını vülger taktiklerle aşmaya çalışıyorlar.
Bu ilişkilere Sovyetler Birliği açısından bakarsak, diğer partiler ve birimlerle ilişkiler ayrıntılı hesap edilmiş nüanslar ve anlamlar taşır. Tahmin edilemeyen destek ya da çıkışlar içerir. Sovyetler Birliği’nin diğer sosyalist ve devrimci demokrat parti/hareketlerle ilişkileri doğrudan ideolojik ve pragmatik zorunluluklarla değil, politik güç-istikrarlı siyasa gibi nitelikler tarafından da belirlenir. Bu pragmatizm ve reel politiker manevralar, naif ve ütopik çizgilerce algılanamaz.
II. Dünya Savaşı ve soğuk savaş arasındaki dönemde kendini zımni bir likidasyona sokan partilerden, Yunan ve İspanyol komünistlerinin destek mahrumiyetiyle malul yenilgilerine dek, ulusal birimler mutlak tabiyet-likidasyon ve objektivitenin elverişsizliğini zorlama örnekleri verdiler.
Sovyetler Birliği’nden siyasi onaylayıcılık ya da “militan devlet” rolü oynaması beklenir. Bu nokta Menşevizmin her niteliğini içeren kimi çizgilerin neden anti-Sovyetik olmadıkları ya da tersinden bakarsak Sovyet Komünistleri tarafından -birçok kayıtla- desteklendikleri anlaşılır. Sovyetler en saldırgan anti-Sovyetik yönelimlere sahip çizgilere destek verebilir ve Ortodoks kimi yapıları ciddiye almayabilir. Çünkü aynı zamanda iktidar ve uluslararası güç sorunları ile karşı karşıya bir siyasetin, sonuçlarını kontrol edemediği hareketlenmelere soyut ilkeler uğruna angaje olması olası değildir, kendi açısından hatadır. İkincisi, Sovyetler kimi parti ve siyasi hareketleri kısa vadeli ideolojik yargılamaya tabi tutmadan ve mahkum etmeden desteklerler, özellikle desteklenenin alternatifi rüştünü ispat etmemişse…
Üçüncüsü, özellikle geleneksel sol içinde tüm birimlerin nezdinde bir iç hukuksallık vardır. Bu resmiyet kimi partilerin ve kişilerin de facto (fiilen) hak edilmemiş bir makam ve hoşgörüye dejure hak kazanmalarını sağlar. Bu kategoriye adında “K” harfi bulunan kimi partiler dahildir.
İşte bu noktada nasıl kişiliksiz takipçilik dünya sosyalist hareketinin global çıkarlarını geriletiyorsa, “daha Bolşevik” olup söz konusu resmiyete küsmek veya ciddiye alınmamanın, resmileşememenin hırçınlığı ile “resmi parti” kavramını küfür olarak kullanmak da doğru bir tavır olmuyor. Böylelikle geleneksel sol partilerin mutlak uyum ve reel sosyalizme yönelik bıçkınca eleştirellik arasında savrulmalar yaşamaları Batı Avrupa ve Türkiye için neredeyse bir kural olarak ortaya çıkıyor. Bir başka kural da “gayriresmi” maceraları yaşamakta her hareketin özgür olduğudur. Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm, kendi başına deneyimlerin doğru-yanlış, iyi-kötü cetveline vurulabileceği, “nesnel” değerlendirmelere tabi tutulacak bir sanık değil; öznel bir taraflılığın hem nesnesi, hem öznesidir. Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm, geleneksel sol için bir deneyim ve değerlendirme nesnesi olmasının ötesinde, tarihsel ve moral bir güç kaynağıdır. Devrimci ideolojinin ve bilimselliğin nesnellik anlamına gelmesi, devrimci demokrat çizgiler ve Avrupa komünizmi için geçerlidir. Aynı malzemeyi kullanarak (bürokrasi, tek parti, müdahalecilik, statüko) Avrupa komünizminin Sovyetler Birliğine sağdan yönelttiği eleştirileri kimi devrimci demokratlıktan ayrışamamış çizgiler “sol”dan yöneltmekteler. Geleneksel solun tarihi, Menşevizmin sapma, büyük keskinliklerin ise büyük yenilgileri ifade ettiği dersleri içerir. Sovyetler bunun hesabını her an yapar ve tek tek birimlerin kendi fitillerinin kendileri tarafından ateşlenmesini bekler. Geleneksel solun en azından temsil edilmesini, ciddi varlık gösteremiyorsa bir araya gelmesini onaylar.
Bu noktada bu genel çizgi içinde uyumlu bir birim olma ile tıkanıklıkları ve kısırlaştırıcı bir izleyiciliği kırma yönünde Ortodoks resmiyeti zorlama arasında hassa bir dengeden söz etmek zorundayız. Ortodoks çerçevede özellikle sağ dengeleri bozabilecek bir dinamizm, çıkış noktasını ne Sovyetler Birliği’nden ne de Avrupa’nın geleneksel partilerinden bulacaktır. Bu zorlamaya kimler aday olabilir? Bu sorunun yanıtı Ortodoks solun yaşadığı, fakat daha başında olduğu bir iç hesaplaşma sonunda ortaya çıkacaktır. Böylesi bir misyon iktidar hedefinden bağımsız olmayan bir süreçte -dolayısıyla gerçek politikayı öğrenip- kendi radikalizmini tanımlayacaktır.
Böylesi bir sürecin kıyısında köşesinde anlı şanlı birleşmeler, ayrılmalar, kanat-hizipler hep tali bir yer tutar. Geleneksel solun tüm birimlerinin reel sosyalist deneyimlere “öyle gerekiyordu, öyle oldu” türünden pratisyence bile sayılmayacak bir kolaycılıkla yaklaşmasından, daha teorik bir bakış kazanmasına giden çizgi yine bu hesaplaşma ve kendi dinamiğini yaratma sürecinde ortaya çıkacaktır. Geleneksel sol yapıların reel sosyalizm ve Sovyetler Birliği için yaptığı fedakarlıklar 1920’lerden bu yana, kimi örneklerde trajik bir karakterde, bir mirasa damgasını vurdu. Bir sosyalist siyasi hareket için en büyük fedakarlığın da iktidarı hedeflememek olduğunu teslim etmek gerekir. Türkiye’de, uluslararası dengeler gözetildiğinde, geleneksel solun yapacağı fedakarlık, o olmamalı. Yoksa, son olarak konumuz bağlamında, siyasetin bir yasasını anımsatalım: İktidarsız ve güçsüz olan, yukarıdan belirlenir…
Dipnotlar ve Kaynak
- “İttifak”ı bu açıdan ayırmak gerekiyor. İttifak, kendi iktidarına yürüyen işçi sınıfının öncü partisi aracılığıyla müttefikleri üzerinde kurduğu hegemonyayı varsayar. Devrimi taşıyan tek partidir. Örgütlü ya da örgütsüz, diğer ittifak unsurları yeni iktidarın destekçisi ve ikinci dereceden toplumsal tabanını oluşturur. Bu süreç iç mücadeleden kesinlikle azat edilmiş değildir. Cephe düşkünleri ise sınf mücadelesinin bir tür askıya alınmasını kurguluyorlar. Cephenin devrim yolu, bir sürü sınıf ve partinin istedikleri istasyonda inip binebilecekleri huzur dolu bir tren yolculuğu olarak görülüyor…
- Gelecek ayki dergilerin “yayın tanıtma” sütunlarında, çok partili sosyalist ülkeler hakkında, kimsenin ders vermeye kalkışmaması için burada bir not düşmekte yarar var: Bu ülkelerde işçi sınıfı partileri haricindeki örgütler bir iktidar alternatifi konumu taşımıyorlardı. İktidar partileriyle hiçbir ideolojik-siyasi farklılığı olmayan, yeni rejimin kitle tabanını genişletmeye, kitleleri siyasal sürecin içine çekmeye yarayan müttefik-yan örgütlerdi bunlar. Bununsa çoğulcu-tek partili yapı tartışmasıyla bir ilintisi bulunmuyor.