İnsanlık 21. yüzyıl dönemecine yaklaşıyor. Teknolojik gelişmenin yaşama tanıttığı yenilikler, ilerisi için, umuttan çok korku ve kuşku üretmekte kullanılıyor giderek. Yaşarken, yaşadıklarını abartmaya hep meraklı olmuş insanoğlu, dünyasının görülmemiş ölçüde köklü bir değişim geçirdiğine inanıyor. Bu inançla, geçmişte yarattığı ve en büyük onuru olması gereken kimi ürünlere bile zaman zaman “aşılma” esprisi çerçevesinde küçümseyerek bakabiliyor.
20.yüzyılın ve teknolojik devrimin yaşamımıza getirdikleri ne ölçüde büyütülürse büyütülsün, insanlığın daha iyi bir toplum, daha iyi bir düzen için verdiği uğraş, gene de, 19. yüzyılın o büyük sıçramasından, düşünsel alandaki yaratıcılığından kopup uzaklaşmış değil. Şöyle bir bakıldığında, toplumsal, kültürel, siyasal alanlarda günümüzün pek çok “yeni”liğini 19. yüzyıl birikiminin şaşmaz kantarına vurmanın mümkün olduğu görülüyor. Gelip geçici kimi fantaziler en çok iki üç yılımızı aldıktan sonra, yeniden dönüyoruz büyük mirasa. Hiç kuşku yok: Arama gereksinimi duyulursa hele hele neyin, nerede ve nasıl aranması gerektiği bilinirse söz konusu birikimin tükenmez bir hazine olduğu daha da iyi anlaşılacaktır.
Nasıl “hazine” olmasın ki? 19. yüzyılın yaratıcılığı kendine özgü bir nitelik taşıyordu. Bir büyük silkinişin içindeki insanlık, önceden çizilmiş düşünce ve etkinlik kanallarını aşıyor, bilimler ve uğraşlar arasındaki ayrımlar da bu silkinişle eriyip yok oluyordu. Yüzyıllar öncesinin da Vinci’si tam tamına bir “dahi” idi belki de; ama insanlığın bu evresinde, yaşamın çeşitli alanlarında yaratıcı olabilmek için gerekli deha standardı bile bir anlamda “düşmüş”tü. Daha doğrusu, bilme tutkusuyla ateşlenen “bulma” eylemi yaygınlaşıp kitleselleşmişti. Marx oldukça çarpıcı bir biçimde anlatıyor: “Saatçinin buharlı makineyi (Watt), berberin dokuma tezgahını (Arkwright), kuyumcunun buharlı gemiyi (Fulton) icat ettiği toplumda ‘kunduracı çizmeden yukarı çıkma’ sözü düpedüz saçma hale gelir.”1
Gerçi saygın bir tanık ama, Marx’la yetinilmeyebilir.
Aynı yüzyılın büyük dinamizmi başka dehaları da düşünce süreci-üretim süreci benzerliği çağrışımlarıyla beslenmiş olmalı. Marx’ın doğumundan 10 yıl kadar önce yazılan bir başka klasikte, Faust’ta bir süreç Marx kadar güzel anlatılıyor:
“Düşünce fabrikası gerçekten
dokumacılık zanaatına benzer.
Orada ufacık bir kımıldanış
binlerce ipliği seferber eder
gidip gelir bir diziye mekik
görünmeksizin akar iplikler
bağlantı yapar bir küçük vuruş, binlerce
filozof da girer içeri”2
1800’ler gerçekten, düşünce dokuyanların da büyük yüzyılı oldu. Faust’ta Mefisto’nun dediği gibi bir küçük vuruşun sağladığı bağlantılarla filozoflar çıktı insanlığın karşısına. Aralarından Marx, çok kişi tarafından, “düşünce dokumacılığı” zanaatının en büyük ustası sayıldı. Ama kimileri de “söylediklerinin gerçekleşmediğini” ileri sürdü, hele günümüz koşullarında iyice “demode olduğunu” savundu.
“Dokumacılık zanaatı”nın da çağrıştırdıklarıyla, bir noktayı özellikle vurgulamakta yarar var: Eğer deyim yerindeyse Marx’a yapılacak en iyi ve en verimli “yatırım”, onun yöntemini anlamaya yönelik olanıdır. Marx’ın belirli bir öngörüsünün ulaştığı belirli bir sonucun doğrulanmadığı, elbette söylenebilir. Söyleniyor da. İyi ama bir bütün olarak Marx’ın sistemi ve özel olarak da yöntemi, hiç demode olmayan üstelik Marx’ın yapıtlarının kendilerinin bile yeniden üretilebileceği araçları da sağlıyorsa ya? Tüm yatırımlarını Marx’ın kimi beklentilerine, ulaştığı tali sonuçlara yapanlar bu hazineden yararlanabilirler mi?
Sözü edilen “yatırım tercihi” kesinlikle Marx’ın kimi vargılarını “canım, dönemin koşulları öyleydi” boğuntusuna getirip örtbas etmeye yönelik değil. Tam tersine burada Marx’ın belirli nedenlerle “abartılı” nitelik kazanmış yaklaşım ya da beklentilerine özellikle eğilinmeye çalışılacak. Ama tek başlarına değil; düşünce sisteminin bütünlüğü ve çözümleme yönteminin özgünlüğü ışığında. Bu yapıldığında Marx’ı gene Marx çerçevesinde yeniden üretmenin, denebilirse özünü “güncelleştirmenin” mümkün olduğu ortaya çıkacaktır.
Elbette Marksist sistemin kapsadığı tüm alanlara girmek mümkün değil burada. Bir örnek alan, olarak Marx’ta proletarya değerlendirmesine ve bu sınıfa ilişkin beklentilerin biçimlenişine eğilmeye çalışacağım. Çaba daha çok teorik düzeyde kalacak.
“Teorik” oluş, sevimsiz ve sıkıcı bir yolculuğun başlamak üzere olduğu sanısını uyandırabilir. Ama önümüzde duran sorunun öylesine önemli pratik uzantıları var ki. Sözgelimi, yıllar yılı “emek en yüce değerdir” denildi. Oysa emeğin kendi başına, bir değer oluşturmaması Marksist ekonomi politiğin temel noktalarındandır. Sonra, geçtiğimiz dönemlerin yaygın sloganları arasında “yolumuz işçi sınıfının yoludur” da yer aldı. Evet bu sloganın Marksist kökenli oluşuna itiraz etmek mümkün görünmüyor. Gene de geçerliliğini tüm boyutlarıyla araştırmak mümkün ve gerekli. Cengiz Uygur’un Gelenek’teki bir yazısında değindiği gibi, “işçi sınıfının gittiği yolun iyi algılanabilmesini” gerekli kılıyor en azından. 3 Biri daha var: Pek çok ülkede aydınların “işçi sınıfının hizmetinde” oldukları için övüldüklerine tanık olunmadı mı? Tam tamına böyle alındığında doğru mu?
Hepsinin sorgu masasında uzun süre kalınmasını gerektirici teorik-siyasal uzantıları olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Proletarya: Teorik Konum ve Beklentiler
Marx proletaryayı nasıl keşfetti?
Soruya verilecek ortalama bir yanı, büyük olasılıkla, ekonomi politikteki kimi temel Marksist bulgulardan başlayıp artı değeri, artı değer sömürüsünü vb. dile getirecek, proletaryaya yüklenen tarihsel misyonun temellerini böyle açıklayacaktır.
Hiç kuşkusuz, sonuç olarak da yanlış da değil; ama bir sürecin bütününü gizleyen kimi eksiklikleri de barındırıyor bu yaklaşım. Çok basit bir “kronolojik” nedenle: Marx proletaryanın toplumdaki konumunu ve aynı sınıfın bu konumdan hareketle yükleneceği misyonu, kapitalist ekonominin özüne ilişkin temel bulgularından önce dile getirmiştir. Marx’ın ayrıntılı ekonomi politik çalışmalarıysa, kapitalist toplumun hücresine inerek söz konusu misyonun nesnel temellerini daha da pekiştirmiştir.
Bu ayrımın görülmesi, Marx’ın özgün çözümleme yönteminin kavranabilmesi açısından özellikle önemlidir. Evet, neden proletarya? Ve Marx nasıl olup daha 1844’te bu sınıfa özel tarihsel misyonlar biçebildi?
Aynı tarihte İngiltere’de işçi sınıfının durumunu çok yakından gözleyen Engels’den farklı olarak Marx, en gelişkin kapitalist ülkenin proletaryası üzerinde doğrudan yakın bilgi sahibi değildir. 4 Buna karşın Marx, Almanya’dan, yani çok daha az gelişmiş bir kapitalizmden kalkarak proletarya yanıtına ulaşabiliyor. Ayrıntılara inmeksizin, yaklaşımın özünü kısaca sergilemek mümkün: Belirli bir özgüllüğün (özgül bir konumun), gene belirli bir evrenselliğe ait tüm çelişkileri adeta bir prizmadan geçirerek kendi bünyesinde yansıtması, bu özellikleriyle de evrenselliğin ifadesi giderek bütünün yakalanabileceği halka olması…
Marx bu yaklaşımı en açık biçimde Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı‘da sergiledi. Bu Katkı, proletaryanın özel konumu ile toplumun geneli arasındaki temsil ya da “ifade” bağlantılarını bir bir sıralıyor. İzlenen yolu yinelemekte yarar var: Genel’in ilk bilgisi, başka deyişle toplumun bütününe ilişkin gözlemler, bir “özel” olarak proletaryayı işaret etmekte, bu işaretle gerçekleştirilen proletarya değerlendirmeleriyse, karşılık olarak toplumun bütününün daha güçlü bir ifadesini sunmaktadır. Başlangıçta Marx için proletarya, kendisinden hareketle, toplumun bütününün daha yetkin biçimde kavranabileceği “hassas halka”dır.
Marx’ın çözümleme gücünün, özel bir “ateşleyici”ye sahip olduğu da hiç unutulmamalı. Marx’ın 1844 Katkı’sı, Avrupa’da gelişen kapitalizmin göreli olarak geri ülkesi Almanya’nın kurtuluşunu araştırıyor. Kesinlikle rastlantı olmamalı:
Kapitalizmin daha çok geliştiği, buna paralel olarak da işçi sınıfının inanılmaz bir yoksulluk ve sefaletle koyun koyuna yaşadığı İngiltere’de, toplumsal havarilerin ufku, proletaryanın durumunun düzeltilmesi ile sınırlanıyor. Marx ise, toplumun bütününden yola çıkıyor. Marx’ın geri Almanya’sı, geçmişi ve geleceği (İngiltere, Hollanda, Fransa) içinde barındıran bir bütün oluşturuyor. Marx, bu ilk genel gözlemden kalkarak, özeli proletaryayı buluyor.
Evet, Marx tarihli Katkı’da dönemin Almanya’sından hareketle sıralıyor: Proletarya sivil toplum içinde yer alır, ama gerçekte bu toplumun sınıfı değildir…; onun özel olarak katlandıkları evrensel bir boyut taşır…; bir sınıf olarak kendisine yapılan özel değil genel bir haksızlıktır…; proletarya sonuçlara değil sisteme karşı olan tek sınıftır…; ve belki de en önemlisi: “Proletarya toplumun özel bir sınıf olarak çözülmüşüdür.”5 Bu son ifade, genel-özel diyalektiğinin proletaryanın konumu bazında en güçlü sergilenişidir. Bir ek daha: Bir bütünün barındırdığı ilişki ve çelişkilerin, eksiksiz biçimde, ancak belirli bir parçanın konumunda yansıma bulması ve bu bağlantının söz konusu parçaya, kendisiyle birlikte bütünü de dönüştürücü gücü sağlaması, Marx’ın yönteminin kalıcı ve verimli örneklerindendir.
Yukarıda söylenenlere, “güncellik” açısından yapılabilecek bir başka ek de şöyle: Kendi döneminde Marx, sık sık yinelenen bir nedenle yani kapitalist gelişimin dinamiğinin eşitleyici gücüne duyduğu güven nedeniyle “ eşitsiz gelişim” ve “zayıf halka” kavramlarını geliştiremedi. Ancak bu kavramların, Marksist çözümlemenin özüne büsbütün yabancı olduklarını söylemek de mümkün değildir. Ana hatlarıyla değinmeye çalıştığım ve proletaryanın tarihsel misyonunu açığa çıkaran yöntemin özü, ilerideki (Marx’tan sonraki) gelişmeler ışığında söz konusu olguların kavramlaştırılmasını da gündeme getirecektir. Marx’tan sonra; ama ortada, Marx döneminde en azından “aralanmış” bir kapı vardır.
Buraya dek, Marx’ın yönteminin “neden proletarya” sorusunun yanıtına götüren kimi özelliklere değinildi. Şimdi, aynı yöntemin önemli uzantıları olan bir başka özelliğinden daha söz etmek gerekiyor. Gene basitleştirme riski göze alınarak, şöyle anlatılabilir: Marx’ın yöntemi süreçlerin en gelişkin durumlarının çözümlemelerinde kalkış noktası alınmasına dayanır. Bunun bilimselliği ampirizm sanan pek çok kişiyi kaş çatmaya itip böylelerine kolay yoldan “yanlış bulma” merakı aşılayan ve en çok bilinen örneklerinden biri şu: Marx, geçmişin sınıf mücadelelerini inceleyip yaşadığı yüzyıla ve onun özel çelişkilerine ulaşmadı. Tersine en gelişkin evre olarak kendi çağından ve onun çelişkili dinamiğinden hareketle geçmişe bakıp tarihin “sınıf mücadeleleri tarihi” olduğunu gördü.
Yöntemini en açık biçimde Kapital’de dile getirdi. Buradan bir örnek: Değerin çözümlemesine, onun en gelişkin biçimi olan paradan hareketle başladığını yazdı. Ve ekledi: Doğal süreçler en tipik şekillerinde bozucu etkilerinden en uzak bulundukları şekillerde incelenmelidir. Nihayet, bu noktadan kalkan Marx’ın oldukça “netameli” sayılabilecek şu sözlerine de kulak verelim: “Endüstri bakımından daha gelişmiş bir ülke daha az gelişmiş bir diğerinin geleceğini bir ayna gibi yansıtır.6
İşte bu noktada durup düşünmek gerekiyor. Sürecin en gelişkin durumunu temel alan çözümleme, bir başlangıç olarak her durumda gerekli ve sağlıklıdır. Başka deyişle, gelişkinden hareketle ulaşılan soyutlamalar, aynı gelişkinliğe ulaşmasının mümkün olmadığı önceden bilinen süreçlerin incelenmesinde bile gereklidir. Çünkü bu yaklaşım en azından, doğal dinamiklerle onların işleyişini “bozan” etkenlerin net biçimde seçilip tanımlanabilmelerini sağlar. Ancak Marx’ın az önceki sözleri, bu yöntemsel yararların ötesinde, kapitalist gelişim dinamiğine ilişkin, net bir beklentiyi yeniden vurgulamaktadır. Böyle olunca, güçlü çözümleme araçları sağladığı için her durumda vazgeçilmezliğini koruyan soyutlama ile somutun zenginliği arasında bir ilk etap uyuşmazlığı doğuyor. Gelişme determinizmi (kapitalist gelişme dinamiğinin gücüne tanınan önem), sonuçta, soyutlamanın kendisinin, mutlak bir gelecek verisi konumuna yükseltilmesine yol açıyor. Özetle Marx’ın yöntemsel vargıları, belirli bir determinizmin sınırlarına sokulduğunda, eşitsiz gelişim olgusu gözlerden daha çok uzaklaşıyor. Marx’ın pek çok çalışmasında, yukarıda sözü edilen tü
Dipnotlar ve Kaynak
- Marx, Kapital, Çev: M. Selik, 1. cilt, 2. kitap, Odak Yay., Ankara 1974, s. 184-185.
- Goethe Faust, Çev: H. İzzettin Dinamo, Yazko Yay. İst. 1983, s. 85.
- Uygur C., “Proletaryaya Amin mi Elveda mı?”, Gelenek: 4, s. 53.
- Marx ile Engels ilk kez 1842’de Köln’de karşılaşıyorlar. İkinci karşılaşmaları ise 1844 Ağustos’unda Paris’te gerçekleşiyor.
- Marx, “Contribution to Hegel’s Philosophy of Right, Caute, D.” Essential Writings of Marx, içinde, s. 82.
- Marx, Kapital 1. cilt, 1. kitap, s. 33.