Türkiye sol hareketi, 20. yüzyılın son on yıllık dilimine yaklaşırken hala işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisinden yoksun olmasının sancısını çekiyor. Kesinlikle burjuva demokrasisinin eksikliğinden yakınmak, ya da Batı’nın geleneksel ve kitlesel işçi partisine öykünmek anlamında söylemiyorum. Burjuva demokrasisinin eksikliği, Türkiye’de siyaset alanının zenginleşme potansiyelinin var olmaması anlamına gelmiyor. Olsa olsa, egemen sınıfların, muhalefeti kanalize edebilecekleri düzen içi mekanizmalar yaratmak konusundaki zaaflarına ve kendilerine güvensizliklerine işaret edebilir. Batı’nın partilerine gelince; bunların, çoğunlukla, durağan toplumların durağan ve tamamlayıcı parçaları haline gelmeleri, kitleselliğin her zaman sosyalist bir gelecek hesabına ve olumlu haneye yazılamayacağına örnek oluşturmakta. Türkiye işçi sınıfının “parti” anlamında sorunu, sosyalist öncünün ideolojik ve programatik bağımsızlığını, sınıfın ileri unsurları elele vererek kurumsallaştıramamış olmasıdır.
“Parti” nasıl oluşur? Yerleşik iki yaklaşım iyi biliniyor. Partiyi teknik ve pratik bir sorun, basit bir aygıt olarak algılamak, ya da işçi sınıfının özellikle ekonomik gelişkinliğinin doğal ve kendiliğinden bir ürünü olarak görmek. İkincisi, elbette işçilerin ekonomik örgütlerinin kitlesel bir inisiyatifle, bir Labor Party örneğini izleyerek siyasete dökülmeleri olarak düşünülmüyor artık. Ancak bu uç örnekle, kurulu bir partinin işçi sınıfı geliştikçe, sınıf tarafından adım adım benimseneceği yolunda görüşlerin pek önemli bir farklılık taşımadıklarını düşünüyorum. “Kendiliğindenci” yaklaşım, saf halinde ele alındığında, bugünkü sorunumuz için ışık tutucu olamayacaktır; “bekleme” yi önermek politik bir tutum da sayılamaz. O halde tek bir işlev taşıyor: Mevcut ve CIA organlarında “negligible/ihmal edilebilir” sayılan oluşumların kadrolarında, geleceğe yönelik bir umut, naif bir iyimserlik psikolojisini yaratmak…
İşçi sınıfının partisine ilişkin teorik bir bakışın yokluğunda geriye teknik-pratik düzlemde düşünmek kalıyor çoğu zaman. Sorunun bizzat pratiğe ait olduğu söylenebilir. Ancak pratik olgulara teorisiz yaklaşmak mümkün değil; “teori”, pratikten uzakta ayrı bir departmanda, entelektüellerin eğlenceli bir zaman geçirme uğraşı değil… Bu yazı, parti sorununa teorik bir bakışın odaklarını aydınlatma hedefini taşıyor.
Tartışmayı gündemde tutan asıl neden, konuya genel olarak hep sıradan değerlendirmelerle yaklaşılmış olmasıdır. Bir de daha güncel etken var: Yeni başlamış bulunan “legal sol parti” tartışmaları… Sosyalist kadrolar, bu alanda atılacak adımların anlamı, niteliği ve boyutları üzerinde ciddiyet ve derinlikle düşünmek, tartışmakla yükümlüdür. Elinizdeki kitabın içerdiği diğer kimi yazılar gibi, bu çalışma da, söz konusu tartışmaya derinlik kazandırarak katkıda bulunmayı amaçlıyor…
Örgüt Teorisinde Boşluklar
Zemin dergisindeki bir yazıda U.Cankoçak, Bolşevik örgütün bütünüyle 20. yy başındaki Rusya’nın somut ve özgün koşullarından türemiş olduğunu yazmıştı.1 Hatırlanacak, 70’li yılların başından beri “hızlı” bir siyasal mücadeleye soyunan devrimci demokrat kesimlerde “fokoculuk-particilik” tartışması zaman zaman parlayıp sönmüştür. Devrimci demokratların “partici” kanatlarının tüm yaptıkları, pratikte, varolan birlikteliklerine “parti” adını vermekten, teoride de “partisiz olur mu hiç!” demekten ibarettir… Bu kesimlerin yirmi yıldır sergileyemedikleri bir örgütlenme dinamiğini bugün yaratmaları için pek ciddi bir neden mevcut değil… Yeni sol ve devrimci demokratların bu çıkmazlarının nedeni şundan ibaret: Yeni sol, geleneksel sola muhalefetini, klasik parti örgütlenmelerine karşı somutladığı için, sunacağı alternatifin o biçimlenmeden de uzak olmasına özen gösterir. Güçlü klasik partilerin varolduğu yerlerde yeni sol, parti-dışı sol kategorisinin büyük kısmını doldurmaktadır… Devrimci demokratlar, niteliklerinin zorladığı yönde bir popülist partinin inşası ile, bilimsel sosyalizmin çekici etkisi altında edinilen işçi sınıfı partisi kavramı arasında sıkışıp kalmışlardır. Bu çelişkinin, devrimci demokrat kalınarak üstüne çıkabilmek ise mümkün görünmüyor.
Ancak, örgüt teorisi alanında kısırlık yeni sol ve devrimci demokrasiyle sınırlı kalmıyor. Geleneksel sol da -artık Türkiye ile sınırlamadan kullanıyorum- bu teknik-pratik düzleme teslim olmuş bir görüntü çiziyor. Geleneksel sol dışı kesimler, dünya sosyalist hareketinin belirgin özelliklerinden biri olan örgüt teorisine de dışsal kalabilirler; ama geleneksel solun kendisini örgütün pratiğiyle kısıtlaması nasıl açıklanabilir?
Özellikle, Batı Avrupa’da II. Enternasyonal partilerinin bölünerek, kendi içinden KP’ler türetmelerinin sonrasında, “örgüt”, geleneksel sol için halledilmiş bir sorun olarak görülmeye başlandı. Reel sosyalizmin, kendi hanesine bir pratik-politik başarı kaydettiği bu bakışı, teorik düzeyde derinleştirmeye herhangi bir gerek duymaması anlaşılır bir şeydir. Ekim’le tarihsel bir kanıta kavuşmuş olan bu model, içerdiği teorik aksiyomlaştırılarak benimsenmiştir. Bir anlamda Ekim’in ve reel sosyalizmin a-priori kabulü anlamına gelen bu tutuma itiraz etmek için neden yok. Ancak daha marjinalde kalan teorik analiz girişimlerinin içselleştirilememesi, iki yönlü bir zedelenmeye yol açmıştır: Batılı partilerin, Rus ve Bulgar sosyalistlerinin yaşadığı Bolşevizasyonu yaşamadan üstlendikleri “gelenek”, bir süre sonra ellerinden kayıp gitmeye başlamıştır. Başlangıçtaki yaşanmamışlığın etkisini silebilecek bir devrimci ileri atılıma da tanık olunmayan Avrupa’da, zedelenmenin ikinci yönü, yeni kuşaklar için a-priori bilgilerin inandırıcılıklarını giderek yitirmesidir. Örgüt teorisinin Rus tarihine gömülmesinin ve teknik-pratikçilik tarafından sahneden kovulmasının önünde çok fazla engel kalmamıştır.
Örgüt teorisinin yaratıcısı olan Bolşevik hareketin, bu erozyon karşısında direnebilecek bir teorik anıt kuramamış olduğu da bir gerçek. Kurulabilmiş olsaydı, erozyona yol açan sağanak hafifleyebilir miydi, şeklinde bir spekülasyona hiç gerek yok. Batı solcusunun, 17’den -öncesinde ve sonrasında- farklı bir tarih yaşamış olması, tartışmanın temeline yerleştirilmesi gereken bir olgudur. Teorik açılımların eksikliğine, Bolşevikler tarafından bakıldığında da, “kaçırılmış fırsat” psikolojisine girmek için neden bulunmuyor. Birinci nokta, sözü edilen “teorik katkı”, 1900’lerin başında, 20’lere kadar yaşanan bir sürecin teorisinin üretilmesidir. Yaşanan süreç, teoriyi üretmeleri beklenenlerin bizzat yapıcısı oldukları bir süreçtir. İçinde bulunulan zaman dilimine teorik bakabilmenin güçlüğüne, sürecin başlıca öznesi olmanın getirdiği bir ikinci yük eklenmiştir. İkinci bir açıklayıcı etken olarak konunun özgünlüğünün altı çizilmeli: Örgüt pratik bir olgu ve sorun olarak gündeme gelmiştir. Bu durumda, örgüt teorisi gündelik politikaya emdirilmiş olarak ortaya çıktı. Her zaman, güncel pratiğin yer yer kişiler düzeyinde somutlanan tartışmalarına nüfuz etti. Bundan ayrı bir teorik netleştirme için karmaşık güncelliğin imbikten geçirileceği bir laboratuvar varolmadı. Özellikle örgüt ve devrim teorisi alanlarında, Marksist düşüncede bir dönüşümü pratik ve politik düzeyde oldukça keskin ve açık ifade eden Bolşevikler, sıra bu katkılarına teorik bir vücut vermeye geldiğinde “çekingen” davranmayı tercih ettiler. Öyle ki, Ekim’in sağladığı prestijin koruyucu kalkanı altında öne atılan teorileştirme girişimleri de yine kuşkuyla ve soğuk karşılandı: Örnek olarak Gramsci’nin Modern Prens’ini, Lukacs’ın Devrimin Güncelliği’ni hatırlatmak mümkün.
Bu çekingenliğin nedeni politikaların yasalarında aranmalı. Tek ülkede sosyalizmi varetme ve yaşatmanın ön plana çıkmakta olduğu bir konjonktürde, ittifak kurulabilecek ciddi tek bir unsurun dahi ürkütülmesi göze alınamazdı. Üstelik burada ürkmeye yatkın olanlar, uluslararası sosyalist hareketin büyük kısmını oluşturmaktaysa… Batı Avrupa sosyalistlerinin toplumsal ve siyasal devrime ilişkin sorunsalları darbecilik-kitlesellik, azınlık iktidarı-çoğunluk devrimi, yönetici elit-emekçi sınıflar ittifakı kavramlarıyla belirleniyordu. Birincilerin sınıflı toplumlara ve özel olarak burjuva sınıfına maledilmesine karşılık, ikinciler sosyalist ve işçi sınıfı hareketinin doğası sayılıyordu. Aydının misyonuna koyduğu vurgu, kontrolsüz kitle hareketine duyduğu soğukluk, öncünün rolüne verilen ağırlık ve uvriyerizm eleştirisi ile yeni örgüt teorisinin böylesi bir sorunsala elini kolunu sallayarak girmesi mümkün değildir. Batı Avrupa solunun Rus paraleli Menşeviklerinin, hatta devrimci sosyalist kanattan Rosa Lüxemburg’un geliştirdikleri eleştiriler biliniyor. Bolşevikler, gerek sağ, gerek soldan benzer bir eleştiriye, “kitlelerin devrimci özlerine” dayanan bir eleştiriye maruz kalmışlardı. Ekim’in yaratıcısı hareketin Batılı sosyalistleri teorik olarak zorlamaya kalkışması, zamansız ve sonucu belli bir otopsi denemesinden başka bir şey olmayacaktı. Önceden belli olan sonuç, darbecilik, anti-demokratiklik vb. ile eleştirilmek ve dışlanmaktır. Bunun, yalnızca bir risk olması durumunda bile, otopsiden vazgeçme kararı saygın bir tutum olurdu…
Uluslararası sosyalist hareketin yeni merkezinin, hareketin bütününü politik düzlemde korumayı ve yönlendirmeyi başardığı bir gerçek. Sürecin teori alanındaki sonucu, açıkça söylenmeli, geleneksel solun özellikle örgüt konusunda ve ardından, bunu tamamlayan diğer konularda ortalama tezlerde statikleşmesi olmuştur.
Dolayısıyla sorun, teorik güncelliğini korumaya devam ediyor. Elbette bu denli politize bir alanda, teorik doğrulara varabilmek için, bu doğrularla tam örtüşen bir politik projeye gerçekleşme olanağı sunacak bir nesnelliğin varlığı gerekiyor. Batılı işçi kitle partilerinin, bugün 80-90 yıllık bir gecikmeyle Bolşevizasyon süreci yaşayabileceği sanılmamalı. Diğer taraftan, çok ağır sorumlulukların ve sayısız reel politik dengelerin fonksiyonu olarak işleyen mekanizmalara sahip sosyalist ülkelerden de bu yönde fazla bir teorik zorlama beklenmemelidir. Bu konuda teorik ve politik olarak cesur ve yaratıcı çıkışlar için, II.Enternasyonal geleneğinden fazla derin etkilenmemiş, böyle bir geleneğin varolabileceği bir nesnelliğe bugün sahip olmayan topraklar gerekiyor. Asıl sorumluluk bu ülkelerin sosyalistlerine düşüyor…
İşçi Sınıfının Partisi
Yukarıda 20.yy başlarında Rusya’da Marksist politika teorisine bir katkı yapıldığından söz edildi. Açılmak üzere bir önerme ortaya atarak sürdürelim: Katkının örgüte ilişkin yönünde belirleyici olan adım, altyapı-üstyapı türü bir belirlenme bağıntısının siyaset alanına mekanik olarak adapte edilemeyeceğinin görülmesiyle atılmıştır.
Türkiye’den bir örnek, M. Ali Aybar; on yıla yakın bir süre önce geleneksel sol eleştirisini şöyle bir tezle bütünleştirmişti: Her örgütlenme biçimi, mevcut toplumsal üretim tarzı tarafından belirlenir.2 Bu tezin mantıksal sonucu, aslında kapitalist toplumda kapitalizme karşı bir örgütlenmenin yaratılamayacağı olmalı. Ancak yazar, bu karamsarlığa düşmemenin yolunu proletaryayı adeta şerbetli addetmekte buldu; proletaryanın kendi içerisinde alternatif bir örgütlenmeyi yaratacak dinamiği taşıdığını öne sürdü. Tezin ilk kısmı, üretim tarzının belirleyiciliği görüşü, bir ekonomizm denemesi sayılabilir. Ancak sosyalist bir örgütlenmenin tek güvencesini işçi sınıfında aramak, Aybar’a özgü bir fantazi değil…
Siyasal örgütlerin toplumsal sınıfların temsilcisi olduğu görüşü fazla abartılmaya gelmiyor. Abartıldığında, altta sınıf ve üstünde yükselen sınıf tarafından bir üstyapı misali belirlenen siyasal örgüt (parti) şemasına varılabilir. Mevcut statükonun korunması politikasını güden burjuva partileri bile, tekil burjuvaların amaçlarının ötesindeki genel çıkarları savunurlar. Ya statükoyu tersyüz etmek isteyen sosyalistler?… Onların önünde de, gündelik yaşantılarıyla burjuva ideolojisinin sınırlarına hapsolmuş işçi sınıfını siyasete yansıtmakla sınırlı bir görev varsa, bu işlevi hep yerine getirmeye çalışan siyasetçileri zaten mevcut değil mi?…
Sosyalistler işçi sınıfını da dönüştürmekle yükümlüdürler. Sınıfın güncelliğiyle belirlenen bir siyasal örgütün ayrı ve ileri bir toplum projesi geliştirmesi mümkün değil… Burada peşpeşe birkaç nokta sıralanacak. Sosyalist örgüt düzenden kopabilen aydın ve ileri işçilerin birlikteliği anlamını taşır. Düzenden kopuş, düzenin belirlenimi altındaki emekçi sınıfların güncel niteliklerinden de kopuştur. O halde şu zımnen söylenmiş oluyor: Kapitalizm, kitleleri mücadelelerin üst sınırı ekonomik mücadele olmak üzere, bir sürekli esarete mahkum ederken, aydınların sivrilip sıyrılmalarını, kendilerini arındırmalarını ve daha ileri bir programı benimsemelerini engelleyemez.
“Kopanlar”ın neden işçi sınıfına yöneldikleri, ya da Marksizmin bu sonuca nasıl ulaştığı sorunları, bu yazının sınırlarını bir ölçüde aşıyor. Ancak bağlantılı bir soru şu olabilir: İşçi sınıfının konumunu yansıtmayan bir hareket, kendisine ne hakla öncülük nitelemesini uygun görebilir?… İkamecilik, bürokratizm vb. eleştirilerin bu klasik sorusuna, o denli klasik bir cevap verilmesi zorunlu oluyor: Öncülük, tam da budur; var olanı taşıyan, yansıtan, bir basit aracı aygıt, sınıfın sade üyelerinin zaten bildiklerini tekrardan öteye gitmiyor demektir. Öncülük, öncülük edilen kitleyi bir yandan değiştirme faaliyetini de kapsar. Değiştirme, anlık çıkarlardan tarihsel çıkarlara yönelmek anlamını taşır. Birinci tür çıkar, sınıfın kendiliğindenliğinde menkuldür. Tarihsel çıkarlar ise, yalnızca sosyalistlerin kavrayabilme avantajına sahip oldukları bir gelecek projesine işçi sınıfıyla örtüştüğünü ifade eder.
Sınıfın görece geri konumu, örgütlü müdahalenin alanını açar. İçerisinde çeşitli gelişmişlik derecesinde kesimler barındıran bir sınıfsal kitle söz konusudur. Parti, ileri unsurları bizzat içererek, kimilerine yakın, kimi geri kesimlere uzak kalarak, sınıf içi bu eşitsizlikleri silebilmeyi hedefler. Amaç, sınıfın heterojen nesnel gerçekliğini tek ve en ileri sınıf siyasetinde eritmektir. Sosyalist örgüt, bu anlamda da, sınıfsalın siyasala tercüme edildiği basit bir adaptör, ya da mekanik bir süzgeç değildir. Örgüt yada parti, sınıfsalı siyasal alana yükseltip, sınıfsallığı siyaset alanında yeniden üretir. İşçi sınıfı, sosyalist enjeksiyondan yoksun olduğunda geçici ve arızi olarak ulaşabileceği siyasallığı hiçbir zaman “muhalif” bir karakterden öteye geçiremeyecektir. Üst sınır, Prens Lvov’un geçici hükümetinin bizzat Sovyetler tarafından desteklenmesi olabilir… Ötesinde iktidar perspektifi var. Saf haliyle sınıfsal düzlemde, iktidarın olsa olsa özlemi, hayali doğabiliyor: somut yöntem ve araçlarla donanan bir perspektif, “siyasal”ın sınırları dahilinde dolayısıyla sosyalist öncünün misyonu olarak varlık kazanabiliyor. Bu anlamda işçi sınıfının bilimsel sosyalist partisinin varlık nedeni iktidar mücadelesi, iktidar hedefidir. Parti iktidar için ve iktidara yönelen bir süreç içinde yaratılır.
Marksizm Ve Örgüt Teorisi
Bir teorik-siyasal geleneğin belli bir momentinde, katkının varlığını saptamak, o moment öncesinin eksikliklerini telaffuz etmek anlamına da geliyor. Bolşevik bir operasyondan geçmezden önce, 19.yy Marksizmi, Marx ve Engels’te simgelendiği haliyle ciddi eksiklikler barındırıyordu. M.Çulhaoğlu, Gelenek’te daha önce Marx’ta “ekonomist vurgular”ın varlığına ilişkin şunları yazdı: “Bunun açık nedeni, Marx”ın tüm çalışmalarında çubuğun toplumsal özden yoksun siyasal kurtuluş modellerinin eleştirisinden yana bükülmesi, toplumsal kurtuluş koşullarının öneminin gene çabuk bükülerek vurgulanması ve nihayet eşitsiz gelişim olgusunun yasallık düzeyinde biçimlendirilmemesidir”.3 Aynı nesnelliğin, Marx ve Engels’in eserinin örgüt teorisinden yoksunluğu için tekrarlanmasında hiçbir sakınca yok: Toplumsal kurtuluşun koşullarına ilişkin olarak özel iradi müdahale değil, nesnel bir etken, işçi sınıfının varlığı vurgulandı. Öznel müdahalenin biçimleneceği örgüte değil, sınıfın bütününün taşıdığı nesnel dinamiklere öncelik verildi. İşçi sınıfının devrimciliğini sergileyeceğine duyulan güven, Rusya’da yıllar sonra tartışılacak olan “sınıf bilincinin üretilmesi-taşınması” sorununun gündeme gelmesine engel oldu.
İşçi sınıfına bir bütün anlamında ve güncelliği içerisinde beslenen güven, sınıfı bu olumlu konuma ulaştıran dinamiklere de kuşku duymadan yaklaşmak demektir. Kapitalist toplumun bir parçası olan işçi sınıfının, toplumun giderek çoğunluğunu oluşturması, modern fabrikada kalabalık gruplar halinde bir araya gelmesi, disiplinli özellikler kazanması, giderek siyasallaşması ve sosyalistleşmesi… Bütün bunlar kapitalist toplumun sağlıklı gelişme dinamiğinin, aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin devrimcileştirici niteliğinin bir sonucu olarak görülmüştür. Burjuvazi demokratik devrimini gerçekleştirmemiş, sonuna kadar ilerletip, sahneyi yeni baş aktör proletarya için hazır etmemiş olsa, proletaryaya bu denli güven duyulması anlamsız olurdu…
Kapitalizmin düzgün bir rotada gelişmesine ve burjuvazinin devrimcileştirici niteliğine kesin birer gerçeklik olarak bakmak… Eşitsiz gelişme yasasının Marx ve Engels’in sistemlerinde içselleştirilememiş oluşu, tam da bu şekilde somutlanıyor. Marksizmin kurucuları, parlaklığını henüz yitirmemiş burjuva demokratik devrimler çağında, bu devrimlerin ileri atılımının eksikli ve eşitsiz gelişmenin ötesine geçemeyeceklerini net olarak kavramış değillerdir. Ek etmenlerden de söz edilebilir: Bilimsel sosyalizmin kendi doğumu öncesinden devraldığı mirasta, kapitalist toplumun sınıfsal ayrışmalarının net olmamasından kaynaklanan bir karmaşıklık mevcuttur. Küçük burjuva etkiler en sonunda, bu sınıf ile proletarya arasında bir ittifaka işaret etmek üzere sosyal demokrasi teriminde de ifadesini bulmuştur. Paralel, ancak farklı bir diğer olgu, sosyalist kampın heterojen yapısı ve Marksizmin bu yapı içerisindeki marjinalliği: Marx ve Engels, tarihsel-somut bir kanıtlamadan yoksun olmaları nedeniyle, kendi dışlarındaki eğilimlere ya da akımlara, belki de hak ettiklerinden çok daha fazla bir hoşgörü beslemişlerdir. İddiaları, çok sayıda işçi hareketinden bir tanesi olmaktan öteye gitmemiştir. Öncü yerine sınıfa konan vurgu burada birden fazla işlev taşıyor: Söylenenlerin kanıtlanmamış olmasından kaynaklanan bir mütevazılığa işaret ediyor; ikinci olarak da, işçi sınıfının sonuçta doğruyu, yani bilimsel sosyalizmi bulacağına ilişkin bir özgüveni yansıtıyor…
Sözünü ettiğim eksiklikler konusunda tatmin olmayanlar için kısa birkaç hatırlatma yapılabilir: Marx ve Engels, Alman İdeolojisi‘nde Şöyle diyorlar: ”Toplum üyelerinin çoğunluğunun oluşturduğu bu sınıfın (proletarya) içinden radikal bir devrim zorunluluğunun bilinci fışkırır.”4 Ekliyorlar, bu sınıfın nesnel durumuna düşen başka toplum kesimlerinden bireylerde de aynı sosyal bilinç ortaya çıkacaktır… Engels, siyasal mücadelenin durgunlaştığı, sosyalist hareketin tedrici bir gelişme yaşadığı bir konjonktürde, Komünist Liga’nın Tarihi’ni değerlendirirken şunları yazabilmiştir: ” O zamanlar, çalışıp çabalayıp proletaryanın tarihsel rolünü kavramaya kadar gelebilmiş az sayıda insanın gizlice gruplaşmaları ve 3 ila 20 kişilik küçük komünlerde saklanarak bir araya gelmeleri gerekliydi; bugün Alman proletaryasının ne açık ne gizli resmi örgüte artık ihtiyacı yoktur; aynı toplumsal sınıfa ait ve aynı fikirleri ileri süren yoldaşların basit ve doğal bağı, ne tüzüklere, ne yönetici komitelere, ne kararlara, ne de başka somut biçimlere ihtiyaç olmaksızın tüm Alman İmparatorluğu’nu sarsmaya yeterlidir. (…) Amerikan ve Avrupa proletaryasının uluslararası hareketi şimdi o denli güçlü hale gelmiştir ki, yalnızca hareketin ilk ve dar biçimi -gizli Liga- değil, ama sonsuz şekilde geniş ikinci biçimi de -açık Uluslararası Emekçiler Birliği- onun için bir pranga haline gelmiştir ve aynı sınıf konumunda olmanın kavranmasında temellenen basit dayanışma duygusu, tüm ülke ve dillerden emekçiler arasında bir tek ve aynı büyük proletarya partisini yaratmaya ve bir arada tutmaya yetmektedir.”5
Bu alıntılarla açıklığa kavuşturmak istediğim şu: Marx ve Engels, örgüt teorisi alanında sağlam bir çizgi yaratabilmiş değillerdir. Yukarıdaki alıntılara tam karşıt anlamlar çağrıştırabilecek başka pasajlar, aranırsa bulunabilir; ama bunların varlığı olsa olsa bir tutarsızlığa işaret edebilecektir… Marx ve Engels’in bu alanda tutarlı ve net olmayışlarını da haddinden fazla abartmak gerekmiyor. 20. yy başında üretilen örgüt teorisinin bir kopuş değil, katkı olarak adlandırılmasının mantığı, yöntemin ya da anahattın böyle bir yeniliğe açık olmasındadır. Şöyle de denilebilir: “Marx”ın gözlemi ve yönelttiği soru, “ittifaklar”dan siyasal iktidara, ”öncüler” kavramından örgüt sorununa dek, pek çok 20.yy tartışmasının, kendisine doğrudan atıfta bulunulmasa bile, hem kaynağı hem de çözüm anahtarı olmuştur.”6
Rusya ve Bolşevizm
Rusya’da yaratılan yeni örgüt modeli ve teorisi, bu kaynak ve çözüm anahtarını kullanarak, sosyalist hareketi Batı Avrupa’da içine yuvarlanmakta olduğu parlamentarist kitle partisi modelinin anaforundan kurtarmıştır. Bu yenilik, Rusya için Marksizmin manifestosu sayılan, Plehanov’un Sosyalizm ve Siyasal Mücadele broşürü içinde, daha 1883’de kendisini hissettirdi: “Ulusal yaşantının eski biçimlerinin… Üst sosyalist bir biçime yükselmeleri… güçlü ve iyi örgütlenmiş bir sosyalist işçi partisinin” müdahalesine bağlıdır,7 değerlendirmesi, uluslararası sosyal demokrasinin Menşevikleşmekte olduğu bir dönemde yapılmıştır… Yirmi yıl sonrasının Ne Yapmalı’sı, bir örgüt ilkesi, yada tüzük tartışması etrafında döner gözükürken, katkının bir savaş ilanı havasında ortaya sürüldüğü bir yapıttır; adım adım ve pratik olarak gerçekleştirilecek olan model, en rafine haliyle ilk kez burada dile getirilmiştir…
Bolşevizmin yaşadığı gelişim sürecinde temel nitelikler ve geçilen ana yollar olarak görülebilecek olan özellikleri, ekonomizm-legal Marksizm eleştirisi, örgütlenme ilkeleri, profesyoneller örgütü esprisi, hepsinin odağında da sosyalist iktidar perspektifidir. Bu gelişim, en sonunda, dar örgütlenmenin 17 Ekim’inde bir kitle hareketiyle çakışmasıyla doruğuna ulaştı. Bolşevikler, uzun süre kendilerini özenle ayırdıkları ve eleştirdikleri kitlenin güncelliğini bir devrimci durum sırasında yakalamayı başardılar.
Bu sonuca varana dek birer birer edinilen nitelikler, bir gelişim süreci yaşandığını gösteriyor. Bolşevizmin, daha yüzyılın başlangıcında olgunluğa ulaşmış olduğu, doğru politikalarla adım adım bir duvar örüldüğü, inşaatın da Ekim’de sona erdiği düşünülmemeli. Bolşevizm açısından sorun aslında bir siyasal tavrı benimseyip, reddetmek türü bir düzeyde yaşanmamıştır. Yaklaşık yirmi yıllık sürede, hareket doğrular ve hatalarla evrilmiş, sağa sola savrulmalar yaşamıştır. Bu yirmi yıl için bir “Bolşevizasyon” sürecinden söz etmek mümkün. Bu oluşumun bir teorik dayanağının, aydın ve öncünün bir özne olarak rollerine verilen önem olduğu söylendi. Bununla bağlantılı olarak, Bolşevizasyon sürecinde de, bir kaç liderin varlığının “sınıf mücadelesi kavramlaştırmasının iradi müdahaleyi devre dışı bıraktığını” düşünenler için çok ürkütücü bir yeri olmuştur. Yalnızca iki kritik momentten birer hatırlatma: Lenin, 1917 Nisan’ında partisi için bir yeniden inşa önermiştir;8 aynı yılın Ekim’inde iktidarın alınması tarihi üzerine Merkez Komitesi içerisinde ortaya çıkan sürtüşmeler, yine Lenin’in ayaklanmaya karşı çıkanları kastederek “ya onlar ya ben” dayatmasına kadar boyutlanmıştır…
Bolşevizasyon süreci, iktidarın alınmasından sonra da ermiyor. Örnek, Lenin 1919″da Kurucu Meclis seçimlerini değerlendirirken, sosyalizmin ancak siyasal iktidarın alınmasından sonra nüfusun çoğunluğunun desteğini kazanma şansına sahip olabileceğini açıkça yazdı. Pratik olarak aşılmış olan 19.yüzyıl patentli “çoğunluk devrimi” modelinin yerine, konjonktürü kullanmasını bilen, nicel kitle desteğine değil, nitel siyasal güce dayanan bir devrim modeli konulmaktaydı.
Oluşumun, anlık ya da kısa süreli bir teorik kopuş ile gerçekleşmeyip bir sürece yayılmış olması, akademik bir tartışma olarak görülmemeli. Önemli bir tartışma; çünkü bütün bu süreç boyunca çeşitli taktikler, yaklaşımlar, birbirini dıştalayabilen farklı politikalar her zaman ortak bir paydaya sahip olmuşlardır. Bu ortak paydayı saptayamayan sayısız yorumcu, örneğin bir Lenin’in çalışmalarından yine sayısız Lenin kişiliği türetebilmekteler… Ortak payda, sosyalist iktidar perspektifidir. Yalnızca bir örnek: Troçkistlerin bir tezi, 1917’ye dek, Lenin’in örgüt, Trostkiy’nin de devrim teorisini geliştirmiş ve bu yılın Nisan-Ekim arasında karşılıklı olarak kendi yanlışlarını bırakarak, birbirlerinin doğrularını devraldıkları yolunda. Oysa, Lenin’in 17’ye dek savunduğu tez “demokratik devrim” olarak adlandırılırsa da, Menşevik ya da popülist demokratik devrimcilikle hiçbir bağ taşımaz. Proletaryanın önderliği ve devrimin sosyalizme kesintisiz (iktidar değişikliği anlamında) geçmesi, Lenin’in ayraç noktalarını oluşturur. Aynı şekilde, örgüt de iktidarın alınması işlevine yönelik bir aygıt olarak teorileştirilmiştir.
Yeni parti teorisi ve modeli, yirmi yıllık bir sürede iktidarı almak hedefiyle ve iktidar mücadelesi verilirken oluşturulmuştur. İşçi sınıfının bilimsel sosyalist partisi, hiçbir zaman bu perspektif ve güncel mücadeleden ayrı düşünülmemelidir. Rusya’da bu nitelikler sayesinde oluşan yapı, diğer yerlerde farklı bir yol izlemedi, izlemeyecek. Bu muhalefet odağı, ya da baskı grubu perspektifinden kalkılarak işçi sınıfının partisi yaratılamayacaktır. Güncel mücadelenin ufku içinde hem nesnel, hem öznel olarak siyasal iktidarın olanaklılığı görülmeden, her hangi bir oluşumun bilimsel sosyalist parti sıfatını hak etmesi olanaksızdır…
Türkiye’ye Bakarken
Geleneksel sol, a-priori bir doğru olarak kabul ettiği söz konusu parti modeli ve teorisinden zaman içinde sapmalar ya da kaymalar gösterdi. Her şeyden önce “kabulün” temelini oluşturması gereken “çekirdekleşme” süreci yaşanmadığı, iktidara dönük -perspektif ve pratik anlamlarında- bir partileşme söz konusu olmadığı için… Geriye, kimi yerleşik tutumlar kalmıştır: Örneğin kontrolsüz kitle hareketine güvensizlik, bürokratizm-merkeziyetçilik eleştirilerini ciddiye almama vb… Bunlar aynı zamanda yeni solcu ve devrimci demokratlar için en önemli eleştiri malzemeleridir. Bu eleştirileri, kategorik olarak dışarıdan ve yıkıcı saymak gerekiyor. Zira geleneksel solun eleştirilere konu olan tutumları, kendi doğumunda başlıca dönemeçleri oluşturan popülizm ve demokratizm reddiyelerinin mirasıdır…
Ancak bir de, kitle hareketinin öncüyü aşması ya da örgüt kadrolarının bir mesai zihniyetinde atıllaşmaları gibi olasılıklar da var. Genel niteliği “darlık” ve “öncülük” olan örgütlenme, sınıfının ve diğer toplum kesimlerinin içinde dayanak noktalarına sahip olmak, elverişli konjonktürde kitleselliğin düzenleyici, yönetici, harekete geçirici merkezi haline dönüştürmek üzere hazırlıklı olmakla yükümlüdür. İktidar perspektifinin teorik tezler ve siyasal program dışında, gündelik pratikte somutlanması bu hazırlıkların yapılması anlamına geliyor. Olağan dönemlerde, marjinal kalmaya mahkum olan sosyalist hareket, dengelerin altüst olduğu momentlerde ciddi bir nicel ve dönüştürücü nitel güce ulaşma şansına sahiptir. Bu momentlerde örgütün niteliği, sınıfın niceliği ile buluşmadığı sürece, hazırlık sonuçlanmamış, “öncülük” realize edilmemiş olacaktır. Realize edilmemiş “öncülük” bir iddiadır; saygı duyulur, iddia sahiplerinde ve çevrelerinde kendine güveni besler… Bu işlevi bir yana, realize edilmemiş öncülüğün, ancak potansiyel bir anlam taşıdığı bilinmelidir.
Türkiye, tam da böyle bir konumu yaşıyor. Yerleşik bir partileşmenin var olduğu ülkelere göre, işçi sınıfının sosyalist mücadelesinin ve öncülüğün hiçbir yapılanmanın hanesine yazılamayacağı bir dönemde bulunuyor. Bu konum, varolanın toparlanması anlamında bir legal partileşme ile aşılacak bir sorun olarak görülmemeli. Türk sosyalistleri için “iktidar”ın henüz somut bir adım görüntüsü taşımadığı açık olmalı. Bugün, sosyalistler, bu kavramdan gündemde bulunan bir atılımı değil, bir siyasal-teorik perspektifi anlamak durumundadır. Sosyalist birey ve gruplaşmaların geleceğe katkıda bulunabilmelerinin, kalıcı olabilmelerinin, iktidar perspektifinin yerleşmesine yardımcı olmalarına bağlı olduğuna inanıyorum. Bugün sosyalist hareketin karmaşık yapısını değerlendirirken, bu, bir temel kıstastır. Mevcut oluşumların kimilerinin, yaşamlarını daha uzun zaman sürdürecek olsalar da, tarihsel olarak aşılmış yada aşılmakta olmaları buradan kaynaklanıyor. Legal partiyi, toplumsal demokratikleşmenin göstergesi olarak değerlendirmek; sosyal demokrasi ile kurulması hayal edilen bir cephenin motor gücü olarak görmek; sendikal hakların, demokratik kazanımların savunuculuğuyla sınırlamak… Tüm benzeri değerlendirmeler, Türkiye soluna sosyalist iktidar perspektifini kazandırma görevini geri plana itici, köstekleyici sonuçlara yol açacaktır. “Legal sol parti” yukarıda sözü edilen bir “hazırlık” sürecinin parçası olarak kavranmak zorunda. Artı, bir dengede durmak zorunda: İktidarın güncelliği yanılsamasına kapılmaksızın, iktidar tutkusunun Türk sosyalistlerine, aydınlara ve ileri işçilere içselleştirilmesi görevini üstlenmek… Ahmet Kaçmaz’ın Görüş dergisinde yer alan röportajında, hukuki engellerin zorlanmasına ilişkin olarak kullandığı “üzüm yemek, ama bağcıyı dövmemek”9 ifadesini bu şekilde genişletmek ve yorumlamak istiyorum.
Özetle, Türkiye’de yeniden güncellik kazanan legal sol parti tartışmasında birkaç önemli köşe taşını, bilimsel sosyalist partinin genel oluşum yolları, örgüt teorisi ve Türkiye solunun gereksinmeleri oluşturmalıdır. Türk sosyalistlerinin, partileşme sürecinin hangi noktasında bulunduklarına ve bu süreçte bir ara adım olarak legal sol partinin ne anlam taşıyacağına “teorik” bir gözle bakmaları gerekiyor. Ayrıntılı ve zengin bir tartışmayla buna ulaşmak gerekiyor. Parti girişiminin ilk ve gerçekten de çok önemsenmesi gereken somut ürünü, bu tartışma ve değerlendirmeler olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Cankoçak, Uğur; “Sosyalist Parti için Yanıtlar”, Zemin 3 içinde, İst. Aralık 1986, s.62
- Aybar, M.Ali; Marksizm’de Örgüt Sorunu, İst.1979
- Çulhaoğlu, Metin; “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru”, Gelenek 4 içinde, Ank. Şubat 1987, s.22
- Marx, Karl-Engels, Friedrich; Ouevres Choisies I, Ed. Du Progres, Moskova 1978, s.37
- Marx. K-Engels,F., a.g.e., s.122
- Çulhaoğlu, M.; “İşçi Sınıfı: Neden ve Nasıl”, Gelenek 7 içinde, Ank. Mayıs 1987, s.49
- Plekhanov, Georges; “Socialisme et Lutte Politique”, Ouevres Philosophiques I içinde, Moskova, s.7
- Lenin, V.I.; “Proleter… bir parti kuralım; Bolşevizmin en iyi yandaşları bu partinin ögelerini daha önce yaratmış bulunuyorlar”; Ouevres 24, Ed. Sociales Paris-Ed de Progres, Moskova, 1971 s.30
- Kaçmaz, Ahmet; “Sol Siyasetten Silinemez”, Görüş 7 içinde, İst. Haziran 1987, s.7.