Parti’nin Niteliği ve 1968 Kongresi:
“Türkiye İşçi Partisi, Türk işçi sınıfının ve onun tarihi, bilime dayanan demokratik öncülüğü etrafında toplanmış, onunla kader birliğinin bilinç ve mutluluğuna varmış toplumcu aydınlarla, ırgatların, topraksız ve az topraklı köylülerin, zanaatkarların, küçük esnafın, aylıklı ve ücretlilerin, dar gelirli serbest meslek sahiplerinin, kısacası, emeğiyle yaşayan bütün yurttaşların kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilatıdır.” 1
TİP gerçek bir “işçi sınıfı” partisi miydi? Parti’nin karakterini ve amacını belirten tüzükte gösterildiği gibi, TİP gerçekte bir sınıf partisi olarak değil, “halkın partisi”, “tüm emekçilerin partisi” olarak kuruluyor. Son derece muğlak, ileride çok büyük tartışmalara yol açacak ve herkesin kendi anlayışına göre yorumlanabilecek “işçi sınıfı öncülüğü” TİP’i işçi sınıfı partisi yapamıyor. Ancak TİP’i kuran sendikacılar sorunun özünü anlamadan, sadece biçimsel olarak “işçi” kelimesini Parti’nin adına yazdırıyorlar. Böylece Parti’nin tüzüğü ile ismi arasındaki büyük çelişki Parti tarihinde önemli bir yer tutuyor.
Şöyle söylenebilir: “O günkü şartlarda bir sınıf partisi kurulması olanaksız olduğu için böyle bir yola başvuruluyor.” Ama durum bunu göstermiyor. TİP’in tüzük ve programında yer alan ilkeler M. Ali Aybar’ın damgasını taşıyor. M. Ali Aybar, Parti yönetimine getireceği aydınları kişisel yakınlıklarına ve yargılarına göre seçiyor. Bu durum ister istemez, kendiliğinden Parti içinde bir Merkez Kliği ortaya çıkartıyor. Bu Klik senelerce Parti’yi istediği gibi idare ediyor, karşı çıkanları da rahatlıkla tasfiye edebiliyor. Bu anlayış ve gelenek TİP’in ikinci döneminde de devam ediyor.
Genellikle Parti’ye girenler, özellikle M. Ali Aybar’la yakın ilişkide olup, Parti’nin yönetiminde görev alanlar, M. Ali Aybar’dan farklı düşünmüyorlar. Farklı düşünenler ise, kısa bir zaman sonra Parti’den ayrılmak zorunda kalıyorlar.
“Türkiye’de ise, sosyalist hareket işçi-emekçi sınıfların birleşik hareketi olarak gelişmektedir.” 2
1968 yılında yayınlanan Türkiye ve Sosyalizm Sorunları kitabında Behice Boran bu düşüncelerini daha da güçlendirmek için yazısına daha ileride şöyle devam ediyor:
“Sosyalist hareketin, işçilerle birlikte öbür emekçi kitlelerin doğrudan doğruya birleşik hareketi olarak gelişmesi sosyalist hareketin sınıfsal temelini genişletmekte, güçlendirmektedir. İşçi sınıfı sayı olarak nispi yetersizliğini, öbür emekçi sınıfların da sosyalist harekete katılması ve katılmaya eğilimli olmasıyla telafi etmekte (a.b.ç.) egemen sınıfların karşısına güçlenmiş olarak çıkabilmektedir. Dış ve iç sömürü düzeninin etkisi ve azgelişmiş bir toplum olmanın gerekleri sonucu sınıfsal kutuplaşmanın derin ayrımı tüm egemen sınıflarla tüm emekçi sınıflar arasında yer almakta, sınıf bilinçlenmesi emekçi olan-olmayan kalın çizgisi üzerinde oluşmaktadır.” 3
TİP’in teorisyenleri arasında yer alan Behice Boran, M. Ali Aybar’ın ilkelerini saptadığı tüzük çerçevesinde, 1968’de çıkan kitabında kitle partisi görüşünü savunurken, sonradan üzerinde büyük tartışmalara yol açacak olan “ittifakların parti içinde gerçekleşeceği” düşüncesini net bir biçimde açıklıyor. Bilindiği gibi, kişi hangi sınıftan gelirse gelsin, bilimsel sosyalizmin ilkeleri çerçevesinde işçi sınıfı partisine üye olma hakkını kazanır. Ama kişiye geldiği sınıfın ideolojisiyle partiye girme olanağı tanınırsa, o partiye işçi sınıfı partisi demek mümkün değildir. Böyle bir durumda “işçi sınıfının demokratik öncülüğü” kavramına açıklık getirmek önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Ama ne yazık ki, bu kavram 1960’larda bir türlü yeterli ölçüde açıklığa kavuşamıyor. Bu konuda TİP programı şöyle yazıyor:
“Halkın öz partisini kurmakla işçi sınıfımız demokratik öncülüğünü fiilen ispat etmiştir.” 4
İşçi sınıfının, halkın öz partisini kurmakla öncülüğünü ispat etmesini Behice Boran şöyle yorumluyor:
“İşçi sınıfının öncülüğünü, TİP’in programında belirtildiği gibi, ‘işçi sınıfının öteki halk, sınıf ve tabakaları karşısında herhangi bir üstünlüğü olduğu ve imtiyazlı bir duruma sahip anlamına gelmez’. İşçi sınıfı öncülüğü, ona sosyalist teoride veya partilerce tanınmış bir imtiyaz değil, toplum yapısının, gelişme kanunlarının incelenmesi sonucu yapacağı öngörülen -ve umulan- tarihsel bir görevdir. İşçi sınıfı bu görevi fiilen yaptığı ölçüde öbür emekçi sınıflara öncü olur.” 5
Behice Boran konuyu şöyle noktalıyor:
“Türk sosyalist hareketinin, işçi sınıfının örgütlü hareketi halinde gelişip, öbür emekçi sınıfları müttefik ve yardımcı olarak kazanma sorunu yoktur, kendi seyri içinde işçi-emekçi sınıflar hareketi halinde yürümektedir.” 6
Böylece ittifak, destekleme gibi kavramlar tarihin çöplüklerine atılıyor. Geriye ne kalıyor? Bu noktada Genel Başkan M. Ali Aybar’ın, savunuculuğunu yaptığı “Türkiye Sosyalizmi”ni anlattığı TİP Tarihi‘nin I. cildinden yapılacak uzun bir alıntı bu görüşleri sergilemek ve toplamak açısından gerekli oluyor:
“Partinin özelliğini ve amacını belirten 2’inci ve 3’üncü maddeleri ile yönetimde emekçilerin söz ve karar sahibi olmalarını sağlayan 53’üncü maddeyi ben yazdım. 2 maddede proletarya diktatörlüğünü kabul etmediğimizi açıkça belirtiyorduk. Yasalar karşısında zaten başka türlü hareket edemezdiniz denmesin. Bizden önce kurulmuş sol partiler gibi, konunun üzerine gitmez, suskunlukla geçiştirirdik. Oysa işçi sınıfının emekçi halk yığınları içindeki özel durumunu özenle vurguluyorduk. Ancak, bunu, işçi olmayan emekçilerin işçi sınıfının öncülüğünü kabul etmesi ve demokratik kurallar içinde hareket edilmesi koşuluna bağlıyorduk. Ne sınıf olarak işçilerin öncülüğünü, ne profesyonel devrimcilerin öncülüğünü dayatmak kesinlikle söz konusu değildi. 2’inci maddenin ikinci paragrafında:
“TİP yurt ve dünya olaylarını Türk işçi sınıfı ve emekçi halk yığınları açısından değerlendirir; onların menfaatlerini savunur; hak ve hürriyetlerinin gerçekleştirilmesi için mücadele eder”
biçimindeki açık anlatım, emekçi yığınlarını bir tüm olarak gördüğümüz konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu. 3’üncü paragraf bu görüşü bir kez daha vurguluyor:
“Ulusun büyük çoğunluğunu meydana getiren emekçi halk yığınları bütün zenginliklerin, bütün değerlerin gerçek yaratıcısı, sosyal gelişmenin biricik itici kuvvetidir” deniliyordu. 3’üncü maddenin ikinci paragrafında da:
“Türkiye’nin ileri bir toplum haline getirilmesi işi ile, emekçi halk yığınlarının yurt işlerinde söz ve karar sahibi olmaları insanca yaşama şartlarına kavuşturulması işi, birçok davanın birbirine bağlı bölümleridir; biri gerçekleştirilmeden öteki gerçekleştirilemez.” denilerek işçi sınıfına bir ayrıcalık tanınmadığı, işçi sınıfının emekçi halk yığınlarının bir parçası olarak görüldüğü bir kez daha vurgulanıyordu. “Biz aşağıdan yukarı bir yığın hareketini başlatmak amacındaydık. Emekçi halk yığınları içinden sıyrılıp devleti yönetecek ayrıcalıklı yeni bir egemen sınıf yaratmak düşüncelerimizin kesinlikle dışındaydı…” 7
Bu düşüncelerinde o kadar ileri gidiyor ki, M. Ali Aybar TİP Genel Yönetim Kurulu’nun Mayıs 1963’te Gaziantep’te yaptığı konuşmada şöyle söylemekten çekinmiyor:
“… Memleketin yüksek menfaatleri anayasayı yıkıcı faaliyetler konusunda da aynı uyanıklığın ve gerçekçi anlayışın gösterilmesini emrediyor. Yabancı bir devlet hesabına veya zor kullanarak iktidara geçmek ve demokratik sosyal anayasa rejimini devirmek veya tatil etmek amacında olanlar hakkında açık metinli, hükümleri şuraya buraya çekilemeyecek kesin kanunlar konmalıdır. (Türkiye İşçi Partisi Büyük Meclis’e pek yakında böyle bir kanun teklifi sunacaktır) Bu gibi kimselerin yanılmadan teşhisine gidilmelidir. Geniş kadrolu ve her türlü teknik aletlerle donatılmış emniyet teşkilatının, bilgi seviyesi daha da yükseltilirse, (a.b.ç.) bu işin üstesinden gelmesi zor olmayacaktır.” 8
TİP’in “süreç içinde gelişimi” 1975’te kurulan II. TİP’in programında son derece çarpıtılarak verilmeye çalışılıyor:
“Toplumun çeşitli sınıf ve tabakalarındaki gelişmeler, kökünde hep sınıf yapısının değişmesinden kaynaklanıyor ve soldaki çeşitli eğilim ve hareketler, işçi sınıfı hareketinin doğurduğu dalgalanmalar, yansımalar olarak oluşuyordu. Bu yapısal değişmeler ve işçi sınıfının artan gücü ve bilinçliliği Türkiye İşçi Partisi’ne de yansıdı. Parti, ilk yılarından başlayarak bir süreç içinde sosyalist niteliğini güçlendiren (a.b.ç.) doğrultuda gelişmişti. Bu işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmesinin bir sonucuydu.” 9
Burada Parti’nin geçmişi savunulurken, son derece hatalı bir yol izleniyor. Yanlış yazıyor II. TİP Programı. Yukarıda anlatılanlarla gerçek birbirine uymuyor. Tekrar etmekte yarar var: TİP, işçi sınıfı partisi olarak değil, tüm emekçilerin partisi olarak doğuyor, gelişiyor. Sosyalist niteliği değil, halkçı niteliği ağır basıyor. Bilimsel sosyalizmin ilkelerinden esinlenmesi, programın ve tüzüğünün özünü çok büyük ölçüde değiştirmiyor. Örgütlenme biçimi bu niteliğe uygun olarak geliştiriliyor. Parti liderliğinin sınıfsal içerikten yoksun parti anlayışı bu durumun diğer önemli nedenlerinden birini oluşturuyor. II. TİP Programı şöyle devam ediyor:
“Ama 1968’e doğru Parti bu gidişe ayak uyduramaz oldu, tersine Parti liderliği hareketi sınıfsal içeriğinden boşaltıcı genel halkçılık çizgisine kaydı.” 10
Bunun tam tersini yazarak gerçeğe yaklaşmak mümkün olabiliyor. Örgüt birimlerinden, eylemlerini sürekli olarak sürdüren, önlerine çıkan sorunlar karşısında çözüm yolları arayan, partinin eğitim, yayın, derinlemesine örgütlenme sorunlarına kafa yoran, bilinç düzeylerini okudukları bilimsel kitaplarla devamlı yükseltmek için çaba gösterenler yavaş yavaş parti liderlerinin kendilerine şimdiye kadar sundukları sınıfsal içeriğinden boşaltılmış genel bir halkçılık çizgisine karşı gün geçtikçe büyük bir tepki duymaya başlıyorlar. İşte 1968’de Parti içindeki olayların özü burada yatıyor. Parti’nin niteliği üzerinde biraz daha durmak, soruna daha da açıklık getirmesi açısından önemli oluyor. Genel Başkan M. Ali Aybar, arkadaşları tarafından paylaşılan düşüncelerini, aynı doğrultuda geliştirerek sürdürmeye devam ediyor. Zaman zaman Parti programını aşan konuşmalar yapıyorsa da kendi içinde tutarlılığından uzaklaşmıyor. Behice Boran ise aynı tarihlerde -1968- yazdığı kitapta, M. Ali Aybar’ın düşüncelerini paylaşarak Genel Merkez’in o güne kadar oluşturduğu anlayışla partinin örgütsel, ideolojik ve politik yapısını korumaya çalışıyor. Şimdi, Parti Merkez Yürütme Kurulu üyesi ve İstanbul milletvekili, Parti’nin üçüncü ideologu Sadun Aren’in sosyalizm anlayışına sıra geliyor:
“… Sosyalizm birçok insanların kafasında kanlı ihtilaller ve totaliter idarelerle çağrışım halindedir. Bu gibi insanlar tamamiyle haksız da değillerdir. Gerçekten sosyalizm birçok memleketlerde ihtilal yolu ile iktidara gelmiş ve totaliter idarelerle yürütülmüştür. Sosyalizmin Türkiye’de de bu aynı yollarla gerçekleşeceğini zanneden kimseler, haklı olarak sosyalizme karşı çekingen davranmaktadırlar. Bu sebepten sosyalizmin gerçekleşme yolunun diğer memleketlerin izlemiş oldukları yoldan farklı olacağını ortaya koymak lazımdır…
“Totaliter, insafsız bir idare karşısında değiliz. Demokratik düşünüş ve idare her gün biraz daha kökleşmekte ve yerleşmektedir. Bu durum bir sınıf diktatörlüğünü, yani devlet kuvvetinin bir sınıf veya zümre yararına kullanılmasını geniş ölçüde önlemektedir.(…)
“Demek oluyor ki, sosyalizm bizde bir sınıf kavgası vasıtası veya zulme karşı bir isyan ve nefretin tezahürü değildir. Sosyalizmin bizdeki en büyük gerekçesi, kalkınma ve batılılaşmamızın yegane vasıtası (a.b.ç.), toplumumuzun ve dünya şartlarının bizi zorladığı bir sistem olmasıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, memleketimizde sosyalizmin gerçekleşmesi için izlenecek yol ihtilalci değildir ve olamaz. Sosyalizm kamuoyu ile demokratik bir şekilde iş başına geçecektir. Ama bu takdirde de hatıra şu sual gelmektedir: Demokratik bir yolla iktidara geldikten sonra sosyalistlerin diğer partileri kapatarak işleri totaliter bir şekilde yürütmeleri ihtimali yok mudur? Bu sual ve onun doğurduğu endişe yersizdir. Bu bakımdan sosyalist bir parti ile sosyalist olmayan partiler arasında bir ayırma yapmamak lazımdır. Diğer partilerin totaliter bir idare kurmalarını önleyen kuvvetler (a.b.ç.), sosyalist partinin de aynı yola gitmesini önleyeceklerdir. Bunun aksini düşünmek, sosyalizmin esas itibariyle totaliter bir karakterde olduğu şekilde peşin ve haksız bir kanaate saplanmış olmak demektir ki, böyle bir şey gerçeğin tam tersidir. Çünkü sosyalizmin en hâkim niteliği insancı ve dolayısıyla hürriyetçi oluşudur… (a.b.ç.)
“…Sosyalizmin bu yanı, bir dünya görüşü, bir yaşantı olmasıdır. Sosyalizmin bizde bu yanından az bahsedilmiş olmasının sebebi, bir kalkınma vasıtası olarak sosyalizmin daha acil ve yeter derecede ikna edici oluşudur. Ancak sosyalizmin bu insancı (hümanist) yanını unutmamak ve daima hatırda tutmak lazımdır. Zaten sosyalizmin bu yanını unutursak Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ileri memleketlerdeki sosyalizmi ve sosyalistleri (a.b.ç.) anlamaya imkan kalmaz. Çünkü bu memleketlerin ne ‘muasır medeniyet seviyesine erişmeye’ ne de iktisaden kalkınmaya fazla ihtiyaçları yoktur. Buralardaki sosyalizmin gerekçesi insanları daha mutlu kılan daha doyurucu bir düzen bir yaşantı olmasıdır.” 11
1963’te Yön dergisinde çıkan bu yazıda Sadun Aren M. Ali Aybar ve Behice Boran’dan farklı düşünmüyor. 1968’e kadar da aynı kişilerle görüşlerini paylaştığı için Genel Merkez’in bütünlüğü bozulmuyor. Burada önemli bir nokta üzerinde durmak gerekiyor: Türkiye’de sosyalizmin gerekçesi “kalkınma ve batılılaşma” olarak gösteriliyor. Batılılaşma ya da çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak, Kemalizm’in en önemli ögesi olarak, Batılı kapitalist gelişmiş ülkelerin yapısına kavuşmakla özdeş oluyor. 1960’larda sosyalizm açısından sorun şöyle ortaya konuyor: “Kapitalist yolla Türkiye kalkınamaz, ancak sosyalizmle kalkınma mümkündür.” Bu konuyu daha da derinleştirmek için ise TİP Programı’nın eleştirisi gündeme geliyor.
TİP Programı
TİP’in programı 9-10 Şubat 1964’te İzmir’de yapılan I. Büyük Kongre’de kabul ediliyor. TİP’in 1961’de hazırlanan başka bir programı da var. Önce M. Ali Aybar ve Behice Boran “Program Taslağının Ana Çizgileri”ni hazırlıyorlar. Aybar 29 Ağustos 1963 tarihinde muhtelif sanatçılara ve bilim adamlarına bir mektupla birlikte program taslağını göndererek katkılarını istiyor. Ama ciddi bir destek sağlayamıyor. Daha sonra partili ve parti sempatizanı aydınlar arasında, “Parti Etüd ve Araştırma Bürosu”nda tartışılıp I. Büyük Kongre’ye sunulacak bir biçime getiriliyor, Parti Program Taslağı. Ancak konu çok aceleye getirildiği için bazı önemli noktalar yeterli ölçüde açıklığa kavuşturulamıyor. I. Büyük Kongre’ye sunulan program taslağı hiç tartışılmadan sadece övgü dolu konuşmalarla, olduğu gibi kabul ediliyor. “Program Taslağının Ana Çizgileri” ile TİP Programı arasında önemli bir fark var. TİP Programında “kapitalist olmayan kalkınma yolu” çözüm yolu olarak gösterilirken, “Program Taslağının Ana Çizgileri”nde “Milli Kuvvetler (Kuvai Milliyeci) Demokrasisi” öne sürülüyor:
“Milli Kuvvetler Demokrasisi, derebeyi kalıntısı toprak ağalığı ve yabancılara aracılık eden ticaret burjuvazisinin ve müttefiklerinin, demokratik rejimin kurulup işlemesini köstekleyen, halk yararına ekonomik kalkınmayı, sosyal ve kültürel ilerlemeyi frenleyen, sosyal adalet ve güvenliğe karşı koyan zararlı nüfuz ve hakimiyetlerini önlemek amacını güder.”12
1960 öncesi sosyalist hareketin arkasında yeterince kaynak bırakmaması, programı hazırlayanların nitelikleri ve Türkiye hakkında bilgilerinin eksiklikleri, programın hazırlanmasında çok önemli roller oynuyor.
TİP Programı, B.M.M.’nin 1920 Beyannamesi ve Mustafa Kemal’in 1 Aralık 1921 söylevinden sonra bir giriş ile başlıyor. Bu giriş Programın özü niteliğinde; çünkü TİP’in amacı ve niteliği anlatılıyor. Birinci bölümde “Türkiye’nin maddi sosyal ve politik yapısı” uzun uzun analiz ediliyor. Bu kısımda, ilk önce Türkiye’nin üretim güçleri inceleniyor, arkasından bu temel güçler üzerine kurulu üretim ilişkileri ve dolayısıyla sınıf yapısı tahlil ediliyor. Sonuçta ise, iktidarın sınıf yapısı ortaya çıkartılıyor. Ayrı bir paragraf başlığı ile de Türkiye işçi sınıfının tarihi mücadelesi anlatılıyor. İkinci bölüm, “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nu kapitalist kalkınmaya alternatif olarak gösteriyor:
“Özet olarak yaptığımız bu açıklamalar gösteriyor ki, Türkiye’nin özel sektör eliyle, yani kapitalist bir düzen içinde kalkınması mümkün değildir. O halde Türkiye için kurtuluş, kapitalist olmayan bir kalkınma yoluna girmektir. KAPİTALİST OLMAYAN KALKINMA YOLU emekten yana ve emekçilerin yürütümüne ve denetimine katıldığı planlı bir devletçilik olarak tanımlanabilir. Böyle bir düzende kamu sektörü esastır ve ekonomiye hâkim olacak kadar geniştir. Özel sektör plan çerçevesi içinde kamu sektörünün yardımcısı olarak çalışır ve gelişir.”13
Üçüncü bölüm, Temel İlkeler’i içeriyor. Bu bölümün ilk üç alt başlığı emekçilerin iktidarının bilime dayalı bir politika çizeceğini ve halkın günlük yaşamında demokrasiyi gerçekleştireceğini anlatıyor. Bunun için emekçi halkın yürütümüne doğrudan doğruya katılıp denetlediği emekten yana planlı bir devletçiliğin uygulanacağını vurguluyor. Diğer başlıklar ise, anayasanın temel ilkelerini emekçi iktidar açısından değerlendiriyor. Özellikle “Her şey insan için” başlığını taşıyan 10. kısımda, “Her şey insan için olduğu gibi, maddi ve manevi bütün zenginliklerin yaratıcısı da insandır, onun üretici emeğidir; bunun için emek toplumda en yüce değerdir. Bütün nimetler emeğe göre paylaştırılır, yetkiler emeğe göre edinilir. Atatürk’ün deyimiyle, ‘Çalışmak sayesinde bir hakkı iktisap ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını sâyiden muarrâ geçirmek isteyen insanların bizim heyeti içtimaimiz içerisinde hakkı yoktur, yeri yoktur’. Bunun içindir ki, Türkiye İşçi Partisi, milli geliri, ’emeğe göre gelir’ ilkesinin ışığı altında kişiler, sınıflar ve bölgeler arasında hakça paylaştırılacaktır.”14
Dördüncü ve son bölümde ise, ayrıntılı olarak “vatandaşlara ne getireceğiz” konusu açıklanıyor. Özellikle toprak reformu konusu programın 10 sayfasını işgal ediyor. Devletçilik anlayışı ise, şöyle sıralanıyor:
a- Emekten yana devletçilik ve planlama.
b- Kamu yatırımları ile ağır sanayide kilit taşı görevi gören işletmeler devlet eliyle kurulacaktır.
c- Özel teşebbüs ise, devlet işletmeciliğinin dolduramadığı alanları üstlenecektir.
d- Sanayide oligopol ya da monopol durumunda olan özel teşebbüs işletmeleri devletleştirilecektir.
e- Madenler, petrol arama, enerji devlet eliyle işletilecektir.
f- Dış ticaret, bankacılık ve sigortacılık devletleştirilecektir.
Ve son olarak toplumun sosyal yaşamı konusunda çok geniş açıklamalar yer alıyor TİP Programında.
Bu Program konusunda Behice Boran Çark Başak‘ta, 1970’lerde şöyle yazıyor:
“Yeni bir program üzerinde çok ve ciddiyetle çalışılmıştır. 1964’te kabul edilen program bir yılı aşkın bir çalışmanın ürünüdür. Yalnız Parti içindeki değil, Parti dışındaki uzman ve bilim adamlarının da görüş ve raporları alınmış, ortak toplantılarda konular uzun uzun tartışılmıştır. Yukarıda işaret ettiğim bilimsel bilgi ve veriler yetersizliğine ve sosyalizme karşıt, anti-demokratik ortamın kısıtlayıcı şartlarına rağmen bu sistemli ve ısrarlı çalışmalar olumlu ürün vermiştir. 1964 programı, eleştirilecek yanları her ne olursa olsun, bütününde ve esasında bilimsel sosyalizm açısından Türkiye şartlarında geçerli bir programdır.” 15
Artık eleştiriye sıra geliyor. İlk önce TİP… TİP Programının çok uzun ve ayrıntılı bir metinden oluştuğunu yazmak gerekiyor. Oysa bir parti programı kısa ama çok açık olmalı.
“Program gereksiz tek kelimeyi bile içermeyen ifadeler vermeli, açıklama görevini yorumlara, broşürlere, ajitasyona vs… bırakmalıdır.” 16
Programın temel mantığında yatan “kapitalist olmayan kalkınma yolu” ile eleştirinin başlaması zorunlu. Bu konunun dergi sayfaları için oldukça uzun olduğunu bilerek, ama bu çalışmanın devamında “MDD ve 1970 Kongresi” bölümüne ışık tutacağından, yeterli ölçüde açıklama yapmak gerekli oluyor. Özellikle esen rüzgara göre yelken açanların kaynağını ortaya çıkartmak açısından. Türkiye’de moda sadece giysilerde olmuyor, parti programlarına da yansıyor. “Kapitalist olmayan kalkınma yolu” o dönemin modası. Daha sonra “anti-tekel”, şimdi de “Barış ve Demoratik Yenilenme”. Türkiye’de ilk önce tez ortaya atılıyor, ondan sonra Türkiye’nin şartları ona uyduruluyor. Bu hastalığın kırılması gerekiyor. Aksi halde iki binlerde yeni bir modanın hazırlıklarına şimdiden başlamak zorunlu olacak.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Soğuk Savaş tüm şiddetiyle gündeme girerken, dünyada sosyalizm arayışları hızlanıyor. Gelişmiş ülkeler için barışçıl geçiş ön plana çıkartılıyor. Yeni bağımsızlığına kavuşmuş Asya ve Afrika ülkeleri için yeni sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtuluş ümidi olarak “kapitalist olmayan kalkınma yolu” tezi ortaya atılıyor. Sınıf mücadelesinin son derece geri olduğu bu ülkelerde hayali ilerici güçlere dayanarak devletleştirmeler yoluyla kalkınmanın mümkün olabileceğini gösteren bu tez “milli burjuvazi”, “yurtsever subaylar” gibi sınıf ve ara tabakalara çok önem veriyor. 1960’larda tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de sınıf mücadelesini sevmeyen “ilerici aydınlar” arasında çok tutuluyor. Mısır gibi ülkelerin örnek alınması için çaba gösteriliyor. Sınıf mücadelesinin devamlı olarak geri plana itildiği bu tezde, sınıflar arası ittifaklar ön plana çıkartılıyor, ama günümüze dek bu kalkınma modeliyle hiçbir ülke sosyalizme geçemiyor. Tam tersine bu ülkelerde “ilkel devlet kapitalizmi” yoluyla kapitalizmin geliştiği görülüyor. Teorik temeli olmayan bu tez 1970’lerde terk ediliyor ve tarihin derinliklerine gömülüyor.
Ama o zamanlar TİP’in resmi olmayan yayın organı Sosyal Adalet “kapitalist olmayan kalkınma yolu”na çok önem veriyor. 9 Nisan 1963’te, daha TİP programı tartışmaları sürerken, Sosyal Adalet’in 4’üncü sayısında, programın hazırlanmasında önemli roller oynayan ve aynı zamanda TİP üyesi olan Fethi Naci ve Selahattin Hilav imzalarıyla “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nu anlatan bir yazı çıkıyor. Yazıdan önemli bir paragraf şöyle:
“Kapitalist olmayan kalkınma yolu”nun esası: Yarı-feodal, feodal ya da sömürge ekonomisinden, kapitalizm dönemini atlayarak sosyalizme geçişin meydana geldiği memleketlerin ekonomik ve sosyal gelişme oluşumudur.
“Kapitalist olmayan yol, kapitalist yolu tutmuş olsalar da, henüz sınai kapitalizmin olgun şekillerine erişmemiş olan az veya çok emperyalizme bağlı olan, feodalizmin önemli kalıntılarını muhafaza eden, ama sonunda kapitalizmle bağlarını tamamiyle koparmak üzere, özel sermayenin ilerleyişini sınırlandırmak imkanına sahip az gelişmiş memleketler için de geçerlidir. Başka bir deyişle, söz konusu olan şey az çok gelişmiş kapitalist münasebetlerin var olduğu memleketlerde, yarı sömürge ve yarı feodal bir ekonomiden olgunluk durumuna ulaşmış sınai kapitalizm dönemini atlayarak, sosyalist bir ekonomiye muhtemel bir geçişi sağlayan sosyal mekanizmadır. Ve ancak zorunlu maddi ve sosyal şartları hazırladıktan sonradır ki, bu memleketler sosyalizmin kuruluşuna koyulabilirler.”
Sosyal Adalet‘te “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nun propagandası yapılıyor. Nitekim daha sonra bu anlayış TİP Programına şöyle yansıyor:
“Köklü reformlar yapılır ve bugünkü sosyal şartlar değiştirilirse, Türkiye kendi imkanlarıyla kalkınıp ilerleyebilecektir.” 17
Böylece TİP Programının sosyalist anlayışı basit bir kalkınma anlayışıyla özdeşleşiyor. Sosyal Adalet‘in 16 Nisan sayısında aynı yazının devamından önemli bir paragraf duruma daha da açıklık getiriyor:
“Kapitalist olmayan yol tarihi bakımından, bugünkü şartlar içinde ortaya çıkmış olan bir imkandır. Şimdiye kadar, sosyal oluşumlar feodalizm-kapitalizm-sosyalizm şeklinde tabii ardarda gelişindeki sırayı bozmak kimsenin aklına gelmiyordu. Oysa kapitalist olmayan yol demek, kapitalist dönemini atlayarak yani bu tabii ardarda geliş sırasını bozarak sosyalizme geçmek demektir. Başka türlü söylersek, kapitalist olmayan yol belli bir noktaya kadar sosyal gelişme kanunlarının kapitalizme ayırdığı tarihi rolü (yani sosyalizm için maddi ve sosyal hazırlık) oynar. Ama kapitalist olmayan gelişme yolunun üstünlüğü, şimdiye kadar kapitalizmin birçok sıkıntılar pahasına ve uzun sürelerde yaptığı bu işi bu sıkıntılardan kaçınarak ve son derece kısaltılmış tarihi sürelerde tamamlamayı mümkün kılmaktadır.
“Bu oluş boyunca toplumun politik teşkilatının şekilleri pek değişik olabilir. Bugünkü şartlar içinde en uygun ve en etkili şekil (şüphesiz mümkün olan tek şekil değil) Milli Demokrasi Devletidir. (a.b.ç.)
“Milli demokrasinin kuruluşu, gericilik üzerinde, yani emperyalistler, ticaret burjuvazisi, feodaller üzerinde demokratik ve yurtsever kuvvetlerinin zaferi demektir (sanayi burjuvazisi de ancak bu harekete aktif olarak katılırsa demokratik ve yurtsever kuvvetler safında yer alır). Milli devrim hareketi hakkında bütün memleketler için geçerli olan bir tablo çizmek imkansızdır. Bu devrim boyunca sosyal sınıfların kuvvet münasebetleri hakkında ortaya konabilecek evrensel bir sınır yoktur. Milli demokrasi tarihe her memleketin kendine has milli kıyafetiyle girecektir…
“Milli demokrasi devletinin başka temel bir özelliği de bu iki sınıfın ya da bu iki sınıfın birinin diktatörlüğü altında yönetilmemesidir. Milli demokrasi devletinin temel özelliği, yenilgiye uğratılmış gerici sınıfları baskı altında tutması ve bütün yurtsever sınıfların menfaatini korumasıdır. Böyle bir devlette politik yöneticilik belli bir sınıfın ya da belli bir partinin elinde değil, bütün yurtsever sınıfların ve demokrasiyi benimsemiş partiler topluluğunun elinde bulunacaktır. Ayrıca milli bir cephe içinde toplanmış ve gericiliği yenilgiye uğratmış olan bu ilerici sınıflar arasındaki münasebetler, hem bu sınıfların sağlam güç birliğini (ittifakını) dile getirecek, hem de memleketin kalkınmasını sağlamak konusunda aralarında bir yarışmanın doğmasına yol açacaktır.” 18
Türkiye sosyalist hareketinde 1960’larda yapılan tüm tartışmaların kaynağını göstermek zorunlu olduğu için bu uzun alıntıya yer vermek gerekti. Bu yazıda ortaya konan görüşler, biçimleri farklı da olsa çeşitli gruplara esin kaynağı oluyor.
Artık emperyalizm sorununa sıra geliyor. Programda yukarıdaki görüşler çerçevesinde emperyalizm bir sistem olarak ele alınmıyor. Emperyalizmin, siyasi, iktisadi ve ideolojik yönleri o günkü şartlar içinde sistemli olarak ortaya konmuyor. Sadece,
“Ticari kapitali gibi sanayi kapitali de aracı nitelik göstermektedir”. Ama sanayi burjuvazisinden de bir yandan umut kesilmiyor. Çünkü “kapitalist olmayan kalkınma yolu” tezine uygun hareket etmek zorunlu.
“Sanayici grubu aslında dinamik bir sosyal zümre olduğu halde, Türkiye’de yabancı sermayenin baskısı ve sosyal adaletin sağlanması yolundaki mücadelelerin şiddetlenmesi karşısında toprak ağaları ve tüccarlar ile işbirliği yapmak eğilimindedir. Ama, Avrupa Ortak Pazarı’ nın gümrük duvarını kaldırıcı gelişmesi, bu dış baskıyı apaçık bir duruma getirerek, sanayicilerimizi de zamanla yabancı sermayenin etkilerine karşı çıkmaya zorlayabilir. Nitekim şimdiden bunun ilk belirtileri başlamıştır.” 19
Böylece, sanayi sermayenin aracı mı, yabancı sermayeye karşı mı olduğu bir türlü belli olmuyor. Bu nedenle 1960’larda başlayan “ulusal burjuvazi” kavramı 1970’lerde de devam ederek günümüze “ulusal ekonomiye katkıda bulunanlar” olarak geliyor. Muğlak kavramlar programda zaman zaman yer alıyor ve bilimsel araştırmalara konu olacak bu çalışmalar ciddiye alınmadığı için sosyalist harekette son derece büyük kargaşalıklara neden oluyor.
Emperyalizm konusunun bir sistem olarak değil, sadece karşılıklı ilişkiler boyutunda ele alındığı programda soyut bir bağımsızlık sorunu, Kemalizmden kaynaklanan bir görüş olarak ele alınıyor:
“Türkiye İşçi Partisi, emekçi halkımızın menfaatlerine en uygun düşen ve ayrıca insanlığa hizmetten başka hiçbir amaç gütmeyen, yüzde yüz milli, bağımsız ve barışçı bir dış politika savunur.” 20 Programda, Kemalizmin bilimsel sosyalizmin ilkeleri ışığında bir analizi yapılamadığından toplumculuk ile Kemalizm arasında bir sınır bulmak mümkün olmuyor.
“Toplumcu, Atatürkçü aydınların emekçi kitlelerle iş ve kader birliği (a.b.ç.) ederek kitleleri eğitmek, Türkiye İşçi Partisi saflarında teşkilatlandırmak, bilinçli bir politik güç haline getirmekte görev almaları, reformların yapılmasının ve yurt kalkınmasının temeli ve biricik anahtarıdır.” 21
Vatan gazetesinde bir mülakatında Aybar, “TİP bir doktrin partisi. Böyle bir partiyi gerekli kılan nedenler hangileridir?” sorusunu şöyle cevaplıyor:
“TİP, Atatürkçülükten hareket ettiği ve ilhamını günümüzün gerçeklerinden aldığı için de, Atatürkçülüğü de kalıplaştırmaktan kurtaran, yüzde yüz yerli bir doktrin partisidir.”
Günümüze dek, Kemalizmin bir analizini yapmaktan kaçınan Türkiye sosyalist hareketi, bağrında yeşerdiği Kemalizmi tutkuyla bırakmak istemiyor. Bu nedenle programda Kemalistlerin halkla iş ve kader birliği yapabileceğini yazmaktan çekinmiyor:
“Bugün de ilerici aydınlar ve Atatürkçü gençlik halkla iş ve kader birliği ettikleri nisbette Türkiye’nin gerilikten kurtulması davasında etkin bir rol oynayacaklardır… Toplumcu düşüncelerin aydınlar arasında gittikçe yayılması ve işçi sınıfımızın politik bir varlık olarak güçlenmeye başlaması, aydınları ve Atatürk gençliğini bu olumlu yola hızla itmektedir.” 22
Sosyal Adalet‘in 28 Mayıs 1963 tarihli 11. sayısında Genel Başkan M.Ali Aybar imzalı bir bildiri yayınlanıyor. Bildiri şöyle:
“27 Mayıs 1960; Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’nin büyük günlerinden biri: 15-19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim, 27 Mayıs…
“27 Mayıs Kuvayi Milliye ruhuna dönüşür. Atatürkçülüğün yeniden doğuşudur. 27 Mayıs emekçi halkımızın tarih sahnesine bilinçle çıkma yolundaki çabasının ileri bir merhalesidir. Türkiye Cumhuriyeti’ nin tabana oturma hamlesidir.
“27 Mayıs’ta tarihimizin bir dönemi ebediyen kapanmıştır. 27 Mayıs Türk sosyal demokrasisinin meşruluğa kavuştuğu gündür. Sosyal hareketler o günden sonra daha büyük bir hızla gelişmeye başlamıştır. İşçinin, köylünün, emekten yana aydınların sesi daha güçlü çıkıyor. Tarihimizde aşağıdan yukarı kurulan ilk parti, Türkiye İşçi Partisi, o günden sonra kurulmuştur. Sosyal adalet kavramı anayasaya o günden sonra girmiştir. Milli gelirin hakça bölünmesi, Toprak Reformu, Grev Toplu Sözleşme, Emekten yana Devletçilik, Planlı Kalkınma gibi konular, 27 Mayıs’tan sonra yaygın birer milli dava haline gelmiştir. İnsan haklarına, Sosyal Adalet ilkesine dayanan anayasanın üstünlüğü esası 27 Mayıs’tan sonra müeyyideye bağlanmıştır. Demokrasimizin sosyal özünü yitirmek artık hiçbir çıkarcı intikamcı grubun harcı değildir. Anayasayı bir yana iterek yukarıdan aşağı bir yönetim sistemi kurmak ve hele yaşatmak da artık kimsenin harcı değildir. Çünkü 27 Mayıs Anayasası’nı uyanık ve demokrasiye bağlı Silahlı Kuvvetlerimiz, emekçi halk yığınları, Atatürkçü gençlik ve emekten yana aydınlarımız korumaktadır. (a.b.ç.) 27 Mayıs, Hürriyet ve Anayasa Bayramı Türk Milletine kutlu olsun.”
M. Ali Aybar’ın 27 Mayıs Bayramı’na bağlılığı programa da yansıyor; programın anayasayı tanıtıcı ve yorumlayıcı bir içeriğe sahip olabilmesi için çok büyük çabalar harcanıyor. Bazı temel ilkeler doğrudan doğruya anayasadan aktarılıyor. Hatta anayasanın bütünüyle uygulanmasıyla sosyalizme geçilebileceği bile ileri sürülüyor.
“Türkiye İşçi Partisi, anayasayı özü, ilkeleri ve amacıyla eksiksiz, tastamam uygulayacak, sosyal adaleti, sosyal güvenliği hayatımızda gerçekten yararlandığımız çeşitli kurumlar biçiminde gerçekleştirecektir.” 23
Parti programı “kapitalist olmayan kalkınma yolu”nu benimserken, bir yandan da ancak sosyalizmin son evresinde gerçekleşmesi mümkün olabilecek şeyleri de içeriyor:
“Ekonomik kalkınma ve kültürel ilerleme birbirini karşılıklı olarak etkinlediğine ve amaç sadece üretimde verimi artırmak olmayıp, kafa isçiliği ile kol işçiliği arasındaki ayrımları kaldırarak (a.b.ç.)…”
“Ve insanın insan tarafından sömürülmesi sistemine son verip…” 24
“… İnsanın ‘yabancılaşması’na son verecektir. Emeğimizin ürünleri, bize karşıt, bize yabancı şeyler, bizi köleleştiren şeyler olmaktan çıkacaktır; işimiz, bizi köleleştiren, bize yabancı, sevmediğimiz bir faaliyet olmaktan çıkacaktır. Emekçi varlığımız, yaratıcı varlığımız, bize yabancı, hayvani varlığımızın tutsağı olmaktan çıkacaktır. Ve yabancılaşmaktan kurtulan insan kişiliğini serbestçe geliştirmek imkanına kavuşacaktır.” 25
Bu arada Programda yer yer bilimsel sosyalizmle yakından uzaktan ilgisi olmayan idealist cümlelere de rastlamak mümkün oluyor. Örneğin, “… eşitlik ve hürriyet insan varlığının ayrılmaz nitelikleridir.” 26 Bilindiği gibi tarihsel gelişimden bağımsız olarak soyut nitelikler taşıyan bir insan varlığından söz etmek olanaksız. İnsan varlığı ancak toplumsal ilişkiler tarafından belirleniyor.
Programın ilginç noktalarından biri de tüm emekçi sınıfları parti içinde toplamayı hedeflerken, orta sınıfı oluşturan zümrelerden memurları, ücretlileri, serbest meslek sahiplerini devrimci cephede buluşmaya davet etmesidir.
“Emekçi halk kütlelerinin bağımsız bir politik kuvvet olarak teşkilatlanmaları ve böylece güçlenmeleri halinde bu orta sınıfın bunlarla iş ve kader birliği ederek devrimci cephede (a.b.ç.) yer alması eğilimi gittikçe kuvvetlenecektir.” 27
TİP Programı çeşitli kavramları sorumsuzca kullanarak, 1960′ larda herkesin kafasını karıştırıyor. Cephe, ittifak, destekleme gibi kavramların yerinde kullanılmaması günümüze dek sürüyor.
Programın özü üç esaslı nokta üzerine kurulu:
a- Köylülük,
b- Devletçilik,
c- Bağımsızlık.
Bunlar esasta Kemalizmin ögeleri. Özellikle Kadro hareketinden kaynaklanıyor. Kemalist ideolojinin, Türkiye sosyalist hareketi üzerindeki yoğun ideolojik baskılarının sonuçları böylece ortaya çıkıyor. 1960’larda TİP tarım kesimi için, “köylü efendimizdir” şiarı ile toprak reformundan başka bir slogan üretemiyor. Gerçeğin ne olduğu araştırılmadan hayal edilen köylünün durumuna göre hareket ediliyor. Tiyatrolarda, ağaların ezdiği köylü rolleri revaç buluyor. Salonları dolduran şık giyimli hanımların çığlıkları arasında ağalar lanetleniyor. Köylünün ezikliğini hisseden tüm sanatçılar eserlerinin kahramanlarını köylüden yaratıyor. Fakirlik-fukaralık edebiyatının alıp yürüdüğü bu dönemde, gençlerin kafasına mücadelenin esas gücünün köylü olduğu öyle bir yerleştiriliyor ki, köyden şehirlere kuşatma teorileri çarşaf çarşaf dergi sayfalarında yer alıyor. Sınıf mücadelelerinin geliştiği tarımsal alanlarda, dağ köylerinde toprak reformu sloganından başka bir slogan yok. Tarımda yığınla sorun araştırılmadan geri plana itiliyor. Bu arada Köy Enstitüleri’nin yeniden dirilmesi, toprak reformu sloganına paralel olarak TİP Programında şöyle ortaya atılıyor:
“Türkiye İşçi Partisi, köyü bütünü ile kalkındırabilecek inançlı elemanları aynı ülkü içinde yetiştirmek amacı ile Köy Enstitüleri’ni yeniden kuracaktır. Türkiye İşçi Partisi, Köy Enstitüleri’nin, köyde eğitim meselesini çözmek için, memleket gerçeklerine en uygun ve yüzde yüz milli bir çözüm yolu olduğuna inanır. Yeniden kurulacak bu enstitülerde, eskiden olduğu gibi, iş eğitimi, demokratik eğitim, eşit eğitim ilkeleri uygulanacak ve bu okullarda bölgelerinin meseleleri ile ilgilenen; bunlara çözüm yolları arayan kurumlar olmaları sağlanacaktır.” 28
İş bölümüne karşı çıkan, kapitalizmin gelişmesini engelleyen, köylü çocuklarına şehirli bilinci verip, yine köyde kalmasını isteyen, devletin köylerde gözü kulağı olmasını sağlamak için kurulan bu yapının artık çok gerilerde kaldığını bir türlü kabul etmiyor TİP Programı.
Bu dönemde Köy Enstitüsü mezunlarının eserlerinin çok tutulduğu gözleniyor. Özellikle TİP’te köy sorunu ağırlığını artırdıkça, bu revaç da artıyor. Bu durum tüm sosyalist harekete sıçrıyor. 16 Haziran’a kadar köylüden başka bir şey konuşulmuyor. Köylü üzerine devamlı yeni teoriler üretiliyor. Devletçilik ise, kamu yatırımları ile ağır sanayide kilit taşı görevi gören işletmelerin devlet eliyle kurulmasını amaçlayan bir planlama ile sanayileşmeyi öngörüyor. Özel teşebbüse ise, devlet işletmeciliğinin dolduramadığı boşluklar bırakılıyor. Devlet kapitalizminin ögeleri olan bu anlayışı da 1930’lardan gelen bir sanayileşme modelinin Parti Programına sızması olarak görmek mümkün.
Bağımsızlık sorunu ise, “kapıdan kovduk, pencereden girdiler” anlayışıyla “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı” sloganına dayanıyor. Kemalist dönemde elde edilen bağımsızlığın, özellikle 1950 sonrası kaybedildiğine inanarak “İkinci Kuvayi Milliye” sloganını üreten H. Kıvılcımlı’dan pek farklı düşünülmüyor. Soyut bir karşı çıkış yaklaşımının temelinde ise, emperyalizm olgusuna yeterli ölçüde açıklık getirilememesinin yanı sıra, dünya kapitalist sisteminde oluşan değişiklikleri görememek yatıyor. TİP seçimlerden sonra “kapitalist olmayan kalkınma yolu” sloganını bırakarak “sosyalizm” sözcüğünü dilinden düşürmüyor. Ve programını “sosyalist program” olarak kitlelere sunuyor. Genel Başkan M. Ali Aybar bu durumu şöyle açıklıyor:
“TİP sosyalist bir partidir. Bir partinin sosyalist olduğu, kapitalist düzeni sosyalist bir düzene dönüştürmek için emekçi sınıf ve tabakaları eğitip, örgütleyerek iktidara getirmek amacı gütmesinden anlaşılır. ‘Kapitalist olmayan kalkınma yolu’ TİP’in iktidara geçince sosyalizmi kurmak için izleyeceği ekonomi politikasının adıdır. TİP yöneticilerinin son zamanlarda ‘sosyalizm’ sözcüğünü daha sık kullanmaya başlamış olmaları bazı kişi ve kuruluşların TİP’in paralelinde görünen, fakat kapitalist ilişkileri muhafaza eden görüşleri halka telkin etmeye çalışmış olmalarından ileri gelmektedir. Zihinlerin bulandırılmasını önlemek istiyoruz.” 29
TİP ve Parlamento
TİP’nin 60 ve 70 dönemlerinde bir legal parti olarak verdiği en önemli uğraş seçimler oluyor. Seçimler, legal sosyalist partiler için vazgeçilmez olgular. Ama tek uğraş olduğunu da söylemek olanaksız, çünkü mücadelenin seçimlerle sınırlı olduğunu söylemek, parlamento dışı çalışmaları dışlamak demek. Burada uzun bir alıntı bazı gerçekleri açıklamak açısından çok önemli:
“1961-71 TİP hakkında yapılmış eleştirilerden biri de partinin parlamentarist olduğu veya parlamentarizme saptığı iddiasıdır. Oysa seçimlere katılmak ve parlamentoya girmek kendi başına ‘parlamentarizm’ demek değildir.”
TİP’e yöneltilen eleştirilerin arka planında parlamentonun önemini kavramamak, onun sağladığı olanakları sonuna kadar kullanmayı reddetmek gibi tutumların egemen olduğu iddia edilemez. O dönem parti için önemli olan, parlamentonun getirdiği olanakları, partinin örgütlenmesi doğrultusunda kullanmaktı. Ama bu yapılamadı. Niçin? Bu soruya açıklık getirmek gerekiyor. Behice Boran yazısına şöyle devam ediyor:
“Seçimlerin ve parlamentonun burjuvaca ve sosyalistçe kullanışı vardır. TİP seçimleri, propagandasını yurt çapında yaymak, işçi sınıfının (a.b.ç.) sosyalizmin sesini ülke genişliğinde yoğun bir biçimde duyurmak için kullanmıştır. Parlamento burjuva iktidarın ve partilerinin halka karşı, egemen sınıflardan yana tutumlarının iç ve dış politikalarının kamuoyu önünde sergilendiği, ülke sorunlarına sosyalist açıdan bakışın ve bu bakış açısından önerilen çözümlerin anlatılıp açıklandığı; işçi ve emekçilerin tüm ezilen, sömürülen kitlelerin, hak ve özgürlüklerinin savunulduğu bir forum haline getirilmiştir.” 30
1961-71 dönemindeki, parlamenter çalışmaları abartmak, hem milletvekili olanların, hem de üst yöneticilerin, parti içi çalışmalardaki muvaffakiyetsizliklerini örtmek için önemli bir kaçış yolu bulmalarını sağlıyor, daha sonraki senelerde. Başka bir örnek ise, M. Ali Aybar’ın yazdığı TİP Tarihi‘nin ikinci cildi. Bu cildi M. Ali Aybar parlamentodaki konuşmalara ayırıyor:
“Meclisteki çalışmalarımızdan da söz etmek isterim. Meclise TİP’in girmesi ile hava temelden değişmişti: Dış politika konuları, sosyal gerçekler, sömürü sorunu gündeme geliyordu. Yürekli bir muhalefet yapıyordu bir avuç TİP’li milletvekili. Yasa teklifleri veriyorduk. Gensoru ve soru önergeleri veriyorduk.” 31
Başka bir örnek daha:
“O sıralardaki parlamentoya gelince: TİP o parlamento için çok yabancıydı. Fikirleri itibariyle yabancıydı, gelen insanların kişilikleri, yaşamları, yaşamdan anladıkları itibariyle yabancıydı. Bir gün bana Adalet Partisi mensubu, bütçe komisyonu başkanı bir milletvekili ‘Hocam iyi ki geldiniz. Çünkü biz burada siz geldikten sonra, TİP’in ortaya atmasıyla gayet ciddi şeyler konuşmaya başladık’ demişti. Gerçekten, mesela, bağımsızlık konusu, yabancı sermaye konusu, dış borç konusu, toprak reformu konusu, genel olarak sosyalizm konusu, işçi sınıfının çıkarları konusu, hiçbir zaman parlamentoda bu açıklıkla tartışılmamıştı. TİP’in açtığı bu tartışmalar, öyle sanıyorum ki, Türkiye’de demokrasinin gelişmesinde olumlu bir katkı oldu. O dört yıllık dönemde sayımızın çok az olmasına rağmen (fiilen on dört kişiydik) neyin tartışılacağını, konu gündemini TİP belirlemişti.” 32
Peki Meclis çalışmalarını bu kadar yücelten Genel Merkez yöneticileri Meclis’te yaptıkları konuşmaları halka duyurabiliyorlar mıydı?
“Basın bize pek yer vermiyordu. Ancak seçimden seçime radyoda konuşabiliyorduk. Meclisteki konuşmalarımız ise, kamuoyuna hemen hiç yansımıyordu. Halka gerçekleri anlatmak için ilçe ilçe, köy köy dolaşmamız gerekiyordu. Yani işimiz gerçekten zordu, çok zordu.” 33
Mecliste yapılan konuşmaların kitlelere yansıması için gerekli yayınların çıkması için Genel Merkez hiçbir çalışma yapmıyor, gayret göstermiyor. Sadece TİP Haberleri üyelere yönelik olarak bu konuşmalardan bazılarını yayınlıyor. Herhalde burada “yapmak istedik ama yapmadık” şiarı geçerli oluyor. İşte bu nedenlerle sadece parlamentodaki söylevler, bir partinin eylemi olursa, bu duruma “parlamentarizm” denmezse, ne denir? 1965 seçimlerinden sonra da böyle oluyor. Gücünün üstünde, nisbi seçim sisteminden faydalanarak çıkarttığı 15 milletvekili ile Meclis’e giren TİP yönetici kadrosu, örgütünden soyutlanarak Meclis’in dört duvarı içine hapsoluyor. Örgüt ayrı havada, Meclis Grubu (Yönetici kadro) ayrı havada yaşamlarını birlikte sürdürüyorlar. Yönetici kadronun, örgütü denetlemek, ona yol göstermek gibi sorunlarla ilişkisi olmadığı için her örgüt kendi başına bir çalışma yapmaya çalışıyor. 1969 seçimlerinde başa güreşmeye kalkan Genel Merkez’in ise, gözü seçimlerden başka hiçbir şey görmüyor. Genel Başkan M. Ali Aybar’ın 2 Haziran seçimlerinden sonra bir dergiye verdiği demeç bu sorunun yöneticiler için ne kadar yakıcı olduğunu gösteriyor:
“Şimdiden her ilde bağış kampanyaları açacağız. Bağış toplayan kalabalık ekipler kuracağız. Partilinin başta gelen görevlerinden biri para toplamak olacaktır. Bu bozuk düzenin temelden değiştirilmesini, anayasanın uygulanmasını, tam bağımsız bir politika izlenmesini isteyen herkesten TİP’e her ay bağışta bulunmasını rica edeceğiz. Bağış kampanyasının başarılı olacağına inanıyorum.
“Köylerle, işçi ve emekçi semtleriyle daha sıkı, daha devamlı ilişkiler kuracağız. Köy ve mahalle görevlilerinin sayılarını arttıracağız, daha etkin arkadaşları iş başına getireceğiz. Partili, partisiz herkesin, her iyi niyetli vatandaşın seçim fonu bağış kampanyamıza katılmasını rica ederim.” 34
Burada legal bir partinin bağış kampanyasına karşı çıkmak söz konusu değil. Ama partinin tek uğraş olarak önüne koyduğu seçimlerden başka bir şey düşünmediğini ortaya koymak açısından önemli oluyor bu demeç.
1965 seçimlerinde TİP’in 51 ildeki adaylarının mesleklerine göre dağılımı şöyle: 385 adayın 227’si işçi, köylü, esnaf ve zanaatkar, 148 aday da memur, öğretmen, emekli subay gibi dar gelirliden oluşuyor.
İşçi, ırgat, rençper: 101
Şoför: 6
Gazeteci yazar: 20
Emekli öğretmen: 10
Prof. ve Doçent: 4
Emekli subay: 15
Sendikacı: 27
Ev kadını: 4
Memur: 14
Avukat: 36
Zanaatkar: 27
Sanatçı: 3
Küçük esnaf: 23
Öğretmen : 18
Mühendis: 11
Teknisyen: 21
Serbest meslek sahibi: 22
Tüccar ve müteahhit: 10
Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta var: “Eli nasırlılar Meclis’e” sloganına rağmen kazanılması muhtemel yerlerde liste başları Genel Yönetim Kurulu üyelerine veriliyor. 53. madde askıya alınıyor.
Adana: Ali Karcı
Salih Özkarabay
Müşir Kaya Canpolat
Amasya: Talat Kılıç
Ağrı: Naci Kutlay
M. Ali Arslan
Ankara: Rıza Kuas
Behice Boran
İbrahim Çetkin
Muzaffer Karan
Şaban Erik
Aydın: Şaban Yıldız
Balıkesir: Cenani Güngördü
Bingöl: Kemal Burkay
Bursa: Adnan Cemgil
Fevzi Kavuk
Çanakkale: Yaşar Saygıner
Diyarbakır: Tarık Ziya Ekinci
Hatay: Yahya Kanpolat
İstanbul: M. Ali Aybar
Çetin Altan (Bağımsız)
Sadun Aren
Yaşar Kemal
Kemal Nebioğlu
İzmir: Cemal Hakkı Selek
Rahmi Eşsizhan
Nihat Sargın
Kars: Adil Kurtel
Kayseri: Halil Oyman
Uğur Cankoçak
Kırklareli: Ayata Beğensel
Konya: Yunus Koçak
Malatya: Hayrettin Abacı
Reşo Ali Erdoğdu
Manisa: Kemal Bilbaşar
Maraş: Reşit Güçkıran
Mardin: Canip Yıldırım
Muş: Tahsin Ekinci
Samsun: Mehmet Sulhi Kutucu
Şevki Erencan
Tekirdağ: Nebil Varuy
Yozgat: Y. Ziya Bahadınlı
Rauf Çapan
Zonguldak: Kemal Sülker
Sonuçta Merkez Yönetim Kurulu’ndan 7 kişi milletvekili oluyor. Böylece Merkez Yönetim Kurulu toplantılarını Parti’de değil, Meclis’te yapmak olanağına kavuşuyor. Bu durum parti açısından birçok olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Örgüt sorunlarını görüşmek üzere Ankara’ya gelenler Parti Merkezi’nde sadece Genel Sekreteri bulabiliyorlar. O da genel sözler söylemekten öteye gidemiyor.
Seçimler nisbi seçim sistemine göre yapılıyor. Bu sistem, seçimlerden sonra TİP’in aldığı artık oylara göre ayrılan milletvekili kontenjanını seçme hakkı Genel Merkez’e veriliyor. Doğrudan doğruya seçilemeyen Genel Yönetim Kurulu üyeleri arasında bir yarış başlıyor. 53’üncü maddenin milletvekili seçimlerinde uygulanmasına dikkate almayan Genel Merkez karşısında sendikacıların tutumu kırgınlığa dönüşüyor. Nebioğlu ve Kuas dışında kurucu üye olan sendikacıların milletvekili seçilememeleri düş kırıklığına uğratıyorsa da durum küllendiriliyor. Bu ayarlama 1969 seçimlerinde de olacak ve M. Ali Aybar desteğini aldığı Doğu delegelerini liste başlarına getirince sendikacıların güvenini yitirecek ve seçimlerden sonra istifa etmek zorunda kalacak.
Ama bir 27 Mayıs’çı Muzaffer Karan milletvekili olabiliyor. Daha sonra M. Karan’ın Parti’yi suçlayarak CHP’ye girişi ise, Genel Merkez açısından tam bir fiyasko oluyor ve örgüt birimlerinde büyük hoşnutsuzluklar yaratıyor. Ama seçimlerde kazanılan muvaffakiyet, bu durumu çabuk unutturuyor. Milletvekillerinin hiçbirinin “nasırlı eller”den olmaması karşısında tabandan yükselen protestolar ve “aydın” milletvekillerine karşı eleştiriler, M. Ali Aybar’ı telaşlandırıyor ve “TİP Tarihinden Kesitler I”de anlatıldığı gibi muhteşem bir dönüş yaparak, “aydın”ları korumaya çalışıyor. Zor duruma düşen Genel Başkan M. Ali Aybar’ı bu kez, Şekerbank’ın parlamento üyelerine açtığı 15’er bin liralık kredileri TİP milletvekillerinin “ne yapalım 3700 lira ile geçinemiyoruz” diyerek en başta almaları da, örgüt karşısında sarsıyor. 35
Ankara Genel Merkez olduktan sonra, Meclis çalışmalarının yorgunluklarını Avrupa’da atan bazı milletvekillerine karşın örgütü ayakta tutanlar bir türlü dinlenemiyorlar. Dokunulmazlıkları olan milletvekillerini yurt sathında, tüm örgütleri durup dinlenmeden dolaşacaklarına, yer yer patlak veren direnişlerin yanında yer alacaklarına ya da örgüt birimlerinin propagandaları sırasında yapılan baskılara karşı, onların yanında mücadele edeceklerine, her şey olup bittikten sonra göstermelik ziyaretlerde bulunarak durumları geçiştirmelerini anlamak mümkün olmuyor. Örneğin, Zonguldak’ta meydana gelen işçi olayları sırasında örgütle ilişkiye girmeyen bir milletvekili, olaylar sonrası Meclis’te, örgüte danışmadan, Ankara’da kulaktan dolma elde ettiği bilgilerle bir konuşma yapabiliyor. Böylece olayla yakından ilgilendiğini hem örgüte, hem de kitlelere göstermek istiyor. Zonguldak’ta bu konuşma duyulunca, örgüt şaşkınlığından kızmayı bile unutuyor.
TİP’in Meclis’teki Grup odasında alınan kararlarla örgütün kök salması mümkün müydü? Meclis çalışmalarının ne kadar yararlı olduğunu Behice Boran şöyle anlatıyor:
“Parti 15 milletvekiliyle Meclise girdi. Parlamentoyu da burjuva iktidarını ve partilerini eleştirmek, sosyalist görüş açısını ve önerilerini belirtmek için iyi kullandı. Meclis, ülke çapındaki kamuoyu önünde yapılan bir açık oturum, bir forum haline geldi. TİP sözcülerinin konuşmaları ne kadar kırpılsa da yine radyolarda ve basında yer alıyordu. Halk sosyal sınıfların ve sınıf açılarının ne olduğunu Meclisteki görüşmelerden de öğreniyor ve bu Meclis görüşmeleriyle bu kavramlar ve görüşler resmen tescil edilmiş oluyordu. Mecliste, dar parti çekişmeleri ötesinde ülkenin temel sorunları tartışılır oldu. Türkiye İşçi Partisi’nin Meclise girmesiyle Meclis görüşmelerinin niteliğinin değiştiği burjuva partilerden birinin başkanı dahi Mecliste açıklamak zorunda kaldı.” 36
Bu arada 1966’da Doğan Avcıoğlu’nun Yön‘de TİP’in parlamento çalışmalarının niteliği hakkında bir eleştirisi çıkıyor. Yazı şöyle:
“TİP’in parlamentoda yeteri kadar güçlü bir kadro ile temsil edilmeyişinde, yanlış bir sınıf öncülüğü anlayışının payı olsa gerek. Bu anlayış, TİP’in Parlamentoda ümit edilen başarıyı göstermesini engellemiştir. Gerçi Parlamento faaliyetlerinin büyük kısmı seçim kanunu çıkması dolayısıyla boşa gitmiştir. Ama bütçe sırasında da TİP, ayrıca ciddi bir çalışmayı gerektirecek olan somut meselelere inememiş, programında yer alan çok genel plandaki prensipleri tekrarlamakla yetinmiştir. Seçim öncesi Meclise verilen kanun teklifleri ise, üzülerek söyleyelim, ciddi bir çalışmanın değil, çalışıyor görünme hevesinin sonucudur. Bunlar arasında bir işsizlik sigortası kanun teklifi vardır ki; eğer önceden okumuş olsalardı, TİP yöneticileri, onu Meclise sevk etmekten herhalde vazgeçerlerdi.
“… Teorik planda kesin ve gerçekçi görüşlerden yoksun olarak yola çıkışın başka bir sonucu, başlangıçta çok sert formüllerle ortaya atılan görüşlerin, özellikle Parlamentoya girildikten sonra, hızla yumuşama eğilimi göstermesi olmuştur. Bütçede karma ekonominin geçici niteliğini savunan TİP, radyoda karma ekonomiyi daimi bir sistem olarak tanıyormuş intibaını veren konuşmalar yapmıştır.” 37
1965 seçimlerinde TİP’in Meclis’e 15 milletvekili ile girmesinin, özellikle meşruiyetini ispatlamak için mücadele veren bir sol parti açısından çok önemli olduğunu vurgulamakta yarar var. Ama Parlamento’ nun getirdiği olanakları gerekli biçimde kullanmamanın ortaya çıkarttığı rahatsızlıklar sonucu TİP’in ilk dönemi patlamalarla sona eriyor. 1970’lerdeki dönem de 1960’lara çok büyük benzerlik gösteriyor; ama ters yönden. TİP 1977 seçimlerinde milletvekili çıkaramıyor. Genel Merkez, seçimlerden önce üyelerini, özellikle İstanbul’da sanki 1 milletvekilliği garanti edilmiş gibi ikinci milletvekilliğinin seçilme şansı olabileceğine şartlandırıyor. 1975 seçimlerinde CHP’yi desteklemenin getireceği sonuçları göstermeye çalışanlara karşı Parti içinde küçümseme kampanyası açılıyor. Seçim sonrası, alınan sonuçların geçmişte yapılan hatalardan kaynaklandığını bir türlü kabul etmeyen Genel Merkez, örgütü uğradığı şoktan kurtarmak için yaptığı toplantılarda yenilginin nedenlerini eski solcuların aleyhlerine yaptıkları propagandaya bağlıyor. Ama 1979 seçimlerinde de uğranılan yenilgi, özellikle alınan oyların çoğu yerde diğer sol partilerden az olması, Genel Merkez’in kurtuluşu TKP’ye iltihakta aramasına neden oluyor. Bu mantığın temellerinin 1960’larda atıldığı görülüyor. Seçimlerin bir legal sol parti için ne ifade ettiğini bir türlü anlamayan Genel Merkez bu konuda her iki dönemde de başarısız oluyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- TİP Tüzüğü, 2. madde.
- Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, s. 69
- a.g.e., s.l70-171
- TİP Programı, s.5l
- Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, s.153
- a.g.e., s.149
- M. Ali Aybar, TİP. Tarihi, Cilt I, s.215
- M. Ali Aybar, Sosyal Adalet Dergisi, 14 Mayıs 1963, Yıl 1, Sayı 9
- II. TİP Programı ve Tüzüğü, s.23
- a.g.e., s.23
- Sadun Aren, Yön Dergisi, 6.2.1963, Yıl 2, Sayı 60, s.3
- “TİP Programı Taslağının Ana Çizgileri”, TİP Genel Merkezi s.208, 29 Ağustos 1963; Aktaran aylık Ant Sosyalist Dergi, sayı 7, s.54
- TİP Programı, s.64
- a.g.e., s.83
- Behice Boran, Çark Başak, sayı 11, s.2
- V.İ.Lenin, Selected Work I Publishers Cilt II, s.23
- TİP Programı, s.26
- a.g.e., s.35
- a.g.e., s.36
- a.g.e., s.165
- a.g.e., s.43
- a.g.e., s.57
- a.g.e., s.15
- a.g.e., s.66
- a.g.e., s.83-84
- a.g.e., s.83
- a.g.e., s.42
- a.g.e, s.138
- M. Ali Aybar’dan “Özel Demeç” Ant Dergisine 14.2.1967; aktaran aylık Ant Dergisi, sayı 7, s.7
- Behice Boran, Çark Başak, sayı 11, s.5
- M. Ali Aybar, TİP Tarihi Cilt II, s.162
- Sadun Aren, Yeni Düşün Dergisi Temmuz 1988, sayı 52, s.19
- M.Ali Aybar, TİP Tarihi Cilt III, s.68
- M.Ali Aybar, Ant Dergisinde Doğan Özgüden’e verilen cevaplar; aktaran TİP Tarihi Cilt III, s.69
- Yön Dergisi, 5.8.1966, s.175, s.6
- Behice Boran, “TİP Tarihi”, Çark Basak, sayı II, s.4
- Doğan Avcıoğlu, Yön Dergisi, Yıl 5, sayı 168, 17 Haziran 1966