KONGRELER:
A- İzmir Kongresi: Şubat 1964
Yeni kurulan il örgütlerinin de temsil edildiği Kongre’de, illerin 1000 üye yerine 500 üye adına bir delege ile gençlik kolları genel başkanı ile il başkanlarının da tabii delege olarak Büyük Kongre’ye katılmaları öneriliyor. Bu öneriye şiddetle karşı çıkan Genel Merkez, itirazını “Biz şimdiden şekil demokrasiye dayandırılarak yönetilmek istemediğimiz için Büyük Kongre delegasyonunu sınırlıyoruz.” biçiminde ifade ediyor. Genel Merkez’in delege sayısının artırılmasına karşı çıkmasının asıl nedeni, henüz parti örgütüyle tam bir bağlantı kuramamış olması, yeni kurulan il ve ilçelerin ise Genel Merkez’e yakınlığı olmayan kişiler tarafından kurulmuş olması idi. Nitekim bu kişiler tasfiye edildikten, örgüt üzerinde yeterli kontrol sağlandıktan sonra Genel Merkez örgütün delege sayısını artırıyor. Gençlik kolları başkanının Kongre’ye delege olarak katılması yolunda yapılan teklif önce Kongre’ce kabul ediliyor. Daha sonra Genel Merkez tarafından yeniden gündeme getiriliyor. Genel Merkez gençliğin bağımsız hareket edemeyeceğini partili gençlerin sadece emirlere itaat etmesi gerektiğini ileri sürerek daha önce yapılan tüzük değişikliğini iptal ettiriyor. 1
“İzmir Kongresi’nde üç grubun varlığı gözlendi: Doğu ve Güney Doğu illerimizden gelen delegeler bir grup oluşturuyordu. Sendikacılar da ayrı bir gruptular. Üçüncü grup sosyalistlerden, daha doğrusu çeşitli görüşlerdeki sosyalist aydınlardan oluşuyordu. Bu grup en az homojen olan gruptu. Dünyadaki sol grupların yurdumuzdaki yansımaları olarak değerlendirilebilir. Ama görüşlerini henüz açıklamıyorlardı. Parti çizgisini savunuyorlardı.” 2
Parlamento konuşmaları için koca bir cilt ayıran M. Ali Aybar, Parti’nin ilk Kongresi için bu kadar yazıyor. Anlamak mümkün değil. Kongre’de büyük övgülerle ve hiç eleştiri almadan kabul ediliyor program. Kongre’den hemen sonra 22 partili, 23.2.1964 tarihinde Genel Başkanlığa başvurarak, tüzüğe aykırı seçim yapıldığı gerekçesiyle seçimlerin yemlenmesini istiyorlar. Tüzüğün 8. maddesine göre, Genel Merkez’ce hazırlanıp Kongre’ye sunulan listede, adayların neden tercih edildikleri ve yaptıkları hizmetleri belirtmek gerekirken belirtilmediği; ayrıca 53. maddedeki “işçi” sözcüğü “emekçi” karşılığı yani geniş anlamda kullanıldığı halde, adayların dar anlamda işçi oldukları ileri sürülerek seçimlerin yenilenmesi için Medeni Kanunun 68. maddesi uyarınca mahkemeye başvuracaklarını bildiriyorlar. Olağanüstü Kongre’nin toplanmasını isteyerek Merkez Yürütme Kurulu’na başvuruyorlar.
“Genel Yönetim Kurulu Mart ayında toplandı. Muhtıra sahiplerinin parti disipliline açıkça ve ağır bir şekilde aykırı davranışları ortada iken Kurul, anlayış göstererek bir işlem yapmaya gitmedi, bu hususta görüşmeyi erteledi ve bir genelge ile muhtıradaki eleştiri ve suçlamaların cevaplandırılması, bu üyelerin Partide çalışmaya davet edilerek kendilerine görev verilmesi kararını aldı. 3
Behice Boran konuyu böyle aktarırken, Genel Başkan M. Ali Aybar ise şöyle yazıyor: “Yeniden kongreyi toplamak fukara partimiz için kaça patlayacaktı? Arkadaşlarımız bunu biç düşünmemiş olacaklardı. Bu pire için yorgan yakmak gibi bir şeydi. Kongrecilerin başını çektiğini tahmin ettiğim arkadaşlarla konuştum. İkinci bir kongre toplamanın mali yükünü karşılayamayacağımızı anlattım. Ayrıca partiye hizmet konusunda, henüz hiçbir üyemizi bir diğerinden ayırt etmek olanağına sahip olmadığımızı, en büyük hizmetin TİP’li olma cesaretini göstermek olduğunu söyledim. Vazgeçmelerini istedim. Direndiler. Üzülerek bu üyelerimizi onur kuruluna sevk ettik. 4
Yeniden Kongre toplamasının gerekli olduğunu bildiği halde M. Ali Aybar mali durumu bahane ederek yaptığı usulsüzlüklerden kaçmak istiyor. Başka bir deyimle demokrasi hayranı Genel Başkan kendi görüşlerine karşı çıkanlara tahammülü olmadığını, parti içi düşünce özgürlüğüne karşı olduğunu, (tüzük ve program çerçevesinde) despot bir yönetim uygulayacağını açıkça ilan ediyor. Sözleriyle davranışları arasında bu kadar farklı bir kişinin sosyalist harekette lider durumunda bulunması, TİP’in ileride önemli gelişmelere gebe olacağına dair ilk ipuçlarını veriyor.
“Kararın yerine getirilmesi olumlu bir sonuç vermedi. Bu defa 11 imza ile ikinci bir yazıyı teksir ederek Genel Yönetim Kurulu üyelerine ve Parti örgütlerine gönderdiler. Tezvir ve dedikoduların haddi hesabı yoktu. Bu ikinci yazıyı imzalayıp dağıtanlar hakkında artık disiplin kovuşturması açmak kaçınılmaz olmuştu açıldı.” 5
Böylece iki Merkez Yürütme Kurulu üyesi, bir Genel Yönetim Kurulu üyesi, Gençlik Kolları Başkanı ve 5 üye Haysiyet Divanı’na sevk ediliyorlar. Bunlardan ikisi istifa ediyor, diğerleri ise ihraç ediliyorlar. Behice Boran’a göre “Tasfiye edilen bir kısım kişiler değildi aslında. Partiyi daha ilk yıllarında sosyalist çizgiden saptıracak bir fikir akımıydı tasfiye edilen. Partinin işçi sınıfı niteliği (abç), işçi sınıfı öncülüğü ilkesi ve sosyalist politik çizgisi kurtarılmış oldu.” 6
B- Malatya Kongresi:
1966 Malatya Kongresi’nden önce İstanbul’da bir gruplaşma ortaya çıkıyor. İstanbul İl Kongresi’nde “milli demokratik devrim” görüşünü benimseyenler ilk gövde gösterisini yapıyorlar. Kongre’den önce 19 ilçeden 11’inin bazı yöneticileri bir araya gelerek İl Kongresi’nde ve 2. Büyük Kongre’de izleyecekleri tavrı tesbit etmek için görüşmeler yapıyorlar. Genel Merkez, bu toplantıya katılanları derhal “Genel Merkez Organları’nı ele geçirmek, birlik ve beraberliği bozucu hizip faaliyetlerinde bulunmak” gerekçesiyle haysiyet divanına sevk ediyor. 5.11.1966 tarihinde Haysiyet Divanı bu kişileri suçsuz bularak beraat ettiriyor. Bu arada siyasi partiler kanununa göre artık il başkanları ve il haysiyet divanı başkanlarının Kongre delegelikleri mümkün olmuyor. Böylece 41 Genel Yönetim Kurulu üyesi, 7 Merkez Haysiyet Divanı üyesi ve 15 parlamenter, seçilmemiş delegeler olarak çoğunluğu teşkil edebiliyorlar. Büyük Kongre’de Genel Merkez Siyasi Partiler kanununa göre tüzüğü değiştiriyor. 30.9.1966 tarihinde yapılan olağanüstü Kongre’de işçi sınıfının ve sosyalist aydınların yoğun olduğu büyük illerin delegasyonu kısıtlanıyor. Olağanüstü Kongre’de kabul edilen tüzük maddesine göre her ilden ilk 500 üyeye dört, sonraki her 200 üyeye bir delege düşüyor. Bu durumda büyük iller dışında 31 üyeye bir delege düşerken İstanbul’da 454 üyeyi yalnızca bir delege temsil etmiş oluyor. 7
Malatya Kongresi’nde Genel Merkez’in sunduğu rapor üzerine 66 delege söz alıyor. Özellikle demokratik merkeziyetçilik ilkelerinin işlemediği konusunda yapılan eleştirilerin yanı sıra eğitim konusu üzerinde de önemle duruluyor. Profesyonel kadro teklifleri reddediliyor. Eleştirilere cevap veren Behice Boran organize bile olamayan muhalefeti ezebilmek için şöyle konuşmaktan çekinmiyor: “Dış çevreler bizi eritmek için, baskı metotlarının yanısıra partiyi içinden yıkmak istiyorlar. Bunu ya partiye ajanlar sokarak ya da iyi niyetli insanları kötü istikamette kışkırtarak yapıyorlar. Bu durumda birlik olmaz bunları temizlemek gerekir.” 8
Behice Boran genel olarak parti içindeki tutumlarının doğruluğunu ispatlamak, eğitim, örgütlenme, yayın gibi konularda yapılan eleştirilerin üzerine sünger çekebilmek için Kongre’de muhalefet yapmasını bile bilmeyen otel odalarında dedikodu üreten “eski tüfekleri” fırsat biliyor.
Seçimlerde çeşitli listeler hazırlanıyor. Hepsinin başında M. Ali Aybar’ın ismi var. Genel Yönetim Kurulu’na, Genel Merkez’in hazırladığı listenin dışında kişilerin girebilmesi için yapılan çabalar, birkaç kişinin listeyi delerek Genel Yönetim Kurulu’na girmesiyle sonuçlanıyor. Kongre sonrası Genel Merkez ileride daha güçleneceğini tahmin ettiği muhalefeti sindirebilmek için 13 kişiyi kesin ihraç talebiyle Haysiyet Divanı’na veriyor. 1970’lerde Behice Boran Malatya Kongresi’ndeki muhalefeti şöyle anlatıyor: “Söz konusu hizip daha belirginleşmiş olarak Malatya’da Büyük Kongre’de boy gösterdi. Bu hizip ileride MDD’ciler olarak tanınacak bölücü hareketin ve hizipleşmenin başlanıcıydı. O zamanlar henüz belli bir devrim stratejisi teziyle ortaya çıkmış değillerdi. MDD görüşleri, Yön dergisindeki yazılarda ve bu derginin Kongre dolayısıyla ve Kongre öncesi partiye ilişkin olarak açtığı ‘tartışma’ kampanyasında belirmişti. Ama bu konu kongreye gündeme alınmak önerisiyle getirilmedi. Söz alan delegelerden de yalnız birisi bu konuda yazılı bir metni anlaşılmaz bir şekilde okurken okumasını kesip kongre delegelerinden birine sataştı olay çıktı ve konuşması yarıda kaldı. Hizbe dahil delegelerin bütün yaptığı her vesile ile Genel Merkez’e oradan gelen önerilere hatta Büyük Kongre Başkanlık Divanı’na karşı çıkmak ve seçimler için çok yoğun kulis çalışmaları yürütmek oldu. Malatya Kongresi’nde strateji konusu gündeme getirilmiş ve enine boyuna açık seçik tartışılmış olsaydı her halde daha sonraki gelişmeler açısından parti için çok daha yararlı olurdu.” 9
Malatya Kongresi’ne sunulan Genel Merkez raporu partinin niteliğini ya da Genel Merkez yöneticilerinin yapısını açıklamak açısından önemli bir belge olarak ortaya çıkıyor: “Bugün 59 ilde teşkilatı ve Mecliste grubu bulunan bir partiyiz. Hemen hepsi işçi, köylü, esnaf, zanaatkar, yani emekçilerden kurulu ve hemen hepsi de yaşı 40’ın altında olan, pırıl pırıl aydınlık kafaları ve imanlı yürekleri ile 2500 mahalli yöneticimiz ve üye kaydını yenilemiş, partiye canıyla kanıyla her şeyiyle bağlı on binlere varan üyemiz var. Hemen her köyde, (abç) partimize oy vermiş, partimizin ilkelerini savunan, kendini Türkiye İşçi Partisi bilen ve öyle tanınan vatandaşlarımız var. ‘Her köyde bir parti görevlisi’ teşkilatlanmada yakın hedefimiz oldu.” 10
Böylece yığınla soru açıklığa kavuşuyor. Partinin niteliğine damgalarını vuran genel merkez yöneticileri, işçi sorununu tarihin karanlıklarına bırakarak, köylü sorunu üzerine dikkatlerini çeviriyorlar. 1969 seçimlerinde başbaşa güreşmeye karar veren bu yöneticiler “her köyde bir parti görevlisi” sloganını sanki “her fabrikada bir parti görevlisi” gibi ortaya atıyorlar. Partiye oy verenlerin bilinçli olduğu savından kalkarak köylerde partinin ilkelerinin savunulduğunu ileri sürebiliyorlar. Böyle bir anlayışın hakim olduğu genel merkezin eğitim, yayın, derinlemesine örgütlenme gibi sorunlara çözüm bulabileceğine inanmak mümkün mü? Bu duruma karşı 1969’da kendini şöyle savunuyor Behice Boran: “Sosyalist hareketin politik hareketi TİP başlangıçta bilimsel sosyalizmin genel teorisi ve Türkiye şartlarının genel bilgisi ışığında sosyalist hareketin kalın çizgilerle genel rotasını ve programını ortaya koydu. Bu rota ve program geçerliydi. Başka yazılarımda belirttiğim nedenlerle TİP sosyalist nitelikte bir örgütlenme ve sosyalist örgüt yetiştirme işini gereğince başaramadan ülke çapında genişlemesine hızla büyüdü. Gerek toplumun objektif şartları, gerekse partinin kendi sınırlı imkanları, parti örgütlerinin sosyalist niteliği üzerinde durup onu oluşturmak ve sosyalist militanlar yetiştirmek görevini başarmasını engelliyordu. ‘Parti örgütlerinin sosyalist niteliği ve parti içi sosyalist eğitim üzerinde neden vaktiyle durmadınız bunu yapmadınız?’ yollu suçlamalar diyalektik değil metafizik bir düşünce anlayışının ifadeleridir. (abç) Çünkü sorunlar somut zaman bölümlerinde somut durumların şart ve imkanlarına göre konulur ve çözülür ve bu çözüm bir süreçtir, zaman içinde oluşur. 11 Behice Boran’ın verdiği cevap ise kendini haklı çıkarmaya çalışmaktan öte bir anlam taşımıyor.
Artık Malatya Kongresi’nden sonra, Genel Merkez, yine aynı tutumunu devam ettirirken, parti içinde, partiyi işçi sınıfının örgütlü müfrezesi olarak gören, işçi sınıfı öncülüğünü, işçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel öncülüğü olarak anlayanların ya da başka bir deyimle partiyi işçi sınıfı partisi haline getirmek isteyenlerin yapısıyla ters düşmeye başlıyor. Birikim yavaş yavaş büyüyor. Ama bu birikimi oluşturanlar Genel Başkan M. Ali Aybar’ın “söz ve davranışlarıyla” partinin niteliğini değiştirdiği kanısına vararak son derece büyük bir yanılgının içine düşüyorlar. Bu kişilerin kafasındaki parti ile TİP’in program ve tüzüğü ters düşüyor. Sorun M. Ali Aybar’ı tasfiye etmek değil, parti programını ve tüzüğünü değiştirmek, partiyi küçük burjuva unsurlardan arındırmak, üye anlayışını değiştirerek partiyi yeni bir çerçeveye oturtmak olmalıydı. Burada önemli bir sorunu daha açıklığa kavuşturmak gerekiyor. TİP bu yapısıyla böyle bir değişikliğe uğrayabilir miydi? Son derece zor, hatta olanaksız bile demek mümkün. Bu sorunun cevabını 1970 Kongresi’nden sonraki durumu incelerken daha somut olarak vermek mümkün olacak. Ancak şimdilik şu söylenebilir: kişilerle uğraşmak yerine böyle bir uğraş, 1970’lere daha hazırlıklı olarak girilmesini sağlayabilirdi.
Burada “TİP Tarihi’nden Kesitler-I”de yazılan bir konuya tekrar eğilmek zorunlu oluyor. Partiye üye olanlar Parti programını ve tüzüğünü okumuyorlar. Partiye ya kişisel ilişkilerin baskısıyla giriyorlar ki çoğunluk böyle ya da sosyalizme olan inançlarına göre tahayyül ettikleri parti girdikleri parti oluyor. Bu handikap 1970’lerden sonra kurulan 2. TİP döneminde de devam ediyor. TİP’e girenlerin çok büyük çoğunluğu parti programını okumuyor, hatta Merkez Yönetim Kurulu’nda görev alanların çoğunluğu bile parti programını okumuyor ya da anlamıyor. Özellikle 1. TİP döneminde TİP-MDD kavgalarında, 2. TİP döneminde TİP-İlerleme kavgalarında parti programları katiyen üyeler arasında tartışma konusu yapılmıyor. Tartışmalar belli kalıplar dışına çıkmıyor. Parti üyeleri 1960’ların alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Parti programına aykırı Tek Parti Tek Cephe yayınlanıyor üyeler sessizlikle karşılıyorlar. Parti programını savunanlar ise ya ihraç ediliyor ya da istifa etmek zorunda kalıyorlar. 1. Dönemde M. Ali Aybar parti programını savunmak zorunda kalıyor; istifa ediyor. Her iki dönemde sorun kişilikler sorunu olarak sosyalist hareketin tarihine geçiyor; düzeltmek gerekiyor.
C- 1968 Kongresi: Ankara
“Evet ‘Türkiye’ye Özgü Sosyalizm’ 1968 Ekimi’nde ortaya çıkmadı. Esasları tüzük ve programda olan görüşlerin 1966’larda geliştirilmesi ile ortaya çıkmıştı.” 12 Aybar, 1966’lardan bu yana geliştirdiği fikirlerine 1968’e kadar Genel Merkez yöneticileri arasında kimsenin karşı çıkmadığını söylemek istiyor. “Sosyalizmi kurmak için Türkiye’nin tarih şartlarını ekonomik sosyal gerçeklerini iyi bileceğiz. Sınıflar arasındaki kuvvet ilişkilerini, iç ve dış etkenleri iyi hesap ederek emekçi halk yığınlarını bilinçlendirerek, örgütleyerek, emekçilerin politik kuvvet dengesinde ağır basmalarını sağlayacağız. Demek ki Türkiye Sosyalizminin Kitabı’nı, (a)’dan (z)’ye kadar, her günkü mücadelemizle bizler, yani Türkiye İşçi Partililer, hep beraber yazacağız. Ve de yazmaktayız…” 13 1966’dan 1968’e kadar M. Ali Aybar’ın geliştirdiği “Türkiye’ye Özgü Sosyalizm” teorilerine parti içinde tepkiler Genel Başkan’ın Beşiktaş İlçe Kongresinde yaptığı konuşma ile yoğunlaşmaya başlıyor.
“TİP’in sosyalizmi herhangi bir sosyalizm değildi: marksizmden yola çıkan ama Türkiye’ye özgü bir sosyalizmdi. Ve kesinlikle marksizm-leninizmle bir ilgisi yoktu. Hayır, başına bir bela gelmesini istediği için değil; marksizm-leninizmle sosyalist bir düzene, yani sosyalist demokrasiye varılmasının olanaksız olduğu konusunun, olaylarca kanıtlandığı içindi.” 14 İşte bu noktada parti içinde bilinçlenen örgüt üyeleri M. Ali Aybar’ın baştan beri söyledikleri ile son zamanlarda geliştirip söyledikleri arasındaki temel uyumu farkedemediklerinden, onu bilimsel sosyalizmden popülizme kaymakla suçlamaya başlıyorlar. İşçi sınıfı partisinde olması gereken şartları yeni yeni öğrenmeye başlayan bu üyeler, bu şartların TİP’te bulunmadığını görmeye başlayınca, eleştirilerini M. Ali Aybar’ın kişiliğine ya da söyledikleri sözlere doğru yöneltiyorlar. M. Ali Aybar’ın İstanbul ve Ankara İl Kongreleri’ndeki dozajı gittikçe artan konuşmaları ise ateşin üstüne benzin dökmeye benziyor. M. Ali Aybar’ın “sosyalizmden saptığı” yolundaki eleştirilerin asıl kaynağının, Genel Merkez’in o güne kadar yapmadığı eğitim, yayın, derinlemesine örgütlenme, kadroların yetiştirilmesi ve demokratik merkeziyetçilik ilkelerinin yaşama girmemesi, parlamentarizmin dal budak salması olduğunun çok kimse farkında bile değildi. M. Ali Aybar’ın böyle bir parti yapısını kabul etmesi mümkün müydü?
Partiyle yaşamlarını bütünleştirerek, örgütü sağlam temellere oturtmak isteyenlerden büyüyerek gelen tepkiler, çoğu kez kişisel de olsa, yoğunlaşarak dalga dalga Ankara’ya yansıyor. Bu döneme kadar, M. Ali Aybar’ın yanında saf tutmuş, onun bir dediğine iki dememiş, ondan farklı düşüncelere sahip olmamış, Genel Merkez’in diğer yöneticilerini de sarsıyor bu eleştiri rüzgarları.
Olağan Kongre öncesi Genel Başkan M. Ali Aybar’ın sosyalizm anlayışına karşı olan ve Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelen delegelerin gerek kişisel tecrübesizlikleri, gerekse iktidarı alma konusunda örgütlü bir mücadele verme yeteneğinden yoksun oluşları, birbirlerini tanımamaları, ne istediklerini tam olarak bilmemeleri, muhalefetin gene o zamana kadar M. Ali Aybar’la işbirliği yapmış, partinin o güne kadar yaptığı tüm hatalarda payları olan kişilerin eline geçmesine neden oluyor. Eski yöneticilerinin tamamının değiştirilmesi gerekirken, bu tarihi fırsat kaçıyor ve sosyalist hareket sağlam temellere oturma olanağını kaybediyor.
Ama Behice Boran 1969’da böyle bir duruma karşı çıkıyor: “…Parti içi ve dışı bazı çevrelerde şöyle bir tutum görülüyor: Muhalefet hareketi üst kademe yöneticileri arasında bir çekişmedir, düne kadar beraber çalışıyorlardı. Tabanın sesi duyulmalı, tabandan gelen insanlar Partinin yönetiminde yer almalıdır. Oysa görüş ayrılığı ve çatışma elbette birlikte çalışmakta olan insanlar arasında belli bir tarihte, yeni bir durumun, tutumun, davranışın belirmesi üzerine çıkacaktır. (abç) Baştan beri ayrı görüş ve tutumdan olan insanlar zaten ayrıdırlar bunlar arasında bir anlaşmazlık çıkması söz konusu olamaz. Sonra dünyada çeşitli ülkelerin işçi sınıfı hareketlerinin, partilerinin tarihine, bugünkü durumuna bakıldığı zaman da anlaşmazlıkların, mücadelelerin hep önde gelen yönetici, sözcü, ideolog diye tanınan kimseler liderliğinde meydana gelip oluştuğu görülür. Ama böyle olması, ihtilâf ve çatışmaların tabana, örgüte, hareketin kitlesine yansımadığı anlamına gelmez. Mücadeleyi, doğru ve geçerli görüşleri savunan ve hareketin tabanı, örgütü tarafından, hiç değilse bunun etkin ve faal büyük kısmı tarafından desteklenen kazanır. Bizde de öyle olmuştur. Merkez Yürütme Kuruluna beşli önergenin verilmesiyle ortaya çıkan muhalefet (abç) parti alt örgütlerinde, üye saflarında yansımasaydı, destek bulmasaydı, bir saman alevi gibi söner giderdi…
Bununla beraber, ‘bunlarda da onlarda da ötekilerde de hiçbirinde iş yok’ diye düşünmek elbette mümkündür. Ama samimi, doğru olduğuna inanarak böyle düşünüp böyle konuşanlar şu sorunun cevabını vermekle yükümlüdürler: Kimlerde iş var öyleyse? Kimler, hangi kadrolar, parti yönetimine getirilmelidir? (abç) ‘Taban sesini duyurmalı tabandan gelenler yönetimi almalı’ gibi sözler genel yuvarlak sözlerdir. Somut olarak isim vererek, kim, kimler? ‘Eskilerin hiç birisinde iş yok, yeni kadrolar da az. Çıkar bir yol da göremiyorum. En iyisi beklemek, bir kenara çekilmektir, yıpranmamaktır, okuyup kendini yetiştirmektir’ gibi düşünceler savunulacak bir tez değildir. Bu bir psikolojik kaçamak yolu aramaktır. Parti ortada bırakılamaz. Mevcut şartlar içinde ve kimler varsa onlarla iş yapılacaktır. Tek tek kişiler üzerinde durmadan önce savunulan fikirlere, tutulan politik çizgiye bakmak gerekir.
Doğru sosyalist çizgiyi benimseyenler ortak amaçlara çalışmalarıyla fiilen yönelenler, aralarında ayrıntılarda görüş farkları olsa ve subjektif gerginlikler bulunsa da objektif olarak işbirliği halinde olurlar. Her bilinçli TİP’li için, kendi yetenekleri ölçüsünde partiyi sosyalist raya sağlam oturtma çabasına katılmak kaçınılmaz bir ödevdir.” 15
Bu yazıda üç önemli nokta var:
- “Ayrılık belli bir tarihte, yeni bir durumun, tutumun, davranışın belirmesi üzerine çıkacaktır.” Behice Boran, M. Ali Aybar’la görüş ayrılığının onun söz ve davranışlarındaki değişiklikten sonra ortaya çıktığını söylüyor. Bu doğru değil. M. Ali Aybar’ın temel görüşlerinde hiçbir değişiklik olmamıştır.
- “Merkez Yürütme Kurulu’na beşli önergenin verilmesiyle ortaya çıkan muhalefet”: Muhalefetin beşli önergeyle başladığını yazıyor. Bu da doğru değil. Muhalefet, ilk önceleri örgüt birimlerinde başlıyor. Daha sonra Genel Merkez’e yansıyor. Beşli önerge, tabandan gelen muhalefeti yönlendirmek amacıyla veriliyor. Buna rağmen, Behice Boran, Genel Yönetim Kurulu’nda yapılan tartışmalar sırasında, beşli önergeyi verenlerden birisi olmasına rağmen, M. Ali Aybar’a güvenoyu veriyor.
- “Kimler, hangi kadrolar parti yönetimine getirilmelidir?” Behice Boran soruyor: Partiyi idare edecek yeni kadrolar var mı? “TİP Tarihi’nden Kesitler-I”de anlatıldığı gibi Genel Merkez kadro yetiştirmeye hiç önem vermiyor ki! Niçin’i daha iyi anlaşılıyor. Eğer kadrolar yetişmiş olsaydı, onların yeri rahatlıkla doldurulabilirdi. Ama yetişmemişse, yetiştirilmemişse geriye yapacak bir şey kalmıyor. Böylece II. TİP döneminde de kadroların yetiştirilme sorununun devamlı geri plana atılmasının nedeni ortaya çıkıyor.
Artık üzerinde durulması gereken önemli bir noktaya değinmenin yeri geliyor: Çekoslovakya olayları. Şu çok söylendi: “Çekoslovakya olayları karşısında parti üst yönetiminde farklı düşüncelerin ortaya çıkmasıyla birlikte TİP’deki bölünmeler başlıyor.” Hiç alakası yok. Sadece gelişmeleri hızlandırması açısından belki bir rolü olabilir. Çekoslovakya olayları olmasa idi yine aynı bölünmeler ortaya çıkacaktı.
M. Ali Aybar 1968 Temmuz ayında Beşiktaş İlçe Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “Polonyalı gençler, Çekoslovakyalı gençler, Yugoslavyalı gençler, merkezi bürokratik, ceberrut yönetime karşı başkaldırıyorlar, hürriyetçi bir sosyalizm istiyorlar. Yöneticilerin gerçek seçimle işbaşına gelip düşmeleri, kuvvet ayrılığı, hukukuna bağlı devlet, yargı bağımsızlığı ve denetimi kişisel temel hakların dokunulmazlığı, anayasa mahkemesi, danıştay, basın özgürlüğü, sendikal özgürlükler, çok parti rejimi muhalefetin hakları, referandum gibi vatandaşı iktidarın keyfiliğine karşı koruyan müesseseler burjuva düzeniyle beraber çöp tenekesine atılacak şeyler değildir. Temsili demokrasi rejimini doğrudan demokrasi ile bağdaştırarak yeni müesseselerle sosyalist demokrasinin özgürlükçü esaslar üzerine kurulması gerekir.” 16
M. Ali Aybar’ın burjuva üstyapı kurumlarının önemini anlatan bu konuşması daha sonra Olağan Kongre’de ekseriyetle kabul edilen karar tasarılarının ikinci maddesinde teorik düzlemde tekrarlanıyor: “Temel çelişki, yani sermaye-emek çelişkisi, son tahlilde ağır basmakla beraber, hiçbir vakit sosyalizme geçişi tek başına tayin edemeyeceğini ve üst yapı kurumları ile karşılıklı etki-tepki halinde olduğunu üst yapı kurumlarını belirlerken kendisi de onlar tarafından belirlenip bir üst belirlenme durumu meydana getirdiğinden, sosyalizme geçilebilmesi için emek-sermaye çelişkisinin had bir safhaya gelebilmesi yanı sıra, üst yapı kurumlarının da genellikle aynı doğrultuda bulunmasının şart olduğunu açıklar.” 17 Böylece M. Ali Aybar bilimsel sosyalizme duyduğu kuşkuları kendi katkıları ile birlikte parti’ye kabul ettirmeye çalışıyor. Tam bu sırada Çekoslovakya olayları patlıyor. 21 Ağustos 1968 günlü Basın Bülteninde M. Ali Aybar şunları yazıyor: “Sovyet müdahalesinin, Amerikan emperyalizminin yararlanacağı olumsuz gelişmelere yol açmasından endişe ederiz. Müdahaleci siyaset, emperyalizmin tekeline bırakılmalıdır. Sosyalist devletler arasında müdahaleye yer yoktur; olmamalıdır. İnsanlığın biricik umudu olan sosyalizmin güzel yüzüne gölge düşürülmemelidir. Nazi istilasına kahramanca karşı koymuş Çekoslovakya halkının bu çetin imtihanı da başarıyla geçirerek istedikleri bağımsız ve hürriyetçi sosyalist idareyi gerçekleştireceklerine inanıyorum.”
İki gün sonra 23 Ağustos günlü Basın Bülteninde de şunlar var: “Çekoslovakya olayları, askeri blokların küçük üyeleri için asıl tehlikenin bloğun lideri durumunda bulunan güçlü müttefiklerinden geldiğini; ve gerçekten küçük devletlerin bağımsızlıklarını, bu bloklara girdikleri anda kaybettiklerini çırçıplak ortaya koymuştur. (…) İki nokta, yani askeri ittifakların küçük devletlerin aleyhine işlediği, küçükleri ittifakın büyük ve güçlü liderlerine tabi varlıklar haline getirdiği hususuyla, Türkiye sosyalizminin milli ve bağımsız (abç) bir hareket olduğu hususunda, Türkiye İşçi Partisi’nin tezlerinde ne kadar haklı olduğu, Çekoslovakya olaylarından sonra bir kere daha ispatlanmıştır.”
Bu basın bültenleri yayınlanırken, Merkez Yürütme Kurulu üyelerinden en ufak bir tepki gelmiyor. M. Ali Aybar ise “hürriyetçi sosyalizm” hakkındaki görüşlerini, Çekoslovakya olaylarını bahane ederek bir kez daha vurgulamayı, kişisel düşüncelerinin kendine göre nasıl haklı çıktığını göstermeye çalışıyor. Ama daha sonra M. Ali Aybar’a karşı çıkanlardan Behice Boran da Çekoslovakya sorununda Genel Başkan’la aynı düşünceleri paylaşıyor. 27 Ağustos 1968 günü Milliyet gazetesinde, Olağan Üçüncü Büyük Kongre’den sadece üç ay önce şöyle yazıyor: “İlkin hemen belirteyim ki Sovyetler Birliği’nin, Varşova Paktı’nın diğer dört üyesiyle birlikte Çekoslovakya’ya yaptığı askeri müdahalenin hiçbir yönden haklı, hatta gerçekçi politika bakımından geçerli görülebilecek tarafı yoktur. Bu müdahale milli bağımsızlık (abç) ve eşitlik haklarına olduğu kadar sosyalizm ve sosyalist enternasyonalizm ilkelerine de aykırıdır…
“Eğer sosyalist sistemden Sovyet ve diğer ülke yöneticileri Stalin devrinde şekillenmiş ve kemiklenmiş, onun ölümünden sonra da az çok değişmekle beraber sürüp gelen politik sistemi kastediyorlarsa, Çekoslovakya ve diğer ülkelerde başgösteren ‘liberalleşme’ hareketleri, sözü geçen sistem için tehlikelidir. Ne var ki sözü geçen sistem sosyalist düzenin örnek alınacak bir prototipi değildir (abç) ve şimdiki yöneticiler isteseler de istemeseler de köklü değişikliklere uğramaya mahkumdur. (…) Sovyetler Birliği’nde ve onun sistemini esas örnek alan Halk Cumhuriyetleri’nde ‘işçi sınıfı diktatörlüğü’ partinin hatta parti içinde belirli bir kadronun gitgide tek bir kişinin müstebit, keyfi idaresi şeklini almıştır. Bu çeşit rejimler yirminci yüzyılın ikinci yarısında sürüp gidemezdi.”
Çekoslovakya olayları ile ortaya çıkan durum değerlendirmesinde M. Ali Aybar ile Behice Boran arasında tam bir görüş birliği var. Aynı düşünce sistemine bağlı iki yöneticinin olayı aynı biçimde yorumlamaları gayet normal. Seneler boyunca TİP’ni yönetenler arasında bulunan bu iki kişi arasında fikir ayrılığı olması da zaten mümkün değil. Ancak Behice Boran 20 sene sonra Çekoslovakya müdahalesine karşı çıkmasının özeleştirisini şöyle yapıyor: “Çekoslovakya olayını nasıl karşıladığım sorunuza gelince; Milliyet‘te çıkan ve Aybar’la yaptığınız konuşma dizisinde de alıntı yaptığınız yazıdan anlaşılacağı üzere çok olumsuz karşıladım. Olayı, dizide geçen deyimlerle ‘çok açık biçimde eleştirdiğim, kınadığım’ doğrudur; ama bundan benim tavrım ile Aybar’ın tavrının özdeş olduğu sonucu çıkmaz. O yazıyı o zamanki tavrımı savunmak için söylemiyorum bunu, yazıdaki hatalar zamanla ortaya çıktı. Aybar’la aramızdaki tavır farkını belirtmek istiyorum sadece.
“Benimki bir durum değerlendirmesi ve eleştiriydi, onun için de o olayla sınırlı kaldı. Aybar’ın tavrı ise ‘anti-Sovyetizm’di…
“Partinin ciddi hatalar işlemiş olduğu, vahimleşen durumun kontrolunu büyük ölçüde yitirdiği bence açıktı ama parti ve sosyalist sistem kendi içinden çıkaracağı sağlıklı yetenekli unsurlar ve güçlerle kendi kendisini yineleyebilir, durumu düzeltebilir gibi geliyordu bana. Dubçek ve yandaşlarının girişimlerini bu yönde değerlendiriyordum. Çekoslovakya’daki durum ve gelişmelerin içyüzünü bilmek ve Batılı komünist çevrelerde Dubçek’in desteklenmesi ‘Prag Baharı’ndan söz edilmesi, böyle bir değerlendirme yapmamda herhalde etken olmuştur. Böyle değerlendirince de Sovyetler’in davranışlarını çok hatalı buluyordum. Bir süre bu görüşü korudum.” 18
Çekoslovakya konusunda Behice Boran’ın özeleştirisine hak vermek mümkün değil. Çünkü yazıda açıkça Stalin devrine ve Sovyetler Birliği’ne saldırı var. Örneğin Sovyetler Birliği’nin örnek alınacak bir prototip olmadığı yazılıyor. Bu açıdan M. Ali Aybar’la Behice Boran’ın yazıları arasında temelde bir fark yok. Genel Sekreter Nihat Sargın ise son ana kadar M. Ali Aybar’ın bütün icraatının sorumluluğuna katılıyor. M. Ali Aybar’ın gölgesi olarak onun yanından hiç ayrılmıyor. Aybar ne derse onu yapıyor. Özellikle teorik yapısını belirleyen M. Ali Aybar’ın düşüncelerine katılmakla kalmıyor arka planda M. Ali Aybar’ın yardımcılığını yürütmeyi tercih ediyor. Nitekim Aybar’ın Çekoslovakya olayları ile ilgili görüşü, Nihat Sargın’ın sahibi ve sorumlu müdürü olarak görev yaptığı, Parti’nin resmi yayın organı TİP Haberleri‘nin Eylül sayısında “Çekoslovakya Olayları Karşısında TİP’in Görüşü” başlığıyla yayınlanıyor. Merkez Yürütme Kurulu üyeleri bu yazıya da karşı çıkmıyorlar. Burada geniş bir parantez açmak gerekiyor, Merkez Yürütme Kurulu üyesi Sadun Aren için. Sadun Aren 21-27 Ağustos 1988’de Tempo dergisinde çıkan bir söyleşide şunları anlatıyor: “Varşova Paktı ülkelerinin 1968 müdahalelerini ‘Dubçek reformları sosyalizme aykırıdır’ diyerek değil Çekoslovakya’nın bu hareketinin dünya sosyalist sisteminin dünya kapitalist sistemine karşı bir mevziin kaybedilmesi olasılığını önlemek için yapıldığını düşünerek tasvip etmemiştim. Bugün de aynı şekilde değerlendiriyorum. Dubçek reformları bir anlamda erken diğer sosyalist ülkelerle işbirliği ve dayanışma içinde yapılmış girişimlerdir. Bir danışma yapılabilseydi, böyle bir müdahaleye gerek kalmazdı. Böyle bir danışma yapılmamasında müdahale eden güçlerin kuşkularını haklı çıkaran bir yan vardır.”
Çekoslovakya olaylarından daha sonra, parti içi çatışmaların başka bir yön aldığı 15 Aralık 1969’da Sadun Aren’in Genel Yayın Müdürü olduğu Emek Dergisinde çıkan bir çeviri yazısı var: “Oto Sik ve Çekoslovakya Sosyalizmi”. Benjamin Page’in Monthly Review‘da yayınlanan bu yazısında 1968’de Dubçek’in Başbakan yardımcısı olarak görev yapan Oto Sik’in ekonomik reformlar hakkındaki görüşlerinin eleştirisi yapılıyor. Her ne kadar Çekoslovakya’da o zaman fiilen yürürlüğe konulan ekonomik reformların bazı bakımlardan Sik’in yaptığı tekliflerden ayrıldığı yazıda yer alıyorsa da özünde aynı olduğu belirtiliyor. Bu reformların en güçlü teorik ifadelerinin gerekçelerinin Sik’in fikirlerinde bulunduğu da önemle belirtiliyor.
Aren, Tempo dergisinde şöyle devam ediyor: “Dubçek’in veya şimdi Gorbaçov’un sosyalizmi daha çok çağdaşlaştıran ve adeta demokrasi ile sosyalizmi eşitleyici normlarını onaylıyorum. Bunların başarısı olarak görüyorum. Ve böylece insanlık için daha aydınlık bir gelecek ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.” Burada çok fasa olarak şu söylenebilir: Gorbaçov, Sovyetler Birliği ekonomisini dünya ekonomisine adapte etmek istiyor. Bu da Sovyet ekonomisinin yeniden yapılanmasını getiriyor. Sosyalist hareket açısından bu durumu kabul edip etmemek ayrı bir konu ama bilimsel ve teknolojik devrim, sermayenin uluslararasılaşması gibi kavramlara eğilmeden sadece işletme düzeyinde yapılan değişikliklere bakarak Sovyetler Birliği’ndeki olayları anlamak mümkün değil. Ayrıca dünya ekonomisine açılan bir ülkedeki olaylara bakarak Türkiye’de, “tek ülkede sosyalizmin kuruluşu”na çok büyük katkılarda bulunan Stalin’i despot olarak nitelendirerek bayağı bir düzeyde eleştirmek son derece yanlış. Unutulmaması gereken bir nokta da köylülüğün çok ağır bastığı ve emperyalist ülkeler tarafından çevrilmiş tek bir ülkede sosyalizm kuruluyordu. Bu açıdan “tek bir ülkede sosyalizmin kuruluşu” ile dünya ekonomisine adapte olmak isteyen bir ekonomi arasındaki ilişkiler çerçevesinde söylenecek çok şey var. Bu da ayrı bir yazının konusu olacak. Burada parantezi kapamak gerekiyor.
M. Ali Aybar’la o güne kadar tam bir görüş birliği içinde hareket eden ve Parti’nin üst yöneticileri olarak ön planda görülen kişilerin, M. Ali Aybar’a birdenbire karşı çıkmalarının nedenlerini daha açmak zamanı geliyor. İlk önce Behice Boran ile yapılmış bir söyleşiden aktaralım: “Aynı yıl Aybar ilçe toplantılarında ‘güleryüzlü sosyalizm’den söz etmeye koyuldu. Üyelerden tepki gelmeye başladı. (abç) Parti temel belgelerinde, yayınlarında böyle bir deyim, sosyalizmin ‘güler yüzlü olanı / olmayanı’ diye bir ayrım yoktu. Konu GYK’da ele alınarak tartışıldı ama ilçe kongrelerine katılma gereğiyle nisap düştüğü için bir sonuca bağlanamadı. Buna rağmen Aybar, deyimi kullanmaya ve sosyalizm konusunu bu açıdan işlemeye devam etti. Partinin ‘Türkiye’ye özgü bir sosyalizm‘ (abç) diye bir anlayışı da yoktu ve böyle bir deyim hiç kullanılmış değildi.” 19
Behice Boran Uğur Mumcu ile yaptığı söyleşinin yayınlandığı Bir Uzun Yürüyüş kitabında “Türkiye’ye özgü sosyalizm”i kimsenin kullanmadığını söylüyor ama: “Bugün TİP, hem emekçi sınıfların siyasi bir güç halinde örgütlenmesi hareketini, hem de Türkiye’ye özgü sosyalizmin (abç) fikirler çerçevesini-teorisini ve ideolojisini temsil ediyor. Sosyalizmde fikir ve eylemin birleşmesi birarada yürütülüp geliştirilmesi kaçınılmazdır.” 20 ifadesinin yazarı da başkası değil.
Behice Boran’ın 1968 tarihli Türkiye ve Sosyalizm Sorunları çalışmasının tamamı “Türkiye’ye özgü sosyalizm”in özelliklerine ayrılmıştır. Bu açıdan yapılan eleştiriye ise Boran şu karşılığı veriyor: “Hiçbir çelişki yok. Şimdi bu konuşmamızda da özgünlük konusu üzerine durdum ama tek taraflı ele alarak ve mutlaklaştırarak değil. Özgünlüğün ve evrenselliğin birbirine zıt olmakla beraber birbirlerini tamamlayan, birbiri içine geçmiş bir bütün oluşturdukları tezini benimseyerek. Kitapta da özgünlük sorunu böyle ele alınmıştır.(…) TİP’in sosyalist bir hareket ve örgüt olduğu anlatılırken, başka kıstasların yanı sıra, bir de TİP’in bilimsel sosyalizmin koyduğu esaslara dayandığı için sosyalist bir parti olduğu vurgulanır. Tek tek cümleler üzerinde durulmaz da kitabın bütünü okunur ve dikkat ile ele alınırsa bu söylediklerimin doğruluğunun başka belirtilerine de rastlanır.” 21
1968’e kadar M. Ali Aybar’ın düşüncelerini paylaşan, daha sonra da ona karşı çıktıklarını iddia eden arkadaşları ya da Genel Merkez yöneticileri arasında Parti’nin niteliği konusunda o güne kadar en küçük bir ayrılığın söz konusu olmadığı böylece ortaya çıkıyor. Öyleyse ne olmuştu da M. Ali Aybar “Türkiye’ye özgü sosyalizmi”nin niteliklerine, programı biraz aşarak da olsa yeni yorumlar getirmeye başlayınca, Genel Merkez’in diğer yöneticileri ya da çok yakın arkadaşları karşı çıkmağa başlamışlardı? Bu sorunun tek cevabı var: ÜYELERDEN TEPKİ GELMEYE BAŞLADI. Bu durumda şöyle soruları arka arkaya sıralamak gerekiyor:
1- Şimdiye kadar üyelerden tepki gelmediği için mi arkadaşları M. Ali Aybar’ı destekliyorlardı? 2- Eğer üyelerden tepki gelmeseydi, yine arkadaşları M. Ali Aybar’ı desteklemeğe devam edecekler miydi? 3- Üyelerden tepki gelmeye başlayınca, eğer M. Ali Aybar fikirlerinden değil de üyeleri ürkütmemek için kullandığı deyimlerden vazgeçseydi, arkadaşları yine onu destekleyecekler miydi? 4- Üyelerden tepki gelinceye kadar arkadaşları M. Ali Aybar’ın böyle fikirlere sahip olduğunu bilmiyorlar mıydı? Böyle soruları çoğaltmak mümkün. Ama devam etmenin anlamı yok. Sadun Aren de aynı mantıkla M. Ali Aybar’ı görmeye gidiyor ve bu deyimleri kullanmaması gerektiğini, üyelerden tepki geldiğini açıklıyor evinde. “Aren gene geldi. Bu kez Ankara’daki eve. Konuşma sırasında dedi ki: ‘Bu hürriyetçilik üzerinde fazla durmayın; iyi karşılanmıyor tepki yaratıyor. (abç) ‘Kimde Nerede tepki yaratıyor’ diye sordum. ‘Gençler arasında’ dedi. Donup kalmıştım.” 22 Donup kalmakta haklı M. Ali Aybar. İki açıdan: 1-“…Ne var ki Behice Boran ve arkadaşları 1962’den 1968 Ekimi’ne kadar bir itirazda bulunmadan Türkiye’ye özgü sosyalizm çizgisini izlemişlerdir. Tüzük ve programı başka türlü mü anlamış, yorumlamışlardı? Türkiye İşçi Partisi’nin ‘ortodoks’ çizgiyi benimsemediği ilk günlerden beri ortadaydı.” 23 2- “Gene de şaşırdım. Çünkü tabanla, örgütle en çok temas halinde olan yönetici bendim. Sık sık geziler yapıyor, illere, ilçelere, köylere gidiyor, partili arkadaşlarla konuşuyordum. Yalnız partili arkadaşlarla değil, kahvelerde partisiz yurttaşlarla da konuşuyor dertleşiyordum. Olumsuz tepkilerle hiç karşılaşmıyordum, ne partililerden ne yurttaşlardan… Sana söylemez demeyin. Benim konuşmalarım samimi sohbetler halinde olurdu. İllerdeki arkadaşların çoğunu da yakından tanırdım. Dostumdular. Şikayetleri olsa söylerlerdi.” 24
Burada da bir parantez gerekli oluyor. M. Ali Aybar’ın ikinci şıkta yazdıkları doğru değildir. Yazdığı TİP Tarihi değil, Aybar Tarihi. Hiç şüphesiz damgasını vurduğu TİP, Aybar’ın yaşamıyla özdeş değil. M. Ali Aybar örgütü tanımıyordu. Örgütle teması kendisi ile yakın ilişkiler içinde bulunan köylü kökenli kişilerle sendikacılardan ibaretti. İllerde ve ilçelerde yaptığı sohbet toplantıları onun anlattıklarını dinlemeye gelenlerle dolu olurdu. Çok iyi bir hatip olduğu için herkesin alakasını çekerdi. Örgüt sorunlarından ise hiç anlamadığı söylenebilir. Nasıl anlasın ki? Dışarıdan bilinç götürmeye, eğitime, kadroların oluşturulmasına karşı olan, her önüne gelenin partiye girmesini isteyen, ömrü boyunca ağzından düşürmediği yatay örgütlenmenin ne anlama geldiğini bir türlü söyleyemeyen M. Ali Aybar, örgüt çalışmaları olarak sadece oy peşinde koşmasını bilen bir Genel Başkan’dı. İşçi sınıfı içinde örgütlenmeyi ön plana alabilmek için gerekli kadroların yetiştirilmesini isteyen örgüt birimleriyle acaba hiç ilişkiye girmiş miydi? Bu açılardan onun örgütle ilişkisi, gezilerinde örgüt üyelerine nutuk atmaktan öteye gitmeyen bir ilişkiydi. Onun örgütle ilişkisi Anadolu örgütlerinden gelip Genel Başkan’la konuşmak isteyen üyelerle yaptığı, genel anlamda ve özellikle oy potansiyelini ölçmeye yönelik konuşmalardı. Onun örgütle ilişkisi, sendikacılarla teke tek kurduğu ittifaktı. Onun örgütle ilişkisi, Doğu Anadolu’da kişisel yakınlıklarıyla bağ kurduğu yöneticilerdi. M. Ali Aybar’ın parti anlayışı çok kısır bir döngü içinde oluştuğu için böyle hareket ediyordu.
Bu durumda 1968 Kongresi öncesi iki önemli durum ortaya çıkmıştı: 1) 2 Haziran 1968 seçimlerinde seçim yapılan 28 ilde oy oranı yüzde 5.17’ye, 5 ilde yapılan milletvekili seçimlerinde de oy oranı yüzde 6.44’e yükseliyor. 28 ilde TİP’in aldığı toplam oy sayısı 219 bin. 1965 seçimlerinde ise 51 ilde seçime katılan TİP, toplam olarak 276 bin oy almış, oy oranı ise 2.7 olmuştu. 1969’da genel seçimler yapılacaktı. Genel Başkan M. Ali Aybar TİP’in seçimlerde “başa güreşeceğini” ilan etmişti. Ama seçim yasası değiştirilmiş, milli bakiye sistemi kaldırılmış, yerine baraj sistemi getirilmişti. Bu durumda milletvekili çıkarmak çok zordu. Bu nedenle yaşamını seçimlere bağlayan Genel Merkez’de tekrar Parlamento’ya girme olanaklarının çok zayıfladığı gözleniyordu. Üyelere aşılanan seçim bilincinin, sonunda Genel Merkez’e karşı bir tepki yaratacağından korkuluyordu. 2) Teorik eğitimin yapılmaması, derinlemesine örgütlenmenin ciddiye alınmaması, yayın politikasının savsaklanması, kadroların yetiştirilmesine karşı çıkılması ve tüm bunlara ilaveten demokratik merkeziyetçilik ilkelerinin uygulanmaması ve tepeden inme bir yönetimin eleştiri yapanlara karşı despotluğu, parlamentarizmin dal budak saldığı bir ortamda, Genel Merkez’e karşı parti tabanında gittikçe gelişen bir muhalefet, bilimsel sosyalizmin yayınlanmakta olan kitaplarını okudukça daha da bilinçleniyordu.
16.10.1968 günkü Merkez Yürütme Kurulu Toplantısı’na Behice Boran, Sadun Aren, Nihat Sargın, Şaban Erik, Minnetullah Haydaroğlu tarafından bir önerge veriliyor. Bu önerge bildiri taslağı olarak kaleme alınıyor. Kabul edildiği takdirde parti örgütlerine gönderilmesi ve basına verilmesi düşünülüyor. Bu önerge ile başlayan yeni muhalefet hareketinin görünümdeki nedeni, Genel Başkan M. Ali Aybar’ın söz ve davranışlarını engellemek amacını taşıyordu. Parti tabanından gelen eleştirileri anlamak mümkündü ama bu 5 kişiye ne oluyordu? Senelerdir nerelerdeydiler
Daha sonra, 26 Ekim’de toplanan Genel Yönetim Kurulu’nda yapılan tartışmalar güven oyuna dönüşüyor. Burada önemli bir nokta var: Aybar kitabında nedense yazmıyor; Genel Başkan M. Ali Aybar Genel Yönetim Kurulu’nda eleştirilere verdiği cevaptan sonra istifa ediyor. Bu göstermelik istifanın amacı Genel Yönetim Kurulu’ndaki durumunu güçlendirmek, kendisine karşı çıkan üyeleri zor duruma sokmak oluyor. İstifa ettikten sonra da odasına çekiliyor. Arkasından ağlayarak istifasını geri alması için odasına giriliyor. Bu senaryo oynandıktan sonra M. Ali Aybar’ın tekrar Genel Başkan olması için tüzük gereği gerekli olan 28 oyu alması lazım.
Dört gün süren Genel Yönetim Kurulu toplantısında yapılan oylamada 29 oy lehte, 4 çekimser, 4 aleyhte oy alan M. Ali Aybar, tekrar Genel Başkanlığa getiriliyor. Seneler boyunca tavsiye listesiyle kongrelerde seçtirdiği ve her dediğine evet diyen kişilerin oyları sayesinde Genel Başkanlığı’nı koruyor. Ancak burada tuhaf bir olay ortaya çıkıyor. Behice Boran ve Nihat Sargın, 5’li takriri vermelerine rağmen M. Ali Aybar’ın lehine oy veriyorlar. Bu akıl almaz tutumu Nihat Sargın Kongre’de şöyle izah etmeye çalışıyor: “Ayrıca son Genel Yönetim Kurulu toplantısında da bir taraftan sadece bir tek fert olarak, oyum olarak hem 28 oyu sağlamak ve böylece o andaki kritik durumda parti birlik ve beraberliği sağlama yolunda oy kullanmış bir arkadaşınızım.” 25
5’li takriri verenlerden Behice Boran ve Nihat Sargın, partiyi başsız bırakmamak için düşürmek istedikleri Genel Başkan M. Ali Aybar’ı tekrar başkanlık koltuğuna oturtuyorlar. Bu varsayım geçerli gözükmüyor. Soruna başka bir açıdan bakmak gerekiyor: Üyelerin tepkisine kapılan Behice Boran ve Nihat Sargın yapılan tartışmalarda M. Ali Aybar tarafından ikna ediliyorlar, senelerdir inandıkları sosyalizm anlayışından kolay kolay vazgeçemeyeceklerini görerek tutumlarını değiştiriyorlar ve olumlu oy kullanarak 5’li takrire beraber imza koydukları diğer arkadaşlarını yalnız bırakıyorlar. Ya da M. Ali Aybar’ın Genel Yönetim Kurulu’nda gücünü eskisi gibi koruduğunu görerek, parti içinde de kolay kolay herhangi bir değişikliğin söz konusu olamayacağını anlayarak, duygusal olarak senelerdir bağlı oldukları M. Ali Aybar’a karşı gelemiyorlar. Yoksa “Parti’yi Genel Başkan’sız bırakmak” gibi bir neden göstermelerini anlamak mümkün değil.
Üçüncü Olağan Kongre öncesinde, M. Ali Aybar’a karşı olan örgüt birimlerindeki delegeler Ankara’da toplanıyorlar. İlk yapılan toplantı pek kalabalık olmuyor: Sadun Aren, Ankara’daki bazı öğretim üyeleri, Ankara, İzmir, Kocaeli, Zonguldak’tan bazı delegelerle İstanbul’dan gelen ama delege olmayanların oluşturduğu, sayısı on-on ikiyi geçmeyen bir topluluk. İleride Emek Grubu’nun nüvesini oluşturacak bu toplulukta sadece M. Ali Aybar’ın yaptığı konuşmalar ele alınıyor. Toplantılara Nihat Sargın ve Behice Boran katılmıyorlar. Bu toplantıda M. Ali Aybar’ın eleştirisini delegelerin değil, 5’li takriri verenlerin yapması kararlaştırılıyor. Diğer katılımcılar açısından tarihi ve affedilmez olan bu hata sonucunda sorun Genel Merkez yöneticileri arasında bir itilaf olarak biçimlenmiş oluyor. Böylece partinin o güne kadarki tüm hatalarından 5’li takriri verenler birdenbire aklanıyor, tabandan gelen tepkilerin de anlamı yok oluyor. M. Ali Aybar’la birlikte senelerdir partinin sorumluluğunu paylaşanlar bir anda tüm tarihi sorumluluklarından kurtuluyor ve tüm yükün M. Ali Aybar’ın sırtına yüklenmesine neden oluyorlar. Delegelerin ise partinin genel işleyişi hakkında yapacakları konuşmaların yanı sıra sendikacıların da eleştirisi gündeme giriyor. Amaç ise Aybar’ı destekleyen sendikacıların gücünün kırılmasıyla Genel Başkan’ın ittifaklarını zayıflatmak. Bu görevi üstlenen Zonguldak delegesi bir işçi Kongre’de ilk defa sendikacıları ağır bir biçimde suçlarken “işçilerin ellerinin nasırlı olduğunu ama sendikacıların ellerinin de pamuk gibi olduğunu” söyleyince kıyamet kopuyor.
Ama asıl sorun, muhalefetin Aren-Sargın-Boran muhalefeti olarak belirlenmesi oluyor. Kongre’de muhalefeti temsil edenlerle, M. Ali Aybar’ın konuşmasına Aybar’ın TİP Tarihi kitabının üçüncü cildinde yer veriliyor. Burada tekrarlamaya gerek yok. 5’li takrir verenler genellikle Aybar’ın yaptığı son konuşmaları eleştirmekle yetiniyorlar. Eleştirilerinde ciddi bir şey bulmak mümkün değil. Özellikle Nihat Sargın’ın konuşması çok ilginç. Bu konuşmadan pek bir şey ahlamak mümkün olmuyor. M. Ali Aybar ise verdiği uzun cevapta kendi görüşlerini bir daha tekrar etmekten öte, parti sorunlarına dokunmuyor. Problemin nereden kaynaklandığını bir türlü anlayamayan M. Ali Aybar teorik sorunlardaki cambazlıklarını sürdürerek delegeleri usta hatipliğinin getirdiği demogojilerle avlamaya çalışıyor. Delegelerinin çoğunun anlamadığı konuşması, takım tutar gibi alkışlarla karşılanırken o da Kongre’den zaferle çıkacağına inanıyor. Bu arada önemli bir noktaya parmak basmak gerekiyor. Behice Boran yaptığı konuşmada, o zamana kadar savunduğu fikirlerini bir kenara iterek, tabandan gelen taleplere doğru bir kayış sergiliyor. Malatya Kongresi’nde bu türlü düşüncelere şiddetle karşı çıkan Behice Boran’ın konuşmasının küçük bir bölümünü teşkil eden bu kısmı aktarmakta yarar var: “Halkımıza programımızı, tüzüğümüzü anlatabilme, gide gide sosyalizmin temel ilkelerini nazariyesini anlatabilmek için mutlaka önce kendisi de bilinçlenmiş, sosyalizmi bilen, faal militan bir parti teşkilatı kadrosuna ihtiyacımız vardır. Böyle bir teşkilat olmadan bunu sadece mitinglerde yahut seçim sırasında 10 dakikalık radyo konuşmalarıyla bizim görüşlerimizi, programımızı, tüzüğümüzü ve sosyalist bilinci emekçi kitlelere ulaştıramayız. Parti şimdiye kadar genişlemesine bir büyüme göstermiştir. Memleket çapında genişlemiştir. Ama çalışma raporunun müzakerelerinde, çeşitli arkadaşların da belirttiği gibi, maalesef bütün teşkilatımızın bütün ilçe teşkilatımızın çok iyi ve sağlam kurulduğunu iddia edemiyoruz… Bence parti öyle bir döneme gelmiştir ki bundan sonra bu genişleme halinde meydana gelen büyümeyi derinlemesine işlemek ve derin kökler salmasına hizmet etmek lazımdır. Bunun için de parti teşkilatının eğitilmesine, bilinçlenmesine, militan bir kadro haline gelmesine çok önem vermek lazımdır. Böyle bir kadro olmadan, böyle bir kadroyu yani parti teşkilatını atlayarak merkezden doğrudan doğruya kitlelere inmeye imkan yoktur.” 26
Kongre’de 5’li takriri verenlere konuşma müddeti olarak kişi başına yarım saat müddet tanınıyor. Ayrıca İdris Küçükömer çok önemli bir noktaya şöyle parmak basıyor: “Parti içindeki bu çelişki nereden çıkmıştır? Parti içindeki bu çelişkide kişisel taraflar olabilir. Vardır. Yalnız bu kişisel taraflar yeterli sebep değil. Parti içindeki bu çelişmenin objektif şartları var. O da şudur: Tüzük ve program eskimiştir.” (abç) 27 Ancak bu konuşma gürültü arasında kaybolup gidiyor.
Kongre boyunca her iki tarafın kulis faaliyetleri son derece yoğun olarak devam ediyor. Çoğu üyeler durumdan şaşkın, korku dolu “ne oluyoruz? Parti bölünüyor mu” diye sağa sola sorular yağdırıyor. Senelerdir, her türlü fedakarlıkla, işlerini kaybetme pahasına parti tabelasını indirmemek için korkunç bir mücadele içinde yaşamlarını geçiren bu kişiler için, teorik yetersizlikleri ya da onları yetiştirmeyen Genel Merkez’in tutumu nedeniyle, böylesi bir tartışma çıkması inanılmaz görünüyor. Sorunun özünü anlamaksızın “aman birleşin” cümlesi salonun çoğunluğu tarafından fısıltı halinde her tarafa yayılıyor. İşin tuhafı, işçi sınıfının en yoğun olduğu bölge olan İstanbul’dan gelen delegelerden tek bir ses çıkmıyor. İleride partinin en önemli yerlerinde görev alacak olanlar bile söz almadan sadece olayları izlemekle yetiniyorlar. Sendikacıların İstanbul il örgütünde seneler süren yönetiminin tahribatı açıkça gözüküyor. Seçimlerden bir gün önce gerçekleşen muhalefet toplantısı öncekilere göre oldukça kalabalık oluyor.
Listelerin hazırlanması sırasında Behice Boran’a muhalefet listesinde yer alması teklif ediliyor. Muhalefetle birlikte olmak istemeyen Behice Boran kendi başına adaylığını koyacağını söyleyerek reddediyor. Nitekim Nihat Sargın ve Behice Boran adaylıklarını tek tek koyuyorlar. Seçimleri M. Ali Aybar’ın listesi kazanıyor. Genel Yönetim Kurulu’na sadece Sadun Aren ve Şaban Erik girebiliyor. Behice Boran, Nihat Sargın ve Minnetullah Haydaroğlu yedek listesinde kalıyorlar.
Seçimleri Aybar’a sendikacılar, Doğu delegeleri, küçük burjuva aydınlar ve Anadolu’dan gelen “aman Partimize bir şey olmasın” diyen küçük esnaf ve zanaatkarlar kazandırıyor. Kongre’nin ertesi günü Kongre Başkanı Çetin Altan yazısında M. Ali Aybar’ı jurnalcilikle suçlayınca, bundan cesaretlenen, Ankara’da muhalefeti idare edenler Olağanüstü Kongre’nin toplanması için faaliyete geçiyorlar. Zamansız yapılan bu teşebbüs karşısında, Aybar’a karşı olan delegelerin çoğu yeni bir kongrenin aradan bu kadar kısa bir süre geçtikten sonra olumlu bir sonuç vereceğine inanmadıkları halde, isteksiz bir biçimde imzalamak zorunda kalıyorlar hazırlanan dilekçeyi. Nitekim de öyle oluyor. Bu iki Kongre arasında Zonguldak il örgütünün Olağanüstü Kongre için aldığı karar ise oldukça ilginç: “Zonguldak teşkilatı üst kongre delegelerine aşağıdaki talimatı vermeyi karar altına almıştır: Genel Başkan M. Ali Aybar tutum söz ve davranışlarıyla sosyalizmden sapmıştır. (abç) Yanına aldığı sendika ağalarıyla sosyalist bir eylemde bulunmasına imkan kalmamıştır. Zonguldak teşkilatı bu kadronun görevden uzaklaştırılması için çalışmayı tarihi bir görev bilmektedir.” 28
Zonguldak il örgütü son derece yanlış bir saptama yaparak sorunu M. Ali Aybar’ın kişiliğine, sözlerine, tutumuna ve davranışlarına indirgemiş oluyor. M. Ali Aybar’ın ortodoks görüşlerle, parti kurulduğundan beri en küçük bir ilişkisi bulunmadığı bir türlü anlaşılmıyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Aylık Ant Dergisi, sayı 6, s. 28.
- M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 57.
- B. Boran, “TİP Tarihi”, Çark Başak, sayı 11, s. 4.
- M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 53.
- B. Boran, “TİP Tarihi”, Çark Başak, sayı 11, s. 4.
- a.g.e., s. .4
- R. Nuri İleri, “TİP’te Oportünist Merkeziyetçilik”, s. 55.
- B. Boran, Ant Dergisi, sayı 6, s. 38.
- B. Boran, “TİP Tarihi”, Çark Başak, sayı 11, s. 4.
- “II. Büyük Kongre’ye Genel Merkez Raporu”, 20-24 Kasım 1966, Sonuç Bölümü
- B. Boran, Emek Dergisi, 15 Aralık 1969, sayı 7, s. 3.
- M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 139.
- a.g.e., s. 137.
- a.g.e., s. 130.
- B. Boran, Emek Dergisi, 25 Ağustos 1969, sayı 9, s. 7.
- TİP Haberleri, Ağustos 1968.
- M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt II, s. 282.
- Uğur Mumcu, “Bir Uzun Yürüyüş”, s. 64.
- a.g.e., s. 59.
- B. Boran, “Türkiye ve Sosyalizm Sorunları”, s. 60.
- Uğur Mumcu, “Bir Uzun Yürüyüş”, s. 96 – 97.
- M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 141.
- a.g.e., s. 293.
- a.g.e., s. 143.
- N. Sargın, “III. Olağan Kongre’de yaptığı konuşma”dan aktaran M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 224.
- B. Boran, “III. Olağan Kongre’de yaptığı konuşma”dan aktaran M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 238.
- İdris Küçükömer, “III. Olağan Kongre’de yaptığı konuşma”dan aktaran M. Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt III, s. 246.
- Sömürücüye Yumruk Gazetesi, Olağanüstü Kongre Özel Sayısı, 25 Aralık 1968.