Batı Avrupa ülkeleri ve ABD yapılan son testlerden Gorbaçov’un sürekli olarak kırık not almaya başladığını gördüler ve onu sınıfta bırakmaya karar verdiler. Bu testin en kritik sorusu Sovyet diplomatlarının ve generallerinin kapitalist metropollerin istekleri doğrultusunda hareket etmelerini ve değişim göstermelerini Gorbaçov’un artık ne derecede sağlayacağı ya da sağlamaya devam edebileceğiydi. Elbette “Gorbaçov’un ülkesinde ne derece radikal politik ve ekonomik reformlar yapıp halkının daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasına katkıda bulunup bulunamadığına bakıyoruz” türünden açıklamaları ciddiye almamak gerekiyor. Kapitalist metropollerin gerçekte önem verdikleri ilk sorudur ve Ocak ayının sonunda Baltık cumhuriyetlerinde yaşanan olaylardan ve para reformundan sonra Gorbaçov’a çok düşük bir not verilmiştir. Üstelik kapitalist metropollerde Gorbaçov’a gelecek testlerde daha iyi hazırlanıp bu kırık notunu düzeltme şansı tanıyanların sayısı iyice azalmış durumda.
Batının ruh hali
Kapitalist metropollerin hükümetleri ağır yaralı glasnost sürecine tedirginlik içinde bakıyorlar. Yaşanan olayların iletişim araçlarında eski günleri anımsatır bir şekilde değerlendirilmeye başlanması da canlarını bir hayli sıkıyor. Neyse ki Rusya Cumhuriyeti’nde hala bir Boris Yeltsin var ve bu sayede iletişim araçları alanında bütün inisiyatif elden çıkmış değil.
Kapitalist metropollerin sözcülerinin son Baltık testinin sonuçlarına titiz bir veli gibi çok sinirlendikleri görülüyor. Gözlerinden şunları okumak zor olmuyor: “Gorbaçov 1985 yılından bu yana pek çok güzel iş yaptı ancak bütün bunlara karşın eski komünist kadrolar yerlerini koruyorlar. Sovyetler Birliği’nde, temelde bir değişim olmadı.”
Bu onların kızgınlığı. Herşeyin istedikleri kadar kolay ve hızlı ilerlememesinden duydukları rahatsızlıktan dolayı “Sovyetler Birliği aslında değişmedi” diyorlar. Onlar için yeterince değişmediği açık. Peki ya bizler için? Sovyetler Birliği’nde temel bir değişiklik yok dememiz mümkün mü? Ne yazık ki kesinlikle değil. Ama bu son testten biz de bazı sonuçlar çıkarabiliriz. En azından şu açıkça ortaya çıktı ki, Sovyetler Birliği 5 yılı aşkın süredir tıkabasa yediklerini sindiremedi. Bir kısmını kustu bile. (Bu kusmanın Şatalin planının uygulamaya konulmamasıyla başladığını düşünüyorum.) Bu mide -daha doğrusu bu bünye-bu yiyecekleri öyle kolay kolay kabul edeceğe benzemiyor. Sonuçta bir ağır zehirlenme ile ölüm mü yaşanır, yoksa zorlu bir bulantı ve kusma sürecini bir iyileşme dönemi mi takip eder bilinmez.
Ancak bilinebilecekler var. Gorbaçov’un “vallahi bu iş Vilnius’daki bir çılgın generalin başının altından çıkmış benim haberim yoktu” diyerek Batılıları ikna etmesi oldukça zordu. Elinde çok büyük yetkileri bulunduran Gorbaçov’un (bu yetkilerin bir anda değil aralıklarla alınmış olması bu gerçeği değiştirmiyor) “hiç haberim yoktu” demesi zaten hemen hemen imkansızdı.
Kapitalist metropollerin gözünde Gorbaçov’un saygınlığını geri kazanabilmek için yapacağı tek bir şey var: Baltık müdahalesinin tamamen hatalı olduğunu söylemek ve bu ülkelerde ortamın müdahale öncesine dönmesini sağlamak. Yani bütün askerler geri çekilecek, kontrol altına alınan bütün binalar tekrar boşaltılacak ve Baltık cumhuriyetleri’nin Sovyetler Birliği’nden kopuş süreçlerine kaldıkları yerden devam etmelerine izin verilecek.
Doğrusu kapitalist metropollerin buna pek fazla şans tanıdıkları söylenemez. Zaten yukarıda söylenenleri yapsa bile Batı artık Gorbaçov’a eski sempatiyi duymayacak. Sovyetler Birliği’nin varlığını korumak amacıyla politik ve ekonomik liberalizasyonu dondurucuya koyan birine nasıl güvensinler ki? Uzatmaya gerek yok. Kapitalist metropollerin Gorbaçov’a olan güveni tamir edilemez bir biçimde bozuldu. Gorbaçov onların gözünde liberalizasyonu buzluğa koyan ve eski tutuculuğu Sovyetler Birliği’ni korumak için yanına almaktan çekinmeyen biri artık. Bunu belki de o tutucuların tehditlerinden bezdiği, hatta korktuğu için yaptı ve belki de liberalizasyonun ne tür bir zorlu süreç olduğunu hiçbir zaman anlamadı. Kendisini de yenileyememişti zaten. O insanların (burada batılılar kastediliyor) düşündüğü Gorbaçov değil artık. Abarttığımı sanmıyorum. Kapitalist metropollerin sözcülerinin ruh hali özetle budur.
“Bay sempatik”e elveda
Bu durumda kapitalist metropollerin yapacakları hesap basittir. Bu bir alternatif maliyet hesabıdır. Gorbaçov’un dış politikası acaba bu yaptıklarına katlanmayı gerektirecek kadar faydalı mı? Eğer Arabistan çöllerindeki savaş kısa sürede bitecek gibi olsaydı cevabın hayır olacağını hiç tereddüt etmeden söyleyebilirdik. Irak’ın bombardımanı ile yaşanan birkaç günlük sarhoşluk yerini çoktan “gerçekçiliğe” bıraktı ve savaşın bitirilemiyor olması Batının bir süre için Gorbaçov’la köprüleri tam olarak atmasını engelledi.
Kapitalist metropoller bir yıl önce Gorbaçov’a Doğu Avrupa’nın “liberalizasyon”u için ihtiyaç duyuyorlardı. Balkanlardaki bir iki yarım kalmış örnek dışında bu iş tamamlanmış durumda. Daha yakın bir dönemde, 1990 Ağustos ayından 1991 Ocak sonuna dek Saddam Hüseyin’e karşı blokun oluşturulmasında Gorbaçov’un kapitalist metropollere oldukça önemli bir destek sağladığı ve meşruluk kazandırdığı ortada. Yalnız unutmamak gerekli ki koalisyon kurulmuş ve savaş başlamış durumda. Savaş bittiğinde Sovyetler Birliği’nin bu konuda batıya sağladığı desteğin pratik olarak bir önemi kalmayacak.
O zaman geriye ne kalıyor? Batı Gorbaçov’dan daha ne bekleyebilir? Akla bir tek önümüzdeki günlerde gündeme gelecek silah indirimi anlaşmaları geliyor. Gorbaçov’u dışlamak adına bu anlaşmaları imzalama fırsatını yitirmek kapitalist metropolleri şüphesiz üzecektir. Ama her gün biraz daha kötüye giden Sovyet ekonomisinin askeri harcamaları kısma konusunda daha çaresiz bir hale düştüğü gözönüne alındığında, bu son noktanın da Gorbaçov açısından bir kez olma özelliğini hızla yitirdiği ortaya çıkıyor. Buradan da yukarıda sözü edilen ve edilmeyen olasılıklardan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin silah indirimi anlaşmalarının imzalanmasına kesin gözüyle bakılabileceği ortaya çıkıyor.
Yapılan resmi açıklamaların hala çok kibar ifadeler kullanıyor olmalarına bakıp aldanmamak lazım. Elbette ki kapitalist metropollerin sözcüleri “Bizim derdimiz Gorbaçov’la değil; Sovyetler Birliği’nin daha iyi bir duruma gelmesidir. Bu yalnız serbest piyasa demokrasisinin kurulması değil, aynı zamanda cumhuriyetlerin kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalarıdır.” demeye devam edecekler. Burada yeni olan plüralizmle ulusların özgürlüğünün nasıl el ele gittiğine yönelik vurgunun artması olacaktır.
Resmi açıklamalardaki vurgu kaydırmasını bir kenara bırakacak olursak Sovyetler Birliği’ni dize getirmek için kullanacakları temel silahın ne olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek; ekonomik yardımların durdurulması. Avrupa Topluluğu’nun vereceği 1 milyar dolarlık yardım, ABD’nin sözünü ettiği 3 milyar dolarlık ticaret kredisi, Almanya’nın yapmayı planladığı yardım ve diğer yardım öneri ve planları dondurulacak. Yukarıda alternatif maliyet hesaplamasından söz edilmişti. Bu hesabın sonuçları doğrultusunda, bu paralar demokrasi yolunda yürüme konusunda çok daha istikrarlı davranan -ve büyük sıkıntılar içinde bulunan Polonya ve Romanya’ya aktarılacak. Baltık cumhuriyetleri üzerindeki kontrolünü tam anlamıyla geri çekmediği sürece Sovyetler Birliği’ne bir miktar yiyecek yardımının dışında artık batının el uzatmasını beklememek gerekli. Parayı hak edenler, yani demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine doğru kararlı adımlarla yürüyenler alacak.
Batı bu şantaj yoluyla Gorbaçov’un fikrini değiştirmeye çalışıyor. Ama asıl gönüllerinde yatan şüphesiz ki “yeni-Gorbaçovculuğu” Boris Yeltsin yoluyla aşmaktır. Haklı olarak, Sovyetler Birliği’ndeki tutuculuğu kırabilecek gücün Rus Cumhuriyeti’nde olduğuna inanıyorlar. Sovyet ordusunu paralize edebilecek ve kapitalist restorasyoncular açısından bir iç savaşı en az kayıpla zafere dönüştürebilecek ana güç olarak Rus Cumhuriyeti görülüyor. Diğer isyankar cumhuriyetlerin Rus Cumhuriyeti’nin önderliği altında içsavaşı organize bir biçimde sürdürmeleri ve başarıya ulaştırmaları düşünülüyor. Birbirlerine “artık doğru insanları desteklemenin zamanı gelmedi mi?” diye soruyorlar.
Cici Bessmertnykh ve teknokrat pavlov
Yukarıda kapitalist metropollerin Gorbaçov’a yönelik hayal kırıklığından ve Sovyetler Birliği’nin bünyesinin kaldıramadığı ağır yağlı yiyeceklerden söz edilmişti. Bu noktada durup üç ay öncesine gitmek istiyorum. Böyle bir parantezin okuyucunun tam olarak nelerden söz edildiğini kafasında canlandırabilmesi açısından faydalı olacağına inanıyorum.
Üç ay önce Gorbaçov hükümeti kapitalist restorasyona gönül vermiş “taze” yüzlerle dolduracağına söz vermişti. Leningrad’dan namlı anti-komünist Anatoly Sobchak başbakanlığın en güçlü adayı haline gelmişti. Bu da yetmiyormuş gibi Şatalin planının organizatörü Grigorl Yavlinsky’nin ekonomi bakanı olacağı söyleniyordu. Bu tür insanlara hükümette yer verilecek, bu yolla Gorbaçov merkezi planlamayı tamamıyla dağıtma şansını yakalayacak ve aynı zamanda otoritesini yerel anti-komünist politikacıların popülaritesiyle güçlendirecekti. Bu senaryo kapitalist metropollerin sözcülerini zevkten dört köşe ediyordu.
Suya düşen umutlar işte bunlardır. Gorbaçov hükümetinde katıksız kapitalist restorasyonculara beklenen yeri vermedi. Kısa sürede ve gürültüsüz patırtısız bir biçimde Sovyetler Birliği’nde kapitalizmi restore etme beklentisi buharlaşıverdi.
Başbakanlık görevine getirilen eski Maliye Bakanı Valentin Pavlov’u ele alalım. Ryzhkov’un çizgisini aynen devam ettirecek bir teknokrat Pavlov. Zaten Başbakan olur olmaz Ryzhkov’un “istikrar artı dengeleme” politikasını sürmeye söz vererek işe başladı. Yani önce bütçe açığı kapatılacak, bütçe açığını finanse etmeye yönelik para basımı (açık finansman) durdurulacak, mal ve hizmetlerdeki fiyat artışlarının ücretlerdeki artışla dengelenmesine çalışılacak. Sovyetler Birliği’ndeki radikal geri dönüşçüleri baştan beri tatmin etmeyen bu yaklaşım artık kapitalist metropollerin sözcülerinin de açık tepkisini alıyor. Ryzhkov’un getirdiği ve Pavlov’un sürdürdüğü bu yaklaşım pek çok radikal reformu, ekonomide istikrara kavuşuluncaya dek ertelediğinden ve bu istikrarın ne zaman geleceğinin hiç belli olmamasından dolayı sabrı tükenenleri karamsarlığa itiyor. Sovyet halkına “bu ürkek politikalar şu ana kadar bir işe yaramadı, bundan sonra da yaramayacak” diye seslenen kapitalist restorasyoncular bir yandan da arkalarındaki kitlesel desteği artırmaktan geri kalmıyorlar.
Aslına bakarsanız Pavlov kapitalist metropollerin sözcüleri tarafından takdir edilen bir insandı. Maliye Bakanlığı döneminde (1989-90) IMF’ye batıdan birşeyler öğrenmek için ne kadar hevesli olduğunu defalarca göstermişti. Ancak gelin görün ki bu “iyi niyetli” teknokrat, tıpkı ustası Ryzhkov gibi, iş özelleştirmeye geldiğinde duruyor ve daha fazla ileri gitmenin şimdilik doğru olmayacağını söylüyordu.
Alexander Bessmertnykh’in dış işleri bakanı olması ise son üç ay içerisinde Batılı liderleri memnun eden tek gelişme oldu. Shevardnadze’nin istifasının ardından alternatifler içerisinde kapitalist metropollerin sözcülerinin seçilmesini en çok istedikleri Bessmertnykh’di. 20 yıl boyunca ABD’de diplomat olarak görev almış ve en son Washington Sovyet elçiliğinde bulunan, tanıdıkları, bildikleri bir diplomat. Bessmertnykh, Edward Shevardnadze’nin tam bir devamı olmaya aday olan tek isimdi.
Sorun şu ki Bessmertnykh’in iç politika üzerinde etkili olma şansı pek fazla değil. Dış politika alanında ise zaten Batının alabileceği pek bir şey kalmadı. Batının Bessmertnykh’in KGB’ye ya da orduya karşı etkili olabileceğine ihtimal vermediğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Boris Pugo başta olmak üzere kimi KGB kökenli “muhafazakar”lara hükümette önemli roller verilmiş olması Batı açısından işin üstüne tuz biber ekti.
Boris Yeltsin faktörü
Gorbaçov “dünün adamı” olarak ilan edildiğine göre kapitalist metropollerin sözcülerinin Baltık cumhuriyetlerinde ve kimi diğer Sovyet cumhuriyetlerinde yaşanan olaylara bakıp “Hiçbir imparatorluk mücadele etmeden küçülmeyi kabul etmemiştir” diye mırıldanmalarını beklemek gerekiyor. Şüphesiz ki böyle mırıldanıyorlar ve “Sovyet İmparatorluğu’nu şiddetle bir arada tutmaya çalışmak onun kaçınılmaz dağılışının çok şiddetli olmasına yol açacak” diye düşünüyorlar. Bu onların sadece düşüncesi değil aynı zamanda temennileri de. Batının gözdesi ise Baltık cumhuriyetlerindeki sertleşmeye “kahramanca” karşı çıkan Yeltsin oldu. Başkanı olduğu Rus Cumhuriyeti’nde kapitalizme doğru yelkenleri fora eden bu adam artık kapitalist metropoller tarafından açıkça destekleniyor. Yeltsin yaşanmakta olan bütün sorunları sömürmüş ve henüz hiçbirini tutmadığı pek çok bol keseden verilmiş sözlerle büyük popülerlik kazanmış bir adammış; ne gam. Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Kazakistan şimdiden aralarında yeni bir “birlik” anlaşması imzalamış durumdalar. Bu anlaşmaya isteyen başka cumhuriyetlerin katılmasına da izin veriliyor. Söz konusu 4 cumhuriyet Sovyet nüfusunun yüzde 80’ini oluşturuyor ve yeni birliğin omurgasının çoktan oluşturulduğunu ortaya koyuyor. Yine de Batılıların içi o kadar da rahat değil. Çok iyi biliyorlar ki henüz hiç denenmemiş Yeltsin koalisyonunun taraftarları karşılarına çıkacak ilk problemde dağılabilirler.
O zaman yapılacak hesap basit. Oturulup bu kez bir parçalanmanın alternatif maliyetinin ne olacağı hesaplanmaya çalışılır. Bu hesabı yaparken göze ilk çarpan şey ne ordunun, ne de partinin gerekli sağlamlığa sahip olmadıkları oluyor. Bu durumda Boris Yeltsin ve diğer cumhuriyetlerdeki taraftarlarının yeterince bastırmaları durumunda pek çok insanı Baltık cumhuriyetleri için savaşmaya değmeyeceğine inandırabilirler. Bu çok ciddi bir tehlike olarak ortada duruyor.
Burjuva basını bütün kapitalist dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Baltık cumhuriyetlerine yapılan askeri müdahalelerden sonra Gorbaçov’un komuta yanlılarının, reform karşıtlarının, tutucuların ve KGB’ nin kuklası haline geldiğini yazdı. Yani barikatın bir yanında demokratlar, ekonomik reform yanlıları ve onların lideri Boris Yeltsin ve diğer yanda ise tutucular ve onların kuklası Gorbaçov. Böylece bir taşla iki kuş vurabileceklerini düşünüyorlar; hem Yeltsin’i kapitalist restorasyon hareketinin tartışılmaz lideri haline getirmek hem de Gorbaçov’u olabildiğince hızlı bir biçimde gözden düşürmek. Yoksa gerçeğin hiç de anlattıkları gibi olmadığını çok iyi biliyorlar. Ancak demokrasi açısından faydalı olacaksa gerçekleri biraz gerip çekmede ne sakınca olabilir ki?
Pavlov’un para reformu
Bu noktada akla Azerbaycan’a yönelik askeri müdahale geliyor ve sadece Baltık cumhuriyetlerindeki olaylar yüzünden Gorbaçov’a Batının bir daha düzeltemeyeceği kadar düşük bir not vermesi doğru mu sorusu karşımıza çıkıyor. Gerçekten de Azerbaycan olaylarında kapitalist metropollerin sözcüleri ne kadar da “anlayışlıydılar”. Bu kez aynı hoşgörüyü göstermemeleri hatanın tekrarından mı kaynaklanıyor? “Yoksa Azerbaycanlılar her neyse de Baltık cumhuriyeti vatandaşlarına bunu yapmaya hakları yoktu” diye düşünüp ayrımcılık mı yapıyorlar? Elbette ki hiçbiri değil. Yeni Başbakan Valentin Pavlov’un para reformu Baltık cumhuriyetlerine karşı ortaya çıkan sertleşme ile üstüste geldi ve Gorbaçov’un kapitalist metropollerce dünün adamı ilan edilmesinde önemli bir rol oynadı.
Pavlov’un para reformu 50’lik ve 100’lük rublelerin yenileriyle 3 gün içinde değiştirilmelerini ve Sovyet vatandaşlarının banka hesaplarından her ay en fazla 500 ruble çekebilmelerini öngörüyordu. (Bu arada 500 rublenin yaklaşık olarak ortalama ücret seviyesinin iki katı olduğunu belirtelim).
Kapitalizme dönüş hiç böyle olur muydu? Bu reform herşeyden önce insanların banka sistemine güvenini sarsacaktı -zaten bu konularda 70 yıl zehirlenmiş bir halkı ikna etmek hiç de kolay olmazken. Bu aynı zamanda yarı-özel sektör gözüyle bakılan kooperatif sistemine büyük bir darbe vuracaktı. Kısacası Pavlov’un para reformuyla da ekonomik reform süreci öldürülmüş oluyordu.
Ne hazin bir manzara: Pavlov’un para reformu özel sektöre saldırdı, rubleye olan güveni sarstı, bankacılık sistemini boğdu… Ekonomiyi mafyadan temizlemek adına namuslu ve taze müteşebbisleri cezalandırdılar. Şimdi dolaşımdaki para miktarı azaldı mı yani? Hem azalsa azalsa yüzde 5 azalmıştır. (Bu hesabı nasıl yaptılar onu bilmek imkansız.) Ama olsun; isyankar cumhuriyetler merkeze hep daha az ödemede bulunuyor ve aksine merkezin fiyat artışlarını önlemek için yaptığı sübvansiyonlardan dolayı harcamaları sürekli artıyor. Oh olsun işte!
Karşı devrimin temel güçleri
Tablo oldukça karmaşık ve can sıkıcı ancak biraz daha dişimizi sıkıp Yeltsin’in iktidarı için elinin altında ne tür silahların bulunduğuna bir göz atmakta fayda var. Herşeyden önce şüphesiz ki Rus Ortodoks kilisesi en “saygın” ve ülke çapında yaygın bir güç olarak pek çok karşı devrimci tezi hiç törpülemeden söyleme ve propagandasını yapma şansına sahip. Örneğin Baltık cumhuriyetlerine yapılan müdahaleleri günah olarak adlandırmaktan geri durmadılar.
Ne yazık ki karşı devrimi destekleme konusunda basının da çok etkin bir role sahip olduğu dikkat çekiyor. Bütün basın elbetteki karşı devrimci kamp içinde yer almıştır ancak bu kampta yer alanların sesini kesmenin hiç de kolay olmadığı rahatlıkla görülebiliyor.
Milliyetçi partiler ve karşı devrimcilerin yönetiminde etkin olduğu cumhuriyetler de karşı devrimin temel güçleri arasında yer alıyorlar. Bunlar zaman zaman iç tartışmalar yüzünden birbirlerine küsüyor hatta parçalanıyorlarsa da Yeltsin’in önderliğinde daha disiplinli hareket edebilirler.
Karşı devrimcilerin çok büyük bir güç elde ettikleri görülüyor. Kapitalist metropollerin Gorbaçov’dan desteklerini çekmeleri karşı devrimcileri daha da mütecaviz kılacak. Başbakan Pavlov ise Şubat ayının ortalarında para reformunu kimi Batılı bankaların yaptıkları bir iktisadi komployu önlemek için gündeme getirdiklerini söyledi. Böyle birkomplo var mıdır, yok mudur? Ben “neden olmasın” diyorum. Ama asıl önemli olan karşı-devrimcilere karşı neden mücadele edildiğini iyibilmektir. Karşı devrimciler örgütlülük düzeylerini gün geçtikçe daha çok arttırıyorlar. Muhafazakarcıların ne derece iyi hazırlandıklarını zaman gösterecek.