Mayıs ayının başlarında Yugoslavya’nın bir kaosun içine girdiğinden hiçkimsenin şüphesi kalmamıştı. Kimileri askeri bir çöküşün eşiğine gelindiğinden sözederken, kimi yorumcular bir iç savaşın kaçınılmaz hale geldiğini öne sürüyorlardı. Yugoslavya’nın dağılmanın eşiğinde olduğu konusunda ise hemen hemen herkes fikir birliği içindeydi. Aslında Yugoslavya’nın başına gelenleri ve daha da önemlisi bundan sonra gelecekleri birkaç kelime ile anlatmak o kadar kolay değil. Askeri bir çöküş, bir iç savaş ya da dağılma… Bütün tanımlamalar tek tek yetersiz kalıyor ve bunların bir kombinasyonundan sözetmek daha doğru olacağa benziyor. İşin ilginç yanı ise Yugoslavya’da silahlar patlayıncaya dek, bu ülkenin çok az bir ilgi görmesiydi.
Yugoslavya mı? Kimin umrunda!
“Yugoslavya’nın yaşadığı kaos artık bir dünya savaşına yolaçmaz nasıl olsa” deniliyor ve bir zamanlar “Doğu-Batı çekişmesinin” ortasında yeralan bu ülke, artık sadece Balkanlar’daki huzursuzluklardan birisi olarak değerlendiriliyor. “Sırplar, Hırvatlar ya da Arnavutlar birbirlerini yemek istiyorlarsa ne yapalım yani? Bu artık tamamıyla Yugoslavya’nın iç sorunu haline gelmiştir.” Kısacası konuyla ilgili olmayanların fazla bir can sıkıntısı duymasına gerek yoktur.
Abartıyor muyum? Hiç zannetmiyorum. Batı Avrupalılar ve özellikle de ABD’liler için Yugoslavya’daki karmaşa televizyonlarındaki haber programlarını, gazete ve dergilerindeki dış haberler sayfalarını “süsleyen” ve telaffuz edilmesi zor isimli insanların yarattığı yeni bir etnik çatışma, o kadar. Özetle, kapitalist metropollerin, atomize bireylerden oluşan, duyarsız ve aynı anlama gelmek üzere “demokratik” kamuoyu Yugoslavya’da olup bitenlere ya omuz silkip ya da şöyle bir bakıp geçiyor.
Yine de herkesin tuzunun bu derece kuru olduğunu düşünmek doğru olmaz. Herşeyden önce Yugoslavya’nın komşuları küçümsenemeyecek bir huzursuzluk içindeler. Örneğin Mayıs ayının başlarında Avusturya, ordusunun önemli bir kısmını sınıra yığmıştı bile. Ama bundan da önemlisi, kapitalist metropollerin kimi sözcülerinin dile getirdiği gibi, ortada “Batı’nın Yugoslavya’ya karşı olan tarihsel sorumlulukları var.” Yani Batı’nın yıllar önce Yugoslavya üzerinde kurduğu etki bir anda unutulmamalıydı ve bu etki gerekli “yardım”ların yapılması için bundan sonra da yeri geldiğince kullanılmalıydı.
“Aman Sovyetler’e kötü örnek olmasın!”
Bir Avrupa ülkesinde askerlerin kontrolü ele almaları ve dağılan mozaiği bu yolla birarada tutmaya çalışmaları, Doğu Avrupa ülkeleri için ve özellikle de Sovyetler Birliği için kötü örnek oluşturabilir korkusu, “Yugoslavya yönetimine (yani isyancılara karşı “komünistlerin” etkinliğindeki Sırbistan’a) yardım etmeliyiz” fikrini kapitalist metropoller için önemli kılıyor. Aslında onlar için önemli olan ne olacağından çok, nasıl olacağı. Kapitalist metropol ülkeler için pek farketmiyor: Eğer sonuçta daha gevşek bir federatif yapı ortaya çıkacaksa çıksın, tam bir dağılma yaşanacaksa yaşansın. Yeter ki, bütün bunlar “barışçı” ve “demokratik” bir biçimde gerçekleşsin. Slovenya’nın veya Hırvatistan’ın ayrılmasına ciddi olarak karşı çıkmak gibi bir niyet taşımıyor metropol kapitalist ülkeler. (Aynı durumda Litvanya, Estonya vb.’leri için de geçerlidir.) “It is no more my business” diyorlar. İşin onlar için önemli olan yanı ise ‘soğuk savaş sonrası’ olarak adlandırdıkları bu yeni dönemde, modası geçmiş çelişkileri yeni modaya uygun bir biçimde çözmek ve yeni dünya düzeninin önündeki bu büyük sınavı başarıyla vermesini sağlamak. Özellikle Körfez Krizi rezaletinden sonra, yeni dünya düzeninin böylesi kritik bir sınavda çok düşük not almaya tahammülü kalmamıştır. Dolayısıyla Yugoslavya’daki savaşın 1914’de olduğu gibi bir dünya savaşına yolaçması mümkün değilse de, yaşananların tamamiyle lokal bir problem olarak tanımlanması da mümkün değildir.
Yugoslavya’nın lokalliği vs. tribalizmin yaygınlığı
Yıllardır uykuda olan tribalizm virüsü, birkaç yıl önce (illa net bir tarih vermek gerekiyorsa 1989’da) dünyanın çivisinin çıkmasıyla birlikte tekrar faaliyete geçmiş durumda. Tribalizm virüsü yeni dünya düzeninin kendisi için yarattığı elverişli ortamla birlikte hızla üreyip çoğalmaya başladı. Hastalığın Yugoslavya ile sınırlı olmadığı açıktır. Çok uzaktaki ülkelerde, örneğin Kanada’da, Sri Lanka’da ya da Etopya’da yaşananlar (siz kimilerinin Etopya’dan moral bulabilmek için yaptıkları abartmalara fazla kulak asmayın), bu durum göz önünde bulundurulmadığı sürece nasıl açıklanabilir? Peki ya Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde, özellikle İspanya’da ve Çekoslovakya’da olanlara ne demeli? Ve elbette ki Sovyetler Birliği… Korkarım ki Yugoslavya’nın parçalanışı, Sovyetler Birliği’nde çok daha büyüğü yaşanacak bir patlamanın aperatifidir. Kısacası Yugoslavya’da tribalizm bu ülkenin özgüllüğü ile açıklanamayacak derecede globalleşmiştir.
Bu arada işin herkesin bildiği, ama yine de sözü edilmesi gereken bir başka boyutu daha var. Yugoslavya’da yaşananlar açıkça gösterdi ki, yeni Avrupa kollektif güvenlik düzenlemeleri hiç de zannedildiği kadar kolay oturtulamayacak. Avrupa’da Güvenlik ve Dayanışma Konferansı’nın (Conference on Security and Cooperation in Europe – CSCE) ne derece yavaş hareket ettiği ve nasıl etkisiz kaldığı Yugoslavya testi ile görüldü. Bu test Avrupa Topluluğu’nun dış politika alanında etki sınırlarının ne derece dar olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Topluluk sözcüleri kısa sürede bu durumu farkettiler. Yugoslavya’ya tek müdahale şanslarının bu ülkede silahların susması ve dolayısıyla diplomasinin saatinin gelmesiyle başlayacağını gördüler ve inisiyatifi ele geçirebilmek için ateşkesin ateşli savunuculuğunu üstlendiler. Topluluk arka bahçesine hakim olabildiğini göstermek zorundaydı. Bunun için ateşkes gerekiyorsa ateşkes yapılmalıydı. Yugoslavya’nın başına gelenler için timsah gözyaşları da bu nedenle akıtıldı.
Kapitalist metropol ülkeler bugün için Yugoslavya’nın gevşek bir biçimde de olsa birliğini sürdürmesini ister görünüyorlarsa, bunun başlıca sebebi tribalizm virüsünün dünyada daha da yayılmasından korkmalarıdır. Aksi halde Batı’nın kapitalist olmak için çırpınan Sırbistan’dan farklı olarak bu yolda ciddi bir kitlesel desteğe sahip olan Slovenya ve Hırvatistan yerine hâlâ Yugoslavya hükümetini destekliyor olması aptallıktan başka bir şeyle açıklanamazdı. (İşin ilginç yanı Batı’da Yugoslavya’nın bölünmesine açık destek verilmesi taraftarı olanlar Yugoslavya’nın birliğinden yana tavır alınmasını aptallık olarak nitelendiriyorlar.) Elbette ki aptal değiller, sadece kendi açılarından varolan ve potansiyel problemleri, dert ve sıkıntıları minimize etmek istiyorlar. Eğer problemlerin Almanya’ların birleşmesinde (siz D. Almanya’nın yutulmasında diye okuyun) olduğu gibi “çözülebileceğini” görürlerse, kapitalist metropollerin sözcüleri yeni gerçeklere uyum göstermekten, yani Yugoslavya’nın dağılması şıkkını ön plana çıkarmaktan kaçınmayacakları açtır. Demokratik Almanya’yı Federal Almanya yutsun mu yutmasın mı tartışmasında kapitalist metropol ülkelerin başlarda gösterdiği çekingenlikle Yugoslavya’ya gösterilen “özen” arasındaki paralelliği gözardı etmemek gerekli. Sözkonusu çekingenliğin birdenbire nasıl ortadan kalktığı da sanırım unutulmamıştır. Yugoslavya’ya yönelik özen de konjonktüreldir. Ani bir tavır değişikliğinin ise “ne yani Yugoslavya’nın eski haliyle, suni bir şekilde birarada tutulması daha mı az sorun çıkartacaktı?” diyerek rasyonalize edilmeye çalışılacağı bugünden söylenebilir. Alternatif maliyet hesaplarını yaptıktan ve bir karara vardıktan sonra kulp bulma meselesinde zorlanmadıklarını biliyoruz.
Bugünlere nasıl gelindi?
Bitirmeden önce kısaca da olsa Yugoslavya’nın bu noktaya nasıl geldiğini ele almakta fayda var. Aslında Yugoslavya’nın başına gelenleri anlamak o kadar da zor değil. Sosyalist ülkelerde yaşanan karşı devrim zinciri dünyayı Yugoslavya’nın, daha doğrusu Titoizmin öngördüğünden çok daha fazla değiştirdi. Ortada, birarada durmak için sebep kalmayınca, Yugoslavya’daki dağılma süreci bir çorap söküğü gibi hızla ilerledi. Eski defterler karıştırıldı; başta yüzyıllar öncesinin sınır problemleri olmak üzere her türlü anlaşmazlık tekrar gündeme getirildi. Hatta II. Dünya Savaşı’nın acı hatıraları da canlanıverdi; Sırp ve Hırvatlar savaşta birbirlerine nasıl girdiklerini hatırladılar. Elbette kapitalist restorasyon (isterseniz bu sürece demokratizasyon adını da verebilirsiniz) yolunda atılan cesur adımlar da Yugoslavya’da diğer sosyalist ve eski sosyalist ülkelerde de olduğu gibi, düşmanlıkları kamçıladı. (Bkz. Ekte’ki tablo)