Çağımız emperyalizm ve sosyalizme geçiş çağıdır. Kapitalist dünya sisteminin tarihi ortaya çıkışından beri işçi sınıfının damgasını taşıyan mücadelelerin de tarihi olmuştur. Zaferler kadar yenilgilerin de sınıf mücadelesinin parçaları olduğu düşünüldüğünde bugün ve yarın da “sosyalizme geçiş” çağının dinamiği olacaktır.
Kapitalist dünya sistemi her zaman bir zincire benzetildi. Sosyalistler bu zinciri değişik dönemlerde değişik yerelliklerdeki zayıf halkalarından, bazen bir tek ülkede, bazen de gruplar halinde kırdılar. Bu zaferler bütün dünya emekçilerinin gururu ve umudu oldu. Hâlâ da bir kısmı bu durumlarını sürdürüyor. Ancak gelinen noktada şu söylenmelidir. Emperyalist zincir esnek bir yapı oluşturuyor. Bu iki anlamda böyledir. Birincisi eskiden beri sosyalistlerin bildikleri bir şeydir. Kapitalizm önüne çıkan devrimci seçeneği yok etmek ya da uyumlulaştırmak için, sermayenin genişleyerek yeniden üretimi dışında, hiçbir ilke tanımadan esneyebiliyor. 80’lerin sonu, emperyalist sistemin kendisinden kopan eski halkalarını yeniden içine alabilmek için dışarıya doğru da esneyebildiğini gösterdi. Bu sosyalistlerin görevini daha da ağırlaştırmaktan başka bir şeyi ifade etmiyor. Bundan sonraki kopuşları emperyalizmin erişemeyeceği yere taşımak görevi devrimcileri olsa olsa heyecanlandırır.
Yazının konusu Türkiyeli sosyalistlerin bu heyecanı taşımalarının haklılığını değil dinamiklerini tartışmak olacak. Türkiye’de sosyalistlerin çok kullandıkları bir tez ülkemizin emperyalizmin zayıf halkalarından birisi olduğudur. Ancak bu tezin yaygınlığı bunun nedenlerinin üzerinde anlaşılmış olmasından kaynaklanmıyor. Ülke nesnelliğinin yorumunun mücadelenin yönelişleri ve siyasi hareketlerin tavır alışlarıyla bire bir ilişkisi göz önüne alındığında bu anlaşmazlık doğal karşılanmalıdır. Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bu anlaşmazlığın da tarihidir. Yazıda bu tarihe değinmeyeceğim, çünkü artık bu yayını dönüp dönüp tartışmak değil, yol almak isteyenlerin okuduğunu biliyorum. Yapmak istediğim çok kullanılan bu tez üzerinde bir kez daha sesli düşünmekten ibarettir. En genel soruyla başlayabiliriz.
Türkiye Bir Zayıf Halka Adayı Mıdır?
Önce şunu söylemek gerek, öncülük iddiasındaki bir hareket, ülkesi için sorulduğunda, bu soruya olumsuz cevap veremez. Aksi iktidarsızlığın teorisidir. Çünkü ülke nesnelliğinin değerlendirilmesi öncünün varlığından, eyleminden ve etkinliğinden bağımsız ele alınamaz.
Öncü, ülkesini bir zayıf halka olarak önce teoride sonra pratikte kurmak zorundadır. Kurgulamak değil… Nesnel koşulların gelişiminde ve krizin siyasallaştırılmasında bu kuruluşun önemli payı vardır. Öncü, üzerinde yükseleceği dalganın olanaklarına ancak bu kurgu ile müdahil olur. Öncü, bu kuruluş ile öncü olur…
Ama öncünün eyleminin sonuçlarıyla birlikte evrenselleşmesi tek başına bu kuruluşa ve onun yönlendirdiği eyleme bağlanamaz. Örneğin suni denge ve PASS teorisinin bazı yerelliklerde sosyalist kuruluşa yol verebilmesi ne kadar bu pratiğin ne kadar sosyalizmin bir sistem olarak varlığının sonucudur.
O halde zayıf halkadan söz edildiğinde, ilk olarak zincirin yapısından ve konjonktürel durumundan söz edilmeli.
Dünya – Türkiye
Kapitalizmin, eşitsiz gelişen bir bütün olarak, bir dünya sistemi haline gelişi, bir “dünya düzeninin” oluşması, kendi dinamiği içinde zayıf halkaları da yaratır. Bu iki süreç birbirinden ayrılamaz. Türkiye Osmanlı’nın son döneminden beri bu sistemin oluşumunda geriden gelen bir üye olarak yer almış ve sermaye birikiminden siyasal yapılanmasına kadar sistemin ihtiyaçları ve dinamiklerinin damgasını taşımıştır. Bugün de aynı dinamiklerin belirlenimi altındadır. Sistemin bir üyesi olarak varoluşunu olduğu kadar kopuşunu da bu dinamiklerin üst-belirlenimi altında yaşayacaktır.
Öyleyse, elbette mücadelelerden bağımsız olmayan bir şekilde, emperyalist sistemin Türkiye’de bir kopuşa imkan verebilecek dinamiklerinden söz edilmelidir.
Kapitalist sistem uzun süredir bir düşen dalgayı yaşıyor. 80’ler bu düşen dalga içinde bir-iki yıllık bir konjonktürel yükselmeye sahne olduktan sonra yerini yeniden düşüşe bıraktı. Bugün sadece ülkemizde değil, en gelişmiş emperyalist metropollerde bile bunalım ve çöküş tartışılıyor. En son para krizi bunun sadece güncel bir örneği; kendi özgün öneminin ötesinde çok büyük işaretler veriyor. Kapitalist sistem ülkemizde Reagan, Thatcher ve Özal’ın adlarıyla özdeşleşen monetarist iktisat politikalarının ve uç noktaya taşınmış liberalizmin de tıkanmasıyla birlikte bir sermaye birikimi krizinin ortasında bulunuyor. Daha önemlisi kapitalist sistem içinde bu krizi aşıp sermaye birikimini yeniden raya oturtmaya aday yeni bir birikim tarzının hiçbir sinyalinin görülmemesidir. Yapılmaya çalışılan eski sosyalist ülkelerin pazarına açılmayı da içeren nicel çare arayışlarıdır. Oysa sermaye birikim tarzının krizi çok somut ve nitel bir durum arzediyor. Üstelik bu nicel arayışların önünde de çok ciddi engeller var. Eski sosyalist ülkeler söz konusu olduğunda bunların en önemlisi bu toplumlarda yer etmiş bir “sosyalist ekonomist bilinç”in varlığıdır.
Bir başka engel dünya çapındaki üç ana kapitalist odak arasındaki ekonomik ve parasal ilişkilerin içinde bulunduğu durumdur. Son para krizi, ABD ile AT arasındaki tarım krizi vs. Burada hemen şunu belirtmek lazım, bu krizler şimdilik sadece ekonomi alanındadır. Almanya’nın bazı siyasi çıkışları dışında bir siyasi kriz ve özellikle çatışma orta vadede beklenmemelidir. Dünya halen emperyalistler arası bir siyasi krizi bir bütün olarak onların aleyhine çevirebilecek dinamiklere fazlasıyla sahiptir ve herkesten önce emperyalist ülkeler bunun farkındadır. Bıçak kemiğe dayanmadan birbirleriyle belirli bir çizginin ötesinde çekişmeleri beklenmemelidir. Son para krizi bunu da göstermiştir.
Ancak krizin emperyalist odaklar arası bir çatışmaya dönüşmesindeki bu zorluk çelişkilerin birikerek yaşandığı bölgelerde çatışmanın sürekli gündemde kalmasını da beraberinde getiriyor. Balkanlar’dan Ortadoğu’ya oradan Türki Cumhuriyetler’e uzanan bir çerçeve içinde bölgemiz bu yerelliklerin en önemlisini oluşturuyor. “Yeni Dünya Sistemi” denen ucubenin sadece siyasi ve askeri olarak değil teorik olarak da yumuşak karnı bu bölgedir. Siyasi ve askeri nedenleri herkes anlıyor da ilginç olanı teoriktir. “Yeni Dünya Düzeni” teorisyenleri çatışmasız ve elele “global” sorunların çözümüyle uğraşan toplumları bu bölgede nasıl keşfediyorlar anlamak zor. Bu batılı olanları için cahilliğe Türkiyeliler için ise “hainliğe” işaret ediyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge tüm dinamikleri ve dinamizmi ile bir sıçramaya her an olanak sağlayabilecek bir görünüm arz ediyor. Her şeyden önce ulusal ağırlıklı ya da görünümlü (değişik yerelliklerde biri ya da diğeri doğru olacak şekilde) çatışmalar (savaşlar demek daha doğru) bu nesnelliği yaratıyor. Daha da önemlisi bölge ülkelerinin bir bütün olarak ekonomik, siyasi ve ideolojik yapıları kapitalist sistemin krizini çok daha derin ve sarsıcı yaşamalarını getirirken; emperyalist odakların içinde bulunduğu kriz onların bölgeye askeri olanın dışındaki araçlarla müdahalesini zorlaştırıyor. Oysa çok bilinen doğru, toplumsal krizlerin salt askeri önlemlerle asılamayacağıdır. Özellikle Ortadoğu egemen sınıfların daha uzun süre “süngünün üzerinde oturmalarını” kaldıramayacak dinamikler taşıyor.
İç Dinamikler
Türkiye orta gelişmişlikte bir kapitalist ülkedir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin bir zayıf halka adayı olduğunu söylemektir. “Orta gelişmişlikte kapitalist ülke” nitelemesi yada tanımı, dünya sisteminin ekonomik ve siyasi bunalımından en üst düzeyde etkilenmeye ve kopuşa en yakın ülkeleri işaret eder. Türkiye’de kapitalizm, işçi sınıfının siyasi bir varlık olarak sahnede olmadığı koşullarda emperyalist sistemin yardımlarıyla da olsa bir bütün olarak sermayenin genişleyerek yeniden üretimini sağlayabilecek kadar gelişmiş ancak işçi sınıfının ekonomik ve siyasi çıkışına yine bu alanlarda kalarak cevap veremeyecek kadar azgelişmiştir.
Bunun doğrudan sonucu bütün ciddi krizlerin askeri diktatörlükle sonuçlanmasıdır. Bu hem bir güç hem de güçsüzlük göstergesidir. Güçsüzdür çünkü “normal” işleyişi içinde sosyalist alternatifi mas edemiyor. Gücünü ise geniş kesimler gözünde darbelerin “meşruluğundan” alıyor. Bu meşruluğun güç olması bir başka meşruluğun -sosyalizmin meşruluğunun- öne çıkmasıyla aşılabilecektir.
Türkiye kapitalizmi 24 Ocak’la “ithal ikameci sermaye birikimi modeli”ni terkederek ihracata yönelik yeni bir birikim modeline geçiş yaşadı. Salt makro büyüklükler göz önüne alındığında özellikle dış ödemeler dengesinde ve büyümede de bir miktar yol aldı. Önceki birikim tarzının özellikle döviz bunalımı şeklinde görünen krizinde bir çözüme ulaştı. Ama bunun için işçi sınıfı çok ağır bir bedel ödedi. Hem ekonomik, hem siyasi, hem de ideolojik alanda… Ve Türkiye burjuvazisinin temel siyasi ve ideolojik aracı olan “zor”un belli bir miktar gevşemesiyle birlikte (ki bu tamamiyle burjuvazinin uluslararası ilişkilerini de kapsayan bir iç tercihiyle gerçekleşti) tekrar, öncelikle ekonomik alanda mücadelesine yeniden başladı. Ancak bu eylemlerin zorunlu olarak gelip dayandığı siyasallık ötesinde bir siyasallığa ulaşamadı. Bir sınıf öncüsünün yokluğunda bu zaten beklenemezdi de.
Kapitalizmin dönemsel bunalımları hem hastalık hem de ilaçtır. Bunalım siyasi alanın sınırında tutulabilirse sisteme yıkıcı değil uzun vadede yapıcı yönde etkide bulunur. Bunalım kar oranlarındaki düşüşün önünü eski teknolojili düşük organik bileşimli sermayeleri safdışı ederek, sermayeyi değersizleştirerek keser. Bunun dolaysız sonucu işsizler ordusuna katılan proletaryanın niceliğinin artmasıdır. Sistem eğer bu nicelik artışını bir nitel dönüşümün sınırını aşmadan mas edebilirse yeniden üretimini, üstelik genişleyerek, sürdürebilir. Politika ve ideolojik mücadele devreye burada girer. Öncünün rolü ile birlikte…
En gelişmiş kapitalist ülkelerde bile bunalım kapitalistlerin parasal olanaklarıyla işçi sınıfını tepkisiz tutma şansını yok eder. Kapitalist sistemin tek şansı politik manevralar ve ideolojik göz boyamalardır. Bu çeşitli şekillerde olabilir. En yaygını ve güncel de olanı hedef şaşırtmadır. Örneğin ırkçılık.
Zayıf halka, iktisadi krizi, bu manevra ve göz boyamaların üstünü örtemeyeceği kadar derin yaşayan ya da yaşamaya aday yerellikleri tanımlıyor. Bu ancak mücadele eden sınıfların olduğu yerde geçerlidir. Mücadele bilinçle oluyor ve bilinç sınıfa öncü eliyle taşınıyor. İşte bu yüzden zayıf halka öncüden bağımsız tanımlanamıyor.
Şimdi burjuvazinin önünde, kapitalizmin temel yasası olan “kar oranlarının düşme eğilimi yasası”na karşı kar oranlarını yükseltmekle, kapitalist sistemi bir bütün olarak yeniden üretme sorunları birlikte durmaktadır. Sistemin bir bütün olarak yeniden üretilmesi, Kürt sorununun çözümlenmesinden burjuva partilerinin yeniden kitle gözünde bir çözüm olabilmelerine, işçi sınıfının siyasi çıkışının önünün alınmasından demokratikleşme görüntüsünün devam ettirilmesine kadar çok geniş bir yelpazede çözüm üretmeyi gerektiriyor.
Kar oranının yükseltilmesi ise sermaye birikim tarzının içinde bulunduğu krizin aşılması demek oluyor. Bu iki “görev” birbirini çeliyor.
İhracata dönük modelin devamı için (üstelik uluslararası ölçekte bir yeni model üretilmediğinden bu tek yol olarak duruyor) işçi sınıfından daha çok ödün almak gerekiyor.
Ödünün de ötesinde işçi çıkarmalar gündeme çok geniş ölçeklerde geliyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri bir varoluş sorunuyla yüz yüze kalıyor. Öte yandan burjuvazi kitlelerin (ve uluslararası toplumun) karşısında artık uzun süre demokratik çözümleri erteleyerek duramayacağını biliyor. Tepkileri bir şekilde demokratik kanallara kanalize etmek yani zararsızlaştırmak zorunda. Ama eldeki yama deliği örtmeye yetmiyor. İşçiler haklarını grevlerle, yürüyüşlerle, mitinglerle aramaya başladığında sistem tıkanıyor. Kürt halkına bayram kutlama izinleri verildiğinde kitle kıyımına başvurulmadan bastırılamayacak çıkışlarla karşılaşılıyor.
Kısacası Türkiye’de burjuvazi sermaye birikimini sürdürmekle, sistemi bir bütün olarak yeniden üretmek arasına sıkışmış vaziyette duruyor. Bu duruşun yıkıma dönmesinin önündeki engel burjuvazinin ideolojik hegemonyasının varlığıdır.
Bu konuya gelmeden önce birkaç şeye daha değinmek gerekiyor.
Marksist Bütün Anlayışı
Başlamadan Laclau’ya bir anıştırmayla şunu söylemek istiyorum: “Teorik sorunlar gerçekten teorik oldukları ölçüde” bizi ilgilendirmiyorlar. Siyasi mücadelede teorik sorunlar ancak siyasi bir soruna çözüm üretmek için ele alınmalıdır. Marksist “bütün” konusuna burada çok kısa değinmek istememin nedeni de aşağıda ele alacağım konuların tartışılmasında bu bakışa ihtiyacımız olduğunu düşündüğümden.
Marksizmde “bütün” her zaman hegemonik bir ilişkiler yumağıdır. Bütün alanlara taşınabilecek bu diyalektik bakış her bütünlükte o bütüne damgasını vuran ana rengi aynı anlama gelmek üzere “belirleyeni” ortaya çıkarmaya yönelik bir çabayı gündeme getirir. Değiştirme fiili (eğer amaçlanıyorsa) ancak bu belirleyeni hedef alarak başarıya ulaşır.
Siyasi mücadelenin esas birimi “bir” devlet iktidarının altındaki kapitalist pazarın sınırlarıyla belirlenir. Birden fazla devletin sınırlarını kesen bir alanda verilen mücadelenin sonuçları tek tek ülkelerde verilen mücadelelerin başarısına ve dünya sisteminin o anki özgül yapılanmasına bağlıdır.
Siyasi mücadelenin birimini yukarıdaki gibi aldığımızda bu “bütün”ü birarada tutanın siyasal toplumsal iktidar olduğu çok açıktır. Bu açıklık her tür kısmiliğin siyasi alanda başarısızlığı getireceğini anlatıyor. Bunun Türkiye’de bugün iki alanda önemli sonuçları var. Biri iktidarı doğrudan hedef almadan “alt iktidarlar”a yönelmek ve buradan siyasi iktidarı “kuşatmak” istekleri ya da önerileridir. Demokrasi mücadelesi, çevre, kadın, öğrenci hareketleri vs. adını anarak ya da anmayarak buna soyunuyorlar. İkincisi daha önemli. Kürt hareketi de benzer bir hat izliyor. Şu çok açık, Türkiye’de siyasi iktidar bir devrimle değişmeden Kürt hareketinin başarıları ancak kısmi kalabilir. Ve bir kapitalist ülkeden sözettiğimize göre bu devrim ancak işçi sınıfına dayanarak ve sosyalizmi önüne dolaysız, aşamasız bir hedef olarak koyarak başarılı olabilir. Bunun dışındaki bütün hedefler kısmidir. Başarıları da kısmi ve geçici olamaya mahkumdur.
İdeolojik Mücadele
İdeolojik bütünler de hegemonik kuruluşlardır. Bir sınıfın ideolojisi de o sınıfın üretim sürecindeki konumunun belirlenimi altında şekillenir. Sınıf mücadelesi bu şekillenme sürecini de belirler.
Bir ideolojik söylemin savunucusunun kendi söylemi ve ideolojisi hakkında düşündükleri ile bu ideolojinin sınıf mücadelesindeki nesnel konumu başka başka şeylerdir.
Sosyalist ideolojik motiflerin başka sınıf ideolojilerine ait ya da sınıfsal aidiyeti olmadığı iddia edilen motiflerle eklemlenmesi gerektiği tezi yukarıdaki çerçeveyle ele alınmalıdır.
Önce eklemlenmeden başlayalım. Bu kavramın çok çeşitli kullanılışları varsa da yeni solun (genel havasına da uyan) en genel kullanımında, eklemlenme eşitler arasında bir ilişkiyi tanımlar. Burada belirleyen son kertenin ne zaman geleceği belli değildir. Yeni solun teoriye, belki de epistemolojiye verdiği en büyük zarar da buradadır.
Belirlenim ilişkisini bulanıklaştırmak. Giderek yok etmek. Oysa toplumsal bütünler her zaman belirlenen süreçlerdir. Son kertede olan da, belirlenenlerin karşı belirleme etkileri de, hatta özel momentlerde belirlenim ilişkilerinin tersine dönmesi de ancak bu kabul edildikten sonra tartışılabilir olur.
“Burjuva ideolojisi tarihteki bütün sömüren sınıf ideolojilerinin selektif toplamıdır.”
Her seçim bir belirlenimdir. Burada seçimi burjuvazi kendi ideolojik motiflerinin belirleyiciliği altında yapar.
Aynı durum işçi sınıfı ideolojisi, sosyalist ideoloji içinde geçerlidir. Burada da bazı motiflerin devralınması sözkonusu olabilir. Bu ögelerin sınıfsal aidiyetleri ise tarihseldir, sınıf mücadelesinin geçirdiği sürece ve geldiği noktaya bağlıdır. Örneğin, burjuvazinin yaşadığı siyasi krizden bir çıkış için devlet karşıtlığını ve demokratizmi çok açık bir sahte söylem olarak tutturduğu bir zamanda sosyalist ideolojinin, sınıf çelişkileriyle, devletle halk arasındaki çelişkilerin bir “çifte ek-lemlenmesi”yle oluşan popüler bir söyleme sahip çıkması gerektiğini öne sürmek, ideolojileri değil ama sınıfları birbirine eklemleme çabası olarak değerlendirilmelidir. Bu konum siyasi olduğu sürece, Marx ve Engels’in Manifesto’daki değerlendirmeleriyle “burjuva sosyalizmi” olarak nitelenmelidir. Günümüzde çok kullanılmayan bu kavramın yeniden siyasal arenaya çıkmasının zamanının geldiğini düşünüyorum. İnanmayanlar Birikim’leri okusun…
Sosyalist ideolojinin marksist teoriden kaynaklanan ana ögelerinin eşitlikçilik ve özel mülkiyet düşmanlığı olduğu söylenebilir. Bu ögelerin her yerellik-te ve her tarihsel momentte birbirlerinden oldukça farklı bir çok ideolojik söylemi sosyalist mücadelenin gündemine getirebileceği açıktır. Bu iki ana motif yaşanan yerelliğin kültürel ve tarihsel bir çok motifinden yararlanarak renklendirilip şekillendirilebilir. Burada belirleyici olan mücadelenin ihtiyaçları ve öncünün tavrıdır. Sonuçta ortaya çıkan ideolojik söylemler kataloğu da mücadelenin sonuçlarıyla birlikte değerlendirmeye tabidir. Sosyalist ideolojinin kullandığı bazı motifler başka sınıfların ideolojik motifleriyle benzerlikler taşıyabilir hatta bazen söylemler devir alınabilir. Ama burada bir eklemlenme sözkonusu değildir. Örneğin yukarıda ana öge olarak söz ettiğimiz eşitlikçiliğin bir söylem olarak burjuvazinin ideoloji kataloğunda olması bu ilkeye sosyalistlerin yükledikleri anlamın kökten farklı oluşu nedeniyle artık ayrı bir ilkedir. Benzer bir şekilde yurtseverlik hiç de burjuva milliyetçiliği ile eklemlenmiş bir sosyalist tema değildir.
Her devrimin bir “şölen sorunu” vardır. Yani her krizi devrimci duruma taşıyan bir ya da birkaç temel sorundur. Bu savaş, açık işgal, kıtlık, açlık, köylünün toprak isteği vb. olabilir. İşçi sınıfının öncüsü krizin kitleler gözünde en öne çıkan bu sorununa vereceği cevapla esas ideolojik söylemini ve propagandasını örer. Partinin en çok devrimci duruma doğması gibi o yerelliğin ideolojik söylemi de devrimin şölen sorunu etrafında oluşturulur. Tabi diğer ve asli ögeler çerçevesinde.
Bu öncünün devrimci durum öncesinde sosyalist ideolojiyle ilgilenmeyeceği, ideolojik propagandaya önem vermeyeceği anlamına gelmez. Sosyalist mücadelede kendiliğindenciliğe yer yoktur. Burada yazının başında söz ettiğimiz, nesnelliğin öncünün teori ve pratiğinde yeniden kuruluşuna geliyoruz. Öncü verili nesnellikte belli dinamiklere gözünü dikip nesnelliği o dinamikler üzerinden dönüştürmeyi başarandır. Bu çerçevede bir siyasi hareketin ideolojik söylemi de gözünü diktiği dinamikleri sarsmaya yöneliktir.
Türkiye’ye baktığımızda, gözünü işçi sınıfına müttefik bulmak için dört açan bir hareketin köylücülük yapması ya da mülk sahibi sınıflar arasında, bir tezgaha sahip olanla daha fazla tezgahı olan arasında ayrım yapmaya çalışması çok doğal görülmelidir. Ortaya çıkan ideolojik bütünün ise hangi esasla değerlendirilmesi gerektiğini yukarıda belirttik.
Sonuç: Zayıf Halka Ve Parti
Zayıf halka adaylığından devrimci duruma ve giderek devrime varış her aşamada işçi sınıfının öncüsüne değişik görevler yükler. Öncü bu görevlerin yerine getirilmesi için gerekli biçimlerde varlığını ve mücadelesini sürdürür. Ama bu görevlerin en önemlisi öncünün önce kendisini var etmesi ortaya çıkarması, sınıfına ulaşmasıdır.
Başından beri Türkiye’yi bir zayıf halka adayı olarak nitelendirirken hem üzüntü hem de sevinç taşıyorum. Üzülüyorum, çünkü Türkiye’de bir devrimci durumun bütün nesnel şartları mevcutken ve Kürdistan’da açık savaş yaşanırken işçi sınıfı bu sürece siyasi alanda müdahil olmadığından kendisi başta olmak üzere bütün emeğiyle geçinen kesimlerin çilesi sürmektedir. Bu gidişe dur demenin tek ciddi adayı kendi doğrudan hakları için bile mücadelesini sonuna kadar vardıramıyor. Bütün dünyayı yönetmeye adayken seçimden seçime ağzına çalınan bir parmak balla yetinip, her seferinde kendisinin hangi burjuva partisinin eliyle sömürüleceğini belirlemekten başka birşey yapmıyor.
Ama öte yandan sevinçliyim çünkü artık birileri bu gidişe son demiştir. Sosyalist Türkiye Partisi kuruluyor. Parti sınıfla kucaklaştığında, Türkiye zayıf halka adaylığından devrimci duruma, oradan devrime ve sosyalizme yürümek için sırtındaki bir kamburu atmış olacak. Parti sınıfla bütünleşip öncü haline geldiğinde, sosyalizmin meşruluğu yeniden kurulduğunda, önce burjuva ideolojisi olmak üzere burjuvazinin bütün kaleleri düşecek. İşçi sınıfı devrime yürümeye başladığında emperyalizmin esnek zinciri önce esnekliğini sonra yeniden teker teker zayıf halkalarını yitirecek. Sıra işte o zaman şimdinin güçlü halkalarına gelecek.
Görecek günler var daha…