Son bir kaç aydır, Türkiye iç ve dış politika açısından hareketli günler yaşadı. Hükümet değişikliğinin peşi sıra, etkisi şu günlerde dağılmaya başlayan bir demokrasi narkozu verildi. Aynı günlerde Ankara’da hızlı bir yabancı heyet trafiğine tanık olduk. Özellikle Kafkas cumhuriyetlerinden ve Balkan ülkelerinden gelen bu heyetlerden biriyle imzalanan bir işbirliği ve dostluk anlaşmasının mürekkebi kurumadan, bir diğeriyle iyi komşuluk ve iyi geçinme anlaşması imzalanıveriyordu.
Neler oluyor? Türkiye, yeni bir yönelimin içine mi giriyor? Türkiye burjuvazisi, değişen dünyada bu kez trenin arkasından bakakalmamaya kararlı olduğu izlenimini sergiliyordu. Bu yazıda irdelemeye çalışacağım konu, Türkiye’nin dış politikasındaki yeni olasılıklar ve yeni ufuklar ve bu ufukların sınırları.
Uluslararası sınıf mücadelesinde bundan önceki iki köklü altüst oluş, 1917 ve 1945 bileşenleri yalınlaştırmaya hizmet etmişti. ’17 ve ’45 sonrasının geçiş dönemlerinde, Türkiye bu yalınlaşmada aktif bir belirleme çabasından çok yanlış konumlanışta kalmama tedirginliğini yaşamıştı. Oysa, içinde bulunduğumuz altüst oluş dönemi, sistem kavgasının üstbelirleyiciliğini ortadan kaldırdığı ölçüde, yaygın yerelliklerde yüzeysel fakat çok çeşitli dinamikleri serbest bırakmıştır.
Her geçiş döneminde, özneler kısa vadeli hesapların ötesinde, uzağı gören gözlerini açmaya çalışırlar. Örneğin, bir Marsall Planı böylesi bir dönemin ürünüdür.
Sosyalist sistemle olan kavganın uluslarası politikayı belirlediği dönemde Türkiye, bu kavganın başını çeken askeri-politik güç olan ABD’nin yörüngesinde bir konumlanış içinde kalmış ve bütün diğer açılımlarını bu yörüngeye tabi kılmıştır.
Günümüzde, emperyalist-kapitalist sistem, aynı anda “ıslah” edebileceğinden daha fazla sayıda yeni ülkeyle karşı karşıyadır. Ancak, sosyalizmin bir tehdit olarak yeniden karşılarına dikileceği döneme kadar, kapitalizm açısından bütün bu yerellikleri aynı anda ele almak zorunluluğu da ortadan kalkmıştır. Türkiye’nin hesaplarının bu “artakalanların” ıslahı misyonuna soyunarak, uluslararası kapitalist emperyalist sistemin iç halkalarına girecek bir güce ve yapılanışa kavuşmak üzerine kurulduğu söylenebilir.
Ulus-devlet’in ekonomik güncelliğini yitirdiği günümüzde, Avrupa Topluluğu şu ana kadar kendisine katılan ülkelerdeki sınıf çelişkilerini bir dizi ülkeler zincirine yayarak yumuşatmıştır. Türkiye’nin, bir umudu da bu zincire dahil olmaktır. Gündeme gelen diğer alternatifler, örneğin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Alanı, veya “Türk” ortakpazarı, Türkiye burjuvazisi nezdinde AT’nin yerini tutamaz. Bu tür alternatif yapılanmaların esas işlevi, Türkiye’yi, sınıf çelişkileri AT’nin asimile edebileceği yumuşaklığa ulaşacağı umulan tarihe kadar, ayakta tutmak ve güçlendirmek olabilir.
Avrupa Topluluğu’nun kendi iç konsolidasyonunu perçinlemek ve olsa olsa göreli “dertsiz” ülkeleri içine almayı düşünmekle geçirdiği bu dönemde Türkiye burjuvazisinin AT aşkı platonik kalmaya mahkum. Bütün diğer dış politika atakları, bu bilinçle yapılıyor.
Yeni arayışlar
“Türkiye’nin bana göre esas politikası kendi kendisini güçlü kalkınmış, kendi kendisini gerçek demokrasiyi yapabilir duruma getirmesidir. Yoksa, Türkiye bugünkü haliyle, yüzde 60 enflasyonla, kırık dökük bir rejimle, hiçbir işbirliğinde aranan bir ülke olamaz. Sadece kullanmakta aranan bir ülke olur, kullanırlar sizi ve çok da ucuza gidersiniz.” 1
Yani sorun fiyat sorunu. Geçtiğimiz günlerde komünist olduğunu unutturmaya çalıştıkları Nazım’ın dizeleri geliyor akla:
Dedim ya Mister Dalles,
herhalde bütün bunları sizden gizlediler
Ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın
yarın çok pahalıya mal olursa size
bu 23 sentlik asker 2
Türkiye burjuvazisi, pahalılanmaya çalışıyor. Kafkaslar’da önemli bir halka haline gelmiş, Ortadoğu’daki güç dengelerinde söz sahibi olmuş bir Türkiye’nin hayalleri kuruluyor.
Türkiye’nin yeni arayışları bu iki alanda yoğunlaşıyor: Ortadoğu ve Kafkaslar. Yeni düzeninin ilk tanzim denemesi olan Körfez krizi, Türkiye burjuvazisi için de bazı değişik arayışları gündeme getirdi. Ancak, “bir koyup üç almak” ya da yeni paylaşımda paylaşanlar masasına oturmak çabası, çok sonuç verici olamadı.
Körfez Savaşı’ndan bir sene sonra elde var…
Körfez krizinin başlarında söylemiştik, savaş Saddam’a karşı bir savaş olmakla sınırlı değildi. Bu ABD’nin hem bölge ülkelerine hem de diğer kapitalist emperyalist ülkelere gözdağı savaşıydı.
Bu yüzden, savaştan bir sene sonra Saddam’ın hâlâ iktidarda olması savaşın başarısızlığı anlamına gelmiyor. Bu yoruma, özellikle burjuva köşe yazarları arasında sık sık rastlar olduk. ABD’nin savaşı başlatmak için ne kadar uğraştığının verilerinin daha da ortaya çıkmaya başladığı günümüzde hâlâ sorunun Saddam olduğunu zannedebilmek için sadece burjuva köşe yazarı olmak yetmiyor, aptal olmak da gerekiyor. ABD kongresinde Irak askerlerinin vahşetini gözyaşları içinde anlatan ve adı “güvenlik” gerekçeleriyle gizli tutulan “zavallı” kızcağızın, Kuveyt’in ABD büyükelçisinin oldukça “güvenli” bir hayat yaşayan kızı olduğunun ortaya çıkmasına hâlâ şaşıranlar var.
Savaş çok çok başarılı oldu. Suriye, yeni dünya düzenine uymanın fırsatını yakaladı. İran kendisine yük olan radikal söyleminden sıyrıldı. Petrol zengini Arap ülkeleri, daha da zaaflı konumlara sıkıştılar. Lübnan sorunu “bitirildi”. Kürt işbirlikçileri, tıpış tıpış döküldü. ABD, emperyalist-kapitalist sistemin lideri olduğunu herkese hatırlattı.
Türkiye’nin payına da “hava üssü olmak hürriyetiyle hür olmak” düştü.
Türkiye’nin Ortadoğu Barış Konferansı’na dahil olmak için traji-komik çabası da işin cabası. Pek ciddiye alan olmadı. Sonra, lütfen, ikinci tura davet edildi. Bir de, Barış Suyu Projesi vardı Türkiye’nin elinde “koz” olarak sözedilen. Ortaya çıkıyor ki, Türkiye’nin böyle bir dayatmacılığı oynayacak gücü de yok.
Bugünün Ortadoğusu’nda emperyalist sistem, Türkiye dolayımının dışında da müdahale araçlarında sahip. Dolayısıyla, Türkiye’nin oynayabileceği bir vazgeçilmezlik kartı yok. Türkiye burjuvazisi her dönem, neden dünya emperyalist-kapitalist sisteminin vazgeçilmez bir ögesi olduğunu açıklamak için tutamaklar aramıştır. Son dönemde bölgemizde, emperyalizmin yardakçısı olmaya çalışan ülkelerin sayısı geometrik olarak arttı. Bu nedenle, sosyalist sistemin, bazı ülkeleri en azından tarafsızlaştırabildiği dönemin “jeo-politik” önemi ve buna bağlı rantlar geçersizleşmiş durumda. Özellikle, emperyalizmin bölgedeki diğer sağlam ayağı İran’ın İslam devrimi dolayısıyla Batı karşıtı bir konumlanışa düşmesinden sonra Türkiye tarafından bir avantaja dönüştürülmeye çalışılan bu konumun geçersizliği, Türkiye’yi sahip olduğunu iddia ettiği pazarlık kozlarından da yoksun bıraktı.
Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Türkiye ile ilişkileri bağlamında önem verdiği “istekler”i açıklandı. Bu isteklerin hemen hepsi, üslerin kullanımı, askeri işbirliği gibi alanlarda. ABD ise, Türkiye’nin AT üyeliğine “destek” vermeyi vaad ediyor. Türkiye, “reddetse kaç yazar” konumuna sıkışmış durumda. Filipinler’de yaşanan olaylar, günümüzde emperyalizmin pervasızlığına iyi bir örnek teşkil ediyor. Ulusal gururları akıllarına gelen Filipin meclisi, iç politika hesaplarıyla bezenmiş bir biçimde ABD üslerinin süresini uzatmama kararı aldı. ABD nazlanmadan, “siz bilirsiniz” edasıyla çekilmeyi kabul etti. Başkan Bush’un son Uzak Doğu gezisinde, bir dizi ülke üsleri almayı bizzat teklif ettiler hatta arz ettiler.
Kürtlerin hamisi Türkiye!
Demokrasi narkozunun önemli bir bölümü inatçı ve onurlu bir kavga veren Kürt halkına yönelik oldu. Kürt halkının mücadelesini düzen içi kanallara aktarabilmek burjuvazinin kendi hesaplarında iki kuşa birden denk düşüyor. Bunlardan biri şüphesiz, bu “iç” sorundan ve onun yarattığı problemler dizisinden arınabilmek. Bir diğer ucuz hesap ise Ortadoğu’da müdahil bir konumlanışın bahanesi olarak Kürt halkının varlığını kullanmak. Örneğin, Saddam’a karşı Kürtlere dokunursanız, karşınızda bizi bulursunuz lafını da Demirel’den işittik.
Bazen, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Halepçe’yi görmezden gelenlar, bizzat bugün bile Kürt köylerine bomba yağdıranlar, daha düne kadar Kürt diyeni vatan haini ilan edenler kendileri değil sanki.
Burjuvazi tarihin en onursuz sınıfı.
Kürt halkının mücadelesini, anadillerini kullanma hakkını lutfetmekle yumuşatmaya çalışıyorlar. Kürtçe gazeteye de “izin” var. Belki, enstitü bile kurulur. Düzenin sınırları burada bitiyor.
Kürdistan’ın içinde yaşadığı ekonomik, kültürel geriliklerin aşılmasının tek alternatifi, halkların birbirlerine düşman olmadan, sömürmeden ve sömürülmeden paylaşarak üretebilecekleri tek sistem sosyalizm olduğu sürece, Türkiye burjuvazisinin Kürt halkına sunabileceği hiçbir yenilik yok.
“Askeri çözüm” genelkurmay başkanımızın deyimiyle “demokrasinin nezaketini zedelemek” pahasına gündemden düşeceğe benzemiyor.
Hızlı koalisyon ortağı Erdal İnönü geçtiğimiz günlerde “hoş” bir açıklama yaptı. Demirel, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Churchill, kendisi de Churchil’in koalisyon ortağı Atlee gibiymiş. Kasttettiği, savaş boyunca Churchill’in ön planda olduğu, ama Atlee’nin de savaş sonrası iktidara gelmesi.
Yerinde bir benzetme. Churchill, İngiltere halkına “sadece kan ve gözyaşı” vaadetmişti. Bu iktidarın da, vaadedecek çok farklı şeyleri yok.
Acaba yürekler turan diye mi çarpsa?
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni “devletçiklere” ABD tanınma koşullarını emretti: Demokrasi, serbest piyasa ekonomisine geçiş, azınlık haklarına saygı ve insan haklarının gözetilmesi. Okurlarımıza burjuva demokrasisinin ve serbest piyasa ekonomisinin anlamlarını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Azınlık haklarına saygı da, kapitalizm çerçevesinde kalan azınlıkların kapitalist kalma hakkı demek dışında bir anlama gelmiyor. İnsanın insanı sömürme hakkı da taviz verilmez bir konu şüphesiz!
Türkiye, Kafkas cumhuriyetlerini bu çerçevenin sınırları içine çekmekle bu ülkelerle Batı arasında bir köprü olmak peşinde. Dikkat çekici bir nokta var, Türkiye’nin sürüklemeye çalıştığı ülkeler, tam da emperyalizmin ilk planda çok fazla birşey beklemediği ülkeler. Bunun en önemli sebebi bu ülkelerin müslüman olmaları gibi sunuluyor. Hatta, ABD’ye ve Avrupa’ya karşı çifte standartlılık suçlaması bile yapıyor. Bence, emperyalizmin bu ülkelerden uzak durmasının yukarıda anlatılan rahatlığın dışında bazı sebepleri de var. Şüphesiz, en önemli gerekçe bu ülkelerin sosyalist çerçeve dışında ekonomik olarak çıkışsız olmaları yatıyor. Ancak, bugün kapitalizm dışı olmasa bile Batı karşıtı bir söylemi barındıran ideolojik yapılanmalardan biri olarak islamın varlığı bir etkendir. Bu dinin de, örneğin hıristiyanlığın ortaçağda yaşadığı dönüşüme benzer bir modernist dönüşümü yaşaması doğrudan tepeden müdahalelerle değil, bazı iç evrimlerin sonucunda olabilir. Emperyalizmin, bu misyonu yüklenmeye çalışmasının ise, en azından şu aşamada bir yakıcılığı yok. Radikal islamcı söylemin bu ülkelerde kök bulmasını engelleme ve bu ülkelerin “yeni dünya düzenine” entegrasyonu misyonu için, Türkiye kendini uygun bir konumlanışta görüyor. Türkiye kendi karikatürlerini yaratıp, bunları Batıya satabilecek mi? Ya da, bu ülkelerde iyi kötü bir kapitalist ekonomik yapılanma yaratılınca, Japon malları bu ülkeleri istila mı edecek?
Kafkasya’da ne var böyle heyecan uyandırıcı? Aslında, burjuvazinin de çok iyi bildiği birşey var: Kısa vadede ekonomik anlamda bir kargaşadan başka bir şey yok. Küçük, çarpıcı sermaye ihraçlarının aslında devede kulak kaldığı çok açık. Bu anlamdaki hesaplar uzun vadeli. Bugün, kapitalizmin tüketim oyuncaklarına hayretle bakan toplumlar olduğu açık. Ancak, hangi parayla, neyi nasıl ödeyecekleri belli olmayan, politik istikrarsızlığın ve belirsizliğin içine gömülmüş bu “devletlerin, neden “Made in Turkey” mallara rağbet edecekleri de pek açık değil. Bu yüzden, bu toplumlar kısa vadede Türkiye burjuvazisine dişe dokunur fayda getiremeyeceklerdir. Körfez krizi öncesi Irak örneği akla geliyor; ihracat adı altında bir dizi batık kredi…
Dolayısıyla, alışverişimiz biraz “manevi” boyutta kalıyor. Zeynep Hanlarova’nın gidip gelmesi yetmez mi!
Esas olarak, Türkiye bu ülkelere bir “kimlik” sunduğu iddiasında. Türkiye burjuvazisi örnek olmak konusundaki en önemli kozlarından birini, laik ve modernist ögeleri barındıran bir toplum olmak olarak ortaya koyuyor. Bu noktada, sadece Kafkaslara değil, bütün müslüman dünyaya “örnek” oluyoruz. Yakında, ders kitaplarında Türkiye’nin “jeo-örnek” konumundan bahsedilirse şaşırmamak gerekir.
Türkiye burjuvazisi için bu yeni misyonun en önemli sorunu, bu konumlanışın somut ekonomik, politik kazanımlara çevrilir olup olmamasıdır. Ayrıca, gözden kaçırılmaması gereken bir olgu, bu yeni misyonun, emperyalist sistemin başını çeken ülkelere rağmen değil, ancak onların onayıyla gerçekleşme şansı olduğudur. Eğer, dünyanın yeniden yapılanmasında Türkiye’nin böyle bir rol oynaması gündeme gelse bile, böyle bir rolün bazı iç maliyetleri vardır. Bunların başında, iç sınıf mücadelesinin görece dingin bir durumda olması gelir. Ayrıca, Kürt sorunun “nazikçe” çözülmesi yolunda son dönem yapılan vurguları da böyle ele almak gerekir. İçeride yarı iç savaş koşullarında varolan bir bölgeye sahip bir ülkenin kendi dışına müdahale etmesi mümkün değildir. Ayrıca, profesyonel ordu projesini de, hem Kürdistan’da yürütülen savaşın “gönülsüzler” ordusuyla kazanılamayacağı gerçeği ışığında hem de “dış” müdahaleler için kullanılabilecek bir askeri yapılanma gereksinimiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor.
İç sınıf mücadelesinin dinginleşeceğe benzemediği açık. Aynı şekilde, kısa dönemde Türkiye’nin Kafkas cumhuriyetlerindeki ekonomik faaliyetlerinin ekonomiyi ve emekçilerin durumunu görece rahat bir konuma ulaştıramayacağını da söyleyebiliriz. Bütün bu “demokratikleşiyoruz” tiyatrosuna rağmen, şu an daha selektif olarak sosyalistlere uygulanan şiddetin, toplumun geneline, sendikalara, memurlara, öğrencilere, çalışanlara yayılarak uygulanacağı bir dönem Türkiye’de gündem dışı değildir.
Kimliksiz bir dünyaya bir gözatış
Son günlerde özellikle Cezayir’de yaşananlardan sonra laiklik – müslümanlık tartışması Batının da gündemine girdi. Bu, dünyanın yaşadığı kimlik bunalımıyla ilgili. Batı kapitalizmi ve tek kutuplu dünyada bunalan ülke halkları arayış içinde. Bunun, kapitalizm karşıtı bir mecraya dökülmesi kolay değil; ama Batı karşıtı bir yöneliş olasılık dışı sayılmamalı. Sosyalizmin bir “sistem” olduğu günlerde, sosyalizan yönelişlerde kimlik bulan toplumlar boşlukta duruyor. İslam ise, kendi temsil ettikleriyle değil, karşısına aldıklarıyla bu toplumlarda bir umut haline geliyor. Ancak, İran örneğinde de görüldüğü gibi, anti-emperyalist bir söylem bile islam çerçevesinde uzun soluklu olamıyor.
Aslında, islamın radikalizminde en önemli etken yaşanmamışlığın ve denenmemişliğin getirdiği “farklı” olabileceği imajı. İktidar süreçleri, bu farklılığın ortadan kalkmasına yarayacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemin, bu toplumlar nezdindeki “örneği” olmaya çalışan Türkiye ise, kişiliksiz konumuyla bu ülkelerdeki halkların düşmanlığını kazanmanın ötesine geçemez.
Görünen o ki, Türkiye burjuvazisi kendi yerelliğine mecbur.
Günümüz dünyasında, bileşenlerin yüzeysel çokluğu yerelliklerde, bütün çelişkilerin indirgenebileceği politik açılımlara da işaret ediyor. Bu, bir anlamda emek-sermaye çerçevesinde yalınlığa çağrı. Yaşanan keşmekeş içinde, bunu gözardı eden ampirisist positivist bakış açıları, toz dumanın dağılmasıyla -nitekim hava berraklaşmaya yavaş yavaş başlamıştır- kendilerini ayakları yerden kesik bulmaya mahkumlar.
Günümüz, çağını arıyor. Dünya halkları için bütün ara çözüm olanakları ortadan kalkmış durumda.
Ya yeni dünya düzeninin sopasına boyun eğmek, ya da kavga. Günümüzde kavganın bir tek adı var: SOSYALİZM.