“Anlatılan Senin Hikayendir”… Kapital’in birinci cildinin önsözü bu cümleyle noktalanır. “Çağdaş” marksist yazında ve marksizmin her revizyonu denemesinde öne sürülen ise, hikayenin değiştiğidir. Örneğin, işçi sınıfının artık o “proletarya” olmadığı tarihsel çıkarlarının da düzenle uyuştuğu. Ya da, “bilgi çağının” üretimi Marx’ın öngörmediği ya da göremeyeceği bir duruma getirdiği. Ya da, nükleer silahların ekolojik bozulmanın kendisinin dünya için kapitalizmin kendisinden daha tehlikeli hâle geldiği, yani kapitalizmle mücadeleden bağımsız olarak mücadele edilmesi gerektiği…
Marksizme eklenmeyi politikasıyla, teorisiyle hakeden henüz tek bir ek vardır: Leninizm. Bu hakkı da, hikayenin devamına yaptığı katkıyla kazanmıştır.
Kapitalizmin dinamiklerine ilişkin ise tek bir “ek”in, tek bir dönüşümün anlamı var: Emperyalizm. Ne bilgisayarlar, ne çevre, ne de herhangi başka birşey, kapitalizm doğasına ilişkin bir nitelik değişimine işaret eder. Şüphesiz, bugüne ilişkin olgulardır şüphesiz kapitalizmin gelişiminin sonuçlarıdır.
Bu yazı dizisinin ana sorunu, emperyalizmin gerek ülkemizde, gerekse dünyadaki politik ve ideolojik yansımaları ve bunun sosyalistler için ne anlama geldiği, ve ne anlama gelemediği olacak. Yüzyılın başında dünyanın çeşitli bölgelerinde ülkelerin sömürgeleştirilmesiyle başlayan, onların siyasi bağımsızlıklarını kazanmasına ve emperyalist/kapitalist sistemin gelişkin bir entegrasyona ulaşmasına uzanan süreçte, sol yazında bu konu kapsamlı bir yer tutmuştur.
Öncelikle bu düzlemde, tek tek hesaplaşılacak bir çok sorunun olduğunu söyleyelim. Bu yazıda, bazı kendi başına kapsamlı tartışmaları uzatmak niyetinde değilim. İlk olarak tartışabileceğimiz genel çerçevenin yerine konması gerekiyor. Varacağım noktanın ise, sermayenin birikim yasalarının bırakın Lenin’den beri, Marx’tan beri temel bir dönüşüme uğramadığı. Zaten, Lenin’in en büyük katkısı emperyalizmi, kapitalizmin zorunlu bir devamı olarak ortaya koymasındadır. Tekrarlarsak, çıkış noktamız emperyalizm/kapitalizm çözümlemelerinin ikili ve şu dönemin özgüllüğünün, bu dönemin özgüllüğüne karşı pivot alındığı bir yöntem yerine, kapitalist/emperyalist sistemin, kapitalizmin bugünkü tarihsel somutluğuyla anlaşılmasında bütüncül ve sürekliliği vurgulayan bir yaklaşımın geliştirilmesi gerektiğidir.
EMPERYALİZM TARTIŞMALARI
“Azgelişmişlik tartışmaları” Türkçe’ye bol miktarda çevrildi. Bu tartışmaların başlangıç noktasının, tartışmaların vardığı nokta ne olursa olsun, önemli ve yerinde olduğunu söyleyerek başlayalım. Emperyalist sistemin yayılmasıyla birlikte kapitalist ilişkiler ağına çekilen ülkelerin yaşadığı iç karartıcı süreç, “kurtuluş”a ilişkin tartışmaların nesnel temelini oluşturdu. “Anti-emperyalist” söylemin ve temaların sahiplenicilerinin geniş yelpazesi düşünüldüğünde, iki konumlanıştan bahsedebiliriz. Biri, emperyalizmi dışsal ve “tasfiyesi” mümkün bir yabancı müdahale olarak gören anlayıştır. Emperyalizmin doğru kavranması ise, kapitalizme içkinleşmesinin analizinden geçer. Emperyalizmin dünya sistemi hâline gelmesiyle, bir yanda dünya yüzünde birçok ülkenin dinamiklerinin içice geçmesi sözkonusudur. Bir yanda da, emperyalizm çelişkilerin eşitsiz birikimini ülkeler düzeyinde üretir. Yani devlet, iktidar mücadelesinin odağı, aynı zamanda dünya sistemin bütünün çelişkilerini yoğunlaşarak yaşayabilir. Bu da ilki Ekim’le somut-lanan kopuşun halkasını bize tekil devlet olarak gösterir. Sistemin belli parçalarının (gelişmiş/emperyalist) ülkelerin sürekliliğini sağlayan olgunun bir yüzü, daha az gelişmiş ülkelerin hem kapitalistleşmesini ve dolayısıyla devrimin nesnel koşullarının yaratılmasını, hem de sürecin başını çeken ulusların yaşamadıkları yoğunlukta bir sıkışmayı ve “kurtuluş” arayışını aynı anda yaşamalarını gündeme getirir.
“Bilelim ki ne Hollanda’da burjuva devrimi ne İngiliz devrimi, ne Amerikan devrimi, ne de büyük Fransız devrimi kapitalist kâr oranlarındaki dalgalanmalardan ileri gelen konjontürel ve yapısal bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalmışlardı (onların tanıdığı işsizlik kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin çözülmesinden kaynaklanmaktaydı). Bu devrimlerin merkezinde, kentte sosyal hizmetlerin (konut, sağlık, eğitim, elektrik, havagazı-su, yol şebekesi, toplu taşıma vb…) azgelişmişliği sorunu yani bu ülkeler burjuvazisinin cevap veremediği, kapitalist gelişimin kendisince yaratılan yeni kitlesel ihtiyaçların keskinliği yoktu.” 1
20. yüzyılda kapitalistleşen dünyanın “merkezine” ve kapitalizmin çarklarına eklenen ülkeleri belirleyen iki ana dinamik vardı. Bunlardan biri emperyalizm, diğeri ise bu sistemden ilk kopuş olan Sovyetler Birliği ve buna bağlı gelişen “iki kutuplu” dünyadır.
Tartışmaların en canlı örnekleri Latin Amerika’dan bulundu. Bunların Türkiye’deki sol hareketlere çok fazla yansımaları da oldu. Tartışılan ilk nokta, emperyalizmin ne olduğudur.
LENİN ve EMPERYALİZM
Bu konuya klasik yanıt Lenin’indir. Önce o ünlü beş önermeli tanımın önermelerini açımlayarak başlamak ve önermelerin bugünkü anlamını tartışmak istiyorum. Başlangıç noktamız emperyalizmin kapitalist birikimin hangi sorunlarına denk düştüğü için ortaya çıktığıdır. Günümüzdeki anlamı ise aynı sorunların yeniden üretimi olacak. 2
“1- Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki iktisadi hayatta kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır.”
Burada en önemli nokta, tekelin sermaye birikiminin ulaştığı nicel boyutun, tekelleşmeyle uğradığı nitelik değişiminin sermayenin genişleyen ölçekte birikiminin doğrudan sonucu olmasıdır. Tekellerin toplumsal yaşantıda getirdiği çürüme çokça ele alınmıştır daha da ele alınmayı haketmektedir. “Bir tekel bir kere kurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı siyasal rejimden ve daha başka “ayrıntı sorunları”ndan bağımsız olarak karşı konmaz bir şekilde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızacaktır.”3
“2- Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşip kaynaşması ve bu mali sermaye temeli üzerinde bir mali oligarşinin yaratılmıştır.”
Buna şöyle bir itiraz dillendirilebilir; ne Türkiye’de, ne de dünyanın birçok yerinde egemen olan “banka sermayesi” değildir. Bu da tamamiyle doğrudur. Ancak burada anlaşılması gereken kastedilenin kapitalizmin işleyişinin, sermayenin para biçiminin varlığıyla koşullandığıdır. Marx Kapital’in ikinci cildinde sermayenin yeniden üretim sürecini incelerken, aynı süreci üç ayrı noktadan başlatarak tek tek ele alır. Bunlardan biri, “üretken sermaye devresi”dir. Başlangıç noktası fabrikasıyla, sermayenin ücretlere ödediği bir kısmı olarak gözüken işçileriyle, hammaddesiyle, üretim sürecidir. Sonlanışı ise, üretilen metaların satışı, harcanan kalemlerin yerine konuşu, artı-değerin yatırıma dönüşmesi ya da dönüşmemesine göre gereken “genişleyen ölçek”tir. Ya da, metalardan başlarız emek-gücü, hammadde, üretim araçları vs. Bunlar üretime girer ve ürünlerin satışından sonra tekrar satın alınmalarıyla yenilenmeleriyle noktalanırız.
Aynı sürece para açısından bakalım. Elimizdeki parayla başlarız, aradaki üretim sürecinden sonra “ilk” para ve kâr ile noktalanırız. Aslında arada ne olduğu gözden kaçar. Para bankaya yatırılmış ve dana sonra “faiz” almış olabilir, işleten biz olabiliriz, olmayabiliriz. Sermaye sahipliği ile üretim süreci arasındaki bağ kopmuştur. Oturduğumuz yerden borsada “oynayabilir”, tahvil alabiliriz. Para çoğalarak geri geldiğinde, sadece nicel daha büyük bir miktarla karşı karşıyadır sermaye sahibimiz. İsterse, dünyanın öbür ucunda bir yatırıma girsin, en acımasız yöntemlerle sömürsün insanları, isterse, en aşağılık metaların üretiminde kullanılsın kan izleri temizlenerek geri gelir.
Emperyalizm bu yüzden çürüyen kapitalizmdir. Lenin’in durup durup rantiyerlerden, asalaklıktan bahsederken kastettiği de budur. Bunun çok önemli ideolojik, politik yansımaları vardır:
“Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da arttırır ve denizaşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürüsüyle yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur.” 4
Emperyalist ilişkilerin iki taraftaki toplum yapısına bu tür etkilerinin, bu yazı dizisinin devamında ele alınacağını ve aslında tartışmanın odağını oluşturacağını not ederek devam ediyorum.
Sermayenin genişleyen ölçekte yeniden üretimi, ister sahibi “sanayi burjuvazi”si olsun, isterse bankalar olsun “mali” biçiminden başlar, orada biter ve döngü tekrar başlar. Bankaların kendisinin ya da bünyesinde bankaları da barındıran “sınai” tekellerin Lenin’in anlattığı işlevi yerine getirip getirmedikleri, ülkedeki sermaye yapılanmasının tarihsel koşullarıyla ilgili ele alınmalıdır. Bu tezin şematik yorumunun yerine sözü edilen sürecin geçerliliği ön planda olmalıdır.
“3- Emtia ihracından ayrı olarak sermaye ihracının istisnai bir önem kazanması.”
Önce, belli bir niceliğe erişmiş olan sermayenin yoğunlaştığı tekelin karşı karşıya olduğu sorunlara bakalım.
a) Kâr oranlarının düşme eğilimi. Aslında, burada ele alamayacağımız kadar çok etkenli bu eğilimi kısaca ele alırsak: Kârın yalnız işçilerin sömü-rülmesinden elde edildiğinden yola çıkalım. Sermaye birikiminin koşulları ve rekabet, tekil kapitalisti, ürünü ortalamanın daha azı bir maliyete üretip, ortalama fiyatla satarak, bir dönem için daha fazla kâr elde etmeye zorlar. Bu da artan bir emek üretkenliği gerektirir. Nasıl olsa bütün sermaye sahipleri işçilerini zaten o toplumsal koşulların izin verdiğinin son noktasına kadar çalıştırıyorlar. Tek yöntem artan makineleşme. Bu da daha çok yatırım yapmak demek. Bir süre sonra diğer kapitalistler de aynı yatırımı yapacaklar. Ortalama fiyat bu yeni yatırım ortalamasına göre belirlenince yeniden “ekstra” kâr için, aynı süreç başlayacak.
Bunun iki yönlü sonuçları var. Öncelikle, kapitalist için işçinin ne kadar sömürüldüğünü değil, yatırıma oranla kazancını gösteren kar, yatırımın büyümesi yüzünden düşecektir. İkincisi, bir sektördeki minimum yatırım büyüyecek, dolayısıyla yeni bir yatırım için gereken nicelik artacak. Yani elde edilen kârın tekrar kârlı bir biçimde yatırılabilece-ği alan lazım. Bunun en doğal sonucu sermayenin varolan miktarının da kârlı olarak çalışabileceği yeni bölgelerin aranmasıdır. Emperyalizmin temel noktalarından biri de budur. Bu konuya da dönmek üzere bir not ekleyelim; Emperyalizmi niteleyen sermayenin nereye yatırıldığı değildir. Kapitalist ilişkilerin olmadığı alanlar (ilk sömürgeler) elbette özellikle ilk başta en anlamlı seçenektir ama hedef başka bir emperyalist ülke bile olabilir.
b) Artı değerin gerçekleşmesi, ya da pazar sorunu. İhraç edilen sermaye bir “şey” değil bir ilişkidir. 5 Sermayenin yeniden üretimi aynı zamanda kapitalist ilişkilerin yeniden üretimidir. Marx bu konuda genellikle Hindistan üzerine yazdıklarıyla bilinir. Söylediği şudur: Sermaye eski kendine yeter üretim biçimini zorla yokedecek, kendi “özgür” işçilerini zorla yaratacaktır. Kendine yetemeyen bu insanlar aynı zamanda yaşamak için metaları satın almak zorunda kalacaktır.
Çok çağdaş bir örnek aklıma geliyor yine Hindistan’da: 1970’li yıllarda, Nestle bedava süttozu dağıtmıştı. Süt tozuna alışan bebekler anne sütü içemez hale gelince de bedava vermeyi kesip süttozu satmaya başladı. Atom çağında mıydık bilgi çağında mıydık
c) Yedek proletarya kapitalizmin bir zorunluluğudur. Artık burjuva iktisadı da “tam istihdam”arayışını bıraktı. Mümkün olsa, kapitalizmin sonu olur. Kendi ülkesindeki iç sınıf dengelerinde sıkıştıkça kapitalizm yedeklerini dünyanın geri bölgelerinde arıyor. Gelişkin ülke proletaryasının örgütlerinin Avrupa’nın köylülerinin ABD’nin sendikalarının serbest ticaret yanlılarının karşısında “korumacı” kampta yer almasının sebebi budur.
Hammadde kaynaklarının güvenliği ve sürekliliği. Bu Lenin’in önermelerinin beşincisinde somutlanacak.
“4- Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci birliklerin kurulması…”
Rekabetin kendisinin etkileri tek tek kapitalistler için çeşitli biçimlerle kaçınılmaya çalışılan bir durum olarak karşımıza çıksa bile sistemin yeniden üretiminin zorunlu bir ögesi olduğu hem Marx hem Lenin tarafından yeterince ele alındı.
“Emperyalizm genel anlamda kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır… Aynı zamanda şunu da görüyoruz: tekeller kendisinden çıkmış oldukları serbest rekabeti yok etmiyor; onun üstünde ve yanında varoluyor; böylece de iyice keskin şiddetli sürtüşmelere çatışmalara yolaçıyor. Tekel kapitalizmin daha yüksek bir düzene geçiş evresidir.” 6
Dünyanın paylaşımı elbette hiçbir zaman denge konumuna ulaşmıyor. (Aynı şey ülke içi pazar paylaşımı için geçerli.) Bir güç parkesinin varlığında kapitalistler için katlanılır olan bu durum herhangi birinin gücü arttığında (ki bu da kaçınılmazdır) hemen bir meydan okumaya dönüşüyor. Bu yüzden emperyalizm ancak Pax Britannica ya da Pax Americana dönemleri olarak geçen bir emperyalist gücün askeri politik denetiminin olduğu dönemlerde yaşayabiliyor. Bu tür bir dünya polis gücü sadece ABD ekonomisinin gücünden kaynaklanmıyor. Aksine bir zorunluluk temellerini aynı zamanda askeri ve diğer “zor” yöntemlerinden alıyor. İşte bu yüzden ABD ekonomisi gerilese ve zor bir dönemde kalsa bile bir “çoklu eş-merkezli-lik” olası değildir. Açıkçası Japonya ve de henüz tekil bir birim olmaktan uzak olsalar da AT ülkelerinin bütün atılımlarına rağmen bu tür bir denetim odağı olmalarının mümkün olmadığını düşünüyorum. Zaten emperyalist sistemde “polis” seçimle gidip gelmiyor ancak “darbe” yapılabiliyor. Üçüncü Paylaşım Savaşı dışında bu da olası gelmiyor. İlk iki savaş tanıktır.
Burada özellikle “uluslarası tekelci birlik”lerin üstünde bir konuma bir devlet konmuştur. İktisadi bir yapı oldukları sürece bu uluslararası tekelci birliklerin emperyalizmi çözümlemenin baş aktörleri olamayacağı bu yazının tezleri arasında. Sermaye ilişkilerinin yeniden üretimi çok boyutlu ve sadece “üretim” sürecinin nicel yönlerinin incelenmesiyle kavranamayacak kadar kapsamlıdır. Ne zaman IBM kendi ordusunu kurar o zaman sermayenin uluslararasılaşmasının ulus-devleti “geçersiz” kıldığı iddiası daha ciddiye alınabilir.
“5- En büyük kapitalist devletler arasında bütün dünyanın paylaşılmasının tamamlanması…”
Bu Lenin döneminde daha çok sömürgeler ve yarı sömürgeler biçimindeydi. Bir hammadde kaynağı ya da bir pazar “kapatılıyordu”. Bugün ise daha çok nüfuz alanları biçimine bu olgunun karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. “Lenin’in burada asıl anlatmak istediği fiili bir askeri işgalden çok dünyanın bütün bölgelerinin kapitalist/emperyalist ilişkilere açılmasıdır.”7 Günümüze baktığımızda Körfez krizi NAFTA gibi oluşumlar bu önermenin somutluklarıdır.
EMPERYALİZMİN GERİ ÜLKELERE GİRİŞİ
Emperyalist/kapitalist sistemin kendi dışında bir ülkeyi kendi içine entegre etmesinin mekanizmaları çok tartışmalı deyim yerindeyse “dananın kuyruğunun koptuğu” noktadır. Bu sorunun önemini şöyle formüle edebiliriz: Emperyalizm “klasik” kapitalizmden farklı bir sömürü tür ve düzeyini gündeme getirir mi Eğer böyleyse emperyalist sömürünün kendisi (ki bu sömürdüğü ülkeyi geri bir konuma hapseder) kapitalist sömürüden (bu ise aynı zamanda ülkenin gelişiminin yolu olabilir aynı “merkez” ülkelerin gelişimi gibi) ayrı olarak karşı çıkılabilecek bir olgudur. Sosyalist sistemin varlığında geleneksel solda sürece damgasını vuran solun zaman zaman teorik olarak ve geri ülkeler partileri için siyasi olarak geri olan ama bu ülkelerin kaderini bir yerinden sosyalist sisteme bağlamaya çalışan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın (kapitalist olmayan yol üçüncü dünyacılık bağlantısızlar) tek tek eleştirilecek çok yönü olduğu açıktır biz de yeterince eleştirdik. Ancak “anlamamak” bizim tavrımız olmadı. Geleneksel solda emperyalizme karşı alınan “geri” konumlanışların tarihi vardır. 8
Yeni solda, bu “üçüncü yol” tartışmalarıyla şekillenen, ve bazı noktalarda daha “radikal” gözüken sonuçlara (örneğin sosyalist devrim) ulaşan ekoller vardır. Ancak bu tartışmaların bir kısmı sosyalist sisteme yaslanan bir “kapitalist olmayan yol”un sonucuna sosyalist sistemi yoksayarak dolayısıyla çok daha geri bir noktaya varmıştır. Sosyalist devrim kampı ise daha çok adını sosyalist devrim koydukları bir “otarşi”ye denk düşmüştür.
Daha geri üretim tarzlarından, emperyalist sistemle bütünleşerek kapitalizme geçiş konusunda iki ana yaklaşım sözkonusudur. 9 Yaklaşımları aktarırsak:
1) Üretimin somut biçimi ne olursa olsun birkez üretim dünya kapitalist pazarı tarafından koşullanıyorsa o üretim tarzı kapitalizmdir. ÖrneğinLatin Amerika’da feodal koşullarda dünya kapitalist pazarı için üretim yapan çiftlikler de kapitalistir. Bu yaklaşımın uzantısı dünyanın 16. yüzyıldan beri (dünya kapitalist pazarının ortaya çıkışından beri) kapitalist olduğudur. Ayrıca bu yaklaşımla sosyalizm de ancak bir dünya sistemi olabilir çünkü ancak o zaman dünya kapitalist pazarından kurtulunabilir. Geri ülkelerde de gündemdeki devrim “sosyalist devrimdir” çünkü emperyalizm bu ülkelerde ittifak yapacak herhangi bir “ulusal” burjuvazi bırakmamıştır.
2) Birden çok üretim tarzı bu örnekte kapitalizm ve feodalizm aynı toplumsal formasyona eklemlenebilir. İlk yaklaşıma temel eleştiri marksiz-min üretim tarzlarını dolaşımdan değil üretim ilişkilerinden yola çıkarak tanımladığıdır. Dolayısıy- la Latin Amerika’daki feodal kurumlar emperyalizmle işbirliği yapan müttefiklerdir. Gündemdekidevrim ise emperyalistlerin ülkeden kovulması vefeodalizmin tasfiyesi aşamasıdır.
Peki emperyalist sömürü nasıl ilerliyor Öncelikle bu teorilerde merkez/çevre karşıtlığı temelinde tasarlanan bir dünya sistemi vardır. Merkez çevreyi yağmalar gelişiminin önüne geçerek kendi çelişkilerini yumuşatır. Merkezin gelişmesi çevrenin azgelişmesi pahasınadır. Bu teorilerde azge-lişme Türkçe kullanımının çağrıştırdığı gibi daha az gelişme değil alt-gelişme (underdevelopment-sous development) çarpık bir gelişmedir ilk kapitalist gelişmeyi yaşayan Avrupa ülkelerinin yaşamadığı bir aşamadır. Kapitalist/Emperyalist sistemin her halkası bir altındakini sömürür.
Dikkatli okur, ülkeleri sömüren ülkeler yaklaşımını bulacaktır. Bu yaklaşım, “proleter uluslar”, ya da Kuzey-Güney teorilerinin de temelini oluşturur. Bu alttaki ülkelerden üstteki ülkeye değer aktarımının nasıl olduğuna ilişkin varyantlar vardır. Bir varyantında, eğer pazar dünya pazarıysa, aynı me-tanın üretimi için kullanılabilecek teknoloji sabittir. Dolayısıyla ülkeler arasındaki tek maliyet farkı işçi ücretleri olabilir. Bu teori ücret dışındaki değişkenleri eşitledikten sonra şu sonuca uzanır: Aslında sömüren gelişmiş ülke proletaryasıdır. Enternasyonalizm de bir “kuruntu”dur.
Diğer bir değer aktarım mekanizması olarak sunulan da kâr transferidir. Yani ülkede yaratılan artık yeniden üretime üretildiği yerde değil merkez ülkede girmektedir. Klasik teoride kapitalizmi geliştirmesi gereken sermaye ihracı aslında çevreden merkeze bir akım anlamına gelmektedir.
Diğer bir yaklaşımda merkez ülkede sermayenin organik bileşiminin (makine/işçi) oranının daha yüksek olduğu dolayısıyla aynı fiyatla satılan metaların merkezde daha ucuza üretildiği aşırı kârların böylelikle yapıldığıdır.
Bu ve başka mekanizmalar tek tek ele alınacak. Önce bir ülkenin, emperyalizmin ülkeye girmesiyle kapitalistleşmesi sürecini ele alarak kendi yaklaşımımı ortaya koymak istiyorum.
Bunun için tekrar Marx’a dönüyoruz. Kapital’in birinci cildinin sonradan basılmış, Marx tarafından düzenlenmemiş, Türkçe’ye de çevrilmemiş notlarında sermayenin emeği boyunduruğu altına almasının biçimlerine ilişkin bir formülasyona rastlıyoruz. 10
Sermaye ilk olarak bir üretim sürecine sahip olduğunda sürecin kendi iç ögelerine dokunmadan artı-değere doğrudan el koyar. Bu sermayenin emek üzerindeki biçimsel boyunduruğudur. Burada artı-değeri artırmanın henüz tek bir yolu vardır; işçiyi daha çok çalıştırmak. Mutlak artı-değer örneğin iş saatleri artırılarak işçi daha yoğun çalıştırılarak elde edilir.
Sermayenin belli bir nicel boyutunda ise, kapitalist üretimin kendisine müdahale ederek makinalaşmayı yani emek verimliliğini arttırarak aynı çalışma ve aynı ücretle daha çok meta üretilmesini sağlar. Göreli artı-değerin arttırılması zorunluluğu, tam da kapitalist üretime özgü olandır. Bu ise sermayenin emek üzerindeki gerçek boyunduruğudur. Sürekli verimliliği artırma, teknolojik yenilik bu zorunluluğa dayanır. Marx işçiler havayla yaşasa ve hiç uyumasa bile onları üretimi değiştirmeden ancak 24 saat çalıştırabilirsiniz der. Zaten sınıf mücadelesi mutlak artı-değerin sınırlandırılmasına yöneliktir. Sınıf sürekli olarak iş saatlerini azaltmamaya, çalışma yoğunluğuna karşı direnç gösterir. Sözü bir miktar Marx”a bırakalım:
“Emek süreci (o [hâlâ] kendi sürecidir) sermayenin boyunduruğundadır ve kapitalist surece, yönetici yönlendirici olarak müdahale eder. Bu onun için aynı zamanda doğrudan başkalarının emeğini sömürmeyi temsil eder. Ben işte buna sermayenin emek üzerindeki biçimsel boyunduruğu diyorum. Bu her kapitalist üretim sürecinin genel biçimidir ancak aynı zamanda esas olarak kapitalist üretim tarzının yanında tekil bir biçim olarak da varolabilir çünkü ikincisi birincisini içerir ama tersi doğru olmayabilir [yani biçimsel boyunduruk esas olarak kapitalist üretim tarzının olmadan da varolabilir]. 11
“Eğer geleneksel olarak yerleşmiş emek süreçlerinde değişiklikler olursa, bunlar bu boyunduruğun yavaş sonuçlarından başka bir şey değildir. İş daha yoğunlaşabilir, uzayabilir, ilgili kapitalistimizin dikkati altında daha düzenli ve sürekli hale gelebilir ama bu değişiklikler kendi başlarına esas emek sürecinin esas çalışma tarzının karakterini değiştirmezler. Bu esas olarak kapitalist üretim tarzıyla çarpıcı bir karşıtlıktır (büyük ölçekli sanayi vs); ikincisi üretimin çeşitli faktörlerini dönüştürmekle kalmaz onların esas iş tarzında ve bütün olarak üretim sürecinin doğasında da devrim yapar.” 12
“Ölçekteki bu büyüme, eğer diğer tarihsel koşullar da uygunsa esas olarak kapitalist üretim tarzının yükselebileceği gerçek temeli oluşturur, onaltıncı yüzyılda olduğu gibi. Elbette bu topluma egemen olmayan bir şey olarak daha evvelki üretim tarzlarında da ara sıra meydana gelebilir.” 13
Sermayenin gerçek boyunduruğuna geçişin üretim sürecinin kendisi dışında işçi üzerinde de çok somut etkileri vardır. Tekrar Marx’ı dinleyelim:
“Biçimsel boyundurukta, fazladan çalışma zorunluluğu, sadece biçim olarak farklıdır (Bu zorunluluk ihtiyaçların oluşturulmasını ve onların doyurulmasının araçlarının yaratılmasını; ve işçinin geleneksel ihtiyaçlarının ötesinde ürün sunumunu getirse de bu böyledir). Bu biçimsel değişiklik işin sürekliliğini ve yoğunluğunu artırır.” 14
“Özgür işçi ancak istekleriyle koşullanmıştır. Kendi kaderinin özgür tayininin özgürlüğün bilinci (ya da daha doğrusu fikri) daha iyi bir işçi yaratır. Özgür işçi kendi konumunu korumalıdır.” 15
“Sınıf için ortalama aşağı yukarı aynı kalır me-taların tümünün değerleri gibi; ancak bu tekil işçiye hemen böyle gözükmez.” 16 Bunun sonucu çok açık işçi sınıfının tümü için sınıf atlama mümkün değildir. Ama tekil “özgür” işçi daha fazla çalışarak daha çok kazanabileceği fikrine sahip olabilir. Disiplinlerin en kuvvetlisi hapishanelerin en büyüğü gibi insanın içinde taşıdığıdır.
“Özgür işçi ücretini soyut zenginlik olarak değişim değeri olarak alır (para bir dolaşım aracı olarak iş görse de). Kölenin tersine kendini kontrol etmeyi öğrenir. Özgür işçi emeğinin içeriğine ve kendi özel eylem biçimine karşı tamamen kayıtsızdır.” 17
Sanırım açık: sermayenin üretim ilişkilerine nüfuzu kaçınılmaz bir süreçtir. Aynı serbest rekabetin tekele dönüşümü gibi sermayenin nicel yoğunlaşmasının sonuçlarından doğar. Ayrıca esas olarak kapitalizm olan kapitalizme uygun ve elverişli olan ikinci biçimdir. Sermayenin herhangi bir üretim sürecine müdahalesinin (isterse Avusturalya’daki aborijinler olsun) herhangi bir anının fotoğrafını çekip ne kadarının kapitalist olmadığını tartışmak fazla anlamlı değil. Önemli olan kapitalizmin meta-üretimini yaygınlaştırarak ürünün genel biçimini meta haline dönüştüreceği (ancak bu tek başına kapitalizmin esas belirleyeni değildir) ve esas olarak emekçileri üretim araçlarının mülkiyetinden özgürleştirerek emek-gücünü metalaştı-rarak kendi özgül üretim-tarzını zorunlu olarak yerleştireceğidir. Sadece dünya pazarıyla ticaret emek-gücünün metalaşmadığı koşullarda kapitalizmi geliştirmenin yeter koşulu olamaz.
Tartışmaya sömürgelerle devam edelim.
Öncelikle Lenin’in sömürgelerdeki işçilerin daha çok sömürüldüğü saptamasını ele alalım.
Yukarıda çizdiğimiz çerçeveye oturtursak, sömürgelerdeki sürecin esas ağırlığının ilk başta mutlak artı değerin çıkarılmasında yoğunlaştığını saptayabiliriz. Rosa Luxemburg’un da, çağdaş azgelişmişlik tartışmacılarının da farkettiği gibi geleneksel baskı (iktisat-dışı zor) mekanizmaları bu süreç için çok da elverişli yöntemlerdir. Geri ülkelerin işçileri gerekirse silah zoruyla en kötü koşullarda çalıştırılabilirler.
“Azgelişmişlik”çilerin tartışmaya girdiği nokta budur. Öne sürülen merkez ülkelerde uygulanamayan zora dayalı çalışma ve sömürü biçimlerinin çevrede uygulanabildiği, emperyalizmin de bu aşırı kârlardan vazgeçmeyeceğidir. Bu yüzden (ve daha sonra tartışılabilecek başka sebeplerden) çevrede kapitalizm merkezdeki biçimiyle gelişmeyecektir.
Ancak azgelişmişlik tezlerinin saldırıya uğramaya başladığı nokta 1960’lı yıllardan sonra bu ülkelerin en azından bazılarının gerçekten de hızla “kapitalist gelişme” sürecine girmeleridir. Bu durumda yeni kategoriler yaratıldı (semi-periferi, yarı-sanayileşmiş ülkeler) vs.
Sömürge kapitalizme en uygun biçim değildir. İlk dönemin kaçınılmaz bir biçimidir. Kapitalist üretim ilişkilerini yerleştiremeden elde edilen mutlak-artı değer, tarihsel bir sınıra, belli bir sermaye niceliğinde ulaşacaktır. Bu noktadan itibaren kapitalist sanayileşme hem mümkün hem de gereklidir. Unutulmaması gereken bir diğer olgu bu ülkelerin yanlızca kocaman fabrikalar olmadığı aynı zamanda pazar oldukları olgusudur.
Özetlersek, kapitalizmin ilk geliştiği dönemler gibi, kapitalist üretim tarzının hakimiyetinin sağlanmasında emperyalizm belli bir ülkedeki üretim ilişkilerine sermaye ilişkisini sokarak ve meta üretimini yaygınlaştırarak rol oynar. Ancak ilerledikçe sömürü biçimi kapitalizmin özgül sömürü biçimi olan, göreli artı-değer çıkarılmasına yönelmek zorundadır. Göreli artı-değer üzerinde özellikle duruyorum. Bu kavram ideolojiye ilişkin tartışmalarda önemli bir rol oynayacaktır, çünkü sermayenin organik bileşimi yükseldikçe artan verimliliğin sermayeye özgü bir verimlilik olduğu, bugünkü burjuva söylemin köşe taşlarından biridir ve işçi sınıfının mücadelesini reel ücretler tartışması kadar kendi ürettiklerine sahip çıkma temeline de kaydırabilmek önemli olacaktır.
“Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça sermaye fazlası belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma sözkonusudur- dış ülkelere geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla bu karları artırmaya yönelir. Geri kalmış ülkelerde kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye pek az toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı bir kısım geri kalmış ülkenin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmektedir;…” 18
“İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece sermaye ihracı ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.” 19
KAPİTALİST İLİŞKİLER VE KİM NEYİ SÖMÜRÜYOR?
Kapitalizmin bu ülkelerde gelişmesinden yola çıkalım. Yukarıda öne sürülen değer-aktarım mekanizmaları (yanlış bir terminolojiyle bu ülkelerin sömürülmesi) sözkonusu mu değil mi?
İlk öne sürülen değer aktarım mekanizmasının varsayımlarını hatırlarsak belirli bir ürünün dünya pazarınca belirlenen bir teknolojiyle üretildiği varsayılıyor ve düşük işçi ücretlerinin aradaki tek “aşırı kâr” kaynağı olduğu öne sürülüyordu. Şüphesiz eğer aynı meta aynı sermaye bileşimiyle üreti-liyorsa belirli bir ülkede işçilerin daha ucuza çalıştırılması bu işçilerin daha fazla sömürülmesi anlamına gelecektir.
Daha az ücretle çalıştırılabilmenin ise tarihsel-toplumsal koşulları vardır. Ücret o toplumda emek-gücünün değeridir. Özgül koşullardan dolayı emek-gücünün değeri dünya ortalamasından bir hayli sapabilir. Bunun parametrelerinden biri o ülkedeki sınıfsal yapı ve sınıf mücadelesinin vardığı noktadır. Ayrıca eğer ücret tek geçim kaynağı değilse eğer kır bağlantıları kopmamışsa işçinin kendi geçimini sağlamasının bazı koşulları bağımsızsa kapitalistin işçiye ödeyeceği “geçimlik” ücret düşebilir. Bunun bir diğer koşulu ise bu geçimlik malların (ücret mallarının) değerinin dünya pazarının dışında dinamiklerle belirlenmesidir (koruma duvarları vs.). Sermayenin gelişmiş ülkelerdeki ücretlere verebileceği ilk tepki, sermaye ihracıdır.
Ancak, sermayenin daha geri bir ülkeye gitmesinin her zaman aynı malı aynı koşullarda üretmesi demek değildir. Örneğin, sermayenin organik bileşiminin çok daha yüksek olduğu gelişmiş ülkelerde işçiler, ürettiklerine kıyasla çok daha düşük bir ücret alıyor yani mutlak olarak gelişmemiş ülkelerdeki işçilerden daha fazla kazansalar bile daha çok sömürülüyor olabilirler.
Eğer bu malı sermaye ihracının yapıldığı ülkenin pazarı için üretmiyorsa ilkin kendi pazarından uzaklaşmayı göze alıyordur. Ayrıca daha geri bir altyapının (marksist altyapı değil!) bulunduğu bir ülkeye gidiyor. Emeğin kalifıkasyonu muhtemelen daha düşüktür. Bu yüzden ihraç edilen sermayenin genellikle düşük emek-kalifıkasyonu gerektiren sektörlere yatırılması tesadüf değildir. Üstüne üstlük her metaın tek dünya pazarınca belirlenen tek bir üretim biçiminin olduğu her zaman doğru değildir. AT ülkeleri ve ABD çok yoğun sermaye yatırımıyla şekillenmiş bir tarım sektörüyle geri ülkelerin çok daha altında bir maliyetle genellikle o ülkelerin “geleneksel tarım” ürünlerini üretmektedir. Bu döngünün varacağı nokta ise geri ülkelere kayan yatırımların artı-değerin gerçekleşmesi sınırına çarpacaklarıdır. Daha düşük ücretler verilmesi ve kârın artması üretilen metaların satılması sorununu gündeme getirmektedir.
Sermayenin akışkanlığı ise tamamen serbest değildir. Gümrük duvarları ticaret bölgeleri ve korumacılık yeryüzünden silinmek bir yana dönem dönem güçlenmektedir. 20
Gelelim kârın ülke içinde yatırılmak yerine dışarıya taşınmasına… Öncelikle, ülkeye giren sermaye ile üretilen artı-değerin yan yana koyup hangisi az hangisinin çok olduğunun karşılaştırılmasıyla, değer aktarımının ölçülmesinin çok sağlıklı olamayacağını belirteyim. İkisi ayrı kategorilerdir. Dünya tarihinde öyle dönemler vardır ki geri ülkelere sermaye olarak giren paranın çok daha fazlası kâr biçiminde dışarı alınır. Kimi dönemlerde de bir ülke sömürge ya da yarı-sömürge nitelenmesini hakeder durumdadır ama ülkeye giren yabancı sermaye ülke dışına çıkan kârın kat kat üstündedir. Bu durumda geri ülke gelişmiş ülkeyi mi sömürüyor?
Sömürü kategorisini ülkelere uygulamaya kalktığımızda açmazlara ulaşıyoruz. Örneğin saçmalamak istersek aslında ABD dünyanın en borçlu ülkesidir Kanada mutlak anlamda “bağımlı” bir ülkedir vs…
Yeniden yatırımın nerede olacağının belirleyenlerden biri (yalnızca biri hiç bir şekilde tek belirleyeni değil) o geri ülkenin yapısının bu artığın daha fazla kâr getirir bir biçimde kullanılmasına izin verip vermediğidir. Kapitalist daha uygun koşullar varken sırf inat olsun diye kâr transferinde bulunmaz. Ayrıca siyasi koşullar bir ülkeye yatırım yapılmasında son derece önemlidir. Gerek o ülkenin kontrolünü ve bağımlılığını sürdürmek için gerekse geleceğin pazarlarını yaratmak ve kontrol etmek için. Dolayısıyla kısa vadede daha az kârlı olsa bile sermaye ülke içinde kalabilir.
Sermayenin organik bileşimindeki farklılıklara gelince… Bu kapitalizmin doğasında var olan bir değer aktarım mekanizmasıdır. Tek tek kapitalistler üretimdeki toplam artı-değerden sermayeleri ve güçleri oranında pay alırlar:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa bunu kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıktarı yoğunlaşma düzeyi kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı mevcut “sermayeleri” “güçleri” oranında paylaşıyorlar çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda, daha başka bir paylaşma şekli söz konusu olamaz. Şu da var ki ekonomik ve siyasal gelişmeye göre güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle, hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi yoksa ekonomik-olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiç bir temel kanıyı değiştiremeyecek ikincil bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki mücadelenin içeriğii sorunu yerine bunların (bugün için barışçı yarın için barışçı olmayacak öbür gün için gene barışçı olmayacak) biçimleri sorununu koymak bir bilgiçci (sofist) gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.
Kapitalizmin bugünkü aşaması bize gösteriyor ki, kapitalist gruplar arasında dünyanın iktisadi yönden paylaşılması esasına dayanan bazı ilişkiler doğmakta, buna paralel olarak da, siyasal gruplar devletler arasında dünyanın toprak bakımından paylaşılması sömürge savaşı “iktisadi önem taşıyan topraklar için mücadele” esasına dayanan birtakım ilişkiler kurulmaktadır.” 21
Bunun, (ikincil bölüşüm), uluslararası sermaye için de geçerli olması son derece doğaldır. Kapitalistlerin bu kardeş kavgası, ortalama maliyetin altında üretim yapanların, ortalama maliyetin üstünde üretim yapanlardan her zaman aldığı bir “haraç” biçimine dönüşmesi sosyalistlerin küçük kapitalistleri “kurtarması” sorununu gündeme getirmez.
EMPERYALİST SİSTEM
Artık, emperyalizmin “klasik” kapitalist sömürüden farklı sömürü biçimlerini gündeme getirip getirmediği tartışmasına getirdiğimiz yanıt açık olmalı. Evet, emperyalizmin gündeme getirdiği “yeni” sömürü mekanizmaları vardır. Bu mekanizmalar artık ve kapitalizmin tasfiyesine kadar kapitalist sömürünün esas biçimi olarak sürecektir dolayısıyla “eski” tür kapitalizm özlemleri gerici ve anlamsızdır. Kapitalist/emperyalist sömürü biçimi tek ve aynı biçim olarak algılanmalıdır.
Günümüze döndüğümüzde şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz. Çeşitli gelişkinlik düzeylerine tekabül eden kapitalist devletler ve çeşitli yanlarıyla ulus sınırlarının ötesine taşmış bir üretim süreci.
Öncelikle, üretim sürecini incelerken ele alınacak sürecin bir metaın üretilmesiyle sınırlanmasının bizi yanıltacağıdır. Odak yeniden-üretim süreci olmalıdır. Bu yeniden üretim yalnızca üretime yeniden başlanması değil üretim-ilişkilerinin de yeniden üretimidir.
Kapitalist/emperyalist sistemin devamının bu zorunlu koşulu, bizi salt üretim istatistiklerine ve ücret düzeylerine bakıp üretim şu kadar uluslarasılaşmıştır gibi saptamalar yapmaktan uzak tutmalıdır.
Öncelikle sistemin devamlılığı sağlanmalıdır. Yani eğer gelişmiş ülkelerde üretim yapmak daha az kârlı olsa bile, o ülkelerde sınıf mücadelesinin izin verdiği işsizlik oranları, yoksulluk sınırları vardır. Bunun mücadelesi ise devlette yoğunlaşır. Her devletin bu konuda bir koruyucu/denetleyici rolü vardır. Devletin zor/onay aygıtı değişen sınırlar içinde tek tek tekellerin üstünde bir rol oynamak zorundadır.
Aynı şekilde pazarın yeniden üretimi zorunludur. Bütün dünya tek bir tekel olsa bütün üretimi kocaman bir robot yapsa tartışmalarını meleklerin cinsiyetinin ciddiyetinde ele almak gerekir. Kapitalizm “daha önceden belirlenmiş ihtiyaçlarla sınırlı değildir dolayısıyla bunlar üretim sürecinin yolunu önceden belirlemez”. 22 Buradan ideolojiye ilişkin zorunlu bir açılıma daha ulaşıyoruz: Kapitalizm devasa üretim kapasitesiyle emperyalizm zorunlu olarak ihtiyaçların yeniden şekillenişi ve insan doğasından bağımsız genişletilmesidir. Yanlış anlaşılmadan insan ihtiyaçlarının minimize edilmesinden doğal olana indirgenmesinden bahsetmiyoruz. Komünizmin “ütopya” olduğu tartışmasının temelinde yatan insan ihtiyaçlarının “sınırsız” olduğu argümanına değiniyorum. İnsan ihtiyaçları tarihseldir. Kapitalizmin şiddet aygıtlarından en önemlisinin bu ihtiyaç yaratımı olduğunu insanın özgürleşmesinin önündeki en önemli engelin bu olduğunu savunuyorum. Her an beynimize yönelen bir zorla genişleyen ihtiyaçlar diğer yanda bunları elde etmenin pratik imkansızlığıyla sıkışmış bir insanlık…
Bu durumda, bir tekelin yeni bir ülkeye yaptığı yatırımların güvenliği sözkonusudur. Tekrar devlete döndüğümüz açık. Devletler kendi tekellerinin ve kendi ülkelerinde yatırım yapan tekellerin hem denetimindedir hem de hepsinin denetiminde olmanın getirdiği üst-denetim mekanizmasıdır. Bir ülkede yatırım yapmanın bir parametresi de o ülkenin olası bir altüst oluşa karşı yatkınlığıdır. Sermayenin serbest dolaşımı sermayenin körlemesine sağa sola dalışı değildir. Bu yabancı yatırımları ülkeye çekme ve bu yatırımcıların yatırımlarını güvenceye alma mücadelesi de devlet düzeyinde yapılır.
Devletle devam… Klasik teoride ulus-devletin kapitalist pazarın konsolidasyonuna denk düştüğü bilinir. Ulus olmanın (dil üretim) gibi klasik ayrımlarının yeni gelişmelerle eski önemlerinin tartışıldığı günümüzde devletin tekellere ve yeniden üretime dönük fonksiyonlarıyla ayakta olduğunu söyleyebiliriz. “Karşı karşıya olduğumuz uluslarüstü bir yeni devletin ortaya çıkışından çok ulusal devletlerin temelini oluşturan ulusal birliğin parça-lanmasıdır.” 23 Askeri güç kullanma olasılığının (gücün kendisi kullanılmasa bile) emperyalizm açısından zorunluluğu doğrudur. Salt “iktisadi” bir emperyalizm yoktur. Japonya gibi bir örnek ancak ABD hegemonyasındaki dünyada belirli bir konum-lanışa işaret edebilir.
Kapitalist gelişmenin vardığı noktada, eski sömürge ülkelerin geri ülkelerin birçoğunda sermaye birikiminin vardığı nokta yüzyılın başındaki ilk emperyalist ülkelerin vardığı noktaya benzer. Sistemin doğasındaki eşitsiz gelişim bu tür yeni “kaplan” ülkeleri yaratmıştır yaratmaya da devam edecektir. Yani ne ulusal pazar onlar için yeterlidir ne de yeni yatırım alanları için kendi ülkeleri. Ancak bir farkla bu süreci ilk yaşayan ülkelerin sahip olduğu “geri” bir dünyaya açılma olanağı onlarda yoktur. Yazının başında ele aldığımız emperyalist olma nitelikleri bugün dünyanın çok daha geniş bir bölgesi için geçerlidir. Emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olması bu bağlamda anlamlıdır. Yeniden böyle bir nitelik dönüşümü olası değildir. Bir tekel büyüyebilir tekelüstü bir yapı yoktur. Aynı şekilde daha çok ülke emperyalist heveslere kapılabilir. Ancak bunlar boşaltılmış bir dünyada değil kendi üzerlerinde hiyerarşik bir düzen tesis etmiş olan güçlü emperyalist odakların dünyasında yaşarlar. Heveslerinin sınırını tayin eden faktör budur. Ama sonuçta nasıl tekeller giderek küçük işletmeyi tasfiye etmek ya da kendi uzantıları olarak sadece “şeklen” bağımsız bir hale getirmek durumundaysalar kapitalist gelişkinlik arttıkça bir yandan eski sömürgeler “şeklen” ba-ğımsızlaşır ve belli bir noktada yüzlerini dışarıya dönerler. Warren “kapitalizm ilerledikçe emperyalizm geriliyor” derken sorunun bir yüzünü görüyordu. Kapitalizm yaşadıkça emperyalizm her hücresine yapışıyor.24
Emperyalizm bir üstün olma konumuysa dünyanın verili durumunda herkesin aynı anda aynı derecede emperyalistleşemeyeceği de açık. Emperyalizmin düzenleyici örgütleyici ve bastırıcı bir he-gemonik odağa olan ihtiyacı da buradan geliyor.
HİYERARŞİ VE ULUSLARASI İŞBÖLÜMÜ
Bugün varolan bir hiyerarşi ve işbölümü vardır. En aptal burjuva yazarı ya da “göreli üstünlükler” gevezesi bile bir eşitler arası ilişki öne süremez. Bu sistemde devletler ve tekeller birçok değişkene göre yeralırlar. Sistemin dengesi sürekli bir yer değiştirme kavgasıyla birlikte yeralır.
“Bugünkü emperyalist sömürü tamamen bir dünya sistemi çerçevesinde ve bağımlı ülkeleri de kapsayan bir emperyalist işbölümü bağlamında ele alınabilir. Ülkeler ve ülke gruplarını kapsayan bölgeler verili durumdaki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine işgücünün fiyatlandırılmasına sermayenin temel sektörler arasındaki dağılıma göre bir uluslararası işbölümünde yerlerini almaktadır.” 25
Bu işbölümünün belirlenmesinin dinamikleri derinlemesine ele alınmalıdır. Bu işbölümünün oluşumunun daha somut analizi (bu yazı “giriş” niteliğinden dolayı henüz bunu hedeflemiyor) emperyalist sistemin bugünkü doğasının kavranmasının temelini oluşturacaktır. Bu işbölümünün kendisinin sermayenin ve sermaye ilişkilerinin yeniden üretiminin ölçeğinde ve niteliğinde dolayısıyla toplumsal dokuda meydana getirdiği sonuçların analizi emperyalist sistemin anlaşılmasının ve mücadele halkalarının netleşmesinin olmazsa olmazıdır.
Kısaca çerçeveyi çizersek:
1- Üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi ve sınıfsal yapı. Bir ülkenin emebileceği üretken yatırımın çok nesnel sınırları vardır.
2- Emek gücünün fiyatı. Bunun belirleyenleri dünya ortalamasına ne kadar tabi olduğu o ülke için geçerli ücret-mallarının ne kadarının ülke içinde o ülke için geçerli bir ortalamayla üretildiği sınıfın örgütlülüğü ve tarihsel konumlanışı gibi faktörlerdir.
3- Bir üretim türünün o ülke için sosyal sebeplerle “istenmeyen adam” ilan edilmesi. (Ekoloji teknikler)
4- Teknolojinin yeniden değerlendirilmesi. Merkez ülkelerde ömrünü tüketen teknolojilerin çeşitli sebeplerden (yeni teknolojinin ürünlerinin fiyatı koruma duvarları vb.) daha geri ülkelerde tekrar kullanımı. Aynı şekilde teknolojinin hiyerarşinin üst basamaklarının denetiminde olmasının etkileri.
5- Bir ülkenin kendi tekellerini ne kadar kolla-yabileceği. Bu politik ve askeri yapılanmayı ilgilendirir. Bu askeri gücün somut kullanımını gerektirmediği doğrudur ama somut kullanımının örneklerine de giderek rastlıyoruz. Aynı şekilde örneğin mali gücün önemini kimse küçümseyemez. ABD tekellerinden herhangi birini devletleştiren bir ülkeye ABD’nin uygulayabileceği somut yaptırımlar vardır. (Örneğin İran’ın bütün hesaplarına el konması örneğin Körfez Krizi IMF ve Dünya Bankasıyla ilişkiler…)
6- Sınıfsal denge. Çelişkilerin eşitsiz biriktiği zayıf halkalar her zaman “güvensiz” olacaktır.
Sanırım emperyalist hiyerarşinin yeniden üretiminin mekanizmaları da netleşiyor. Ülkelerin mali askeri ve politik gücüyle orantılı denetim mekanizmaları mevcuttur. Bütün ülkelerin eşitlenmesi kapitalizmin/emperyalizmin işleyişine kesinlikle aykırıdır. Ancak bağımlılık tek yönlü olarak değil karşılıklı olarak tanımlanmalıdır. Tek yönlü olan belirlenimdir. Daha güçlüye emperyalist ilişkinin sürükleyici öznesi olan devletin ilişkileri yön-lendirebilmesi sözkonusudur. Bu yönlendirme ilişkilerinin gazete okumaya hala tahammül eden herkesin görebileceği kadar gözler önünde olanları kadar çok daha karmaşık mekanizmalara uzanabileceğini tahmin edebiliriz. Örneğin borçların sermaye yatırımlarının koruma duvarlarının siyasi ilişkilerin ve daha birçok faktörün bu hiyerarşinin üretimindeki rolü ele alınmalıdır.
Buraya kadar anlatılanlar günümüzdeki dünya sistemine yaklaşmanın çerçevesinin anahatlarıdır. Bundan sonra yapılması gereken emperyalist sistemin içindeki işbölümü ve belirlenim ilişkilerinin analizi ve somut biçimleriyle ortaya konmasıdır. Gezegenin her santimetrekaresinde sermayenin egemenliğinin getirdiği ideolojik ve politik çürümeye karşı mücadele gündemimizdedir. Mücadelenin yoğunlaştığı halkanın her zaman olduğu ve olacağı gibi devlet olduğunu açmaya çalıştım. Bir dünya sisteminde yaşanan bütünleşmenin göz kamaştırması mümkündür. Bir yanda sistemin işleyişinde devleti yok sayan ve sınıf mücadelesini siyasi anlamda da yalnızca dünya çapında verilebilecek bir mücadele olarak görenler vardır. Diğer yanda artık inandırıcılığını oldukça yitiren kapitalistlerin bir kısmının kovulmasıyla geride kalanlarla emperyalizmden bağımsız bir aşamanın yaşanabileceği umudu. Oysa zayıf halkanın güncel anlamı ve devrimin güncelliği bu ilişkilerin ve mücadelenin içeriğinde bulunacaktır.
Orta-gelişmişlikteki kapitalist ülkelerin önemi de yukarıda değindiklerimizle birlikte böyle anlamlanıyor. Bu ülkeler sınıf dinamiklerinin damgasını vurduğu iç süreçleri hem dünya sisteminin vardığı noktanın gelişkinliğiyle yaşıyorlar hem de sistemdeki konumlanışlarının çok yönlü sıkıştırmasının ek yüküyle karşı karşıya kalıyorlar. Sistemden kopuşun nesnelliğini sistemin sorgulanmasının gerek-sinimiyle birlikte üretiyorlar.
Bu çözümlemede bazı belirleyenler bir kısmı önceden çokça yazıldığı için de ele alınmadı. Sosyalist sistemin varlığının bu geri ülkeler üzerindeki etkisi gibi… Aynı şekilde eski sosyalist ülkelerin bu sisteme entegrasyonunun olasılığı ve biçimlerini ele almadım. Kısaca değinilen bazı konular ise kendi başına kapsamlı bir yazının konusudur.
Bu yazının devamının hedefi “tartışmaların Türkçesi’dir”. Emperyalizmin bir “toplum biçimi” olmasının günümüz politik-ideolojik-kültürel süreçlerine damgasını vuran bir olgu olduğunu düşünüyorum. Bu argümanla birlikte neo-Osmanlı Türki cumhuriyetler Türkiye’nin önünde açılan “tarihsel fırsatlar” ve emperyalist Türkiye ne anlama geliyor Aynı şekilde emperyalizmin kapitalizmin iliklerine sinmiş olduğu bu dönemde anti-em-peryalist mücadele anti-emperyalist politika anti-emperyalist kültür ideoloji nasıl bir içeriğe ka-vuşturulabilir Ortaya çıkan ulusal-milliyetçi canlanmalar karşısında anti-emperyalizmin kopartıla-maz bir yanı olması gereken enternasyonalizm nasıl bir politik-ideolojik kanal bulabilir “Bağımsızlık” ya da “halkların kardeşliği” istemlerinin kulaklarımızda yankılandığı ülkemizde dünya çapında ardı ardına yaşanan emperyalist müdahalelerin ve sistemin kendisinin ürettiği eşitsizlikte görüyoruz: Hikaye devam ediyor bizim davetimiz de. Bu yazı da devam edecek.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ernest Mandel; Yarı-Sömürge Ülkeler ve Yarı-Sanayileşmis Egemenlik Altındaki Ülkeler,Ekonomik Kriz ve Azgelişmiş Ülkeler içinde,s.71, 72. Yazın Yayıncılık.
- Bütün önermeler için; V.I. Lenin;Emperyalizm, Kapitalizmin En YüksekAşaması, s.116. Sol Yayınları, 4.basım.
- Lenin; a.g.e. s.75.
- Lenin; a.g.e. s. 130.
- Poulantzas’dan aktaran Ira Gernstein; Emperyalizm, Gelişme ve Bağımlılık Üzerine,s.110,V Yayınları
- Lenin; a.g.e., s.114,115
- Ö. Laçiner, Lenin’in Emperyalizm Analizi, Biri-kim sayı 20, s.29.
- Bu konunun üzerinde önemle duruyorum.Yazıda tartışmanın yeni sol’daki biçimlenişi üzerindeözellikle duruluyor. Bunun sebeplerindenen önemlisi, sosyalist sistemin yokluğunda, busistemin varlığını varsayan bir konumlanışı sorgulamakanlamlı olmayacaktır. Bize uzak nesnellikleridışarıdan yargılamak, yüreğimiz onlarla olsa bile,bizim tarzımızın dışındadır. Bizim tarzımız, “BugünRusya’da RKİP yöneticisi kilise mensupları var. Bizbunu kaldıramayız, buna anlayışla yaklaşamayız.Ancak bu garip bileşimin gerçekten de bir tarihivardır.” derken Cemal Hekimoğlu’nun sergilediğianlayış ve tavırdır. Gelenek, sayı.41 s.25
- Bu yaklaşımların kendi iç ayrımları çokça vardır.Bizim için bu ayrımların teorik ve politik önemininfazla olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden buyazarların tam da ne düşündüklerini bir alıntılaryığınıyla sergilememeyi tercih ettim. Bukonumlanışların daha detaylı sergilenmesi için:Azgelişmişlik ve Emperyalizm, derleyen Atilla Aksoy,Gözlem yayınları; Çağlar Keyder; Emperyalizm,Azgelişmişlik ve Türkiye, Birikim Yayınları;Emperyalizm, Gelişme ve Bağımlılık Üzerine,derleyen Melih Ersoy, V yayınları’na bakılabilir.Bu yaklaşımların eleştirileri için de: 11.Tez KitapDizisi, sayı 3; ve Yeni Emperyalizm TeorilerininEleştirisi, Haldun Gülalp, Birikim yayınları; önerilebilir.
- Marx’ın Türkçe’ye çevrilmemiş bu notlarında,çarpıcı derecede “modern” sorunlarla karşılaşıyoruz.Aynı şekilde, Marx’ın özellikle Hindistanüzerine yazdıklarında kapitalizmin bir dünya sistemihaline gelmesi, ve bunun yarattığı karşılıklıbağımlılık süreçlerinin analizinin çoğunun Türkçe’yeçevrilmemiş olması da bir kayıp. Varolanönyargının aksine, Marx ne emperyalizme, düzbir mantıkla “uygarlığın yaygınlaştırılması” olarakele alıyor, ne de “ulusal sorun”u, politik uzantılarındankopararak yorumluyor.
- Marx; Capital Volume 1; s.1019; Penguin Books Ltd,1976
- Marx; a.g.e.; s.1021
- Marx; a.g.e.; s.1022
- Marx; a.g.e.; s.1026
- Marx; a.g.e.; s.1031
- Marx; a.g.e.; s.1032
- Marx; a.g.e.; s.1034
- Lenin; a.g.e; s.81
- Lenin; a.g.e; s.82
- Ernest Mandel; UluslararasıEkonomide İkinci Kriz; s.114, KoralYayınları. Bu kitapta76-77 dönemine ilişkin oldukça örnek var. Ayrıca,76-77 döneminin örnekleri, neredeyse birkaçrakamsal oynamayla günümüzde rastlanan örneğinGATT tartışmalarına çok benziyor. Konunun,tekeller ve devlet ilişkilerinin incelenmesindeönemli olduğunu düşünüyorum.
- Lenin; a.g.e.; s.97, 98
- Marx; a.g.e.; s.1037
- Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük;aktaran Ira Gernstein, a.g.e.; s.80
- Bili Warren; Emperyalizm ve KapitalistEndüstrileşme; Birikim sayı 18-19. Warren’ıntezi, “azgelişmişçilerin” iddialarının aksine,kapitalizmin gerçekten de geri ülkelerde degeliştiğini ortaya koymaya çalışıyor. Vardığınokta ise, kapitalist ilişkiler ilerledikçe,emperyalist ilişkilerin gerileyerek yokolacağı.
- Sosyalizm Programı (Taslak); s14;Dünya Yayınları