Gelenek’in son sayılarında “yeni” denebilecek çok fazla şeyin söylenmediği geçmiş dönemde oluşturulmuş olan çerçevenin sınırlarını zorlamaktan çok zaten “bilinen”lerin üzerinden gidildiği okurlarımızın dikkatini çekti.
Teorik üretkenlik “tempo”sundaki düşüşün bu kadar çabuk dikkat çekmiş olmasını önemsememek mümkün değil. Türkiye solunda yıllarca hatta bazıları açısından on yıllarca teori adına aynı çerçevenin içinde kalınması alışılageldik bir durumken bu durum artık “doğal” karşılanırken, bizim okurlarımızın farklı bir beklenti içinde bulunmasını, Gelenek’in çıkış hedeflerine önemli ölçüde ulaştığının somut bir göstergesi olarak değerlendiriyorum.
Gelenek, teorik üretimi siyasal bir hareketin yola çıkarken kendisini tanımlama ihtiyacından kaynaklanan bir kimlik deklarasyonundan ibaret görmedi. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözündeki devrimci teoriyi yeniden üretilmeden de varlığını sürdürecek, devrime kadar geçerliliğini koruyacak bir “doğru”lar manzumesine indirgemedi. İhtilalciliği teorik ayağı bulunmasa da olur bir etkinlik biçimi olarak kavramadı. Yine, teorik faaliyeti geri çekilme dönemlerinin zorunlu bir mesaisi olarak görmedi.
Bizim açımızdan, siyasal/örgütsel adımlarımızla teorik çerçevemiz arasındaki mesafe her zaman temel bir sorunsalı oluşturdu ve oluşturmaya hiç kuşku yok ki devam edecek. Türkiye solunun yaygın iki hastalığının bize sirayet etmemesi önümüzdeki dönemlerde de temel kaygılarımızdan birini oluşturacak. Bunlardan birincisi, işlerin yürümediğinin somutlandığı her dönemde “teori doğruydu ama pratiğe geçirilemedi” türünden bir tespitin ardından geçmişin “oportünist”, “küçük burjuva” vb. unsurlarının temizlenmesiyle birlikte yola kalınan yerden devam edilebileceği sanısı. Bu yaklaşım teori ile uygulama arasındaki bağın koparılmasını, uygulamanın son derece teknik bir sürece indirgenmesini ifade eder. Türkiye solundaki ikinci yaygın hastalık ise, “işin teorisi bir yana” sorumsuzluğuyla somut siyasal açılımların tek başına konjonktüre ait kriterlerle ele alınması. Sonra da, “dışarıya” verilecek görüntünün hatırına teorinin kendisine dışsal gelişmelere “uydurulması”…
Tek tek siyasal açılımların teori ile birebir ilişkilerinin bulunamayacağı bu kitap dizisinin sayfalarında yeterince tartışıldı. Ancak bu doğru, siyasal adımlara daha genel olarak da siyaset üretimine teorik bir bakışın sosyalistlerin olmazsa olmazını oluşturduğu doğrusuna gölge düşürmüyor. Aradaki ilişkiye bir miktar daha açıklık getirmek mümkün. Somut siyasal adımlar, “refleksif bir yön de içermeleri, ama daha önemlisi siyasal alanın özgül ihtiyaçlarına da yanıt vermek durumunda olmaları nedeniyle, teorik olandan belirli bir uzaklaşmayı barındırabilir. Ancak, siyasalın teorikle ilişkisini ele alırken kabalaştırmaların tuzağına düşmemek, bunların birbirini “çelebileceği” noktasını fazlaca abartmamak gerekir. Elbette kimi konjonktürlerde çelişkili kimi görüntüler açığa çıkabilir; ama eğer siyasal üretim siyasal perspektiflerin çizdiği sınırlar içinde gerçekleşiyorsa, siyasal perspektifler de ülke (ve dünya) gerçekliğinin teorik kavranışın-dan türetiliyorsa, sözkonusu olanın “görüntü”lerin ötesinde geçmemesi de gerekiyor demektir.
Bu söylenenler, sosyalist öznenin biçimlenme süreci bağlamında özel anlamlarını kazanmaktadır. Sosyalist özne ve giderek öncü, tüm bir devrim sürecinin müdahillerinden olduğu kadar aynı sürecin ürünü olarak da kavranmak durumundadır.
Öznenin ilk biçimlenme dönemi özel bir önem taşır ve sonrasındaki gelişmelere damgasını mutlaka vurur. İlk hedeflerin ve bu hedeflerin mümkün en ileriyi ifade etmesinin önemi abartılamaz. İktidar perspektifi gerek teorik, gerekse örgütsel düzlemlerdeki ilk kazanımların arkasındaki dinamizmi yaratırken, kadroların biçimlenmesinde de belirleyici bir rol oynar.
Özne, ilk biçimlenme döneminde deyim yerindeyse nesnelliğe bir miktar “dışsal”dır. Gerçi kendisini doğuran dinamizmi nesnellikten soyutlamak mümkündür; ancak öznenin “doğuş”u somut kimi gelişmelerden çok bir ortamdır. Nesnellikten türeme ile nesnellik içinde kendine bir yer açma, daha sık kullandığımız bir ifadeyle kendi boşluğunu yaratma süreçleri birlikte ele alınmalıdır. Öznenin bu dönemdeki kurguları kaçınılmaz olarak daha kalın çizgiler taşır. Daha doğrusu, sosyalist özne sözkonusu olduğunda evrenselin soyutlanmış ağırlığı bu dönemde bir miktar daha fazla hissedilir. Aslında bu durum, teorinin nasıl olup da bir ilk çıkış dönemi mesaisi olarak görülebildiğinin kısmi bir açıklamasını da veriyor. Teori, doğası gereği, evrenselin damgasını daha güçlü biçimde taşır. Belirli bir yerellikte şekillenen siyasal ve ideolojik süreçlerin evrensellik kazanması ise bunların aynı zamanda evrensel birer boyut taşıyan maddi çıktılarının olmasını gerektirir. Üstelik buradaki evrensellik kimi teorik doğruların evrensel geçerliliğine benzer bir “tekrarlanma”yı genellikle çok açık biçimlerde göstermez. Örneğin bir “kurtuluş” motifinin evrenselliğinden söz edilebilir; ancak kurtuluş sorusu asıl anlamını genellikle sorulduğu yerelli-ğin ideolojik haritası içinde bulur.
Bu söylenenler, “çocukluk” dönemlerinde “en sol” konumlardan kalkanların “somut ülke gerçekleriyle” karşılaştıklarında yelkenleri nasıl suya in-dirdirebildiklerini açıklar. Temel sorunlardan biri de bu noktada açığa çıkıyor: Sol konumlanış, iktidar perspektifi vb., öznenin nesnellik ile girdiği ilişkilerin tümüne damgasını ancak tüm bir devrim sürecinde yeniden üretilerek vurabilir. Bunun güvencesi ise, aynı zamanda bir sonuç olarak sürekli üretilmesi gereken bir “ruh hali”nde değil, en başta teorik üretimin ve teorik ihtilalciliğin sürekliliğinde aranmalıdır. Evet, nesnelliğe müdahaleleri sosyalist öznenin ilk konumuda kimi farklılaşmaların kaçınılmaz olarak getirecek, ilk kurgulardaki kimi revizyonları zorunlu kılabilecektir. Ancak buradaki “değişim süreci”nin denetimi de son derece önemlidir. Özellikle ideolojik düzeyde kendisine dışsal süreçlerin belirlenimine son derece yatkın olan özne, bu belirlenimden ancak marksist-leninist teorinin hiyerarşinin tepesindeki konumunu yeniden üreterek korunabilir.
Marksist-leninist teori, yerelliklerde, bir devrim teorisi aracılığıyla (ya da biçiminde) yeniden üretilir. Devrim teorisi, evrensel birikim ile yerelliğin somut ihtiyaçları arasındaki bağlantı halkasıdır. Devrim teorisi içinde, evrensel birikimin kimi yönleri öne çıkar ve kimi durumlarda katkı gerçekleşirken başka yerelliklerde çok daha ağırlıklı olması muhtemel kimi sorunsallar arka planda kalır. Devrim teorisinin statik bir bütün olarak da kavranmaması gerekir. Teori içindeki ağırlıklar devrim süreci içinde değişir. Değişikliklerin ağırlıkların ötesine geçebildiği, temel önem taşıyan kimi sıçramaların da yaşanabildiği Ekim devriminde görülmüştür: Bolşeviklerin sosyalist devrim teorisinin soyutlanmasını mümkün kılan sıçramayı Lenin özelinde Nisan’da ve bir bütün olarak da ancak Temmuz’da gerçekleştirdikleri hatırlanabilir…
Devrim teorisi, siyasal perspektiflerin temel bir biçimlendiricisidir. Siyasal perpsektifler, ülke nesnelliğinin analizi ile öznenin bu nesnellik içindeki mevcut ve daha çok da hedeflenen konumunun bütünleştirilmesini ifade eder. Temel siyasal perspektif, hiç kuşku yok ki, iktidar perspektifidir. Ancak özne, kendisini aynı zamanda devrim sürecinin farklı momentlerine göre de kurgulamak durumundadır. İktidar perspektifi, farklı siyasal kurgularda yeniden üretilen ana ekseni oluşturur.
Ülke nesnelliği ile öznenin konumu arasındaki bağlantılar, her zaman aynı zamanda teorik bir sorunsala işaret eder. Buradaki değişmeler de teoriye şu ya da bu biçimde yansır. Teorinin hızla aşınması ve siyasal perspektiflerin teoriden giderek bağımsızlaşması da, teorinin her türden değişimi dolaysız olarak yansıtan eklektik bir bütüne dönüşmesi de bu biçimler arasındadır.
Gelenek’in son sayılarında açığa çıkan soruna dönülebilir. Bu kadar önemli olan teorik üretkenlikteki “zayıflama” göstergelerini ne şekilde değerlendirmek gerekiyor?
Geçici olduğundan emin olduğum bu durumun biri öznel, diğeri ise nesnel iki gerekçesinin bulunduğunu düşünüyorum. Birinci ve öznel olan gerekçe, bugüne dek Gelenek’e yazı üreten insanların Türkiye sosyalist hareketi açısından teorik getirileri de son derece önemli olacak bir partileşme sürecinin yükünü omuzlamak durumunda kalmaları.
Ancak bu gerekçenin, hele tek başına, yeterince açıklayıcı olamayacağını da kanısındayım. Gelenek’e daha sık yazanların bulunduğu bir gerçekse de, belirli bir “yazı kadrosu”nun varlığından söz etmek pek mümkün değil. Özellikle son 6-7 sayıda belirginleştiği üzere Türkiye solunda pek az dergiye nasip olmuş bir imza bolluğuna ve bunun da ötesinde bir potansiyele sahibiz. Dolayısıyla, sorunu kimsenin “yazı yazacak” vaktinin bulunmadığına yormak doyurucu olmayacaktır.
Daha önemli bulduğum nesnel gerekçe, aslında yine partileşme süreciyle bağlantılı. Çıkışından itibaren Gelenek’in kendisine biçtiği başlıca misyon, Türkiye’nin gündeminde yeri bulunmayan siyasal ve ideolojik süreçler analiz edilirken bir yerlere konamayan sosyalist hareketin kendisine Türkiye nesnelliğinde bir boşluk yaratması için gerekli teorik arkaplanı siyasal, ideolojik ve örgütsel süreçlerle bağlantıları içinde oluşturmaktı. Bolşevizasyon süreci bağlamında teorik olarak da konumlandırılmasıyla, açık devrimci parti, bugüne dek geçen dönemin en önemli kazanımlarından birini oluşturdu. Bugün ise, partimizin kurulmasıyla birlikte bir “soluklanma”ya ihtiyaç duyduk.
Soluklanma ihtiyacı üzerinde bir miktar durmakta yarar var. Partinin bundan sonra atacağı adımlar, kendisine açacağı boşluk, toplumsal düzeyde ve özelde de işçi sınıfı nezdinde bulacağı/yaratacağı karşılıklar, teorik üretimin bundan sonraki dürtülerini oluşturmanın ötesinde, öne çıkacak sorunsalları önemli oranlarda belirleyecektir. Bu belirlenim, hiç kuşku yok ki, son derece olumlu/sağlıklı bir belirlenimdir. Sosyalizmin içe kapanmasının getirdiği ağırlıksız teorik gevezeliklerin ne götürdüğü bugün yeterince belirginleşmiştir. Diğer yandan, bizim açımızdan, yıllardır söylediklerimizi belirli oranlarda realize etmeden, belirli yönleriyle sınamadan yola devam etme olanağı kalmamıştı ve başkaları açısından da geçerli olan bu durumu ısrarla vurguladık. Şimdi, söylediklerimizi yapmaya başladığımız bu dönemde, kimi sonuçlar belirginleşmeden teorik alanda yeni hamlelere girişmek hiç kolay değil.
Soluklanma ile teorik üretimin mutlak anlamda durması aynı şey değil kuşkusuz. Teorinin son derece geniş alanı içinde sürdürülmesi mutlaka gerekli olan faaliyetler hala bulunuyor. Örneğin, emperyalist-kapitalist sistemdeki değişmelerin ve iç çelişkilerin soyutlanarak modellenmesi, işçi sınıfının devrimci misyonunun arkaplanındaki dinamiklerin (ve bu dinamiklerdeki değişmenin) evrensel ve yerel düzeyde analizi, Türkiye’de ideolojik değişim süreçlerinin analizi, reel sosyalizmin çözülüşünden geçiş teorizasyonuna ilişkin yeni sonuçların çıkarılması vb.’nin gündemimizden tümüyle çıkması düşünülemeyeceği gibi, özellikle işçi sınıfı ve ideolojiye ilişkin çalışmaların güncel olarak da büyük önemi sürmektedir.
Ancak bir de, teorik üretimin “doğasına” ilişkin bir sorun var. Aslında yukarıda sözünü ettiğim belirlenimle örtüşen bir şekilde, teorik üretimin “canlılığı”, yalnızca bu konuda gösterilen iradi çabalara bağlı olamaz. Her dönemin öne çıkan (ya da kendisini dayatan) belirli sorunsallarının varlığı, yalnızca bu sorunsallara ilişkin üretimi motive etmekle kalmaz, aynı zamanda diğer alanlardaki üretime de belirli doğrultular kazandırır.
Son dönemde el attığımız ve sosyalist hareketin bütünü açısından son derece verimli ürünler çıkardığımız ideoloji tartışmaları, bu türden bir dinamizmi yaratabilmişti. İdeolojik mücadelenin Türkiye devrim sürecindeki merkezi konumu bu tartışmanın kapatılmasına hiç bir zaman izin vermeyecektir. Tam tersine, bugün bile, geleceğe ilişkin belirli projeksiyonları zorlamak için, Türkiye tarihinin kitlesel hareketliliklerin özel bir yoğunluk kazandığı dönemlerinde, genel olarak kitle ve özelde işçi sınıfı katında ne türden ideolojik bağlanma ve dışlama süreçlerinin yaşandığı, aydınlar ve sosyalist hareket ile kitlesel dinamik arasındaki buluşma ve ayrışma noktalarının neler olduğu vb. üzerinde durmak gerekmektedir. Yine, ideoloji tartışmalarında ulaşılan belirli sonuçları toparlama, nereye gelinmiş olduğuna belirginlik kazandırma gereksinimi de bulunmaktadır.
Peki, “sorun” nerede?
Kanımca önümüzde duran en önemli güçlük, Türkiye işçi sınıfı hareketinin oluşma/değişme dinamiklerinin iç içe geçtiği 60-80 dönemine göre 90’lı yılların çok daha sınıfsal bir zemin sunacak oluşunun getirdiği bilinmezlerden kaynaklanıyor. Bu bilinmezler, ancak mücadelenin kendisiyle aşılabilecek türdendir. Yakın gelecekte, depolitizasyonun çatlaklarından sızacak ve mutlaka biraz da parti aracılığıyla sızdırılacak olan işaretler, ideoloji tartışmalarının önünü yeniden açacaktır.
Buraya dek söylenenlerden, Gelenek’in en azından bir süre için misyonsuz kaldığı sonucu mu çıkıyor? Kuşkusuz hayır.
Gelenek kendisini hiç bir zaman yalnızca Türkiye solunun teorik ihtiyaçlarına göre tanımlamadı. Teorik üretim ihtiyacının çerçevesini de Türkiye solundaki siyasal ve örgütsel boşluğu doldurma misyonuna göre çizdi. Bu boşluğun somut olarak doldurulmaya başladığı bugün, Gelenek’in ilgisi son derece doğal olarak siyasal ve örgütsel süreçler üzerinde yoğunlaşacak.
Son sayılarda belirginleştiği üzere, Gelenek’in konu yelpazesinde bir genişleme sözkonusu. Bu genişlik, önümüzdeki dönemde de artarak korunmak durumundadır. Türkiye sosyalist hareketi, çok çeşitli cephelerde birden mücadele vereceği bir evreye girmiştir. Bu mücadeleler hiç kuşku yok ki Gelenek’in gündemine yön verecektir.
Gelenek’in önümüzdeki dönemde üstleneceği özgül misyon, siyasal ve örgütsel süreçlerin, Türkiye’de yaşanmakta olan bolşevizasyon süreci bağlamında bir arkaplana oturtulması, eldeki teorik birikimin de yardımıyla bu alanlara ilişkin perspektif üretimidir.
Kapsamlı siyasal analizlere duyulan ihtiyaç bugün her zamankinden daha yakıcıdır. Bu analizlerin, somut araçlarına artık sahip sosyalist politikanın oluşturulması yönünde kullanılması olanağı doğmuştur. Diğer yandan, sosyalist politikanın bütünsel bir çerçeve içinde kurgulanması özel bir önem taşımaktadır.
Sosyalizm mücadelesinde uzun solukluluğun önemi, sosyalizm mücadelesinin insanı ve kollektif mücadele üzerinde yeniden yoğunlaşmaya çağırıyor. Sosyalist hareket yeni bir insan malzemesine ulaşma, yeni bir insan malzemesi yaratma dönemine girerken, bu yeni insan malzemesinin getireceği zenginliğin kazanıma dönüştürülmesi ile sosyalizmin sürekliliği için gerekli homojenlik arasındaki dengenin somut örgütsel süreçler içinde nasıl kurulacağı üzerinde durmak gerekecektir.
Yukarıda da değinildiği üzere, işçi sınıfı, kent yoksulları, ideolojik bağlanma ve dışlama süreçleri vb. alanlardaki analitik çalışmalara duyulan ihtiyaç sürmektedir. Yine bugün, uluslararası komünist hareketin gündemi, bizim açımızdan temel bir önem taşımaktadır. Türkiye devriminin evrensel bir dili yakalayabilmesinin olanakları içinde bulunduğumuz dönemde yaratılacaktır.
Sosyalizm mücadelesinde girilen yeni dönemin canlılık ve zenginliği bu kitap dizisinin sayfalarına da doğal olarak yansıyacaktır. Bir olasılık, Gelenek’i yalnızca akademik bir ilgi çerçevesinde izleyenleri tatmin edemeyebiliriz. Ancak zaten, mücadelemizin temel bir nesnesini, Türkiye’ye değiştirme fiili dışındaki eksenlerden bakmak oluşturuyor.
Misyonlarının birinin önemli oranda tamamlanmış olması Gelenek’in önüne yeni görevler koymuştur. Bu görevlerin de hakkını vereceğiz.