Tarihsel süreç içinde faşist hareketlerin yükseldiği ve faşizmin ya da faşizan diktatörlüklerin iktidara geldiği nesnellikler, benzer yönlerinin yanında, belirgin kimi farklılıklar da göstermiştir. Örneğin, Avrupa’daki faşizm deneyimleri, emperyalizmin bugünkü oturmuşluğuna sahip olmadığı, diğer yandan sosyalist hareketin mücadele içerisindeki işçi sınıfını iktidara taşıma şansını kullanamadığı ve yenilgiye uğradığı dönemlerde yaşandı. Bu iktidarlarda milliyetçi-korporatist bir ton hakimdi. Latin Amerika’daki faşizan askeri diktatörlükler1 ise, bu ülkelerin pek çok çelişki içinde sarsıldığı, buna karşın sosyalist öznelerin bu çelişkileri iktidar mücadelesine bağlayacak güç ve kimlikten yoksun olduğu dönemlerde ortaya çıktı. Emperyalizmin iki kutuplu dünyada bu ülkeleri kendi sistemine bağlı tutma kaygısı temel bir belirleyendi ve kurulan diktatörlüklerde ABD işbirlikçiliği açık bir biçimde görülüyordu.
İçinde bulunduğumuz dönemde, bir ülkede ortaya çıkabilecek faşizm denemesinin geçmişteki örneklere bire bir denk düşmeyeceği söylenebilir. Emperyalizmin bugünkü gelişkinliği bunun başlıca nedenidir. Faşizm denince ilk akla gelen özellik olan milliyetçi bir korporatizm, kapitalizmin gelişimi içinde ulusal ekonomilerin belirleyici olduğu bir devirde, dönemin şartları elverdiği ve talep ettiği için kullanılmış bir araçtır. Kapitalist sistemin bugünkü temel dengeleri korunduğu sürece, emperyalist ilişkiler alanının dışında kalan bir kapitalist kalkınma modelinin uygulama şansı bulunmuyor.
Ancak, faşizmi kendisine ait bütünsel bir toplum tasarımı olma iddiası ekseninde değerlendirmek yanlış olacaktır. Tüm özgül yönlerine karşın burjuva siyaset yelpazesinin içinde kalan bir uç olarak faşizm, kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminde karşılaşılan tıkanıklıklara verilen bir yanıttır. Burjuva ideolojik hegemonyanın zayıfladığı ve gerek yönetememe, gerekse eskisi gibi yönetilmek istememe sorunlarının yoğunluk kazandığı dönemlerde, faşizm, iktidarın baskı ve zor mekanizmalarının da yardımıyla tekleştirilmesi hedefini temsil eder. Buradaki baskı ve zorun yalnızca toplumsal muhalefete değil, aynı zamanda burjuva siyaset sahnesinde yer alan diğer unsurlara da yöneltilmesi, siyasal iktidarın olağan mekanizmalarla tekleştirilememesi nedeniyledir.
Faşist bir kitle hareketinin varlığı, iktidar tekleşmesi için zorunlu bir koşul değildir. Faşizmin özgül ve az çok sistemli bir ideolojik çerçeveye duyduğu ihtiyaç da, kitlesel bir harekete yaslandığı oranda önem kazanır. Buna karşın, kitle tabanını sonradan oluşturan faşizan askeri darbelerde, kitlenin belirli hedefler doğrultusunda politize ve aktive edilmesinden çok, baskı ve zor mekanizmalarının da yardımıyla pasif onayın (aslında kabullenmişliğin) kazanılması yeterli olur.
Zayıf halka ülkelerde sosyalist hareketin yükseldiği konjonktürlerde, sosyalist devrim ile nihai noktanın konamadığı durumlarda, burjuva yönetim biçimleri içinde özgül bir form olan faşizmin ya da faşizan bir darbenin gündeme gelmesi, hala muhtemeldir. Faşizmin iktidara gelmesi burjuvazinin kontrolünün kısmen dışında olduğu halde; faşizan bir darbenin gündeme gelmesi burjuvazinin fazla seçim şansı kalmadığı durumlarda ve neredeyse bizzat burjuvazinin davetiyle olmaktadır. Burjuvazi, işçi sınıfı iktidarı tehdit etmediği sürece, kendisine ek bir avantaj sağlamayacağı için darbeye rağbet etmeyecektir. Darbe, burjuvazinin ideolojik hegemonyasının son derece zayıfladığı bir dönemde, genellikle zafere ulaşamamış bir devrimci yönelişin ardından, iktidarın zor aracılığıyla sürdürülmesini sağlar. Ancak bu zor, aynı zamanda tıkanmış olan ideolojik hegemonyayı besleyecek kanalları da açar. Faşizm, burjuva iktidarının sürekliliğine gölge düşürmez ve olağan yönetim biçimi olan “burjuva demokrasisi”ne geçiş için zemin hazırlar.
Uzun yıllardan bu yana, burjuva demokrasisi içinde faşist hareketlere de bir yer açılmıştır ve bunlar olağan dönemlerde de kimi misyonlar üstlenebilmektedir. Çoğu kez bir iktidar almaşığı değil, ama düzenin toplumsal muhalefete karşı belirli bir kitle tabanına oturan silahı olarak işlev gören bu hareketlerin siyasal-ideolojik belirlenimleri de daha başından itibaren burjuvaziden alınmaya çalışılan onaya bağlı olmaktadır. Türkiye’deki faşist hareket de bu çerçeveye oturuyor.
Türkiye’de faşist hareket, solun güçlenmekte olduğu 60’lı yıllarda merkezi bir yapıya kavuştu. Böylece, 1960 öncesinde de sola karşı anti-komünizm misyonuyla aktive edilen gericilik, siyasal düzeyde daha tanımlı bir yere oturuyordu. Bundan sonraki süreçte faşist hareket zaman zaman zor aygıtı içinde oldukça dolaysız bir yere yerleşti. Özellikle 70’lerin sonlarında mücadele içindeki sosyalistlere ve işçilere yönelen şiddette, MHP, devletle içice geçmiş örgütlülükleriyle burjuvazinin “sivil” kolluk gücü oldu. Bu arada MC hükümetleri içinde yer alarak iktidarı paylaşan MHP ile devletin güvenlik aygıtları arasındaki ilişkiler çok daha sistemli bir hal aldı.
Özellikle 1978 ve sonrasında yoğunlaşan faşist terör, toplumsal muhalefetin sindirilmesi ve paralize edilmesi hedefini içeriyordu. Devletin illegal güvenlik birimlerinin de aktif rol oynadığı bu politika, solun perspektifsizliği ve anti-faşizme saplanmasının da yardımıyla, belirli bir başarı da kazandı. Ancak MHP’li faşistlerin giderek kontrolden çıkma eğilimi göstermesi ve askeri rejim altında faşist bir kitle hareketine ihtiyaç kalmaması, 80 darbesinden MHP’nin de payını almasına yol açtı. Askeri yönetim, faşistlerin dokuzunu asarken, temel olarak bir imaj temizliğini hedefliyordu. Yoksa, “düşünceleri iktidarda, kendileri hapiste” deyişi, düzen ile MHP arasındaki arabesk aşkı gerçekten de iyi yansıtıyor…
80 sonrasında burjuvazinin araçlarını çeşitlendirmeye çalıştığını ve bunu da kısmen başardığını görüyoruz. Liberal dönemin, bireyciliği, köşe dönücülüğü öne çıkaran, bireyi atomize eden değerleri ile siyasetle sadece seçim dönemlerinde ilgilenen kitleler yaratıldı. 80 sonrası gücünü yitirmiş olup toparlanmaya çalışan sol ile sınıf arasına kolay kapatılamayacak setler çekildi. Bir yandan ideolojik hegemonya, depolitizasyonu temel alarak kurulmaya çalışılırken, solun ülke gündeminden tümüyle çıkarılması hedeflendi. Zor, Kürt hareketine ve mücadele içindeki sosyalistlere yöneltildi. Kısacası, depolitizasyon ve ideolojik kuşatmayla burjuva iktidarı için belirgin bir rahatlık sağlanırken, bu iktidara tehdit olabilecek unsurlar marjinalize edilerek susturulmaya ve gerektiğinde yok edilmeye çalışıldı.
Burjuvazinin faşist hareketin dolaysız çıkışlarını artık pek istememesinin tek nedeni yukarıdaki senaryonun başarısı değil. Faşist hareket her ne kadar bu düzenin evladı da olsa sorunlu bir çocuk sayılabilir. Faşist ideoloji, düzenin marjlarına yakın bir yerde durur. Eksene yerleşememesinin nedeni, kontrolden çıkabilirliğinden duyulan korkudan çok, yaratacağı etki ve tepkidedir. Örneğin Kürt hareketine karşı aşırı aktif bir Türk milliyetçiliğinin yükseltilmesi riskli olacaktır; yangını yangınla söndürmeye yönelik bir girişim beklenmedik bir şekilde yangının büyümesine de neden olabilir. Faşist söylem burjuva ideolojisine içkindir, fakat azı karar; çoğu zarardır.
Türkiye’deki faşist hareketin istenen sınırlar içinde tutulabilmesi, gerek bu hareketin özgül siyasal-ideolojik temelinin zayıflığından, gerekse dayandığı tabanın ve kadrolarının niteliklerinden kaynaklanmaktadır. MHP’nin gelenekselci-milliyetçi söylemi, özellikle taşradan kentlere yeni gelmiş kent yaşamına uyum sağlayamamış, geleneksel değerlerini koruyan kesimler üzerinde etkili olabilmiştir. Ancak, MHP’nin bu kesimlere ulaşmasında ideolojik söylemden çok örgütsel faaliyetin etkili olduğunu belirtmek gerekiyor. “Ülkücülük”, özellikle lümpen gençlik içinde sırtlarını dayayabildikleri, tutunabildikleri bir dal; bir arkadaş çevresi ve (özellikle futbol maçlarında bozkurt işareti yapıp “Kahrolsun PKK” diye bağırarak) enerjilerini boşaltabildikleri bir alan anlamına geliyor. Belde silah dolaşabilmek, çek-senet tahsilatı, parti yöneticilerinin işlerinin takibi vb. için de olsa kabadayılık yapabilmek, yozlaşma sürecine giren gençler açısından bir “statü” sembolü oluyor.
Yine de, MÇP’nin kuruluşundan yakın geçmişe kadar süren dönem, faşist hareket açısından, misyonsuzluk nedeniyle sancılı geçmiştir. “Değişen değerler”in ve liberal söylemin kimi unsurlarının faşist söyleme eklenmesi bu misyonsuzluğun ürünü olmuş, ama doğal olarak sorunu çözmemiştir. Tam da bu nedenle, Türki Cumhuriyetlerin ortaya çıkmasıyla beraber Türkiye burjuvazisinin bu bölgelerde bir alt-emperyalist ülke olarak rol oynayacağı umudu MHP’yi fazla heyecanlandırmıştır.
Faşistler, ABD’nin bu ülkelerde Türkiye üzerinden etki kuracağını, kendilerinin de buralarda yaratacağı örgütlülükler aracılığıyla rol oynayabileceklerini umdular. Türkeş, bu yolda, “Türkiye dostu” Elçibey’i destekleme ilkeselliğini bir yana bırakıp Aliyev ile tokalaşmaya bile razı oldu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. ABD, Türki Cumhuriyetlere Türkiye üzerinden müdahale etmek bir yana, bu ülkelere fazla önem bile vermedi. MHP’nin hayalleri yine de bitmek bilmiyor. Türki Cumhuriyetlerle sürdürdükleri ilişkilerinde “Bir Türk Paktı’nın ve Türk Ortak Pazarı’nm kurulmasını, (Türk işçilerini yalnızca Türk burjuvalar sömürsün diye olsa gerek) Türk dünyasında serbest dolaşımın sağlanmasını” öneriyorlar. MHP, kimi anti-emperyalist motifleri kullanmasına rağmen ABD’yi ve diğer emperyalist ülkeleri “müttefik” olarak adlandırmaktan çekinmiyor. Faşist ideolojinin eklektikliğini bildiğimizden bizim için garip olmayan bu durum, PKK ve komünizm düşmanlığından başka bir şeye kafaları basmayan faşist kadrolarda kafa karışıklığına yol açmıyor.
DYP-SHP koalisyonu ile birlikte MHP’nin temel siyasal stratejisi, DYP ile yakınlaşarak siyasal iktidarın olanaklarından yararlanmak oldu. Mecliste muhalefetin bir bütün olarak hareket ettiği her oylamada MHP’nin hükümetle birlikte davranması MHP’lileri ve tabanı da rahatsız ediyor olmalı ki, Türkeş böyle zamanlarda “memleket meseleleri sözkonusu olduğunda parti çıkarlarının ötesini düşündüklerini” açıklamak zorunda kalıyor. Böylesi bir fedakarlığın mükafatı ise, bir hükümet ortağı gibi bakanlıklarda ve devlet kurumları içinde kadro kazanmak oluyor. MHP’nin kurmaylarının oldukça gerçekçi oldukları söylenmeli. Devlet aygıtının içinde biraz daha çok yer edinebilmek uğruna tutarlılık, ilkesellik gibi şeyleri rahatça bir kenara atabiliyorlar. MHP, burjuvaziyi huzursuz etmemek için özel bir dikkat harcıyor; burjuvazinin ana yönelimlerine aykırı kalmamaya özen gösteriyor. Devletçilik, muhafazakarlık, İslam, anti-emperyalizm gibi motifleri gerektiğinde geride tutuyor. Bir anlamda burjuvaziyi kendi gerekliliğine ve “uslu çocuk” olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Yine de MHP’nin burjuva siyaset sahnesinde sergilediği görünüm ile kendi kadrolarına ve tabanına dönük ürettiği siyasette vurgu farklılıkları olduğuna dikkat etmek gerekiyor. Bu kesimlere dönük siyasette belirli ilkesellikler korunuyor ve bir imaj kaybının ortaya çıkmamasına dikkat ediliyor. MHP, kadrolarına hala bir “ülkü” gösterebiliyor.
MHP yönetiminin faşist hareketin tabanına dönük bu yaklaşımı, temel olarak, bu partinin asli misyonlarının değişmemiş olmasından kaynaklanıyor. Bir yedek ve silahlandırılabilir güç olarak faşist hareketin tümüyle tasfiyesini, ne düzen, ne de MHP yönetimi istiyor. Koalisyon hükümetiyle yakınlaşma sürecinde de asıl hedeflenen, MHP’nin yedek güç, olma konumunun güçlendirilmesinden başka bir şey değildi.
MHP, 27 Mart yerel seçimlerinde önemli oranda bir oy artışı sağladı. Bunun nedenleri temel olarak RP’nin oy artışının nedenlerine benziyor. MHP’liler seçim dönemlerinde, RP gibi (özellikle yerel seçimlerde) oy toplamak için özel bir çaba harcıyorlar; gelir dağılımının ciddi şekilde bozulması ve 80’li yılların vaatlerinin toplumun kimi kesimlerinin karnını hiç doyurmaması, cepte kalan sınırlı umutların RP-MHP gibi partilere belli oranda yönelmesine neden oldu; MHP büyük kentlerin varoşlarında hala geleneksel değerler üzerinden siyaset yapıyor ve buralardaki örgütlülükleri sayesinde oy topluyor. Son olarak dünyaya paralel biçimde Türkiye’de de yükselen faşizan-sağ değerlerin, bu değerlerin has temsilcisi olan partilere doğru belli oranda yönelişe de kaçınılmaz olarak neden olduğunu eklemek gerekiyor. Ama tüm bunların ötesinde, MHP’nin kendisini medyanın da katkılarıyla Kürt sorununun karşısında Türk milliyetçiliğini temsil eden bir almaşık olarak pazarlayabilmesi, bu partiye oy veren tüm kesimler açısından benzer kaygılara hitap etmiştir.
Yer yer anti-kapitalist bir söylemi de kullanan MHP’nin işsizler üzerinde ve işçi sınıfının özellikle kırla bağlarını koparamamış, sendikasız kesimlerinde etkili olabildiğini görüyoruz. MHP’nin sınıf içinde güçlenmesi, burjuvazi açısından da oldukça istenir bir durum. Bugün, MHP’nin kimi sendikalar içinde belli oranda gücü olduğu söylenebilir. Faşist sendikacılar, sınıf sendikacılığının belinin kırılması, bunun yerine “çağdaş sendikacılığın” bayrak edinilmesinde işlev görüyorlar. Ve kimi yerelliklerde de ne yazık ki başarılılar. Türk-Metal Başkanı Mustafa Özbek’in işten atılmalara karşı hükümete muhalefet yapması; bunun karşılığında işçilerin birkaç ay ücretsiz çalışmasını önermesi ve sendika üyesi işçilerin böylesine abes bir öneri karşısında seslerini yükseltmemeleri oldukça can sıkıcı bir durum. Ancak faşist sendikacıların her konjonktürde bu işi kıvırmaları mümkün değil. İşçi sınıfının mücadele içinde olduğu, sosyalist hareketin güçlü olduğu dönemlerde hemen hiç şansları yok. 1974’te kurulan, ama bir türlü yaygın bir örgütlenmeyi gerçekleştiremeyip kepenk kapatmak zorunda kalan MİSK örneği bu çerçevede değerlendirilebilir.
Faşist hareket içindeki diğer kol olan BBP’ye baktığımızda, faşist hareketin kimlik aranışını daha net olarak görebiliyoruz. BBP, bugün RP ile MHP arasında sıkışmış durumda. “Diğer partilere değil, sisteme karşı olma” söylemini öne çıkarsa da bunu realize etmeye yönelik ciddiyetten ve açılım kanallarından yoksun olduğu gözüküyor. BBP, RP’den daha tutarlı bir islamcı ve MHP’den daha milliyetçi bir görüntü çizmeye çalışıyor. Sivil toplumculuğu da ciddi ciddi savunmaya çalışan bu parti, bunca cami arasında binamaz kalmış durumda. İslam’ı ön plana çıkartmaya çalıştığı oranda “Müslümanın ırkı yoktur” düşüncesine, milliyetçiliği öne çıkarttığı oranda “Türk olsun da hangi dinden olursa olsun”a, iktidarı hedeflediği oranda sivil toplumculuğu bırakmaya, sivil toplumculuğa yakın durduğu oranda iktidardan vazgeçmeye mahkum. Bir dönem Türkiye’de ideolojinin şekillenmesinde önemli payı olan Türk-İslam sentezinden hareketle yola çıkan bu parti, bir bulamaca ulaştı. Böylesine garabet bir yapının, asıl ağırlık verdiği nokta olan İslam’a sarılması, İslamcılığın meşru temsilcisi bir partinin zaten varolması nedeniyle likidasyondan başka bir şey getirmeyecektir. Şanslarının olduğu tek nokta, MHP’nin beklentilerini karşılayamadığı faşistlerin bu kapıya gelmesi.
Bu yazıda faşist hareketin 1980 dönemecinden yakın geçmişe dek süren dönemdeki durumuna göz atılmış oldu. Kürt sorunu karşısında faşist hareketin konumu ve kriz sürecinde bu hareketin ne tür misyonlar üstlenmeye aday olduğu ikinci yazıda ele alınacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- Faşist devlet ile askeri cuntayı birbirine karıştırmamak gerekiyor. İkisi de benzer nesnelliklere orataya çıksa da arada önemli bir fark vardır. Faşizm, genellikle toplumsal desteğe sahiptir ve seçimle iktidara gelebilir. Faşizmde saldırgan şiddet genellikle milliyetçilik ekseninde dışa dönük ve anti-komünizm ekseninde içe dönüktür. Asleri darbe ise genellikle faşizan bir içeriğe sahip olmasına rağmen, bu genel geçer bir kural değildir.