Gelenek bir yıldır, diğer pek çok sol yayın gibi, kriz çözümlemelerine ağırlık veriyor. Ancak geçtiğimiz yılın ikinci yarısından itibaren sol yayınlarda yer alan kriz tartışmalarının belirli bir doygunluk noktasına ulaştığını, yinelemelerin başladığını görüyoruz. Krizin öngörmüş olduğumuz gibi uzun süreceği, artık iyice netleşmiş durumdayken, çoğu yayının konuyu “tüketmiş” olması, sürecin kısırlığından kaynaklanmıyor. Gerek ekonomik alandaki, gerekse medyanın gündemindeki güncel gelişmeleri izlemenin her geçen gün daha sıkıcı hale geldiği söylenebilir. Ama kriz sürecini bunlara indirgemek mümkün değil ve olmadığını teorik ve siyasal üretimimizle gösteriyoruz.
Cemal Hekimoğlu yoldaşımız, Gelenek’in 1994 Mart sayısında, krizin sol hareketleri siyasallaştırdığını, bunun yayınlara da yansıdığını saptamıştı. Ama geçen süre içinde ortaya çıkan yeni tablo hiç de iç açıcı değil. Teorik, siyasal ve örgütsel süreçler arasındaki uyumu yakalayamayan sol yapılar, krizin toplumsal düzeyde ilk anda beklenen çapta bir altüst oluş yaratmamasının da sonucu olarak, ya siyasallaşmadan geri bastı, ya da sağa kaydı. Kriz koşullarının sınıf hareketini kendiliğinden devrimci bir rotaya sokmayacağı, sınıf ile sosyalist hareket arasındaki mesafenin bir gecede kapanmayacağı, öncülük ve öncü örgütlülüğünün çok daha fazla önemsenmesi gerektiği konularındaki vurgularımız fazlasıyla haklı çıktı.
Krize ilişkin “üretkenlik” farkı da pek doğal olarak siyasal konumlanış ve gereksi-nimlerdeki farklılığın ürünü oldu. Gelenek, kriz çözümlemelerinde, başından itibaren, güçlü bir örgütsel zemine yaslanmanın avantajlarına sahip oldu. Kitap dizimizde yer alan analizler bize dışsal bir nesnelliğin betimlenmesi çabasının ötesine geçerek, Türkiye nesnelliğini müdahale olanakları açısından değerlendirmeye yöneldi. Değerlendirmelerimizin kağıt üzerinde kalmayarak eksik ve fazlalarıyla siyasal bir pratiğe dönüşmesi, üretkenliğin de sürekliliğini sağladı sağlıyor. Sosyalist İktidar Partisi, geçtiğimiz süreç içinde, tüm eksiklerine karşın, krizin hakkını vermeye soyunan en önemli siyasal yapı haline geldi.
1995 yılına girerken, sosyalist hareketin görevlerini daha fazla ayrıntılandırmaya, siyasal açılım kanallarına ilişkin tartışmalarımızı daha fazla derinleştirmeye ihtiyaç duyuyoruz. Daha yakın bir geçmişte Türkiye solunda devrimcilik-reformizm ayrımının belirginleştiğinden söz ederken bugün devrimci sosyalist siyasetin temsilci ve taşıyıcısı olarak neredeyse tek başına SİP’in kalması, hedeflerimizi mütevazıleştirmemize yol açmayacak. Bunun en önemli nedeni, çeşitli kereler vurguladığımız üzere, kriz sürecinin tekil özneler açısından sağladığı olanakların ötesinde bir anlam ifade etmesi ve Türkiye’de sosyalizmin geleceğinin biraz da bu döneme kızıl rengin çalınmasına bağlı olması. Bu kriz dönemi de geçtikten sonra “neden yapamadık” tartışmalarının pek fazla dinleyicisi olmayacak…
Bu yazıda, kriz sürecine ilişkin genel bir çözümleme yapmaktan çok, sosyalist siyasetin belirli başlıkları üzerine tartışmak istiyorum. Ama ilk olarak, kriz sürecinin ideoloji cephesi üzerinde bir miktar duracağım.
İDEOLOJİK KRİZ DERİNLEŞİRKEN…
Öncelikle “ideolojik kriz” derken ne anlatmak istediğimi açayım…
Bugün egemen ideolojik yapının öne çıka(rıla)n öğeleri hangileri İlk elde akla gelenler: Milliyetçilik, (siyasal) devletçilik, liberalizm, dinci gericilik ve laisizm… Peki, bu öğelerden hangisi ya da hangileri başat? İşte bu soruyu yanıtlamak zor.
Burjuvazinin hiç bir dönemde tek ata oynamadığı doğru. Burjuva ideolojisinin eklektikliğinin özel bir işlevsellik taşıdığı da… Ama bunlar, farklı ideolojiler arasında (hiyerarşi olmasa bile) belirli bir dengenin kurulması, bunun için de bazı ideolojilerin başat konuma getirilmesi gereğini ortadan kaldırmıyor. Sözgelimi, Özal döneminde milliyetçiliğin ya da dinsel ideolojilerin önünün kapandığı söylenemez; ama bu ideolojilerin yeniden üretimi ANAP liberalizminin çizdiği sınırlar içinde gerçekleşmiştir. Dengenin kurulamaması, yukarıdaki listede yer alan ideolojiler arasındaki uyumsuzluğun çatışmaya dönüşmesine yol açacaktır. Bugün yaşanan da budur.
İdeolojik düzeyde yaşanan dengesizlik ve karmaşa siyaset sahnesine panayır havasını veriyor. Türkiye tarihinde bu kadar çok sayıda farklı siyasal kişilik ve çizginin aynı anda “yükseldiği” bir başka dönem yaşanmamış olmalı. Yükseliş ve düşüşler gündelik dalgalanmalara tabi hale gelmiş durumda.
Bu açıdan bakıldığında, Çiller, söyleminde neredeyse tüm ideolojik öğeleri eş ağırlıklı olarak kapsarken, dönemi karakterize (ya da karikatürize) eden bir siyasal kişilik(sizlik) sergiliyor. Karayalçın ise, kimliksizliğiyle, içinde bulunduğumuz dönemi bir başka biçimde temsil ediyor. Her iki “lider” de Türkiye’nin gelmiş geçmiş en omurgasız siyasetçileri arasında yer alıyor ve koalisyonun bu denli uzun süre ayakta kalması belki biraz da bundan kaynaklanıyor. Omurgasızlık, günlük olarak değişen siyasal dengelere uyum sağlamalarını mümkün kılıyor.
On beş yıla yakın bir süredir toplumsal dinamikleri kontrol altında tutan burjuva ideolojik kuşatma giderek zayıflıyor. Milliyetçilik ve dinci gericiliğin güç kazanması bu sürecin önüne geçemiyor. Burada, karşı-devrimci ideolojilerin güç kazanmasının önemsiz olduğunu söylemek istemiyorum. Her iki ideoloji de kesinlikle etkisiz değildir. Ama birincisi, egemen ideolojik yapıdaki çözülme ve dengesizlik, bu yapının birer parçası olan karşı-devrimci ideolojileri de kuşkusuz belirliyor. İkincisi, bu ideolojilerin taşıyıcısı temel siyasal odakların burjuvazi karşısındaki sorumluluk duygularının güçlülüğü, bunların, mevcut siyasal yapıyı zorlayacak bir kitlesel politizasyonu zorlamalarının önüne geçiyor. Politizasyonun zayıflığı, karşı-devrimci ideolojilerin ürettiği bağlanma dinamiklerinin de zayıflığını getiriyor.
Bu söylediklerimi milliyetçilik özelinde somutlamaya çalışayım. Ağırlıklı olarak medya aracılığıyla yürütülen kampanyaların, milliyetçi ideolojinin toplumsal düzeydeki etkinliğini artırdığı açık. Ama milliyetçi ideolojinin, kitlesel düzeyde, ne tür pratiklerle yeniden üretildiğine baktığımızda, bu etkinliğin sınırlarını da görüyoruz. Sözkonusu pratikler, ciddiye alınabilecek bir bağlanma dinamiği üretmekten uzak. Futbol maçlarının başında marş söylemek, araba plakalarına bayrak yapıştırmak, ulusal bayramlarda cama bayrak asmak ve Cumhuriyet bayramında pop konseri izlemekle sınırlı bir “milliyetçilik pratiği”, bugün için bu işleri yapanların kafasını karıştırsa bile, sözgelimi sınıf hareketine yönelik olarak fazlasıyla zayıf kaçıyor. Diğer yandan, milliyetçi ideolojinin yaygınlaştırılmasında en önemli rolü üstlenen medya, liberalizmin, devletin küçültülmesinin, Batı kapitalizmi ile tam boy bütünleşmenin vb. savunuculuğunu yaparken, kafa karışıklığının milliyetçiliği zayıflatıcı yönde artmasını da sağlıyor.
Son bir-iki ayda sınıf hareketinde yaşanan kıpırdanmanın da gösterdiği üzere, üstyapı kurumları, sınıfsal tepkileri soğurmaya dönük anlamlı bir siyasal/ideolojik üretimde bulunamıyor. Sınıfın ve emekçi kitlelerin hareketsizliğini veri alan ve bunu süreklileştirmeyi hedefleyen “ideolojik kuşatma”, tablodaki değişimlere karşı fazlasıyla kırılgan bir yapıya sahip.
Düzenin gelişmekte olan ideolojik krizi, bir yandan Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu ekonomik kriz sürecinin bir sonucu, diğer yandan da Kürt sorunu karşısında politika ve ideoloji üreticisi odakların yaşadığı kilitlenmenin bir ürünü. Ama, burjuva ideolojik kuşatmanın zayıflamasının arkasında gerek krizi, gerekse Kürt sorununun bugünkü boyutlarına ulaşmasını önceleyen bir başka süreç daha bulunuyor. Küçük burjuvazinin son yıllarda yaşadığı dönüşüm sürecinin ideolojik düzeyde yaşanan tıkanıklığın anlaşılmasında kilit bir önem taşıdığına inanıyorum.
Küçük burjuvazi, burjuva ideolojisinin güç ve etkinliği açısından, en önemli toplumsal katman. Özellikle mülkiyet ideolojisinin yaygınlığı, en başta, küçük burjuvazinin genişliğiyle bağlantılı. Küçük burjuvazi, bir yandan burjuva ideolojisinin alıcısı olurken, diğer yandan da işçi sınıfı ile doğrudan ve dolaylı ilişkileri içinde bu ideolojinin yaygınlaştırılmasının aracılığını yapar. Ayrıca, bu süreç içinde tümüyle pasif bir konum da sergilemez. Burjuva ideolojisinin biçimlenmesinde küçük burjuvazinin talep ve beklentileri de rol oynar. Küçük burjuvazinin zayıflığının, sınıflar mücadelesinde ne tür sonuçlar doğurabileceği, kentlerin, burjuvazi dışında, neredeyse tümüyle işçi sınıfına ait olduğu Rusya deneyiminde, somut olarak görülmüştü.
1980 sonrasında, askeri rejim, öncelikle küçük burjuvazinin “anarşi”den (aslında bizzat sınıf savaşımlarından) duyduğu korkuya ve otorite özlemine seslendi ve yanıt verdi. ANAP döneminde de, gerek Özal’ın liberal söylemi, gerekse köşe dönmecilik ve tüketim ideolojisi, temel olarak kentli küçük burjuvaziye hitap etti. ANAP’ın milliyetçi-muhafazakâr yüzü ise taşra küçük burjuvazisi ve köylülüğe yönelikti. Kuşkusuz örgütsüzleştirilen ve depolitize edilen işçi sınıfı da burjuva ideolojik kuşatmadan önemli oranda etkilendi. Ama düzenin sunabildiği maddi olanakların sınırlılığı, etkilenmenin de sınırlı kalmasına yol açtı.
ANAP’ın Türkiye ölçütlerine göre uzun sayılabilecek bir süre boyunca iktidarda kalmasını sağlayan, büyük oranda, küçük burjuvazinin desteği olmuştur. Bu destek, ancak sermaye birikim modelinin 1989 yılıyla birlikte tıkanma sürecine girmesi ve küçük burjuvazinin önündeki ekonomik olanakların daralmaya başlamasıyla birlikte zayıflamıştır.
Bugün YDH’nin yapmaya çalıştığı, Özal’ın 1980 koşullarında başardığını yinelemektir. YDH’nin siyasal hesapları, küçük burjuvazinin desteğini kazanma beklentisine dayanıyor. Ama işler artık eskisi kadar kolay değil…
Bir kere, düzenin sunabildiği ekonomik olanaklardaki daralma, küçük burjuvazinin siyasal tercihleri açısından homojen bir bütün oluşturmasını olanaksızlaştırıyor. Diğer yandan, sınıf savaşımlarının bugünkü düzeyi, küçük burjuvazinin siyasal istikrarı ekonomik yıkıma tercih etmesi için yeterli değil. Bu koşullarda, tek başına “otorite”ye dayalı bir siyasal almaşık da güncelleşmiyor.
1980’li yıllarda, devlet memurlarının önemli bir bölümü, mühendisler, doktorlar, avukatlar vb. de, klasik tanıma uyup uymamaları bir yana, küçük burjuva ideolojisinin önemli taşıyıcıları oldular. Ama aynı dönemde bu kesimlerin gerek ekonomik, gerekse toplumsal statü avantajları giderek zayıflarken, bir iç ayrışma süreci yaşandı. “Klasik” küçük burjuvalar olarak gerek kentlerin, gerekse taşranın esnafı ise dinci gericiliğe çok daha angaje hale gelmiş durumda. Liberalizm ile milliyetçi-muhafazakâr söylemin hem ilk sözünü ettiğim kesimin düşen unsurlarına, hem de esnafa hitap edecek bir bileşimini üretmek hiç kolay değil.
Kentlerde küçük burjuvazinin ve ideolojisinin ağırlığı azalırken, boşluğu ideolojisiyle birlikte işçi sınıfının doldurduğunu söylemek için henüz erken. Şimdilik, kent yoksullarının yarı-lümpen tepkisellikleri öne çıkıyor. Sınıfsal/siyasal birlik sürecinin erken bir aşamasında bulunan işçi sınıfının önemli bir kesimi de yarı-lümpen tepkiselliği paylaşıyor. Sınıfsal tepkiler, bugün için yalnızca kesintili ve eşitsiz gelişen sendikal mücadelelerde açığa çıkıyor ve kalıcılık kazanamıyor.
SİYASAL AÇILIMLARIMIZI ZENGİNLEŞTİRİRKEN…
Düzenin ideolojik krizi sosyalist hareketin yakın dönem siyasal açılımları açısından kritik önem taşıyor. Sosyalist hareket, burjuva ideolojik kuşatmanın verdiği gedikleri hızla değerlendirmek, bunların kapatılmasına izin vermemek zorunda.
Kuşkusuz, ideolojik kuşatmanın yarılması, tek başına sosyalist hareketin etkinliğinin ürünü olamaz. Sürecin belirleyici parametresi sınıf hareketinin izleyeceği seyir olacak.
Sınıf hareketinin önümüzdeki yakın dönemde asgari (sosyalist harekete müdahale olanağı sunan) bir düzeyin altına düşmeyeceğini öngörmek mümkün. Ama hareketin iniş-çıkışlı ve eşitsizlik yüklü bir seyir izlemesi, sosyalist harekete bazı özel misyonlar yüklüyor.
Kanımca, her şeyden önce vurgulanması gereken, bu dönemde yalnızca etkin değil, aynı zamanda esnek bir siyasal üretim tarzına ihtiyaç olduğu. Kriz sürecinde, orta vadeye ilişkin kurguları fazla ayrıntılandırmak kadar, bu kurgulara fazla angaje olmak da yanlış olacaktır. Kimi temel eğilimlerin ayrıştırılması gereğini bir yana bırakırsak, asıl önemli olan, öngörülmesi kolay olmayan gelişmelere hızlı yanıt üretebilmektir. Sınıf savaşımlarının dalgalı ve eşitsiz gelişen seyri içinde, hem konjonktürel olanaklardan yararlanmak, hem de sınıf hareketinin belirli kazanımlarının kalıcılaşmasını sağlamak, gereken esnekliği göstermekle mümkün. Bunun başarılması da öncelikle, örgütsel yeti ve olanaklara bağlı.
Kriz döneminde siyasal mücadelenin kritik sorunu güç kazanmaktır. Sosyalist hareket açısından temel güç kaynağının sınıf bağları olduğu doğru. Ama devrimci bir zeminde kurulacak sınıf bağları da siyasal (ve kuşkusuz örgütsel) gücü gerektiriyor. Dolayısıyla, siyasal açılım olanağı sunan tüm kanalları, kitaba uygunluk derecelerinden bağımsız olarak, değerlendirmeliyiz. Bugün, Kürt emekçileri, işsizleri ve örgütsüz işçileriyle kent yoksulları, örgütlenme açısından verimli bir zemin oluşturmaktadır. Diğer yandan, yukarıda söz edildiği üzere, kent yoksulları yarı-lümpen tepkiselliklerin de üreticisidir. Sosyalist hareket, bu tepkiselliklerden de beslenmek bunları bir dereceye kadar kucaklamak durumundadır.
Ama bunlardan daha önemlisi, sınıf hareketi ile kent yoksulları arasında kurulacak bağlantıdır. Fiziksel olarak aynı mekânları paylaşan bu kesimler arasındaki ideolojik etkileşimin güçlülüğü, sınıf hareketini besleyecek, kent yoksullarının tepkiselliklerini de sınıfsal mücadele kanalına akıtacak bir ilişkinin kurulmasını mümkün kılmaktadır. Bu ilişkiye aracılık edebilecek tek özne de sosyalist harekettir.
Kent yoksullarına dönük siyasal üretim bugün için “yerel faaliyetler” başlığı altında toplanabiliyor. Partili mücadele tarzının önemli avantajı, yerel çalışmaların yerelciliğe düşmeden yürütülmesini sağlama olanağıdır. Bu olanak, yalnızca genel/merkezi siyasal üretimi yerelliklere taşımaktan değil, aynı zamanda farklı yerellikler arasındaki etkileşim ve giderek bağları kurabilmekten kaynaklanıyor. Yerellikler arası etkileşimde “birbirini bilme”nin bile büyük önemi bulunuyor.
Sosyalist İktidar Partisi’nin yerel siyaset üretiminde almış olduğu mesafe, edinilen deneyimin kapsamlı şekilde değerlendirmesini gerektiriyor. Bunu önümüzdeki sayılarda yapacağız.
1995 yılı, işçi sınıfının mücadelesi açısından bir dönemeç yılı olmaya aday. Burjuvazi 5 Nisan saldırısının ganimetini büyük oranda tüketmiş durumda ve ekonomik kriz sürecinin yeni bir evresine giriliyor. Gündemde ikinci bir “taarruz” bulunuyor. Ama bu ikinci saldırı, burjuvazi açısından ciddi bir meşruiyet sorununu da beraberinde getirecektir. Yeni yıla da siyasal alternatif tartışmalarıyla girilmesi boşuna değil.
Diğer yandan, sınıf hareketi, 1994’ün son aylarındaki çıkışıyla hem “varolduğunu” hem de ideolojik kuşatmayı yarma potansiyeline sahip olduğunu gösterdi. Bu noktadan sonra önem taşıyan, hareketin konjonktürel çıkışlarının kalıcı bazı kazanımlarla sonuçlanmasını ve sınıfsal bir gündemin sürekliliğini sağlamaktır.
Sınıftan sosyalist kadrolar çıkarmak, bugünün öncelikli bir görevi olarak görülmeli. Hareketin kazanımlarının kalıcılaşması, büyük oranda, bu kadrolar üzerinden gerçekleşecektir. Sınıfın öne çıkan unsurlarının siyasal ve ideolojik diriliğinin korunmasını sağlayacak tek örgütlülüğü sosyalist hareket sunmaktadır. Sorun, dar anlamda sendikal mücadele verilip verilmeyeceği ile ilgili değildir. Sendikal yapıların öğütücü çarklarına direnebilmek ve giderek sendikal alanda da belirli almaşıkları güncelleştirebilecek gücü oluşturmak, ancak bir kadro dinamizmi ekseninde başarılabilecektir. Sendika liderlerinin son aylarda yitirdiği prestij kuşkusuz küçümsenmemeli; ama bu gelişmeden sendikal cenderenin kırılmasına ramak kaldığı sonucunu çıkarmak naif kaçacaktır.
Kuşkusuz, sosyalist siyasal etkinliğin sınıfa uzanan halkalarını güçlendirmek gibi bir sorunumuz da var. Bu da, aynı zamanda farklı örgütlenme tarzlarını, parti ve sendikal yapılar dışındaki örgütlenmeleri gündeme getiriyor.
Ara örgütlenmelere ilişkin olarak altı çizilmesi gereken, statik yaklaşımlardan uzak durulması gereği. Bir örgütlenme aracı olarak parti bu alanda da özel avantajlara sahip ve bunlardan kolay kolay vazgeçmemek gerekiyor. Genel bir sol hareketin bulunmadığı ve ülkenin bütününe dönük devrimci siyaset üretme iddiasını pratikte de yeniden üretebilen neredeyse tek bir odağın kaldığı bugünkü koşullarda, partinin kendisini eksene yerleştirmesinde herhangi bir sakınca bulunmuyor. Zaten, son yılların ara örgütlenme deneyimlerine baktığımızda da, bunların nesnel dinamiklerin ürünü olmaktan çok belirli siyasal öznelerin etkinliğine dayandıklarını görüyoruz. Sol özneler, bu deneyimlerin birçoğunda, nesnel dinamikleri açığa çıkarma adına kendi siyasallıklarını törpüleme hatasına düşmüştür.
Söylemek istediğim, sosyalist hareketin sınıfın kendiliğinden dinamizmi üzerinde şekillenecek örgütlenmelere ilişkin bir politikaya sahip olmasının gereksizliği değil. Sorun, tabelayı asıp ya da ismini koyup, sonra da altını doldurmak için gerçek bir tabana yaslanıyormuşçasına hareket etmeye çalışmanın anlamlı bir “politika” olmaması.
Kendiliğinden örgütlenme dinamiğinin zayıf olduğu bugünün Türkiye’sinde, düzen içi niteliği belirgin olmayan örgütlenme faaliyetlerinin arkasında “başka niyet”lerin olduğunu “saklamak” hiç kolay değil. Yalnızca hukuki zorluklar bile “sıradan” insanı kendi çıkarlarını korumak için “örgütlenmeye çalışmaktan soğutacak boyutta. Az çok ciddiye alınabilir herhangi bir siyasal çaba içine giren örgütlerin maruz kaldığı baskı ise, bunlara katılacak olan insanların belirli bir siyasallaşma eşiğini aşmalarını gerekli kılıyor. “Kitle”nin katılımı ancak kazanılan güç ve etkinliğin ürünü oluyor.
Bu koşullar altında, ara örgütlenme faaliyetlerinin siyasallıktan herhangi bir tasarrufta bulunmadan ve partili mücadele hattına bağımlı olarak yürütülmesi son derece makul bir tercih. Bu örgütlenmelerin partinin gücüne dayanması ancak güven kaynağı olacaktır. Yine bugün için, partinin siyasal etkinlik alanını genişlettikleri oranda işlevsellik kazanacak olan ara örgütlenme pratiklerine genel modellerle yaklaşmak yerine, belirli somut biçimlere takılıp kalmadan, hedef alınan dinamiğe uygun araçları geliştirmek gerekiyor.
İdeolojik kriz ortamında, sınıfın gündemini medyanın ideolojik gücünün zayıflamasını da değerlendirerek ve bunu güçlendirecek bir tarzda oluşturma olanağı doğuyor. Son dönem işçi hareketleri, medyanın gündem belirleme tekelinin kırılmasının mümkün olduğunu gösterdi.
İdeolojik mücadelenin kritik halkası, net ve sınıfsal çelişkilerin üzerine basan siyasal hedeflerin varlığıdır. Medyanın olağan dönemlerdeki gücü, sınırlı sayıda motif ve mesajı yoğun ve süreklileşmiş biçimde işlemesinden kaynaklanır. Görünürdeki mesaj bolluğu aldatıcıdır; çeşitlilik görüntüsü, verilmek istenen temel mesajların daha rafine bir tarzda işlenmesini sağlar. “Devlet işletmelerinin verimsiz çalıştığı”, “Türkiye’de kamu harcamalarının fazla olduğu” gibi “doğru”lar kabul ettirildikten sonra, özelleştirmenin gerekli olduğunu “sokaktaki vatandaş”a da söyletmek mümkün hale gelir. Sosyalist hareketin sınıfın gündemine kendi “doğru”larını sokması da, ancak, benzer bir ısrar ve süreklilikle sağlanabilecektir. Egemen ideolojik yapıyı arkasına alan ve yeniden üreten medyanın karşısına benzer bir çeşitlilikle çıkmak ise ne mümkün, ne de anlamlıdır. Tersine, gündem dağılmasına yol açmayacak, ama diğer yandan da düzenin ürettiği tüm sorunlara sınıfsal bir açıdan bakmayı sağlayacak doğrular ile birlikte bunları temel alan siyasal hedefler üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor.
Sermayenin çıkarları ile bu ülke ve insanlarının ihtiyaçları arasındaki çelişki, özelleştirme sürecinden faşist ve şeriatçı hareketlerin yükselişine, yolsuzluklardan hava kirliliğine kadar her alanda fazlasıyla belirgin. Türkiye’de sermaye düşmanlığı biçimini alacak bir anti-kapitalizmin zemini fazlasıyla mevcut. Dolayısıyla, sınıfsal vurguların güçlü tutulmaması için hiç bir neden yok.
Diğer yandan, kitlelere yönelik “duyarlılık” çağrılarının hiç bir anlamı olmayacaktır. Sosyalist hareket, sınıfı ve emekçi kitleleri “duyarlı olmaya” değil, mücadeleye çağırmak zorundadır. Solun açılım kanalı üretemediği 80’li yıllarda küçük burjuvaca duyarlılıklara seslenmenin anlaşılır bir tarafı bulunuyordu. Gündemde sınıf mücadelelerinin olduğu bugün, “Bizde melamin var, sizde ne var” benzeri sloganlarla “politika” üretmeye çalışmak, yalnızca anlamsız değil ama sosyalizm adına utanç vericidir.
Bu ara bölümde son bir nokta üzerinde durmak istiyorum. Sosyalist hareket, mesajlarını değilse de ajitasyon ve propaganda araçlarını çeşitlendirmeli ve bunların kullanımını yaygınlaştırmalı. Yaygın ajitasyon ve propaganda, yalnızca mesaj iletimi açısından değil, aynı zamanda güç imajının ayrılmaz bir parçası olduğu için önemli.
Yazının ilk bölümünde küçük burjuvazinin durumuna değinmiştim. Özellikle kentli küçük burjuvazinin belirli kesimlerinin yaşadığı düşüşün sosyalist hareket ve sınıf mücadeleleri açısından doğuracağı sonuçlar üzerinde de durmak gerekiyor. Kuşkusuz, bizim açımızdan önem taşıyan, küçük burjuvazinin klasik tanımında yer almayan doktor, mühendis, öğretim üyesi (hatta öğretmen) vb. ücretli kesim.
Geçtiğimiz aylarda öğretim üyelerinin, mühendislerin, kamuda çalışan avukatların vb. tepki dile getirmelerine tanık olduk. Bu üç kesimi anmamın nedeni, uzun yıllardır ilk kez eylemlilik göstermeleri. Düne kadar işçilere oranla yüksek ücret alan ve “statü” sahibi ücretlilerin tepki ve mücadelelerinin önümüzdeki dönemde artması beklenebilir.
Yalnız, bu kesimlerin mücadeleyi yeniden keşfetme süreçlerinde işçi sınıfıyla olan mesafeleri şimdilik oldukça açık. Hatta, öğretim üyelerinin önemli bölümü, bugüne dek akademik alandaki mücadelelerinde yalnız bıraktıkları öğrencilerin desteğine bile soğuk baktı. Bu durum, söz konusu kesimlerin beklenti ve taleplerinin büyük oranda ayrıcalıklı geçmişlerine duydukları özlemin ürünü olmasından kaynaklanıyor.
Sosyalist hareket açısından önem taşıyan, bu kesimlerin mevcut tepkiselliklerinden çok, beklentilerinin düzen tarafından karşılanamayacağının farkına varacak olmalarıdır. Bu süreç içinde de, özellikle statü kaybı sorununu eksene yerleştiren yaklaşımlardan uzak durmak gerekiyor. Bu “sorun”, söz konusu kesimlerin sınıf hareketi ile mesafelerini açık tutmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır. Vurgulanması gereken tam tersidir: Dünün ayrıcalıklı ücretlileri açısından, bugün, işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleşmek dışında herhangi bir almaşık bulunmuyor.
İçinde bulunduğumuz dönemde, söz konusu kesimlerin bütününe hitap etmenin getirisi sınırlı olacaktır. Kanımca, sosyalist hareket, bugün için, bütünleştirici değil “bölücü” olmalıdır. Güncel çıkarlara seslenmek zorunda kalacak bir bütünleştirme çabası, siyasallaşma sürecini geciktirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Doğrudan sosyalizmi ve sosyalist örgütlülüğü öne çıkarmak ve meslek kuruluşları içinde sosyalist odaklar yaratmak, hem Türkiye’nin eğitilmiş insanlarına hitap etmenin, hem de onları anlamlı bir mücadeleye sokmanın en uygun yoludur.
Türkiye’de tarihin giderek daha hızlı aktığı bir dönemde partili mücadelenin önemi giderek daha somut hale geliyor. Siyasal mücadelede tutarlılık, ciddiyet ve kararlılığın karşılığını eninde sonunda üreteceği bir kez daha doğrulanıyor.
İşçi ve emekçiler, kendi eylemliliklerini pohpohlayacak, nabza şerbet verecek siyasal oluşumları değil, güven veren, kendilerini eğitecek ve örgütlülüğün gücünü sunacak partiye ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyacı karşıladığı oranda güçlenen parti güçlendikçe bu ihtiyacı daha fazla karşılıyor.
Türkiye’nin aydınlık geleceğine yürüyoruz…