Türkiye’de bugün her şeye rağmen sosyalistler var. Kimileri örgütlü kimileri yalnız, ama düzene karşı bir biçimde mücadele edenler var. Farklı tarzların sahipleri olduklarını iddia edenlerin yanında, hiçbir tarzı olmadığını söyleyen ve bunu başlı başına bir tarz olarak görenler de var. Ancak bugün Türkiye solunun kaç parçadan oluştuğu, farklı kesimlerden hangilerinin reformist hangilerinin devrimci oldukları gibi tartışmalar geçtiğimiz yıllara göre önemini yitirmiş görünüyor. Devrimci olmak elbette ki hala vazgeçilemez bir ayrım noktası, ama devrimci de olsa solun içe dönük kategorilendirme ve tasnif çalışmalarının sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Belirli bir siyasi hat iddiası ile çıkan sol yayınlar, özellikle ilk sayılarında doldurmaya aday oldukları siyasi boşluğu tanımlarken, aynı zamanda solun diğer akımlarıyla da hesaplaşırlar. Hatta bu hesaplaşma çoğu kez en yakın siyasi gruplardan başlar. Siyasi bir boşluk doldurulmaya çalışılırken, kendisini anlatma ihtiyacı içinde olan bir grup, örgüt, ya da çevre çoğu kez kendisi dışındaki sol akımların kategorilendirilmesiyle daha iyi ifade olanağı bulur. Buna göre, kendinde bir iddiayı taşıma yetisi gören her sol ekip, içindekiler ve dışındakilerle öyle ya da böyle bir tasnif yapar. Kimilerine göre sadece devrimciler ve reformistler ya da tersinden bir bakışla keskinler ve gerçekçiler vardır. Bazıları için ise bu tasnif sadece biz ve onlardan oluşabilir.
Hatırlanacağı üzere, Gelenek çıkarken Türkiye solunu devrimci demokrasi, yeni sol ve geleneksel sol olmak üzere başlıca üç sınıfta toplayıp kendimizi geleneksel sol içinde tanımlıyorduk. Bu tasnif, yeniden değerlendirilip ele alınabilir ama konumuz bu değil. İlk çıktığı yıllarda bir siyasi hattın yayın organı olarak Gelenek, taşıdığı iddiayı sol çevrelere duyurmak ve bu iddiayı sol kadrolarla paylaşmak istiyordu. İddia, sol ile yeni tanışan insanlar yanında solun diğer yapılarındaki kadrolarını da doğrudan hedefliyordu. Bu anlamda, Türkiye solunu besleyen üç ana akımdan geleneksel sol, yeni sol ve devrimci demokrasinin eleştirisi diğer yapılardaki örgütlü yoldaşlara da çok şey ifade ediyordu. O dönemde, yeni insanların dışında sosyalizm tercihini, yapmış hatta örgütlü olan diyelim 25-30 yaş civarındaki kadrolar azımsanmaması gereken bir hitap alanını oluşturuyordu. Ama bugün hala öyle mi?
Hala öyle olduğunu düşünenler var. Hatta yeni insan malzemesini hemen hemen hiç dert etmeden sol yapıların eski kadrolarına seslenerek dertlerini anlatmaya çalışanlar var. Eski kadro ,yeni kadro ayrımı biçimsel ve elbette ki yersiz. Ancak bu yersizliğe son verebilmek için siyasi olabilmek, Türkiye için siyaset üretebilmek gerekiyor.
1995 yılına girerken çok sayıda dergi yazısı Türkiye solunda eski/yeni ayrımını kemikleştirmeye dönük düşüncelere kanıt oluşturmaktadır. Bu alanda yeni insanlara hitap etmeyen, yaşça büyük kuşakları harekete geçiremeyen ve kısacası siyasi bir hitap oluşturamayan yığınla çalışma var. Söylenen sözlerde kısırlık olduğu da ortada. Ve bu kısırlık, solcularımızın edebi yeteneksizliklerinden kaynaklanmıyor, tersine içlerinde edebi açıdan çok parlak olanları da var. Ama sorun biçimsel olmanın ötesinde siyaset üretememekten kaynaklanıyor.
Bir çevre ya da yapı diğerleriyle hesaplaşırken elbette istediğini söylemekte serbest. Bu açıdan sol içi hesaplaşmalara kendinden menkul sınırlar getirmek gibi bir niyetimiz hiç olmadı ve olmayacak. Ama sol gruplar arası hesaplaşmaların siyasi bir bakışı barındırabildikleri oranda işlevli olduğunu da bir kez daha tekrarlamakta fayda görüyoruz. Bu nedenle hesaplaşmaların siyasi bir iddiayı taşıyabildikleri ölçüde “polemik” olduklarını ve bu farkla boş laflardan ayrıldıklarını bir kez daha söylemekte yine hiç bir sakınca yok. Dergi sayfalarında hasım bir grubu ele alarak onu gelmişiyle geçmişiyle deşifre etmek her zaman “polemik yapmak” anlamına gelmiyor. Başka bir örnekle, içinde bulundukları yapının eksiklerini bir türlü göremeyen ama her nasılsa nitelikli oldukları varsayılan kadrolara “yapılarının iç yüzünü” tefrika ederek göstermeye çalışmanın da siyasi polemikle hiçbir ilgisi bulunmuyor. Bu tarzın da adı vardır ama başkadır…
Siyasi hesaplaşmaların “polemik” olabilmesi için her şeyden önce siyasi bir iddiayı içermesi gerekiyor. Siyasi iddialılık ise öznenin dışında var olan yapıların var olan kadrolarına dönük bir söylemi temel alarak gösterilemez. Ama tersi doğru: İddiası olmayanların eski masallarla “eski” kadrolara yönelmesi son derece doğaldır.
Şimdi asıl sorunumuza dönebiliriz: Bir iddianın sahibi olarak sosyalist mücadeleyi örgütleyenler 1995 Türkiye’sinde neler yapabilir?
Bu sorunun önümüzdeki yıl sorumluluk sahibi her sosyalist özneyi daha da sıkıştıracağını düşünüyorum. Bu sıkışmışlık içinde diğer grupların vereceği yanıtların ötesinde, kendi yanıtımızı yaratmanın heyecanını duyuyorum. Zaman kısa, iş çok… Yine tekrar olacak: Vereceğimiz yanıt anlatmaktan çok yapılarak gösterilecektir. Evet, bu bir iddiadır ve biz bu iddia için varız…
Bir dergi yazısı içinde bu soruya yanıt olarak kimi yönelimlerden söz edilebilir. Bir kez, yöneleceğimiz kesim, esas olarak genç kuşaklar olacaktır. Gençlere yönelme tercihi artık kırk dereden su getirenlerle uğraşmaktan yorulduğumuz anlamına gelmiyor. Enerjimiz olduğu sürece onlarla da uğraşacağız elbette, ama sanırım “onlar” istisnalar olacak…
1995’e girerken yapacaklarımıza dair bir ipucu daha var: İş yapmak… Önümüzdeki yıl solda iş yapan grupların öne çıkacaklarını söylemek kehanet sayılmamalı. Bu alanda sol gruplar arasında oluşacak bir rekabet havasında sakınca olmadığı gibi gerçekleştiğinde böyle bir atmosfer olumluluk sayılmalı. İçe dönük muhasebelerden çok, iş yaparak kendini anlatmanın çok daha anlamlı ve işlevli olduğu bir döneme geliyoruz. İyi ama iş yapmaktan ne anlıyoruz?
“İş yapmak” tan kastımızın, “önce önünüzdeki işinize bakın” biçiminde yorumlanmasını istemeyiz. Türkiye’de maalesef böyle bir yanlış anlamanın zemini var. Çünkü, sosyalist mücadeleye katılmadan önce iyi bir öğrenci, iyi bir meslek adamı vb. olun gibi vaazlar veren sosyalistlerimizin sayısında artış var. İçinde yaşadığımız dönemi “durağan” sayan bu sosyalistlerin mantığına göre, sosyalist mücadeleye başlayabilmek için düzen içi kurumların herhangi birinden bir tür icazet gerekli. Böyle bir mantık, Marx’ın ve Lenin’in siyasete girişmeden önce iyi bir avukatlık bürosunda dirsek çürütmelerinde fayda görürdü. Belki de Lenin, Moskova barosu üzerinden siyasete atılsaydı kitleler üzerindeki etkisi çok daha büyük olurdu(!)…
Yeri gelmişken sosyalistleri iş yapmaktan alıkoyan başka zaaflardan da söz edilebilir. Hatta bu zaaflardan birinin adını koymak da mümkün: “Olgunluk Hastalığı”. Daha çok izlemek, gözlemek ve açıklamak durumunda kalmış, kendisini özne olarak tanımlamaya yanaşmadığı için de bu durumu rahatça kabullenebilen bir sol yaklaşım var ülkemizde… Tıpkı işleyen bir tarihin izleyicisi konumundaki Avrupa solunun zamanla bu rolü sevmesi, ona ısınması gibi… Bu yaklaşıma göre, örgütlerin tümü karikatür, kavramların çoğu fetiş ve iddiaların ciddi olanları boştur. Yakın bir zamanda iktidar, örgüt gibi kavramların birer “fetiş” olarak ele alınmasından sonra bu yaklaşımın tipik bir örneği olarak iddialılığın bizatihi kendisinin de bir fetiş olabileceği öne sürüldü. Bu durumda fetişlerden, karikatürlerden kurtulmanın yolu olarak iddialardan kurtulmak, olmuyorsa çapını küçültmek önerilmektedir. Felsefi terimlerle ifade edilirse önerilen, nihayete ermek ya da “olmak”tır. Yapay olan fetişlere karşı doğal çözüm işte budur. İyi ama “olmuş” insanların iş yaptıkları görülmüş müdür?..
Yanlış anlamalar, karikatürler ve fetişler bir yana yapacak çok iş var… Önümüzdeki yıl, sosyalistlerin merkezi hedefler yanında yerel düzeylerdeki çalışmaları da önemsemeleri gerekecek. Bu anlamda sosyalist düşüncenin dış halkalarıyla buluşabildiği yerel çalışmalar, Türkiye’de sosyalizmin geleceği açısından büyük önem taşıyor. Bugüne kadar yaşadıklarımız merkezi siyaset üretimi kadar, yerel düzeylerde yaratıcılık sergilemenin de oldukça önemli olduğunu gösterdi.
Ancak hemen belirtmeli, Türkiye’de bugüne kadar yürütülen yerel çalışmaların önemli eksikleri var. Birincisi, Türkiye solunda yerel çalışmalar, sanıldığının aksine genel söylemler üzerinden yürütülmektedir. Önümüzdeki dönemde bu alanda da, klişeleşmiş örneklerden kurtulmak durumundayız. Klişeleşmiş örneklerden kastedilen, yerel düzeylerde toplumsal duyarlılığı artırmaya yönelik misyonerlik ruhuyla yürütülen çalışmalardır. Her türlü mekâna ve her türlü insan grubuna genel bir duyarlılaşma çağrısı üzerinden seslenmek “ne zararı var?” diye düşünmenin ötesinde açmazlara yol açabilmektedir. Sosyalist düşüncenin bu ülke topraklarında örgütlenebilmesi için işlevsiz genel söylemlerden kurtulmak; eşitsiz gelişen sınıfsal katmanları, yapıları ve insanları tanıyabilmek zorunluluğu bulunmaktadır. Yerel düzeylerde yaratıcılık ve beceri tam da bu noktada öne çıkmaktadır.
İkinci olarak belirtmekte yarar var: dışımıza doğru halkalarla buluşmak, yerelliklerde çalışmak vb. vurgulamalar merkezi iktidar perspektifinin dışında yer almıyor. Her telaffuz edildiğinde “yerel” sözcüğü bu ülkenin tarihinde şanlı bir yeri olan Fatsa deneyimini hatırlatsa da, iktidar perspektifimizin boyutunu küçültmek gibi bir niyetimiz yok. Sosyalist iktidar perspektifimiz, yerel çalışmaların, yeni katmanların ve insanların içinde yok olmamanın en güvenilir uyaranı olmaya devam ediyor. Bu nedenle denizlere açılmaktan korkmamalı…
Sosyalist Türkiye için…