Kapitalist düzenin egemen sınıfı olan burjuvazi, kapitalist devlet ile olan ilişkilerini değişik biçimlerde kurar. Bütün bu ilişki biçimleri burjuvazinin doğrudan müdahaleleri tarafından belirlenir. Ancak öyle bir ilişki tarzı vardır ki, görünürde doğrudan olmamasına özen gösterilir; o da, burjuvazinin devletle, bazı özel örgütlenmeler aracılığıyla kurduğu ilişkidir.
Burjuvazi, devlet ile bu özel örgütlenmeler aracılığıyla kurduğu ilişkinin, görünürde doğrudan olmasından özenle kaçılır. Kaçınmasının nedeni tamamen ideolojiktir. Amaç, tahakküm altında tutulan işçi sınıfının ve diğer katmanların gözünde, kapitalist devletin “herkesin devleti” olduğu yanılsamasını yaratmaktadır. Burjuvazi de, diğer sınıflar gibi devlet karşısında “yönetilen” konumunda olduğu görüntüsü verir. Kurduğu bağımsız örgütler aracılığıyla da devlete karşı haklarını ve çıkarlarını koruyabilecektir. Burjuva siyaset biliminde “çıkar grubu” kavramının kullanılması da bu temele dayanır.
Söz konusu toplumsal örgütlenme biçiminde, farklı sınıf ve katmanların, kurdukları özel örgütler aracılığıyla devletle olan ilişkilerini düzenlemeleri beklenir. Böylece devlet karşısında bütün sınıfların eşit olduğu yanılsaması yaratılır. Sonuçta, ülke çıkarları doğrultusunda, toplumda sınıflararası bir uzmanlaşmanın gerekli olduğu düşüncesi bütün beyinlere yerleştirilir.
Burjuvazinin yaratmaya çalıştığı toplum modeli, kabaca böyle tanımlanabilir. Bu toplum modelinin, 1980’lerde Türkiye solunun kafasını bulandıran ve kısmen de bulandırmaya devam eden sivil toplumcu düşüncenin savunduğu biçimden pek de bir farkı yoktur. Kapitalist düzende, “istediğini yaptıran” tek bir sivil toplum örgüt türü vardır: burjuvazinin kurduğu devlet-dışı “özel” örgütler.
Devletin bir üstyapı kurumu olarak, egemen sınıfın iktidarını sürdürme işlevini yerine getirmede en önemli kurum olduğu konusunda Gelenek’in bundan önceki sayılarında pek çok şey yazıldı. Ancak, burjuvazinin devlet dışı örgütlenmeleri, üzerinde pek fazla durulmamış olan bir konu olarak incelenmeyi bekliyor.
Burjuvazinin devlet dışı örgütlenmeleri, kanımca üç temel boyut ekseninde incelenebilir. Birbiriyle doğrudan bağlantılı olan bu boyutlardan biri ekonomik boyuttur. Ülke tarihi boyunca yaşanan ekonomik gelişmelerle birlikte burjuvazinin yaptığı müdahaleler incelenmeli ve devlet dışı örgütlenmelerle bu müdahaleler arasındaki bağlantılar yakalanmalıdır. İkinci boyut ,devletin bir üstyapı kurumu olarak incelenmesini gerektirir. Üçüncü boyut ise siyasi boyuttur. Bu makalede, Türkiye tarihinde burjuvazinin özel örgütlenmelerinin siyasi işlevi irdelenecek, ekonomik ve üstyapısal boyutlara girilmeyecektir. Ancak ekonomik ve üstyapısal boyutlar da üzerinde titizlikle durulması gereken, ayrıntılı analizleri gerektiren konulardır.
Hiç kuşkusuz “burjuvazinin devlet dışı örgütlenmeleri” kavramı, Türkiye’de akla ilk olarak TÜSİAD’ı getirmektedir. Her ne kadar TÜSİAD bu tip örgütlerin her zaman en önde geleni olsa da, yapısal ve işlevsel olarak TÜSİAD’la arasında oldukça ciddi farklar bulunmasına karşın TOBB, TİSK gibi kuruluşlar da değinilmesi gereken odaklar olarak burjuva siyaset sahnesinde yer almaktadırlar.
Türkiye’deki devlet dışı burjuva örgütlerini incelerken, bu yapıların nasıl bir tarihsel gelişim izlediğini incelemekte yarar var.
Ankara merkezli yönetimin 1920li yılların başında iktidarı alması ile gelişen süreçte, devlet mekanizmasını istediği gibi yönlendirecek güçlü bir burjuvazinin varlığına rastlayamıyoruz. Burjuvazinin tek parti döneminde yavaş yavaş artan bir hızda palazlandığını görmekteyiz. Gerçek anlamda “büyük burjuva’ların siyaset sahnesine çıkmaları ise ancak İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ertesine rastlıyor. Amerikan sermayesinin aracılığıyla yatırımlarını genişleten Vehbi Koç, ilk önemli büyük burjuva olarak Türkiye’nin tarih sahnesinde yerini alıyor. Bunu, diğerleri izliyor.
Ancak büyük burjuvazi için asıl atılım yılları 1950’ler ve 1960’lar oluyor. Hızlanan sanayi yatırımları Türkiye’nin büyük burjuvazisinin oluşum sürecinin çerçevesini kesinleştiriyor. 1960’larda artık Türkiye’nin güçlü bir büyük burjuvazisi vardır.
Büyük burjuvazinin gelişim sürecinde 1990’lara değin, gözle görülür bir değişikliği kaydetmek pek olası değil. Çerçevesi belirlenmiş olan bir süreç, pek çok sorunla malul olmakla birlikte, işliyor. Bu dönemin ayrıntılarına yazının ilerleyen bölümlerinde gireceğim. 1990’larda ise Türkiye’nin burjuva siyasi ortamında yaşanan sağa kayışa paralel olarak, büyük burjuvazinin de yapısında bir dizi değişiklik yaşanıyor. Bu yıllarda islami hareket, siyaset sahnesinde yerini sağlamlaştırıyor ve büyük boyutlardaki bir toplumsal tabana oturuyor. En nihayetinde 1996’da yaklaşık bir yıllığına iktidara geliyor. Bu süreç, islamcı sermayenin ekonomik olarak güçlenmesine paralel olarak geliştiği gibi, siyasi açıdan güçlenme de doğal olarak beraberinde ekonomik gücü getiriyor. Günümüz Türkiye’sinde artık ülkenin sayılı holdingleri arasında çok sayıda islamcı holdingler vardır. Bir dönem iktidarda olmanın nimetlerinden de yararlanan bu kesim hiç kuşkusuz, Türkiye kapitalizminin geleceğinde bugün olduğundan da daha önemli roller üstlenecektir.
Büyük burjuvazinin devlet dışı örgütlenmelerinin nasıl geliştiğine baktığımızda ise, 1960’ların sonlarına dek, tek boyutlu bir süreç görüyoruz. Bu tarihe dek, Türkiye’de büyük burjuvazinin devlet eliyle yaratılması çabalarının bir ürünü olan tek tip bir burjuva örgütlenmesi varlığını sürdürüyor: Odalar. Zorunlu üyelik esasına dayanan Sanayi Odaları ve Ticaret Odaları, il bazında ortaya çıkan örgütlenmelerdir. Farklı illerdeki odaların bir çatı altında birleştirilmesi ise 1950’ye rastlar. 1950’de yapılan yasal düzenlemelerle Sanayi Odaları ve Ticaret Odaları ile bunlarla aynı hukuksal statüde bulunan Ticaret Borsaları’nın da dahil edilmesiyle, Türkiye Sanayi ve Ticaret Odaları Birliği kuruldu. Birlik, günümüze değin genelde Odalar Birliği olarak anılageldi.
Aslında Türkiye topraklarında ilk odaların kuruluşu Osmanlı döneminde gerçekleşiyor. Osmanlıda yüzyıllardır yerleşik olan lonca geleneği odaların oluşumunda da esin kaynağı oluyor. Odalar, gönüllü üyeliğe dayanan örgütlenmeler olarak ortaya çıkıyorlar. İlk olarak 1878’de İstanbul Sanayi Odası ve İstanbul Ticaret Odası kuruluyor. Daha sonra diğer büyük kentlerde de benzer odalar örgütleniyor. İttihat ve Terakki iktidarında odaların etkinlikleri artmakla birlikte, devletin bunları denetimi altına alma çabalarının da ortaya çıktığı görülüyor. Odalar, Cumhuriyet ile birlikte, iyice devletin denetimine giriyorlar. Hatta 1924’te çıkan bir yasa ile dönemin politikalarına paralel olarak üyelik koşulları, milliyetçi bir tarzda, Türk vatandaşlığıyla sınırlanıyor. 1
Bundan sonra cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli yasalarla odaların işlevlerinin ve işleyişlerinin dönemin gereklerine göre düzenlendiğine tanık oluyoruz.
Cumhuriyetin ilanından 1950’lere dek, yani CHP iktidarı döneminde, ülkede sanayileşmeyi gerçekleştirecek kapasitede bir burjuvazi ve sermaye birikimi olmaması, kemalist yönetimi koyu devletçi politikalar gütmek zorunda bırakmıştı. Sözü edilen dönem boyunca güçlü bir burjuvazinin olmayışı, ülke ekonomisinin yönlendirilmesinde devletin neredeyse tek otorite olmasına yol açmıştı. İşte bu yüzden devlet, palazlandırmaya çalıştığı burjuvazinin yegane örgütlenmesi olan odaların üzerinde de ciddi bir hakimiyet kurmuştu. Odalara üyeliğin zorunlu olması, bunun basit bir göstergesidir. Gelişmemiş bir burjuva sınıfsallığına oturan ve ideolojik-sınıfsal tercihi itibariyle ve tüm netliğiyle kapitalizmi seçmiş olan kemalist burjuva devlet, burjuvaziyi palazlandırmaya çalışırken, hem sınıfına bir anlamda eğitmenlik yapmış, hem de kendi ayakları üzerinde durabilecek denli gelişmesine kadar bu kesimi yönetmiş/yönlendirmiştir. Bu dönem boyunca odalar, devlet ile burjuvazi arasında bu iki boyutlu ilişkinin şekillendirdiği bağlantı kayışı rolünü üstlenmişlerdir.
Zaman içerisinde burjuvazinin devleti yöneten konuma gelmesi ile odaların bağımsızlaşması ve burjuvazinin devlet dışı örgütlenmeleri olarak “tek” olma konumunu pekiştirmeleri, “tarihsel olarak beklenen” bir süreçtir. Ancak, Türkiye’de bu süreç “beklenen” şekilde gelişmemiştir.
Devletle olan ilişkilerinde hep belirlenen konumda bulunmakla malul olan odalar, bu özelliklerini burjuvazi kendi ayakları üzerinde durmaya başladıktan sonra da aşamamışlardır. Bu zaaf, 1960’larda büyük burjuvaziyi başka örgütlenmelere doğru itmiştir. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) bu girişimin ürünüdür.
1960’lardaki değişikliklerin kaynaklarına göz attığımızda ilk nüveleri 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen sonrasında görüyoruz. 1946’da, odaların o güne dek devletin sıkı denetimine ve yönlendirmesine tabi olmasına aykırı bazı unsurları içeren bir yasal düzenleme yapıldı. Daha liberal bir yaklaşımı sergileyen bu yasanın, Marshall yardımı ile en somut görüntüsüne kavuşan ABD müdahalesinin bir yansıması olduğunu söylemek sanırım mümkün. ABD’nin, burjuvazinin özel örgütlenmelerinin daha serbest olmasını istemesi olası görünüyor. Yine aynı yıllarda, başta Koç olmak üzere bugün Türkiye’nin en zengin ve etkili burjuva imparatorluklarının başlangıç aşamalarında olduklarını biliyoruz. Dolayısıyla bu yılları, burjuvazinin gelişim sürecinde önemli bir aşama olarak kaydetmemiz gerekiyor.
Giderek güçlenen büyük burjuvazinin kendi örgütü aracılığıyla yaptığı ilk güç denemesini 1950’lerde görüyoruz. Odalar Birliği 1950’lerin ikinci yarısında Demokrat Parti’nin yürüttüğü ekonomik politikalara itirazlarını yükseltmeye başlıyor. Ancak bu itirazlar sonucu hükümetin hışmına uğrayan Birlik, 1958’de yapılan bir yasa değişikliğiyle hükümetin doğrudan etkisine maruz kalıyor ve Birlik seçimlerine müdahale eden hükümet kendi adamlarınnı yönetime seçtiriyor.
Sözü edilen müdahale burjuvazinin örgütlenmeleri açısından bir dönemeç oluyor. Büyük burjuvazi bundan sonra Odalar Birliği’nden daha farklı bir yapılanmanın arayışına giriyor. Öte yandan Odalar Birliği de, izleri hala görülen bir politik eksen çevresinde varlığını sürdürmeye başlıyor. Bu eksen DP-AP-DYP çizgisidir. Öte yandan büyük burjuvazinin Odalar Birliği’nden elini eteğini çekmesi, bu kurumun 1980’li yılların sonuna dek burjuvazinin belli bir kesiminin temsilcisi olmasına yol açıyor. Bu kesim, ağırlıklı olarak büyük kentler dışındaki ve daha küçük sermaye sahiplerinin oluşturduğu bir kesimdir. DP-AP-DYP çizgisinin de, -kesinlikle tekelci sermayeye alternatif bir yönelim anlamında değil, ama sınıfsal kimliğini kitle bazında da organikleştirmek anlamında- benzer bir burjuvazi kesimini arkasına aldığı düşünülürse, paralelliği yakalamak daha kolay olur.
1960’ta yaşanan askeri darbe, DP hükümeti ile organik bağları bulunan Odalar Birliği yönetimini feshediyor. 12 Eylül’den sonra böylesi bir gelişme yaşanmadığı hatırlanacak olursa, iki askeri darbe arasındaki farkın bu alana nasıl yansıdığı anlaşılabilir.
27 Mayıs, ile darbe sonrası Adalet Partisi’nin ilk kez iktidara gelmesine kadar geçen kısa dönemde, devlet ile odaların ilişkisi, tek parti dönemindekine benzer bir çerçeveye oturdu. Yeni iktidar bir yandan Birlik’in yönetimini feshederek bir tür gözdağı verirken, hemen arkasından gelişen süreçte Odalar Birliği’nin devletin ekonomik politikalarının üretimine katkısını en üst düzeyde tuttu. Hatta Odalar Birliği’nin belki de bir daha hiç bu kadar belirleyici bir rolünün olamadığı söylenebilir.
Odalar Birliği’nin tarihindeki ilginç momentlerden biri de 1969 yılında Necmettin Erbakan’ın başkanlığı ile damgalanan süreçtir. Odalar Birliği’nde ilk kez küçük ve orta büyüklükteki sanayi kuruluşlarının çıkarlarını temsil ettiği iddiasındaki bir yönetim başa geldi. Yönetime kendisine yakın kişileri seçtiremeyen Adalet Partisi, gerekli müdahaleyi yaparak Erbakan ekibinin yönetimden çekilmesini sağladı. Bu dönemden itibaren MNP-MSP-RP çizgisi Türkiye’nin siyaset sahnesine yerleşti; tabanını da küçük ve orta ölçekli, ve ağırlıklı olarak büyük kentler dışında yerleşmiş olan sermaye kesimleri oluşturdu.
12 Eylül’e gelindiğinde ise TOBB, TÜSİAD ve diğer burjuva örgütlenmeleri baş-tacı edildiler ve yeni politikaların belirlenmesinde doğrudan söz sahibi oldular.
Elbette ki, bundan önce de söz sahibi idiler. Ancak 12 Eylül bir şeyi tescilledi; o da rollerin artık bazı yasal kısıtlamaların ardına gizlenerek değil, açıktan oynanmaya başlaması idi. Bir ayrıntı, ama önemli bir ayrıntı da TÜSİAD’ın resmi olarak bir dernek olduğu halde, 12 Eylül faşizminin ülkedeki bütün dernekleri kapatmasından nasibini almamış az sayıda örneklerden olmasıdır.
1990’lara gelinirken TOBB siyasi açıdan sesini yükseltmeye başlar. Aralarındaki çıkar uyumsuzlukları artan ANAP ile yaşanan çelişkiler ve tabii ki TOBB içerisindeki DYP ağırlığı, Birlik’i erken seçim çağrıları yapmaya dek götürür. Bu gelişim, TOBB için yeni sayılması gereken bir olgudur. Ama altında yatan temel nedenin DYP bağlantısı olduğunu kanıtlayan en önemli etmen, o dönemki TOBB yöneticilerinin önemli bir bölümünün DYP’den milletvekili adayı olmalarıdır. Bağlantı o denli güçlüdür ki, TOBB yöneticisi olacak birinin “beyefendiden icazet alması” gerekmektedir. 2
Aralık 1995 seçimlerinden sonra DYP’nin dahil olduğu kabinelerde, TOBB’un yıllarca başkanlığını yapmış olan Yalım Erez’in bakan koltuğuna oturması, bağlantının geldiği son noktayı göstermektedir.
Yine 1990lı yılların ortalarına doğru TOBB, kendisinden beklenmeyecek bir hareket ile gündeme girerek herkesi şaşırtmıştı. Doğu Ergil’e hazırlattıkları “Güneydoğu Raporu”, resmi görüşe aykırı sayılabilecek maddeler içermekte idi. Bu rapor devletten ve siyasi çevrelerden ciddi tepkiler almış, bunun sonucunda da dönemin TOBB başkam Yalım Erez, rapordaki sorumluluklarını yadsıyan demeçler vermek zorunda kalmıştı. TOBB tarihinde ilk kez ekonomik konular dışındaki bir konuda sesini yükseltmiş, ancak “dersini alarak” bu aykırı sesi kısmak zorunda kalmıştı. 3
TOBB’un tarihsel sürekliliği içerisinde sahip olduğu temel özelliklerden biri de devlet tarafından belirlenmiş olmanın verdiği bir özelliktir: TOBB, bürokratik görevleri ve işlevleri olan bir yapıdır. Sermaye sahipleri ile devlet arasındaki bürokratik ilişkilerin düzenlenmesinde belirleyicidir. Ayrıca ülkedeki iş çevrelerini temsilen AT ile yapılan diplomatik nitelikli toplantılara katılmak gibi daha ciddi işlevleri de vardır.
TOBB halen küçük ve orta büyüklükteki sanayi kuruluşlarının seslerini duyurabildikleri yegane burjuva örgütlenmesi olarak varlığını sürdürmektedir. Son yıllarda, çoğunlukla orta ve küçük ölçekli dinci sermaye kesimlerinin de palazlanmasıyla örgüt içerisindeki ağırlıkları artmıştır. Birlik içerisinde dinci çizgi ile merkez sağ çizginin hala kapışmakta olduğunun en yeni kanıtı da, genel merkez yönetimini belirlemek için yapılan son seçimlerde dincilerin aldıkları yüksek oylardır.
Günümüzde Türkiye’deki büyük burjuvazinin en güçlü temsilcilerinin, sermaye imparatorluklarını 1950’lerde kurmaya başladıklarından söz etmiştik. TÜSİAD’ın kurucuları ve halen üyelerinin büyük çoğunluğu bu kişilerdir.
İmparatorluklarının belirleyici özelliği sanayi yatırımlarının temel almaları idi. Bunlar, ağırlıklı olarak kentli ve taşranın gerici etkilerinden bir ölçüde kurtularak yüzlerini batıya dönmüş patronların oluşturduğu yapılanmalardı. Bu özelliklerini günümüzde de hala sürdürmektedirler.
Bu özelliklerinden kaynaklanan daha liberal bir politik hatta oturmuş olduklarını söylemek sanırım abartma olmayacaktır. 1980 sonrasında TÜSİAD’ın en hatırda kalan başkanı olan Cem Boyner’in kurduğu Yeni Demokrasi Hareketi’nin çıkışı ve politik söylemi bu özelliklerin siyaset platformuna doğrudan yansıtılması çabasıydı. Neden başarılı olamadığı ise bellidir. TÜSİAD’ın yıllardır sergilediği “klasik” (bir anlamda “batılı”) büyük burjuva tarz bu özelliklerin ürünüdür. TÜSİAD, kuruluşundan bu yana, bu özelliklerinin üzerine basarak burjuva siyasetinde çubuğu hep daha liberal tarafa büken odak olmuştur. 4
1960larda artık büyük burjuvazi olarak tanımlanmayı kesinlikle hak eden bu kesimler Odalar Birliği’nin yapısı ve üye bileşiminin heterojenliğinden rahatsızlık duymaya başlamışlardı. Bir de, Odalar Birliği’nin yasal düzenlemeler tarafından belirleniyor olması ve hükümetlerin sözünden dışarı çıkamaması dolayısıyla, artık ülke yönetiminde daha müdahil ve daha doğrudan söz sahibi olmak isteyen büyük burjuvazi, başka arayışlara yönelmekte gecikmedi.
Ancak büyük burjuvazinin yeni arayışlarındaki en büyük etken, hiç kuşkusuz ki, 1960larla birlikte yükselmeye başlayan sınıf mücadeleleri olmuştur. TİP’in ve DİSK’in kurulması ile sanayi proletaryasının giderek sola kayma eğilimleri göstermesi, doğal olarak büyük burjuvaziyi rahatsız etmişti.
Burjuvazi içerisinde sol rüzgarlara karşı sert davranılmasını isteyen odak, orta ve küçük sermaye çevreleri idi; bunların sözcülüğünü bu dönemde Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) yaptı. TÜSİAD’ı kuracak olan daha büyük sermaye sahipleri ise yukarıda anlatılmaya çalışılan kimliğin ürünü olan daha liberal yaklaşımlar sergileme yanlısı oldu.
Ülke yönetiminde daha doğrudan söz sahibi olmak isteyen büyük burjuvazi, bu işi “kitabına uygun” yapmak niyetiyle işe başladı. Bu doğrultuda kurulan Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti, siyasetçilerin, akademisyenlerin ve özel sektör temsilcilerinin katkılarıyla oluşan politik çıktılar üretme amacını güttü.
Büyük burjuvazinin akademisyen çevreleri ile olan ilişkisinin boyutlarını gösteren en eski örneklerden biri bu oluşumdur. Büyük burjuvazi, daha sonraları da “bilimsel” kaygılarla akademisyenlerden görüş almış, burjuvazinin iktidarının sürmesi için yapılması gerekenleri bilimsel bir temele dayandırmaya çalışmıştır. 5
Heyetin çalışmaları TÜSİAD’ın kuruluşuna şekil verdi. Kurucuları arasında Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Yaşar, Berker, Boyner gibi ülkenin en zengin işadamları yer almıştı. Nejat Eczacıbaşı derneğin işlevini, daha kuruluşunda dile getiriyor: “TÜSİAD kurucuları, karmakarışık çıkarları ve görüşleri temsil eden üstelik kamu organları olmaları nedeniyle sürekli politik manipülasyonla karşı karşıya kalan, mecburi üyeliğe dayanan derneklerin (odalar kastediliyor – y.n.) gerçekleştiremeyecekleri bir toplumsal vizyona sahiptirler. 6 “
Yine aynı kişi, görüştüğü bir eski TÜSİAD başkanının “TÜSİAD, üyelerinin belirli çıkarlarını korumak için değil, özel sektörün toplumsal varlığını kanıtlamak için kuruldu” dediğini aktarmaktadır. 7
TÜSİAD’ın kuruluşundan bugüne dek, bütün hükümetlerle tartışmalara girdiğini görüyoruz. Tartışmalar genellikle ekonomik eksenli yaşanıyor. TÜSİAD hep yeterince planlama yapılmadığını, gerekli önlemler alınmadığını söyleyen taraf olurken, bütün politik odaklarla karşı karşıya gelmekten de çekinmiyor. Bu odaklar gün geliyor merkez sağın tek temsilcisi AP oluyor, gün geliyor sosyal demokratlar, gün geliyor büyük burjuvazinin baş tacı ettiği Turgut Özal ,gün geliyor Çiller’in DYP’si oluyor.
Ama 1978’de yaşanan bir olay var ki, büyük burjuvazinin siyasete doğrudan etkisini çıplak olarak gözler önüne seriyor. Günlük gazetelere verdiği tam sayfa ilanlarla TÜSİAD, CHP hükümetini “halka şikayet ediyor”. Burjuvazinin desteğini yitiren CHP hükümetinin iktidarı bırakması uzun sürmüyor.
1980’li yılların sonlarında, büyük burjuvazinin yeni bir sınıf içi müdahalesine tanık olundu. TÜSİAD’ı yöneten büyük burjuvazi, TOBB ile yıllardır yaşanan farklılaşmayı ortadan kaldırmak aradaki açıyı kapatmak amacıyla bir adım attı. Bu adım, TÜSİAD patronlarından bazılarının TOBB yönetiminde görev almalarıyla somutlandı. Bunu, sınıf mücadelelerinin yükseleceği bir döneme girmeden, büyük burjuvazinin farklı kesimleri arasında belli bir bütünleşme yaşanması amacıyla yapılmış bir müdahale olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca TOBB’da temsil edilen burjuvaların ülkenin politik sürecine daha doğrudan etki etmek istemeleri de bütünleşme doğrultusunda atılan adımları desteklemiştir.
TÜSİAD’ın Türkiye burjuvazisini bütünleştirme çabalarından bir başkası da, yıllarca İstanbullu patronların kulübü olarak nitelenmesine neden olan üye bileşimini değiştirmeye çalışması oldu. Kürdistan’da yaşanan savaş nedeniyle buradan kaçan ve ticaret ve tarım birikimini İstanbul’a aktaran bazı sermaye sahipleri de, finans ve ticaret sermayesinin etkin üyeleri olarak TÜSİAD’da yer aldılar. 8
İstanbullu patronların kulübü görüntüsünden kurtulma çabalarının en güncel ürünü de, henüz Ocak ayı içerisinde TÜSİAD başkanlığına İzmirli bir burjuva olan M. Kayhan’ın getirilmesi oldu.
1990’lı yıllarda islamcı sermaye kesimlerinin yaşadığı gelişimden yukarıda bahsetmiştim. Bu gelişim, ortaya, ismini ve yapısını TÜSİAD’dan esinlenmiş olan MÜSİAD’ı çıkarttı. Refah Partisi iktidarı ile MÜSİAD’ın adı artık devlet katında da duyulmaya başlandı. İslamcı sermaye, TÜSİAD patronlarının tahtını sarsmamıştır elbette. Ancak sonu görünmeyen bu gelişim bir süre sonra “klasik” büyük burjuvazinin politik arenada atını istediği gibi koşturmasını engellemeye başlayabilecek, alana ortak olabilecektir.
Eğer böyle bir gelişme yaşanacak olursa, TÜSİAD özellikle politik çıkışlarında bugüne değin aldığı tepkiler gibi, aslında siyasi etkisi bulunmayan tepkileri çok arayacaktır. Şimdiye dek TÜSİAD için, kendisinin yetkisinde olmayan pek çok işe karıştığı yönünde suçlamalar yapılmıştı. 9 Ancak bu suçlamaların hiçbiri politik değeri olan suçlamalar değildi; olamazdı da zaten. Ancak TÜSİAD’ın koltuğu sallandıkça zıtlaşmalar kalıcı politik değer kazanacaklardır.
Son yıllarda yaşanan bir başka gelişme de “Anadolu Sermayesi” olarak adlandırılan ve büyük kentler dışında yerleşmiş sermaye kesimlerinin yerelliklerde oluşturduğu bazı örgütlenmelerdir. TÜSİAD’ın yıllardır yaşama geçirmeye çalıştığı burjuvaziye öncülük misyonunun ürünleri sayılması gereken bu yapılar, hemen hemen her bölgede kurulmuş olan ve sonu “İAD” ile biten pek çok dernektir. Söz konusu dernekler, burjuvazinin daha sistemli bir çalışma yürütmesi çabası sergilemektedirler.
Yine pek çok yerellikte Geneç İşadamları Dernekleri (GİAD’lar) kurulmaktadır. Burjuvazi, gençligini de en başta sistemli bir çalışma içerisine sokma çabasındadır.
Aslında kapitalizmin bu denli geliştiği bir ülkede hala burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında politik gerginlikler yaratan çıkar çatışmaları yaşanması, bu ülkenin zayıf halka olduğunun bir başka kanıtıdır. Eğer komünistler bu gerilimleri kullanarak kılıçlarını siyaset sahnesine atmazlarsa, elbette ki burjuvazi bu gerilimleri, kendi egemenliğini sürdürmek doğrultusunda aşacaktır.
Türkiye’nin kapitalist zincirdeki zayıf halka olmasının burjuvaziye kazandırdığı önemli bir özellik yine bizim müdahalemiz için olanak sunmaktadır. O da Türkiye burjuvazisinin uzun vadeli hesaplar yapamayacak denli, ülke nesnelliğine duyduğu güvensizliktir. TÜSİAD uzun vadeli düşünen büyük patronların kurumu olarak bu zaafı bir ölçüde aşmaya çalışmıştır ve çalışmaktadır. Ancak, ne büyük burjuvazinin geri kalan bölümü, ne de (istedikleri kadar iyimser düşünsünler) TÜSİAD patronları uzun vadeli hesaplar yapamayacaklardır. Çünkü bu ülkede burjuvazinin iktidarına son verecek komünist bir hat vardır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Hatırlanacak olursa, o dönemde benzer milliyetçi yaklaşımlar işçi örgütlenmeleri için de geçerli kılınmaya çalışılmıştı.
- Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 14 s. 961, İletişim Yayınları.
- TÜSİAD’ın, Ocak 1997’de yayınladığı Demokrasi Raporu’nun aldığı tepkiler karşısında ne denli “vakur” bir tavır takındığı hatırlanacak olursa, iki örgütlenme arasındaki yapısal ve işlevsel farkın boyutları hakkında bir fikir sahibi olunabilir.
- Ocak 1997’de yayınlanan Demokrasi Raporu buna en güncel örnektir.
- Gelenek’in 53. sayısında yayınlanan “Eğitim Emekçileri ve Sosyalizm Mücadelesi II” başlıklı yazımda, akademisyen çevrelerinin burjuvazi ile olan iliskilerine değinmekte yetersiz kaldığımı düşünüyorum. Akademisyenlerin burjuvaziye yaptığı yardımlara verilebilecek çoksayıda güzel örnek var. Ama TÜSDAD’ın 1993’de yayınladığı Üniversite Raporu, iliskinin diğer boyutunu ortaya seriyor. Son derece liberal ve üniversitelerin özellestirilmesinin “bilimsel” kaygılarla açıklanmaya çalışıldığı raporu hazırlayan ekibin, şu anda YÖK’ün basında olmasını da yadırgamamak gerekiyor. Örneğin Kemal Gürüz YÖK’ün bşskanı. Yine ekipten olan Erdoğan Şuhubi, Celal Şengör gibi kendi alanlarında uluslararası üne sahip profesörler de liberal zihniyetin üniversitelerde kök salmasına çalışan çabalar içerisindeler.Bunların arasında Celal Şengör’ün kendisinin aslında büyük sermaye sahibi bir sanayi burjuvası olduğunu anımsamakta da yarar var.
- Eczacıbaşı’nın otobiyografisinden aktaran BUĞRA Aşse, “Devlet ve İşadamları” s.337, İletişim Yayınları.
- A.g.y., s.337.
- Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 13, s. 743, İletişim Yayınları.
- Hatta 1990 yılında o dönemki başkan Cem Boyner bazı demeçleri yüzünden ifade vermek zorunda kalmıştı.