1. Yaklaşımımızın ana başlıkları ne olmalıdır?
Türkiye’de son yıllarda, düzen güçlerinin açıktan kışkırtmalarıyla da büyütülen bir karışıklık vardır. Bu karışıklık, çeşitli kavramlar üstünden emekçilerin ve ezilenlerin politik istem ve beklentilerini sulandırıp düzen adına teslim almak için yapılmaktadır. Egemen sınıfın ve onun temsilcilerinin siyasi pragmatizm ve popülizm arasında yalpalayıp durmaları da ezilenlerin politik istemlerinin havada asılı kalması sonucunu vermektedir. Bunun nedeni, aslında egemenlerin “yönetmek” konusundaki çıkışsızlıkları ve burjuva diktatörlüğü sisteminin bu talepleri karşılayabilmekten kesinlikle uzak oluşudur.
Oysa tarih boyunca, sınıf mücadeleleri pratiğinde hiçbir kitlesel talep havada asılı kalmaz. Ya egemen sınıf tarafından budanarak teslim alınır; ya geçici bir süre geri plana itilir, ya da karşılanana kadar mücadelesi sürer. Bugün ezilen kitlelerin “eşitlik, özgürlük ve barış” üstünde yükselen bir toplumsal düzen talepleri giderek yayılmakta, derinleşmektedir. Burjuvazinin kendi egemenlik düzenini tehdit eden bu yönlü hareketlenmelere tahammülü yoktur. Onu ezmeye ya da iğdiş etmeye çalışacaktır.
Aynı şekilde, Türkiye’de dinsel baskı ve yobazlıkların ortadan tamamen kaldırılması, bu baskılara ve uyuşturmalara dayanan sistemin yok olması gittikçe güçlenen ciddi bir talep haline gelmektedir. Burjuvazinin bunlara yanıtı ise bir yandan soyut bir “laiklik” kavramı etrafında zihinleri bulandırma, öte yandan ülkeyi aydınlık geleceğe taşıyacak hareketlerin karşısında dinci-gerici güçlere daha fazla yer ve güç kazandırma şeklinde olmaktadır. Burjuvazi, kapitalist sistemin laik ve demokratikliğinden dem vururken öte yandan siyasi alanı gerici-faşist ideoloji ile beslenen partilere olanca şekilde açmakta, siyasi ve idari yapılanmasını buna göre düzenlemektedir.
Burjuvazinin ve onun sol kolu durumuna gelmiş olan sosyal demokrat partilerin “laiklik” konusunda yarattığı kafa karışıklığına son vermenin ve bunların maskelerini düşürmenin zamanıdır. Bu iş sosyalistlerin işidir! Çünkü;
” …sosyalist hareket,, eğer iktidara alternatif olma iddiasında ciddiyse ve bu ciddiyetini hitap ettiği kitlelere de göstermesi bir ihtiyaçsa, bu ülkenin hiçbir temel gündemini sessizlikle geçiştiremez. Asli faaliyet ve hedeflerinin başka olması mümkün ve meşrudur; ama dinci gericilik karşısındaki konumunu net olarak göstermek zorundadır… (Ayrıca) dinci gericiliğin insanlığın temel kazanımlarına yönelik tehdidini, boyunduruğu altına aldığı insanları karanlığa mahkum eden özünü sosyalist hareket de dert edinmek zorundadır.” 1 [KORALTAN, Nadir]
Yine de her şeyden önce, şunu belirtmek gerekir ki, politik bir istem olarak laiklik, burjuva demokratik bir istemdir. Burjuvazinin egemenliğini sürdüğü sistemde burjuva demokratik istemleri dile getirmek burjuva politikası üretmek anlamına gelmez. Burjuvazinin “demokrat” temsilcileri, yüzlerini ne kadar Batı’ya döndüklerini, yobazlık ve gericilik karşısında gidilmesi gereken noktanın Avrupa’nın kapitalist ülkelerine benzer sivil toplum modeli olması gerektiği yönündeki görüşlerini birbirleriyle yarıştırarak kanıtlama çabası içinde.
Ancak biz sosyalistler olarak, tarihsel akış içerisinde bir dönem ilerici hatla devrimci bir misyon almış burjuvazinin laiklik savunusunda dürüst ve gerçekçi olmadığını açıklamalıyız. Bir dönemin (bu dönem, en fazla, Fransız Devrimi öncesinin Aydınlıklar çağıyla 1871 Paris Komünü’nün kanla bastırılması arasındaki yaklaşık 150 yıllık dönemden ibarettir) devrimci sınıfı kendi egemenlik araçlarını, kendi egemenliğinin ideolojisini oluşturmaya başlamasıyla birlikte düşünsel ve siyasal planda ilericiliği, demokratlığı bir kenara bırakmıştır. Toplumsal, düşünsel ve siyasal sorgulayıcılığı bir yöntem olarak kullanan burjuvazi, bunun kendi egemenlik sistemine karşı kullanılmasını engellemek zorunda kalmıştır. Engels’in deyimiyle “vapurun güvertesinde puro içerken,, deniz tutunca çaktırmadan purosunu denize bırakıveren delikanlı gibi” 2 elinde taşıdığı materyalizm, bilimsellik ve ilericilik bayrağını yere bırakıvermiştir. Gerici bir düzene dönüşmüş burjuva egemenliğinde bu bayrağı taşımaya devam etmek kendisi için ölümcül derecede tehlikeli bir davranış olurdu. Burjuvazinin bıraktığı bu bayrak, zorunlu olarak toplumları daha ileriye götürebilecek güçlerin, proletaryanın ve onun öncü partisinin, sosyalistlerin eline geçmiştir.
Ancak bu, işin bir yanıdır. Burjuvazinin bıraktığı burjuva demokratik bayrağı taşımaya soyunan sosyalistlerin sırf bu kadarlık bir çabayla burjuvanın ideolojik dümen suyunun dışına çıkmaları mümkün değildir. Çünkü burjuvazi gerçekte gericileşerek bıraktığı bayrağı “üstündeki yazıları silip yerine yenilerini yazarak” yine sallamakta ve toplumda güçlenen demokratik istemleri kendi egemenliğini sağlayan sisteme bağlamaya çalışmaktadır.
Ticaret erbabı bir sınıf olarak yükselen burjuvazinin politik arenada böyle bir tezgâh kurup işletmesi oldukça anlaşılır. Ezilenlerin sistemle bağlarını kurmak için ortak bir güdü oluşturmak zorundadır. Bugün Türkiye’de sol liberallerden sağcı-milliyetçi parti ve anlayışlara kadar kalabalık bir kesim fikir üretmekte, “laik cephe” türü politik yaklaşımlarla bunu hayata geçirme denemeleri yapmaktadır.
Fiili olarak burjuva iktidarını sağlamlaştırmak ve emek-sermaye karşıtlığını bir potada öğütmek amacıyla diri tutulan bu çabaların içinde sosyalistlerin yer alması mümkün değildir. Sosyalistler, burjuvazinin elden bıraktığı ve daha sonra piyasaya sahtesini sunduğu tüm ileri değerlerin tek gerçek varisleri olduklarını açıkça söylemekten çekinmezler. Aynı zamanda sosyalistler, burjuvazinin iki yüzlü ideolojisinin özünü açıklamaktan ve onun toplumsal açılımlarım keskin bir şekilde eleştirmekten geri durmazlar.
Laiklik, bu iki yönlü yaklaşımı hak eder derecede politikleşmiş bir konudur.
2. Tarihsel süreçte laiklik ne anlama gelmektedir?
Laiklik sözlük anlamı ile, Latince “laicus”dan gelir. “Din adamı olmayan kimse, din adamları dışında kalan halk” demektir. Bildik ve Fransızca anlamıyla da “din ve yönetim işlerinin, dinsel hayatla sivil hayatın birbirinden ayrılması, dinsel otoritelerin yönetsel hiçbir yetki ve güçlerinin bulunmaması” anlamına gelir. Eski Yunan toplumunda laikos “halktan olan kimse” anlamındaydı. Ortaçağda ruhban sınıfından olmayan, herhangi bir dinsel işlevi ve unvanı olmayan kişi demekti.
Kısacası, günlük ve politik hayata iyice yerleşmiş olan laiklik kavramı en azından ortaya çıkışı itibariyle dinsel alan ve örgütlenmelerden bağımsız olma anlamını taşımaktadır.
Tarih boyunca dinlerin ilk ortaya çıkışları, açıklanamayan olayları (doğa olayları vb.) soyut güçlere havale ederek açıklamaya çalışmak şeklinde olurken, zaman içinde insana dair toplumsal olgu ve süreçleri tanrısal veya toplum dışı güçlere bağlayarak açıklama, toplumu bunlara göre düzenlemeye dönüşmüştür. “Bu dünya, öteki dünyaya götüren bir sınav yeridir” önermesi hemen hemen tüm dinlerin temelini oluşturmuştur. Bu, dinin toplumsal işlevinin de başladığı yerdir.
Özellikle Hıristiyanlığın gelişmesiyle birlikte dinlerin toplumsal işlevinde iki yönlü bir karakter ortaya çıkmıştır. İsa’nın “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” cümlesiyle açıkladığı “dünyevi düzen-tanrısal düzen” ayrımı çağlar boyu sürecek ikili bir işlev görmüştür. İlkin, dinsel güçler ve örgütlenmeler, “tanrısal düzen’in dünyevi düzen’e olan üstünlüğü” sayesinde toplumsal ve siyasi erkler elde etmeye başlamışlardır. Kilise toprakları genişlemiş, rant gelirleri muazzam ölçüde artmış, yönetimde söz sahibi olmuştur. İsa’dan sonra kilise siyasi iktidardan bağımsız kalmak istemişti. Ancak Roma’da siyasi iktidarın çözülüşüyle hem bağımsızlığını hem de egemenliğini ilan etli. Din ruhu siyasi iktidar da bedeni yönetiyordu. “Ruhun bedene üstünlüğü olduğuna göre, siyasal iktidar dine boyun eğmeliydi”. Hıristiyanlık tarihinde önemli bir yeri olan Aziz Paul, İsa’nın görüşlerini daha da ileri götürerek şu fikri hakim kılmıştı: “Herkes kendisinin üstündeki otoriteye boyun eğmelidir, çünkü tanrıdan kaynaklanmayan bir otorite yoktur.” Bu siyasi iktidarların din tarafından kutsanması ve tahakküm altına alınması anlamına geliyordu.
Aynı zamanda dinlerin toplumsal işlevinin ikinci boyutunu oluşturan özellik de burada açığa çıkmaktadır. Yönetsel işlevinin yanında, dinler, toplumların acılara, yoksulluklara, köleliklere katlanmasını, bunlara boyun eğmesini sağlayan bir boyunduruk olmuştur. Onlara öteki dünyanın güzelliklerini gösteren bir kılavuz olmuştur dinler. İsa’ya göre dünyasal zevkler ve acılar insanın bu dünyada geçirdiği sınavlardır. “Ne mutlu size, şimdi aç olanlar, çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu size şimdi ağlayanlar, çünkü güleceksiniz. Fakat vay size ey zenginler, çünkü tesellinizi almışsınız. Çünkü yas tutacak, ağlayacaksınız”. Bu yaklaşım günah ve sevap ikilemi içinde tüm dinlerde olduğu gibi islamiyette de vardır. 3
Daha ileride tekrar değinmek durumunda kalacağımız bu tarihi süreçlerden çıkan ilk ve kesin sonuç şudur: Laiklik ve din konusuna yaklaşırken, konu iki boyutta ele alınmalıdır. Bunlardan ilki dinlerin yönetsel işlevleri, diğeri ise dinlerin toplumsal-ruhani işlevleridir. Dinler, yönetsel işlevlerini yönetimde şu veya bu oranda yer alarak, dünyevi düzeni tanrısal düzene şu veya bu oranda uydurmaya çalışarak yerine getirmekte, tanrının elçileri olarak, din adamları, yeryüzünde insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde rol almaktadır. Dinler, toplumsal işlevlerini de insanların sınıflı toplum yapısından kaynaklanan sefillik, sömürü, ezilme gibi acılara “Öteki dünyada kazanacakları şeyler adına” katlanmasını sağlayarak yerine getirmektedir.
Tarihsel akış içerisinde dinin bu iki yönlü işlevi siyasi mücadeleler üstünde etkili olmuştur. Dolayısıyla laiklik kavramının ortaya konuluşu da bu iki yönü dikkate alarak yapılmak zorundadır. Laiklik, siyasi mücadeleler platformunda, ortaya çıkış döneminde dinsel kurum ve örgütlenmelerin siyasi erklerinin ortadan kaldırılması olarak hayata geçirilmiştir. Özellikle Fransız Devrimi’yle belirginleşen bu durum, siyasi ve ekonomik bir güç haline gelmiş kilisenin, gelişen burjuvazi tarafından önünün alınması gibi tamamen “dünyevi” bir amaca hizmet etmiştir. Genel olarak ortaya konan laikliğin bu yönü olmaktadır. Oysa dinlerin iki işlevi olduğu gibi, din ile yönetim arasındaki ilişkileri tanımlayan laikliğin de iki yönü vardır. Bu ikinci yön, egemen sınıfların kendi ideolojik egemenliklerini kurarken dine ne kadar yer verdiklerini, sınıflı toplum yapısının devam ettirilmesinde dinlerin ne amaçlarla kullanıldığını sorgulayan bir yön olmalıdır.
Burjuvazi, kilisenin siyasi ve ekonomik egemenliğini feodaliteyle birlikte ortadan kaldırmıştı. Dinsel otoriteler tarafından yönetilen toplum yapısına son verilmişti. Bu anlamda burjuvazi tarihteki laik rolünü oynamıştır. Tarihe dikkatli bir gözle bakıldığında burjuva ideologları dışında herkes şunu görecektir: Bir dönem dinin baskısına ve otoritesine karşı savaşan burjuvazi kendi egemenlik araçlarını oluşturmaya başlamasıyla birlikte dini ve dinsel örgütlenmeleri kendi tarafına çekmiş, onlara toplumda ciddi bir misyon biçmiştir. Dinsel otoritenin kapitalizmin vazgeçilmezliğini vaaz eden, insanları soyut bir huzura davet eden yaklaşımları burjuvazi için gül bahçesi demektir. Bu gülleri yetiştirmek, bunları “dünyevi hayatın” pınarlarıyla beslemek burjuvazi için son derece karlı bir uğraştır.
Burjuvazinin tarihsel olarak oynadığı laik rolü ve ortaya koyduğu gücü “tanrısal düzen”in temsilcilerince de kabul edilmiştir. Topluma huzur vaaz eden tanrısal gül bahçelerini sulayan pınarları burjuvazi elinde tutuyor. Burjuvazi, savaşta yenip dünyevi düzenden uzaklaştırdığı hasmına şimdi gürül gürül akan emek denizini denetlemek için seve seve yanında bir iş vermiştir!
Laiklik konusuna yaklaşımda, bu yön burjuva ideologlarınca nedense gözden kaçırılmaktadır. “Burjuvazi tarihsel rolünü oynamış ve dini siyasetten uzaklaştırmıştır. Demokratik düzenimiz laiktir.” Burjuvazinin dinsel kurumları yönetimden uzaklaştırdığı doğrudur ve burjuva ideologlarının yorumları içindeki tek doğrudur. Ancak Türkiye’de halkın dini duyguları sonuna kadar kullanılarak, popülist kaygılarla propaganda yürütülerek ve dinci akımlara sınırsız örgütlenme özgürlüğü tanınarak dinsel ideoloji, burjuvazi tarafından düzeni tehdit eden bütün unsurlara karşı kullanılacak tehlikeli bir oyuncak durumuna düşürülmüştür. Biz laikliği bu yönüyle de ele alıyoruz. Ve gerçek laiklik buysa “biz maskeli laikler değiliz! Ama her yönüyle laikliği savunuyoruz!” diyoruz.
İncelememizin ikinci bölümünde burjuvazinin dinsel ideolojiyle ilişkisini daha yakından inceleme fırsatı bulacağız.
3. Dinlerin toplumsal işlevleri ve egemen sınıfların bundan yararlanma biçimleri
İnsanlığın gelişim tarihine göz atıldığında görülen şey, dinin toplumsal işleyişteki rolünün giderek azaldığıdır. Dünya tarihinin en dindar topluluğu sanıldığının tersine ortaçağ değil, eski Yunan toplumudur. Eski Yunan’da yemek yeme, uyuma gibi en sıradan ve gündelik faaliyetler bile dinsel içerik içinde ifade edilirdi. Buna karşılık toplumların gelişen yapısıyla birlikte ortaçağda dinsel alandan bağımsızlaşmış bir dünyevi alan gelişmişti. Bu gelişmenin doğal ve muhafazakâr sonuçlarından birinin ortaçağda dinsel baskılardaki yoğun artış olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Dinler, tarih boyunca topluma egemen kılınmış ideolojik bir kurum olmanın yanında ciddi bir baskı aracı olmuştur. Bunun köklerini de yine eski Yunan’da bulmak mümkündür. Belirgin bir “dindarlık-din karşıtlığı” veya bildik tabiriyle “dinsel örgütlenme-laiklik” karşıtlığı bu toplumda yaşanmamıştır. Ancak yine de dinin egemenliğine “zarar veren” düşünceler üreten pek çok filozof ve düşünür dinsel kurallara göre yargılanmış, öldürülmüştür.
Güneşin akkor halinde bir taş, ayın basit bir toprak parçası olduğunu söyleyen Anaksagoras koğuşturulmuştu. Tanrıların var olup olmamalarının o kadar önemli olmadığını açıklayan Protagoras sürgün edilmişti. Gençliği dine karşı kötü etkileyen Sokrates baldıran içmeye mahkûm edilmişti. Aristoteles dinsizlikle suçlanmış, araya adam koyarak kendisini kurtarmayı başarmıştı. Çağdaş yazarlardan Gernet ye Boulangèr’e göre “Aydınlık demokrasinin aktifinde, azımsanmayacak bir dizi fikir davası vardı”. 4
Feodal topluma geçişin ilk basamağını oluşturan Roma İmparatorluğu döneminde dinsel inançların daha serbest bırakılmasına tanık olunuyordu. Pek çok inancın tanrısı bir arada var olabiliyordu. Ancak yine de Roma’nın da dinsiz olarak niteledikleri Hıristiyanlara tahammülü yoktu. Roma’da imparatorluk, dinsel inanç zenginliğini kendi iktidarlarını devam ettirmenin bir koşulu olarak kabul ediyordu. Roma’nın, dini, iktidarın devam ettirilmesi için bir araç olarak kullanmasının tek örneği bu da değildir. Hıristiyanlık bir yanda tüm baskılara karşın yayılırken diğer yanda Roma İmparatorluğu tarihsel rolünü yitirmekte, gücünü kaybetmekte idi. En sonu, Roma İmparatorluğu yıllarca acımasızca boyun eğdirmeye çalıştığı Hıristiyanlık dinini, bu dinin artan etkisi ve gücünü dikkate alarak, imparatorluğun resmi dini haline getirecek kadar ileri gidiyordu. 5 Bu aynı zamanda dinsel kurum ve örgütlenmelerin yönetim karşısında iyi ve etkili bir pozisyon kazanmasını da sağlamış oluyordu.
Gelişen Hıristiyan kilisesinin egemenliğinde geçen Ortaçağ’da dinsel otoritenin baskılarının ne boyutta olduğunu burada aktarmaya bile gerek yok. Kilisenin resmi yargı gücü engizisyon, suçlu gördüğü sanıkların suçlarını itiraf etmelerini sağlamak için akıl almaz işkenceleri, en insanlık dışı cezalandırma yöntemlerini geliştirmişti. Bu baskı yöntemleri de dinbilim tarafından meşrulaştırılırdı. Bu dönemde doğrudan dine karşı olmasa bile din adamlarına ve bu kurumların egemenliğine karşı halkın öfkesi giderek büyüyordu. Burjuva sınıfın yükselişiyle birlikte, en son Fransız devrimi ile laiklik-kilise egemenliği savaşımına dönüşecek bir mücadelenin içinde burjuvazi halkın bu tepkisini kullandı. Yine bu dönemde ruhani dünyanın hakimi ve sözcüsü kilisenin dışında, ondan bağımsızlaşan bir alanın var olmaya başlamasıyla, dinsel güçler, kendi dışındakileri tanımlamak için “laicus” terimine başvurmaya başlamışlardı. Luther, Calvin gibi din önderlerinin çabalarıyla hız kazanan reform hareketlerinin temelini birey ağırlıklı bir din yorumu oluşturuyordu. Ki bu da, ticaretten gelişen ve tamamen kişisel servet oluşturma felsefesini temsil eden burjuva sınıf ile, onun çıplak gerçekliği ile tastamam örtüşüyordu.
Her Hıristiyan incili serbestçe yorumlama hakkının tanınmasının bir süre sonra, tek yorum sahibi kilisenin düşünsel egemenliğini sarsacak hale geleceğini herhalde reformcu papazlar bile akıl edememişlerdi. Ama ekonomik hayatı anarşik biçimde bireycileştiren kapitalist üretimin maddi belirleyiciliğinde bu kaçınılmazdı. Dini imanı para olan bir sınıfın güçlenmesi ve parayı dünyevi düzenin tek “kutsal asa”sı haline getirmesinin doğal sonucu dinsel otoritenin sarsılması oldu. Ancak dini, kilisenin satın aldığı şaraplar, dinsel kurumları gasp edilmiş verimli topraklar, dindarlığı ise piyasada tutunmanın en pratik yolu olduğu için benimseyen burjuva sınıfı, bu fütursuzluğunun bedelini ödemeye ramak kala aklını başına devşirmeye başlıyordu. Dünyevi düzenin tek “kutsal asa”sı para idi; ama burjuvazi, dinin uyuşuk ve statükocu yapısını yıkarken kullandığı bu söylemin, işçilerin dilinde bambaşka ve korkutucu bir şekle yavaş yavaş dönüştüğünü fark etti: “Dünyevi düzenin tek asası paradır. Oysa bizler doğumdan ölüme kaçar bu ‘asa’yı elde etme şansına sahip olmayan, emeğini satarak geçinmekten başka çaresi kalmayan zavallılarız. Bizim, burjuva egemenliği demek olan bu dünyevi düzeni benimsememiz nasıl beklenebilir?”
Artık bayrağın üstündeki yazıları değiştirmenin zamanı gelmiş de geçiyordu. Laikliğin de bir sınırı olmalıydı. Dinle devlet işleri birbirinden ayrılmalıydı ama bu devlet ve onun koruduğu sistem de devam etmeliydi!
4. Kapitalizmde din ve laiklik olgusu
Birim başına üretkenlikteki ciddi artış ve bilinmeyen bir pazara dönük üretimin yaygınlaşması süreçlerine dayanan kapitalizmin gelişmesi, dinsel alanın dışındaki maddi hayatın belirlenebilir, denetlenebilir ve insan iradesi ile yönlendirilebilir olduğunu göstermiştir. Dinsel tasalluttan insanoğlunun kendini kurtarışının, maddi özgürleşmesinin temelleri bizzat kapitalizm tarafından atılmıştır.
Fransız devrimine gelirken düşünce özgürlüğü ve laiklik istemleri şekillenmeye başlamaktaydı. Voltaire’in, Rousseau’nun, Holbach’ın, Diderot’nun eserlerinde yüksek sesle dile getirilmeye başlanan bu istem ve tepkiler karşısında dinsel örgütlenmeler de hemen yanıt üretiyor ve kendi egemenliklerini korumaya çalışıyorlardı. Krallığın desteğiyle davranan kilisenin etkinliğiyle Voltaire hapse atıldı; Diderot Vincennes’e gönderildi, Ansiklopedi’nin iki cildi yok edildi; Holbach’ın Esprit’si yakıldı; Felsefe Sözlüğü yakıldı; Rousseau tutuklanmaktan son anda kaçarak kurtuldu. Helvetius’un söylediği gibi “yobazlık kılıcı insanlığın en büyük baş belası olmaya devam etmekteydi”. La Barre isimli bir şövalyenin başına gelenler yobazlığın düzeyini iyi yansıtıyordu. Bir ayin alayını selamlamadığı ve Felsefe Sözlüğü gibi sakıncalı kitapları okuduğu için şövalyenin dili kopardır başı kesilir ve cesedi yakılır. 6
Ancak laiklik ve düşünce özgürlüğü istemlerinin çığ gibi büyümesinin önü alınamaz. Burjuvaların kışkırtmaları ile, halkta ruhbanlara karşı oluşmuş olan öfke siyasi mücadeleye kanalize edilir. Kilisenin egemenliği aşılması gereken en önemli sorun haline gelir. Ve Fransız devrimiyle aşılması yönünde ciddi bir adım atılır.
Fransız devrimini gerçekleştiren partizanlardan çoğu, temelde, dine düşman kimselerdir. Çünkü dinde, mantık gücüne karşıt cebbar, ve geriletici bir güç görürler. 1793’de Komün temsilcisi Fouche, “halkın ne yazık ki, hala yönelmekte olduğu boş ve ikiyüzlü inançların yerine, cumhuriyet ve doğal ahlak inançlarının konacağını” açıklar. Bununla da yetinmez, mezarlığın girişine “ölüm sonsuz bir uykudur” diye yazdırır ve bunu Komün meclisine onaylatır. Konvansiyon yönetiminde, Paris dışındaki kiliselerde ayin düzenlenmesi yasaklanır, Paris’teki kilise ve tapmaklar da “Usun ve Gerçeğin Tapmakları” haline getirilir. Bir tapmağın açılmasını isteyenin tutuklanması yönünde kararlar çıkarılır. Cumhuriyeti desteklemeyen papazların idam edileceği açıklanır. 7
Fransız devrimi boyunca dinsel örgütlenmeler ve yönetim güçleri arasında kıyasıya bir mücadele sürmüştür. İktidardaki dengelerin değişmesiyle kiliseye zaman zaman yakınlaşılmış zaman zaman ipler koparılmaya kalkışılmıştır.
Ama Bonaparte’ın gelişiyle her şey değişir. Tam bir iktidar tutkunu olan Napolyon burjuva düzenin içinde bulunduğu kaotik duruma son vermenin zorunluluğunun bilincindeydi. Ve bunu onun şiddetle öngördüğü demokratik kaideleri bir bir çiğneyerek yapacağını da biliyordu. Öyle de yaptı. Bir darbeyle geldi, imparatorluğun yeniden ilanına kadar gitti. Napolyon aynı zamanda, devletin düzenin çıkarları açısından dini nasıl kullanabileceğinin en bariz örneklerinden birini de verdi. Aslında dine inanmayan, bir “agnostisist” olan Napolyon, “dinsiz bir toplumun pusulasız bir gemi gibi olacağı” kanısındaydı. Bu yüzden Mısır’da Müslüman olduğunu, Fransa’da da halkın iyiliği için Katolik olacağını açıkladı. Tam bir pragmatist ve burjuvaziyi içine düştüğü gayya kuyusundan kurtarmak için biçilmiş kaftan olan Bonaparte dinin burjuva düzende oynayacağı rolü de öngörmüştü. “Devlete, sağlam ve sürekli desteği ancak din sağlayabilir. Servet eşitsizlikleri olmadan bir toplum var olamaz; servet eşitsizlikleri de din olmadan meydana gelemez. Bir adam, tıka basa yiyerek şişen bir başka adamın yanı başında açlıktan ölürken ortada kendisine ‘Tanrı böyle istiyor, kiminin zengin kiminin yoksul olması tanrıdandır, ama öte dünyada, iş başka türlü olacak’ diyen bir otorite olmazsa, o adam bu farklılığı bir türlü anlamayacaktır.”
İşte bu derece pragmatist zekâsıyla Bonaparte, burjuvazinin “gerçekçilik ve dinsel otorite karşıtlığı” yazılı bayrağını silmiş ve yerine şunu yazmıştır: “İnsanlar arasındaki eşitsizlikler üstünde yükselen bizim burjuva toplumumuzun devamı için, devlet dinin yardımına muhtaçtır, dinsel otoriteler devlet adına çalıştırılmalıdır!”
Egemenliğinin rasyonalize edilmesinde büyük işler gören, din ve dinsel otoritelerle arasını yeniden kurduğu için burjuvazi, Napolyon’a hala duacıdır!
1800’lü yıllar, sınıf mücadelesinin, bu sefer işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadelenin yükselmesine, giderek keskinleşmesine tanıklık eder. Artık “dindar” bir sınıf olan burjuvazi kiliseyle ve dinsel örgütlenmelerle ilgilenmeyi neredeyse tamamen bir kenara bırakmıştı. Artık ilgilenilmesi gereken başka ve dünyevi düzen için gerçekten korkutucu bir tehlike vardı: Proletarya.
Düşünce özgürlüğü yargılanmaya başlandı. Toplum, din adamları eliyle bozgunculara karşı kışkırtıldı. Ayaktakımına sabır telkin eden fetvalar burjuvaların matbaalarında şevkle çoğaltıldı. Papa Pie IX, 1874’te, “Genel oy hakkı” talebine, “toplumsal düzeni yıkan ve yıkmak isteyen ve ‘genel yalan’ dense daha uygun düşecek bir yaradır bu” diye çıkıştı. Papa XIII. Leon öğretim ve düşünce özgürlüğünü şiddetle yargıladı. Düşünce özgürlüğü dine karşı başkaldırı idi. Düşünce özgürlüğü işçilerin sefaletinin ve mücadelesinin dillenmesi idi. Genel oy hakkı işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadeledeki ilk büyük kazanımı olacaktı. Ve gerçek anlamda, dinle barışık bir halde yaşayan burjuvazinin egemenlik düzenini bozacak ve bozmaya kalkışan tek güç de yine işçi sınıfıydı. Burjuvazi, papalar konuşurken meydanı onlara bırakarak sadece kenara çekilmeliydi!
20. yüzyılın batılı kapitalist ülkelerine gelirsek;
“Burjuvazinin dünya çapındaki egemenliğini tesis etmesinden bu yana, dinsel ideolojiler alanı, burjuva ideolojisinin belirleyiciliği altına girmiştir… Burjuva devrimleri, bir sınıfın bir diğeri üzerindeki egemenliğini hedefleyen son devrimlerdir. Tarihin insanlar arasındaki somut ilişkiler olarak kavranışını engelleyen dinsel ideolojilerin son yaşama alanı da benzer şekilde kapitalizmdir”. 8 KORALTAN Nadir]
Avrupa’da 1950’lerde hakim olan laiklik kavranışı şöyle formüle ediliyordu: “Ruhban takımının girişimlerine karşı mücadeleye evet; Katoliklerin, Protestanların, Yahudilerin ya da Müslümanların inancına karşı mücadeleye hayır.” Laikler devlet dinini yadsıdıkları gibi devlet rasyonalizmini de yadsıyorlardı. Yani devletin bilimsel ve akla dayanan bir politik doğrultu tutturması da gereksizdi. Böylesi bir anlayışla dinsel ideolojilerin toplum üstündeki egemenliklerinin ortadan kaldırılmasının ne derece mümkün olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Kapitalizmin kendi gelişiminde, dinsel ideolojiyi kapsamaya çalışması, onun toplumsal işleyişteki yerini sağlamlaştırmayı da beraberinde getiriyordu. Dünyada özellikle Avrupa’da siyasi platformda her zaman iktidara aday bir konumda ve iktidarda yer almayı başaran Hıristiyan Demokrat partiler açık ya da örtülü biçimde laikliğe karşıdır. “Devlet yönetiminin ilke ve esasları tanrısal buyruklara uymalıdır. Bu dünya, zaten öteki dünyanın hazırlık evresidir. Devletin görev, amaç ve işlevi, uygun ortamı hazırlamaktır. Hazırlıkta devlet güçlerine din adamları yardımcı olmalıdır, çünkü tanrı buyruğunu en iyi anlayan onlardı”. Aquino’lu Thomas’ın dile getirdiği bu anlayış çağımızın modern Hıristiyan demokrat partilerin anlayışının temelini oluşturmaktadır. 9
Avrupa’da Hıristiyan demokratlar varken ABD’de daha çok Calvin’ci Protestanlık, mormonluk gibi sapmalar koyu bağnazlıkla teokratik yönetimi savunurlar. Museviliğin 20. yy yorumu da teokratiktir. Müslümanlıkta Anadolu Alevileri, İbn-i Rüşt, Fahrettin Razi dışında laik devlet yorumu hemen hemen yoktur. 10
Genelde ekonomik ve düşünsel açıdan gelişmemiş toplumlar olarak kabul edilen Müslüman toplumların yanında gelişmiş batılı Hıristiyan toplumlarında da hala dinin toplumsal rolünün azalmadığı gözlenmektedir. Şeriatla yönetilen Suudi Arabistan’da dini otoriteyi temsilen örneğin din polisi vardır. ABD’de küçük aile yaşamı, kilise etrafında biçimlenmekte, toplantılar, okullar, üniversiteler rahiplerin duasıyla açılmakta, diploma törenlerinde ayinler yapılmaktadır. Hatta futbol maçlarında piskoposlar iki tarafı da kutsayarak maçı başlatmaktadır. 11 Avrupa’nın pek çok devletinde resmi nikâhın yanında kilise nikâhı bulunmayanların babalıkları kabul edilmemekte, bunların iş başvuruları geri çevrilmektedir.
Bir zamanlar derebeylerinin yanında liberalizme savaş açan kilise, sonraları eski düşmanı burjuvazinin yanında ılımlı liberalizm savunusuyla sosyalizme karşı savaşta yerini almıştır. Bugün bütün dinsel ideolojiler temel argümanlarını ticaret özgürlüğü, mülkiyet hakkından almakta, bütün dinsel örgütlenmeler kendilerine baş düşman olarak komünizmi ve komünistleri seçmektedirler. Bunun birkaç istisnası vardır ve onları burada anmakta fayda var. Latin Amerika’da (örneğin devrim öncesi Küba ve Brezilya’da) yüksek mevkideki din adamları gerici yönetimi desteklerken, alt kademede yer alanlar muhalefet hareketlerinin neredeyse “doğal üye”leri haline gelmiştir. Kürt hareketinde bu durumun bir benzerinin kısmen yaşandığı gözlemlenmektedir.
Dinsel örgütlenmelerin burjuvaziyi hem de neredeyse doludizgin desteklemesinin en bariz ve çirkin örnekleri savaşlarda görülmüştür. Papa XII. Pie, Hitler’in katliamları karşısında tek ses çıkarmayarak dinin yüceliğini göstermiştir. Benzer şekilde Nazilerin ve İtalyan faşistlerinin en büyük destekçilerinden biri kilise olmuştur.
“Religion” kelimesi, latince religio’dan yani religare’den gelir. Bu bağlanmak anlamına gelir. Saygı ve korkuyla bağlılık demektir. Modern çağımızda saygı ve korkuyla bağlılığın toplumda yer etmesi için yürütülen çabalar düşünüldüğünde burjuvazinin dinden beklentileri daha iyi anlaşılabilir. Burada savunduğumuz görüş basit bir din düşmanlığı değildir. Dinin ve dinsel örgütlenmelerin tarih içinde, dünyevi dünyanın kurumları ve araçları içinde nasıl yer aldığını, dünyevi dünyanın şu anki durumunun devamına nasıl hizmet ettiğini göstermektir işimiz. Daha ötesi, şimdi değil ancak toplumsal altyapıyı oluşturan koşullarda gerçekleştirilecek büyük çaplı değişikliklerin sonrasında ele alınacaktır.
5. Türkiye’deki uygulamalar ve din-devlet ilişkisi
Yüzyıllarca hilafet ve padişahlıkla yönetilen Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak son dönemlerinde dile getirilmeye başlanan laiklik kavramı, cumhuriyetin ilanından sonra ve kısmen uygulanmaya başlanmıştır. Dinsel örgütlenmeleri devlet yönetiminden uzaklaştırma dışında Türkiye’de cumhuriyet yıllarında herhangi bir laik düzen kurulduğunu veya laikliğe doğru ciddi adımlar atıldığını söylemek mümkün değildir. Bu anlamda, Bülent Ecevit’in “laiklik, cumhuriyetin aşil topuğudur” önermesi, sağlam temeller üstüne kurulmayan bir burjuva cumhuriyetin ideolojik sistemsizliği kadar soyut bir yaklaşım olarak kalmıştır.
Türkiye’de kimi dönemler değişkenlik göstermekle birlikte uygulanan politikalar dinin toplumsal işlevini ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olamamış, yalnızca yönetsel birtakım değişiklikler olarak kalmıştır. 1924 Anayasası’nda devletin dini İslam olarak bildirildi. Aynı zamanda Hilafet Kurumu da kaldırılıyordu. Bu daha çok dinsel gücü de arkasına alarak Padişahlık yönetiminin siyasi erkini güçlü tutmasının engellenmesine yönelik bir politikaydı. 3 Mart 1924’te kabul edilen yasayla bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1925’te Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Yine aynı yıl tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. 1928’de çıkarılan yasayla “Türk devletinin dini İslam dinidir” ibaresi anayasadan çıkarıldı. 1933’te din dersleri okul programlarından çıkarıldı. Bunlar, cumhuriyetin ilk yıllarında gerici birikime karşı düzeni sağlamlaştırmayı hedefleyen adımlardı. Ancak bu adımlardaki tutarsızlık ve programsızlık kendini daha sonraki yıllarda iyice ortaya koymaya başlamıştı. Bu arada dinci örgütlenmeler de boş durmuyor, gizli faaliyetlerini sürdürüyordu. 25’te Şeyh Sait ayaklanması, 30’da Kubilay olayları yaşandı. Aynı cumhuriyetin koruyucusu ve geliştiricisi CHP’nin 1947’deki 7.kurultayında partinin dar laiklik anlayışı eleştiriliyor ve bu eleştiriler partinin din politikasında değişikliklere yol açıyordu. Bu değişikliklere gidilmesinin nedeni, atılan kimi adımların devam ettirilememesi ve toplumdaki dinsel örgütlenmelerin gücünün kırılamaması idi. Bu dinsel eğilimleri kendi bünyesinde toplayan DP giderek güçlenmekte, dolayısıyla CHP’nin toplum üstündeki etkinliği giderek azalmakta idi. Bu durumda yapılması gereken dine bakışı yeniden gözden geçirmek oldu.
’49 yılı ile birlikte imam-hatip kursları açıldı, ilk İlahiyat Fakültesi kuruldu, seçmeli din dersleri kondu, kapatılan türbeler yeniden açıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki (aynı burjuvazinin tarih sahnesinde yaptığı gibi) ilerici atılımın nefesi tükenmiş, toplumu aydınlatma vb. doğrultusundaki kaygılar bir yana bırakılarak yeniden dar pragmatik anlayışlar geliştirilmeye başlanmıştı. Bu yıllar önemlidir. Çünkü bu yıllardan sonra özellikle DP’nin de güçlenmesiyle laiklik yönünde ciddi adımlar tamamen rafa kaldırılacak ve toplum üstünde din yoluyla etki kurma politikaları hızlanarak ve artarak devam edecekti. Burada atlanmaması gereken bir nokta, sanılanın tersine, siyasi iktidarların dinle ilişkilerini daha sıcak tutma kaygılarının ve dinsel örgütlenmelere göz yumulması hatta onların desteklenmesi politikalarının gerici DP iktidarı ile değil bizzat laikliği varlık nedeni sayan CHP ile başlamasıdır. Bu tamamen burjuva iktidarların düzeni tesis etme kaygısı olarak görülmelidir.
80’lere kadar artarak süren, toplumda dinsel ideolojilerin güçlenmesi süreci 80’den sonra, komünizmin önünü kesme kaygısıyla birleşince burjuva siyasetinin merkezine yerleşti. Seçmeli din dersleri zorunlu hale getirildi. Sola karşı her türlü şiddet yolu denenirken çıplak burjuva ideolojisinin belirleniminden kurtulan kitlelerin dinci partilerde ve hareketlerde örgütlenmelerine zemin hazırlanmış oldu. Bundan ne yönetimdeki cunta ve takipçilerinin ne de diğer demokrasi havarilerinin rahatsız olmadıklarını rahatça görmemiz mümkündür. 80 dönemini ve burjuvazinin yaklaşımım en iyi özetleyen bir örneğe bakmamız yeterlidir. 80’in 3 Ekim’inde henüz darbenin 20 gün sonrasında, Türkiye kapitalizminin duayeni Vehbi Koç, Evren’e yolladığı mektupta Turgut Özal’ın kollanması gerektiğini, komünistlerin önünün bir an önce ve muhakkak alınması gerektiğini belirtiyordu. Ayrıca Koç şöyle diyordu mektubunda: “Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır.” 12 Cunta yönetiminin bu tavsiyelere harfiyen uydukları ve dini, devletin bizzat kendisi haline getirmek için çalışmalara başladıkları hemen görüldü. İmam Hatip okulları görülmemiş oranda artırıldı, üniversitelerde ve devlet kurumlarında güvenilir dinci kadrolara geniş yerler açıldı, devlet başkanlarından sıradan imamlara kadar herkes huzur ve güven ortamından bahsetmeye bunun için İslam dininin kaidelerine dayanmaya başladı.
Ancak son yıllarda girilen süreçte devlet, kendi yetiştirdiği canavarı dizginlemekte zorlanmaya başladı. 80 sonrasının parlatılan yıldızlarından devlet, dininin bir numaralı temsilcisi Fetullah Gülen örneğinde olduğu gibi yapılması gereken dinci örgütlenmeleri düzenin sınırlan içinde onu reformdan geçirecek ama ana yapısını değiştirmeye kalkışmayacak bir noktada tutmaktı. Özellikle gençler arasında hızla örgütlenmesi için devletin bütün imkanlarının hizmetine sunulduğu, parti yöneticilerinin her konuda fikir danışarak ciddi biçimde meşrulaştırdığı Fetullah Hoca şu an Türkiye’nin papası durumuna getirilmiştir. O da devletin bekası ama biraz daha Müslümanlaşması için elinden geleni ardına koymamaktadır. Devlet, Fetullah Hocacı olmuş, Fetullah Hoca da sonuna kadar devletçi olmuştur. Bu karşılıklı görev dağılımına uygun olarak aşırı hareketlerin önünde yine Fetullah Hoca devleti gözeten tutumuyla dikilmektedir. “İslam da boykot yoktur”, “Var mı Resulullah’ın yürüdüğü, slogan attığı” şeklindeki vaazlarıyla ve açtığı vakıflar yurtlar sayesinde gençleri “zehirli düşünceler”den korumasıyla devletin ihtiyaç duyduğu dinsel misyonu en iyi şekilde yerine getirmektedir.
Türkiye’de son gelinen noktada şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Bugün devletle dinsel örgütlenmeler içice geçmiş durumdadır. Bu devletin dincileşmesi ve gericileşmesi, dinsel örgütlenmelerin de bağımsız bir kişilik oluşturamayacak kadar düzenle bütünleşmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’de düzenin toptan sağa kayışı devam etmektedir.
Bu noktada, Gelenek’in 1988 yılına ait 18. sayısındaki A. Can Tamer’in yazısındaki yaklaşımın doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Şöyle demekteydi A. Can Tamer: “Devrimciler, 163. maddenin kaldırılmasına karşı çıkmalıdır. 163. maddeye karşı olanlar yıllardır iktidardadırlar… Konunun püf noktası, ülkemizdeki iktidarların gerçek anlamda laik iktidarlar olmadıkları gerçeğini göremeyişimizdir. Hatta bu iktidarların şu veya bu oranda ama özde İslami iktidarlar olduğu bile söylenebilir. Çünkü bir iktidar laik olmadığı oranda dinsel özlü bir iktidardır.
“…Nüfus kâğıtlarında dini İslam damgası varsa;
Devlet başkanları ayetlerle konuşuyorsa;
Din dersleri mecbursa;
İslam’ın ekonomik, siyasi, hukuki görüşleri Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanıp dağıtılıyorsa;
Devlet dini işlerin ve ibadetlerin yürütülmesi için bütçeden para ayırıyorsa, orada laiklik yoktur.” 13
Evet kesinlikle Türkiye’de laiklik yoktur ve burjuva iktidarlarının Türkiye’deki toplumsal yapıyı daha fazla laikleştirmek yönünde gösteriyor göründükleri çabalar birer sahte gösteriden başka bir şey değildir. Aynı zamanda Türkiye’de, dinin, devletin ve burjuvazinin çıkarları için düzen adına çalıştırılmasının en aymaz örnekleri yaşanmaktadır. Devletin eğittiği ve maaş verdiği imamlar, vaizler politik vaaz vermekte, Diyanetin yayınlarında, TV programlarında anti-sosyalist ekonomik ve sosyal görüşlerin propagandası yapılmaktadır. “Bunlar tastamam kapitalistleştirilmiş İslam yorumlarıdır.” 14
6. Türkiye’de laiklik konusunda sivil toplumcu yaklaşımlara bir örnek
Türkiye’de sivil toplumcu laiklik yaklaşımları çok çeşitli şekillerde ve çok çeşitli kesimler tarafından dillendirilmektedir. Marksizm’le belli bir yakınlık kuran yaklaşımlardan düzenin sol kolu durumundaki sosyal demokrat yaklaşımlara kadar laiklik konusunda geniş bir yelpaze bulunmaktadır. Ancak biz bunlardan sadece birini, batılı anlamda laikliği savunan ve bunu en somut talepler etrafında ifade etmeyi başarmış bir örneği ele alacağız. Türkiye’deki din-devlet ilişkisi konusunda az çok biz sosyalistlere yakın görüşleri savunan Mehmet Ali Kılıçbay, programatik açıdan tam anlamıyla batılı bir laisiteyi formüle ederek anlamlı bir malzeme birikimi sunmaktadır.”Öte dünya veya ‘din küresi’, bu dünyanın veya ‘maddenin küresi’ne müdahale etmediği sürece (ve tersi) laiklik vardır”. Bu sivil toplumcu laiklik anlayışının özetidir. Ve bu anlayışta, daha yukarda incelediğimiz şekliyle burjuvazinin yaklaşımında bulunmayan dinin toplumsal işlevini azaltma hedefi göz ardı edilmektedir. Soyut bir laisite yanlısı olarak Kılıçbay sonunda laiklik için gerekli koşulları şöyle sıralamaktadır:
– Din işlerinin lağvedilmesi;
– Dinsel konuların düzenlenmesinin cemaatlere bırakılması;
– Din okullarının kurulmasının cemaatlere bırakılması;
– Din adamlarının ihtiyaçlarının cemaatler tarafından karşılanması;
– Tarihi ve mimari özelliği olanların dışında tüm dinsel binaların cemaatlere devri ve ödeneklerin kesilmesi;
– Kimliklerdeki din ve mezhepin kaldırılması;
– Zorunlu din derslerinin kaldırılması. 15
Dikkatli bir gözle bakınca, bunların büyük bir kısmının şu anki burjuva iktidarlar yönetiminde el altından veya açıkça uygulanmakta olduğunu şaşırarak göreceksiniz. Vakıflar, tarikatlar vb. yoluyla dini cemaatlere nice olanaklar açılmakta, dinsel kurumların mülkiyeti ve denetimi büyük oranda devletin elinde olsa da ne buralardaki din adamları devletçe denetlenebilmekte ne de yeni ve özelleştirilmiş dinsel kurumların oluşması karşısında bir şey yapılmaktadır. Devlet, dinsel konuları denetler görünürken aslında kendi yapısını özsel olarak cemaatlere dayandırmaktadır. Başbakanlar tarikat liderlerini meşru kabul edip onlarla görüşmekte, seçimlerde tarikatlara göre oy dağılımları yapılmakta, burjuva partiler yapılarını mümkün olduğunca daha fazla dine ve dinsel cemaatlere dayandırmaya çalışmaktadırlar. Bu anlamda diyanet işlerinin şu anda lağvedilmesini istemek gerici ve kurumlaşmış cemaatlerin egemenliğini pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Bu cemaatler, dünyevi işlerle de çok fazla alakalıdırlar ve en gelişkinleri bugün orta ve büyük burjuvazinin iskeletini oluşturur duruma gelmişlerdir. Kapitalizmin mantığı gereği bunların engellenmesi mümkün değildir, herkesin mülk sahibi olarak mülkünü artırmaya, zenginleşmeye hakkı vardır(!). Tekelci burjuva devletinin dinci gericilikle yürüttüğü mücadelenin bir yanı tekelci burjuvazinin orta ve büyük denetlemesiyle ilgilidir. Ancak bu mücadele belirgin değildir. Bir yandan kadrolar düzeyinde buralardan ciddi beslenme damarları vardır, öte yandan orta burjuvazi tekelci burjuvazinin aşına göz koymadığı sürece her zaman dost ve müttefik olacaktır. Temel düşmana karşı “cepte” bulundurulmalıdır. Kapitalizm için kaçınılmaz olan bu durumun doğal sonucu, düzenin egemenlerinin daha da gericileşmesi olmaktadır. Burjuva medyanın yürüttüğü “ortaçağ karanlığı” lafzı siyasal özgürlüklerin ortadan tamamen kalkacağının ötesinde bir şey ifade etmemektedir. Düzenin gericileşmesinin ekonomik yorumu tekellerin ve siyasi organların da dincileşmesi veya tamamen cemaatlerin eline geçmesi demektir. Dinci sınıflar feodaliteyi falan değil popülist kaygıları da olan, baskıcı bir kapitalizmi devam ettirecektir. Bunların kendilerine seçtikleri asıl düşmanlar işçiler ve komünistler olacaktır.
Son günlerde tüm iç yapıları ortaya dökülen tarikatlarda dinsel-feodal bir işleyişten ziyade giderek servetini büyüten ve bunu kapitalist işletmelere dönüştüren şeyhlerle, bunların “Allah yolunda” yürümeleri yönünde sundukları hizmetleri satın alan müritler görülmektedir. Bunun bir adım ilerisi daha büyük “işletmeler”de görülmekte, hisse senedi ortaklığı, bayilik ortaklığı vb. uygulamalarla (tamamen kapitalist şirket mantığına uygun olarak) ekonomik ve ideolojik örgütlenme devam etmektedir. Orta burjuvazi bu anlamda küçük burjuvaziyi kazanma yolunda önemli ilerlemeler kaydetmiştir. İdeolojik planda onlardan olmayan küçük burjuvazi halen düzenin diğer kuvvetlerinin (sosyal demokratlar, liberaller) denetimi altındadır. Ancak bunun çürük bir bağlanma olduğunu da ifade etmek gerekmektedir.
Kısacası, Kılıçbay’ın sıraladığı ve Türkiye’de laiklik yanlılarının manifestosunu oluşturan ilkelere göre kapitalizmde laikliğin uygulanması mümkün olmayacaktır. Kılıçbay’ın öne sürdüğü taleplerin burjuva iktidarı altında yerine getirilmesinin sonucu ise laik bir toplum değil tam tersine tamamen dinsel örgütlenmelerin denetimine geçmiş bir toplum olacaktır. Kılıçbay’ın “dünyevi alan”dan beklentileri ise daha vahim ve daha traji-komiktir:
. Toplumla birey arasındaki bağın yalnızca vatandaşlık üzerinden kurulması,
. Dinsel cemaatlere yönelik baskıların kaldırılması (bu talep Türkiye’de dile getiriliyor, lütfen gülmeyin!)
. Dinin tamamen bireysel bir konu olarak kabul edilmesi. 16
Bunun ideal bir durum olduğu itiraf edilmektedir. Evet ideal bir durumdur. Ama ancak Avrupa’nın kapitalist ülkeleri için. Türkiye’nin şu anki nesnelliğini kavramaktan uzak sivil toplumcu yaklaşım sadece kitabi ve Avrupai görüşleri dile getirmekten öte gidememektedir. Toplumdan ve toplumsal yapıdan son derece uzak oluşturulan bu bağlamdaki laiklik çığırtkanlığı da ya hoş bir seda olarak kalmaya mahkum olacaktır ya da sosyalizme açılan özgürlükçü bir harekete katılacaktır!
Bilimde ve toplumsal pratikte her türlü “mutlakçılığı” ve “yasallıkları” reddeden modern sivil toplumcu laik anlayış kendi içinde sınırsız bir düşünce özgürlüğünü savunuyor olmanın boş gururunu taşımaktadır. Onlar için özgür düşüncenin ve onun toplumsal bir uzantısı olan laiklik anlayışının zaferi “birilerinin başkalarına karşı kazandığı bir zafer” değil düşüncenin ve sevginin bölünmez zaferi olacaktır. 17 Onlar bu soyut dostluk ve sevgi zaferinin somut bir başka zafer üstüne kurulacağını görmek istemezler. Bu zafer, ezilenlerin egemenler karşısında kazanacağı, bir sınıfın (onların tabiriyle birilerinin) bir başkası karşısındaki son zaferi olacaktır. “Birilerinin başkaları” karşısındaki kaçınılmaz mücadelesini ve zaferini yadsıyanlar, o “başkalarının (yani burjuvazinin) bu “birileri” (yani proletarya) karşısında her gün yeniden ürettiği sömürü ve baskı zaferini onaylamaktadırlar. “Birilerinin”, “başkalarına” karşı zafer kazanmasına son verecek gücü elinde bulunduran proletaryadır. Proletaryanın öncü güçleri, “birilerinin”, “başkalarına” hükümranlığına son vermenin yolunun “birilerini” birileri olarak “başkalarını” da başkaları olarak ortadan kaldıracak koşulları inşa etmekten geçtiğini pek iyi bilmektedirler. Sınırsız özgürleşmiş düşüncenin ve gerçek laikliğin boy atması ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla yeryüzünde hakim olabilecektir. Toplumların bu yöne doğru ilerleyişini yadsıyanların düşünce özgürlüğü ve laiklik savunuları sahtecilikten öteye geçemeyecek, bunlar burjuva egemenliğinin pembe hülyalar dağıtan vaizleri olarak kalacaktır.
7. Laiklik ve sosyalist laiklik
İlkin şunu söylemek gerekir: Dinsel gericiliğin günümüz toplumunda hala beslenebilecek bir ideolojik zemin bulmasının altında yatan neden, şu anda da kitlelere özellikle burjuvazinin ideoloji üretim araçları ve maddi gelişimi kontrol altında tutan mekanizmaların “insan faktörü çağımızda önemsiz bir faktördür, hayat sizin dışınızda, bağımsız olarak hareket etmektedir buna karşı duramazsınız” şeklindeki propagandasıdır. Burjuvazi, kendi egemenliğini sağlamlaştırmak için insanların iradelerinin önemsizliği görüşünü yaratmakta ve onu pohpohlamaktadır. Bunun kitlesel düzeydeki karşılığı doğal olarak gelecekten ve maddiliğin denetlenmesinden umudunu yitirmiş insanların oluşmasıdır. Sonuç olarak bakıldığında kapitalizmin de kendine ait bir takım “işleyiş yasallıkları”na dayanarak devindiği, tarihin ve bilimsel yöntemin bir doğrusudur. Ancak bu yasalar maddi yasalardır ve ekonomik varlığın ve ekonomik ilişkilerin kendi bağırlarından çıkan yasalardır. Yani tanrısal veya anlaşılmaz değildir.
Dinsel ideolojinin gereksizleşmesi için aslında ilerlemiş kapitalist üretim ilişkileri çok fazla olanak sunmaktadır. Bunlar, insanın, üretimin temel faktörü olması, üretimin ve değişimin toplumsal planda denetimi ve örgütlenmesi için insanların daha fazla katılmasıyla çözülebileceği gibi olanaklardır. Oysa bizzat kapitalizm bu olanakların gerçekliğe dönüşmesini engellemenin yanında -çünkü bunların gerçekleşmesi için burjuvazinin asalak ve bireyci düzeninin yıkılması zorunludur- dinselliğin oluşmasını ve gelişmesini desteklemektedir. Burjuvazinin direkt ve dolaylı katkıları ile dinsel gericilik ve baskıcılık giderek yayılmakta ve iktidardaki yerini sağlamlaştırmaktadır. İdeolojik mücadelede ilk tutulacak yol, maddi dünyanın gerçeklerine ve yasalarına sahip çıkmak, bunların açıklanmasından ve sonuna kadar götürülmesinden kesinlikle geri durmamak olmalıdır. Bunun yöntemi tarihsel materyalizmdir.
Ancak düşülmemesi gereken çok önemli bir hata popülist söylemin tam tersi bir sapma oluşturan, “şeklen Müslümanlığa” bile tahammülü olmayan nihilist anlayışlardır. Hâlbuki halkın büyük çoğunluğu şekilde müslümandır. Ve ilericiler, devrimciler bu kitleyle birlikte var olmak zorundadır. 18
Bu anlamda, dinin toplumsal planda bir “ihtiyaç” olarak yaşam bulmasını ortadan kaldıracak koşullar oluşturulana kadar -ki dinin toplum içinde varlığını devam ettirmesinin sona ermesi ancak onun nesnel zemininin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır- şeriatçı akımların gelişmesi ve geliştirilmesinin karşısındaki her türlü politikaya destek verilmelidir. Burjuvazinin ikiyüzlülüğü unutulmadan ve sürekli teşhir edilerek dinin siyasal hareket haline gelmesi kesinkes engellenmelidir. Sosyalist İktidar’ın hemen ertesinde dine karşı cepheden bir saldırı düşünülmemelidir. Ancak tabi ki siyasileşen dinsel oluşumlar kesinlikle ve gerekirse zor yoluyla engellenecektir.
Sosyalistler, sonuçta dinin bir afyon olduğunu asla unutmazlar. (Pragmatist Napolyon’u ve düzenbaz Vehbi Koç’u hatırlayınız) Din, sömürünün, eşitsizliğin kabul edilebilir sınırlar içinde tutulmasını sağlar. Dinlerde ilericilik aramak boş bir uğraştır. Ama bu dine karşı cepheden savaşa girişmemizi gerektirmez.
Sosyalistler, din üzerinden şöyle veya böyle bir ideoloji üretmezler. Ancak sosyalistler, her türlü gerici, statükocu, boyun eğmeci, baskıcı ve ilerlemeyi engelleyici oluşumun kesinkes karşısındadırlar. Sınıf mücadelesi içindeki ideolojik konumlanışlarının ana halkalarından birini de bu oluşturacaktır.
Burjuva toplumunun ekonomik ve ideolojik yapılanışı gerçek bir laiklik uygulamasına izin vermemektedir. Ama öte yandan kendilerini laik, laik cephe vb. diye adlandıran kurnazların varlığında, sosyalistler gerçek laiklik savunucuları olarak “sosyalist laiklik”i savunurlar. Sosyalistlerin diğer görevi, dinin, sınıflı toplumların işleyişindeki rolünü açıklamak, egemen sınıfın dine ve laikliğe yaklaşımındaki ikiyüzlülüğü ortaya sermek olmalıdır. Aslolarak tekelci burjuvazinin egemenliğini yıkmak için mücadele eden sosyalistler toplumun en ileri kesimi ve devrimci ilkelerin temsilcisi olduklarını unutmazlar. Çünkü, emek-sermaye çelişkisinin, kendisini genellikle en yalın haliyle ortaya koymadığı tezi sosyalist teorinin bir doğrusudur. Sermaye egemenliğine karşı mücadele, Türkiye’de daha belirgin bir pratik sorun olarak gericiliğe karşı mücadele ile iç içe geçmiştir.
Dinsel gericilik ve yobazlık, birer parçası haline geldikleri burjuva ideolojisinin nesnel olarak ortadan kaldırılmasıyla birlikte toplum üstündeki baskılarını yitirecektir. Burjuva ideolojisinin nesnel olarak ortadan kalkması ise burjuvazinin tarih sahnesinden silinmesi ile mümkündür.
Dipnotlar ve Kaynak
- Koraltan, Nadir; “Dinci Gericiliğe Karşı Sosyalist Politika”, Gelenek sayı 47, s.87
- Engels, Friedrich; Ütopik Sosyalizm Bilimsel Sosyalizm, Sol yay., s.53
- Bizim konumuz burada ne hıristiyanlığı ne de islamiyeti araştırmak değildir. Laiklik kavramının gelişimi esnasında bunun ortaya çıkışında etkisi olan koşulları ve dinleri de gözden geçirmek zorundayız. Ama bunu bir din tarihi araştırması şeklinde yapmayıp sadece dinin toplumsal ve siyasal boyutunu ele aldığımız için hıristiyanlık-islamiyet türü bir ayrımyapmıyoruz. Ülkemizde yaygın olan din islamiyet olduğu için ayrımların olmadığı noktalar dışındaki konuları islamiyet yaklaşımıyla ele almak bizim için daha elzem olacaktır.
- Gernet ve Boulanger; Dinde Grek Dehası, Paris, s.467
- Bayet, Albert; Dine Karşı Düşünce Tarihi, Broy yay., s.40
- age, s.75.
- Burada ilginç bir nokta şudur: Dine karşı bu çok yoğun saldırıyı yürütenlerin başında Hebert’ciler vardır. Fransız devriminin pek çok açıdan en devrimci kanadını temsil eden Robespierre ise burjuvazinin gelecekteki kaygılarını erkenden görmüş ve dine saldırmanın cumhuriyetin geleceği açısından o aşamada hiçbir yarar sağlamayacağını öne sürerek “devlet dini”ni savunmuştur. Hebert’ciler Robespierre’in keskin saldırıları sonucu giyotine gönderilmistir. Bu olay, devrimci burjuva iktidarının statükoyu sağlamak için, daha ileriye adım atanları tasfiye etmesinin bir örneğidir.
- Koraltan; age, s.78
- Öktem, Niyazi; Cogito/ Dinler ve Laiklik yazısı
- agy.
- agy.
- Sönmez, Mustafa; Kırk Haramiler – Türkiye’de Holdingler, ek.2
- Tamer, Ali Can; “Din Sorunu ve Popülist Yaklaşımlar”, Gelenek sayı 18, s.97
- agy, s.97
- Kılıçbay, Mehmet Ali; Cogito / Laiklik Ya Da Bu Dünyayı Yaşayabilmek yazısı
- agy.
- Bayet; age
- Tamer; agy, s.99