“Ve acıdan dili tutulunca insanın, bir tanrı
Çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş.”
Goethe
Dünya ülke, sınıf; yeni tehditler altında… Yenilik, tehditte değil ama, yenilik bu tehdide kimi sol anlayışlar tarafından boyun eğilmesinde. Tehdit, kültür emperyalizmi ise; teslimiyet, kitle kültürüne karşı kitle kültü üretmek; teslimiyet, siyaseti sınıfa değil medyaya yapmak; teslimiyet, ideolojik mücadeleyi medyatikliğe dönüştürmek; sınıf mücadelesini deplasmana mahkum etmek.
Ne kitle kültürünü ve/veya kültür endüstrisini yadsıyacağız, ne medyanın çok yönlülüğünü görmezden geleceğiz; ama ne de, emekçi yığınlarım sermaye sınıfı tarafından istenildiği gibi manipüle edilebilen eblehler olarak kabul edeceğiz. Burjuvazinin araçları karşısında kimilerinin duydukları hayranlığın özentiye dönüşmesine, bu özentiyi de kendi pratiklerine taşımalarına sesiz kalmayacağız; çünkü kirlettikleri aslında bizim değerlerimiz; çünkü terk ettikleri bizim yıllardır üstlerine titreyerek koruduğumuz ve büyüttüğümüz iddialarımız.
Kapitalizmin dünya ölçeğinde sağladığı (siyasal, ekonomik ve askeri) üstünlüğe bakıp onun asıl gücünün kültüründe yattığı ve bu kültürün de kendi nesnelliği tarafından birebir belirlendiği tezlerine karşı, hala dünyadan, insanlıktan ve sosyalizmden bir parça umudu kalanlara, içine düştükleri aczi -hiç olmazsa bir köşesinden- bu yazı kapsamında göstermeye çalışacağız.
Kültür ve mücadele
Siyasal ve toplumsal bağları içinde bir kavram olarak İşçi Sınıfı Kültürü’nü, 53 no’lu Gelenek‘te yer alan ve “işçi Sınıfı Kültürü Üzerine” başlığını taşıyan yazımda tanımlamaya ve tartışmaya çalışmıştım. Bu tartışmada vurgulamaya çalıştığım, kapitalizm nesnelliğinde egemen kültür olarak karşımıza dikilen burjuva kültürünün karşısına, işçi sınıfı merkezli bir kültürle çıkılması zorunluluğu olmuştu. Kapitalizmin kendiliğinden süreçlerine bırakıldığında ise böylesi bir çıkış söz konusu olamaz, demiştim. Başka bir deyişle, işçi sınıfı kültürünün bu çıkışı, örgütlenmek zorundadır 1 .
Siyasal mücadelenin olduğu kadar ideolojik mücadelenin de katkı sunduğu bu örgütlenme etkinliğinin öznesi ise kuşkusuz partidir. Örgütle ya da partili sanatçı ve aydınlarla hiçbir biçimde sınırlı tutulamayacak ve birincil alıcıları ve yeniden üreticilerinin “hareket” tarafından temsil edileceği bu örgütlenme etkinliğinin asıl karşılığım bulması ise ancak egemen kültür denetimindeki emekçi kitlelerine ulaşmasıyla mümkün olabilecektir. Egemen kültürün “denetimi”, asla mutlak, öncesiz ve sonrasız, değildir. Çünkü egemen kültürün yapısı, egemen sınıfın “denetim” gereksinimlerine yönelik olarak biçimlendiğinden her zaman zaaflı bir denetimdir; gediklerinden, inceldiği yerlerden öte kopukluklarından söz etmek gerçekliğe daha yakındır. Egemen kültürü egemen yapan ilişkiler ne denli güçlü olurlarsa olsunlar, bu parçalı yapının, bu eklektik bütünün iç bağlantıları da o kadar zayıftır. Bu zayıflığı gizleyen ise, kapsanan kültürel alanların genişliğidir; genişliğin yarattığı boşluksuzluk yanılsaması, denetim dışı tek bir alanın bile olmadığı- kalmadığı yanılsamasıdır. Egemen kültürün, egemen üretim ilişkilerince üretilen ve beslenen bu yaygınlığı karşısında boğulmamak için gedikler aramak (ve bulmak) mümkündür. Bu gedikleri genişletmek de mümkündür. Bize boşluksuz bir tasarım sunan yapısal karamsarlığa rağmen yine de mümkündür; boşluksuz bir tasarım sadece idealizmin dünyasında bulunabilir; oysa biz materyalizmin diyalektik yasalarca biçimlendirdiği bir dünyada değiştirmeye “yazgılıyız”… Yazgımız bir yana, gediğimize dönecek olursak, egemen kültürün gediklerini genişletme çabası, ancak onu tümel olarak dağıtabildiğimiz zaman bir anlam kazanacaktır. Genişletme çabası kurtarılan ada’lara bel bağlamak, takım adalara, kıta sahanlığına derken sivil toplumculuğa kilitlenmekten öte bir çıkış sunmayacaktır bize.
Önerdiğim mücadele biçimi, egemen kültürün monolitik olduğu yanılsamasının bizi boşluklarda-gediklerde boğmasının önüne geçmek üzere; egemen kültürün eklektikliğinin oluşturduğu o ağ yapısında bağların koparılmasıdır. Egemen kültürün ağ yapısı, üç boyutludur; ama oylumu emekçi sınıfları içine hapsedebilecek kadar da büyük değildir. Kendimizi ağın tümden içinde değil, ayaklarımız yere basarken üst yarımızı kaptırmışız gibi görebiliriz.
Kültür emperyalizmi için kökenler
Siyasal devrimimizin ardından toplumu saracak ve sarsacak olan toplumsal devrim sürecinde ancak sosyalist kültür biçiminde tekleşerek egemen kültür haline gelebilecek işçi sınıfı kültürünün kökenlerini bulduğumuz yer ise şüphesiz yine egemen kültür şüphesiz yine ulusal kültürdür.
“Her ulusal kültür gelişmiş olmasa bile demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir çünkü her ulusta yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran sömürülen bir emekçi yığını vardır. Ama her ulusta aynı zamanda (çoğunlukla aşırı gerici ve yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültür de vardır ve bu ulusal kültürün “bir öğesi” olarak kalmaz egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle “ulusal kültür”genel olarak büyük toprak sahiplerinin papazların ve burjuvazinin kültürüdür”2 . [LENİN V. I.]
Kapitalist üretim ilişkilerinin dünya ölçeğinde kazandığı yaygınlığa ve egemenliğe bakacak olursak Lenin’in ulusal kültüründe dengelerinin burjuva kültürü lehine değiştiğim fark ederiz. Büyük toprak sahipleri kapitalist çiftlik patronlarına evrildikçe kültürel olarak da burjuva kültürüne içselleşmişlerdir. Bu içselleşmenin burjuva kültüründe yarattığı dönüşümleri (kesinlikle deformasyon değil) daha ileride açımlamak üzere sadece bir not düşmek istiyorum: Her içselleşme her bağlanma ya da her kapsama o ya da bu ölçüde kapsayanı da dönüştürecektir.
Daha çok bir gerici ideoloji olarak tanımladığımız ve dönemsel olarak siyaset sahnesinde de kendine kısmen özerk alanlar açabilecek etkinliğe ulaşan din ise, kuşkusuz, toplumsal pratiği diğer kültürel alanlardan çok daha fazla etkileyebilmektedir. Dinin kendisinin çoğu zaman bir kültür oluşturduğu ya da bir kültür üzerinden kendini yeniden ürettiği gözden kaçırılmamalıdır. Restorasyon sürecinde Asker Partisi’nin dinci gericiliği özel olarak ideolojik alanda sıkıştırmayı yeğlemesine karşın kürtürel alana hiç bulaşmamaya özen göstermesi, dinci gerici kültürün yerleşiklik ve tarihsel bağlarının güçlülüğü kadar, kapitalizme ve onun kültürüne olan içselliğine yorulmalıdır. Günümüzün sermaye kültürü, belli bir ekonomik gücü temsil eden dinci ideolojiden ve onun siyasal bağlamından çekinebilir; yoksa kendisini (sermaye kültürünü) de güncelleyen dini motiflerin, öğelerin sistematik kültüründen değil. Tarihsel olarak, ele alınacak olursa, burjuvazinin siyaset sahnesinde bilinen iddialarıyla ortaya çıkışında da rakip olarak gördüğü dinin kendisi değil onun siyasal gücüdür. Bu siyasal gücü kırmak için hem ideolojik hem de kültürel alanlarda ona karşı bir savaş açılmış olsa da bir kez siyasal gücü eline geçirdikten sonra burjuvazi için din, bir afyon ve yukarıda söz edilen ağın oldukça sıkı ve güçlü bağlarının malzemesidir.
“Bir dönem dinin baskısına ve otoritesine karşı savaşan burjuvazi kendi egemenlik araçlarını oluşturmaya başlamasıyla birlikte dini ve dinsel örgütlenmeleri kendi tarafına çekmiş, onlara toplumda ciddi bir misyon biçmiştir. Dinsel otoritenin kapitalizmin vazgeçilmezliğini vaaz eden, insanları soyut bir huzura davet eden yaklaşımları burjuvazi için gül bahçesi demektir. Bu gülleri yetiştirmek, bunları ‘dünyevi hayatın’ pınarlarıyla beslemek burjuvazi için son derece karlı bir uğraştır’3 . [KALEMCİ Tahir]
Kalemci’nin “kendi tarafına çekmiş” ifadesinin özel bir anlamı var. Burjuvazi, işlevsel olabildiği ölçüde verdiği bir değerle, çekebileceği tüm siyasal, ideolojik, toplumsal, kültürel vb. olguları kendi tarafına çeker ya da çekmeye çalışır. Din, bunun en güzel örneğidir. Öte yandan, ben de “çekmeye çalışır” dedim; yani kimi zaman istese de çekemeyebilir. Din, söz konusu olduğunda bile bu olasıdır. Çünkü, “çekme” ve içerme başka bir merkez de söz konusu olduğunda tek taraflı olmaktan çıkacaktır. Güney Amerika’daki devrimci süreçlerde, dinsel otorite içinde özellikle alt kademelerde yer alan din adamları eliyle din, ezilenlerden yana olabilmiş; yani, ezilenlerden yana çekilebilmiştir. Burada gözden kaçırılmaması gereken gerçek ise, ezilenin din olmadığı, ezilenlerin dindarlar olmadığıdır.
İdeolojik bir motif, kültürel bir motif olarak din, ezilenlerin yanında o da kısmen saf tutturulabilmiştir. Burjuva kültürü ve aynı anlama gelmek üzere egemen kültür ile olan bağı koparılamasa da zayıflatılabilmiştir. Bizdeki türban savaşlarında ise, din burjuva siyaseti karşısında mazlumu oynamasını bildiğince, burjuva kültürü ile olan bağını gizlemiş ve kimi “ezilen” sol pratiği bu bağ üzerinden burjuva ideolojisine eklemlemeyi başarmıştır. Mücadelenin çok kutuplu olması, mücadelenin rengini bulandırabilir.
Burjuva kültüründen, iktidarın, egemenliğin tesisi ve sürdürülmesinden başka, beklentisi olanlar yanılıyorlar.
Yukarıda hemen hemen birbirleri yerine kullandığım üzere; egemen ideoloji ile burjuva ideolojisinin kesişmesi, örtüşmesi ya da tamamen ayrı düşmesi bu yazı açısından ayrı bir öneme sahip. Bu önem, kültürel alan ile ideolojik alan arasında kurmayı istediğim analojiden kaynaklanıyor. Böylesi bir analojinin kurulabilirliği sorunsalını da zaten ideoloji, alanında sürdürmeye çalıştığım tartışmanın kendisi çözecek.
Kültür ve ideoloji
İdeolojiyi, eğer bir yandan “yanlış bilinç”e indirgemeyeceksek ama öte yandan da, işbölümü kökenli “yabancılaşma” ile sınırlamayacaksak ve kapitalist üretimi de “tüketim”, “boş zaman”, “özel alan” gibi bağlı olgularından koparıp değerlendirmelerimizde kullanmayacaksak, evet, burjuva ideolojisi, egemen ideoloji, resmi ideoloji gibi kavramları açımlamak ve birbirleriyle olan ilişkilerini çözümlemek; ideolojik mücadele üzerinden kendi sınıf mücadelemize girdi olarak yazma olanağı elimizde var demektir.
Egemen ideoloji, burjuva ideolojisinden nerede farklılaşır Soruyu bir de tersinden soralım; burjuva ideolojisi egemen ideolojiden nerede farklılaşır? Bence, bu soruların yanıtları, burjuva siyasetinin tarihsel gereksinimleri göz önüne alınarak yanıtlanabilir ancak. Çünkü, tarih sahnesinde yerini alan her sınıfın ideolojisi gibi burjuva ideolojisi de bu gereksinimler eliyle şekillenmiş ve şekillenmektedir. Ekonomi-politik dışında burjuvaziye ait durağan bir alan aramak boşunadır. Yani, burjuvazinin ekonomi politik dışı bir kategori ile tanımlanabilecek yapısal bir karakteri olabileceği düşüncesinin peşine takılıp, bu karakteri aramak sonunda ister istemez böyle bir karakteri ona yakıştırmayı da doğuracaktır. Bu bağlamda, “burjuva ideolojisinin eğer bir yapısal karakteri varsa” diye başladığınızda sadece “liberalizm” kalır elinizde 4 . Liberalizm de eninde sonunda burjuvazinin de (gözden) çıkarabileceği bir “karakteri”dir. Yeni liberalizmi, yeniden liberalizm diye okumakta da bir sakınca yok -bence. Yeniden liberalizm, ekonomi-politiğin sınırlarının ötesinde politik ve politikliğinin de ötesinde ideolojiktir. Keynes’i bilinçli burjuva ideologu sayıp, neo-liberal keynesleri, burjuvazinin kendiliğindenci kanadının sosyolojik üyeleri olarak mı kutsamalıyız Spekülasyonun, evet, sonu yok.
Yine Çulhaoğlu tarafından, bir yazısındaki bir tümce cımbızlanarak egemen ideoloji-burjuva ideolojisi ilişkisinin açık seçik ortaya konmadığı ya da birbirine karıştırıldığı iddiası ile “eleştirilen” Dünya Armağan’ın cımbızlı tümcesinin hemen ardından gelen tümcede “anlayana” yazdıklarını bir daha okumalarını öneriyorum 5 .
Burjuva ideolojisine özgün bir karakter (kişilik) aramanın yarattığı başka bir sorun da, sınıf mücadelesini dıştalayarak ona özellikler atfetmektir. Örneğin, demokrasiyi en yalın anlamı ile genel oy hakkına temsil ettirecek olursak, bunu ne burjuva siyasetinin ne de ideolojisinin ne de kültürün ya da hepsinin birden, bir özgünlüğü olarak ele almamız mümkün olamaz. Kapitalizmin parçalı bütününün, siyasal alanda kendini demokrasiye taşıması, asla bir zorunluluk olmayıp, “kültürel” hiç değildir 6 . Genel oy hakkı, işçi sınıfın mücadelesi sonucu elde edilmiştir. Edilmiştir ve içerilmiştir; ama mücadele daha ilerilere götürülmedikçe de asla aşılmayacaktır. Burjuvazinin çoktan gericileştiği bir dönemde, burjuva ideolojisinin içerip aşacağı bir şey aramak anlamsızdır. Sıkıştığında, sistem olarak tehdit edildiğinde en fazla içerecek, bir anlamda kendini yenileyecek ama asla aşmayacaktır. Niye aşsın Biz aşacağız; tarihsel olarak bu görev bizim; aşılacak olan kapitalizmin kendisinden başka ne olabilir. Ve kapitalizm hüküm sürdüğü sürece de, statükoyu korumaktan başka bir “dinamiğe” sahip olamayacaktır.
Egemen düşünceler, egemen üretim ilişkilerinin bir yansıması olarak kabul edilmemelidir! Olası bu yansımadan “biraz” farklı olarak kabul edilmelidir. Burada ne Alman İdeolojisi’ne, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’ne ne de inatla bu metinler üzerinden sürdürülmeye çalışılan tartışmalara girmek istemiyorum. Farkı kabul ediyor ama bu fark üzerinden fırtınalar koparılabileceğine, marksizmin ancak bu fark üzerinden süren çalışmalarla reel politik haline dönüşebileceğine ise asla katılmıyorum.
En geniş anlamıyla egemen düşüncelerin egemenlik sağladığı süreçler olarak ideolojinin alanlara karşılık kullanımı, zaten kendi içinde egemen olma savaşı sürdüren başka ideolojilerin de var olabileceğini baştan kapsamaktadır. İdeolojik mücadelenin sürdürüldüğü bu savaşın, kapitalizm nesnelliği tarafından var edildiği gerçeği apaçık ortadadır. Sosyalist ideolojinin egemenliğinin kurulması ise aynı nedenle egemen ilişkilerin alt üst oluşunu önceleyemeyecektir. Ama süreç, ama savaş, mezar kazıcılarının tarih sahnesinde yerini almasıyla zaten başlamıştır; zafer ise devrimle somutlanabilir. Zaferin bir deneye dönüşmesinin önündeki engel ise toplumsal devrimin tamamlandığı, kuruluşun tüketildiği süreç olup, başlayan süreçtir. Savaşın varlığı, ister sosyalist ideoloji deyin, ister işçi sınıfı ideolojisi, sınıf ideolojilerinin varlığının kanıtıdır. Marx’ın 18 Brumaire’indeki değinmeden önce bu kitabın tümel gerçeği hem sınıf savaşımlarını hem de ideolojilerinin bu savaştaki yerini ve araçsallığını gözler önüne sermektedir.
Gelelim egemen ideoloji-burjuva ideolojisi ayrımına. Her sınıf kendi düşünce biçimini bir biçimde ve ölçüde yaratabildiğine göre, öncelikle diğer toplumsal sınıflar gibi burjuvazinin de bir sınıf ideolojisi vardır. Egemen olan ideoloji ise, daha çok var olan nesnelliğin ürünüdür. Kapitalist toplumda egemen ideoloji; işbölümü, emek süreci, yabancılaşma, meta fetişizmi, en genel olarak üretim ilişkileri, bölüşüm, ikincil bölüşüm ve tüketim ile emeğin yeniden üretimi gibi birbirlerini tamamlayan ve etkilerini büyüten süreçlerin “öncelikli” belirlenimi altındadır. Egemen sınıfın ya da egemen bloğun ideologlarınca ya da yukarıda örneklenen gereksinimlerince üretilen ve daha çok “yanlış bilinç” ya da çarpıtma gibi kavramlarla işaret edilen ideolojiler ya da ideolojik motifler ise öncelikli olmayıp, “öncelikli” olan nesnelliğe mahkum oldukları için yapının üst-yapıdaki gerçekliğinde “biraz” etkili olabilirler. Öncelikli olanı ve olmayanıyla, egemen ideolojinin kapsadığı alanın oluşum sürecinde yine de bir ikilikten söz etmek mümkün değildir; tam aksine egemen ideoloji bu süreçlerde diyalektik bütünselliği içinde var olur ve kendini yeniler. Bu süreçlerde egemen olan ideolojinin tanımlanmasında, bir sınıfa ait olma (ona hizmet etme) özelliği, o sınıfın iktidarda olmasının ötesinde bir anlam taşır: Bu anlam, o sınıfın, zaten nesnelliği oluşturan kapitalizmin doğal egemen sınıfı olmasıdır. O sınıf, burjuvazidir. Kapitalizmin burjuvazisi! Egemen sınıf olması ile sınırlı bir fark değildir, kapitalizmin burjuva sınıfı ile kapitalizmin işçi sınıfı arasındaki fark. Uzlaşmaz çelişkinin varlığına rağmen, kapitalizme özgün olmasına karşın, burjuvazinin yanında kapitalist üretim ilişkileri dolayımıyla, bir sınıf olarak kendi toplumsal pratiğinin gerçekliğine ulaşamayacak olması nedeniyle, devrime kadar hep dışsal kalacaktır, işçi sınıfı. Bu dışsallık, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Egemen sınıfından bağımsız, bir olgu olarak ele alınabilecek bir kapitalizm yoktur; benzer biçimde de, burjuvazinin ideolojisinden bağımsız, bir olgu olarak ele alınabilecek bir egemen ideoloji de yoktur, olamaz. Betimlenen bir bağ (belirleme ilişkisi) değildir; kapitalizm ve burjuvazinin ancak tümellik içinde, değerlendirilebileceğidir. Kapitalizm ve onun burjuvazisi tek bir organizmadır. Madde ile hareketi birbirinden ayıramazsınız. Hareketsiz bir madde olmayacağı gibi, maddesiz bir hareket de olamaz. Madde ve hareket arasında bağlantı aramak mümkün değildir. Şimdi, tersinden baktığımızda sonuç daha da netleşiyor: Egemen ideolojiden bir olgu olarak bağımsız ele alınabilecek bir burjuva ideolojisi yoktur. Kapitalizm nesnelliğinde, ikisi bir ve aynı şeydir. Bu olmadığı durumda, egemen ideolojinin kendisi bir özne haline gelecek ve tarihi aranacaktır. İdeolojinin bir tarihi olması ise ancak düşüncenin özne olabileceği bir felsefenin ürünüdür: İdealizm.
Burjuvazinin kapitalizm nesnelliğinde egemen sınıf olma özelliği nasıl parçalanamıyorsa, onun ideolojisi ile egemen ideoloji arasında da bir başkalaşım söz konusu değildir. Başkalaşım, egemen ideolojinin bu arada da burjuva ideolojisinin kendisindedir. Bu başkalaşımın da tek dinamiği sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi, sömürü oranı, gibi kapitalizmin iktisadi parametrelerini başkalaştırdığı gibi, burjuvazinin kendisini de devletini de, siyasetini de, ideolojisini de ve kültürünü de başkalaştırır. Sınıf mücadelesinin bir dönem için reforma uğramış bir kapitalizmi başka bir dönemde de “neo-vahşi” kapitalizmi doğurduğu düşüncesine hak vermemek mümkün değildir; benzer biçimde, siyasal iktidarda burjuvazinin çöreklenmediği kimi “geç kalmış kapitalizmlerde de, egemen sınıfın burjuvazi olmadığını düşünmek mümkün değildir. Uca götüreceğim; burjuvaziyi de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, sömürü düzeni dışında monolitik yapan ne var? Burjuvazi, ideolojik, siyasal ve kültürel olarak asla monolitik değildir ve olamaz. İktidarı dahi -kendi egemenliği tehlike çanlarını duyana kadar- parçalıdır, iç gerilimlere sahiptir; burjuvazinin siyaseti parçalıdır; bugün, bu ülkede paramparçadır… Bu parçalılık kapitalizme özgüdür; egemen sınıfın doğası gereğidir.
“Burjuvazi üretim araçlarını sürekli değişikliğe uğratmaksızın ve bu yoldan üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini değiştirmeksizin varolamaz. Buna karşın, eski üretim tarzının olduğu gibi korunması, ondan önceki tüm sanayici sınıfların başta gelen varoluş şartıydi. Üretimin sürekli devrimsel bir değişikliğe uğratılması, toplumsal koşulların aralıksız altüst edilmesi, sonu gelmez belirsizlik ve çalkalanış, burjuva çağını önceki bütün çağlardan ayıran özelliktir. Bütün sabitlenmiş, donmuş ilişkiler, peşleri sıra çekip getirdikleri yıllanmış saygıdeğer önyargılar ve fikirlerle yıkılır gider; yenilerinin de daha kemikleşmeye vakit bulamadan modası geçer. Katı olan herşey buharlaşır, kutsal olan herşey ayaklar altına alınır; ve insanoğlu, nihayet gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye mecbur kalır”7 [MARX Karl-ENGELS Friedrich]
Ve bu doğa, onun temelde siyasi, ama yanında (biraz zorlama da olsa) ideolojik ve kültürel mücadele verilerek devrilebilmesine olanak tanıyor. Ekonomik gücü elimize geçirip partilerimizi holdingleştirmeyeceksek ya da salt genel grevle bu işi bitirmeyeceksek, bu böyledir… Her yönüyle paramparça bir sınıfın kendi ideolojisi olarak monolitik bir ideolojiye sahip olması tümden saçmadır; onun ideolojisi de her yönü gibi parçalı, zaaflı ve bize olanaklar sunan bir kırılganlıktadır. Bu ideolojinin adı; onu algılayabildiğimiz haliyle, Egemen İdeoloji’dir.
Çanlar çalıyor, kulak veren Asker Partisi’dir. Ama çok uzaktalar; yetişmeleri mümkün değildir. Çanlarını biz çalıyoruz… Kültürleri, anlamaya müsait değildir…
Nesnelleşen egemen ideolojinin burjuva ideolojisini perdelemesi işe zaten kendi sınıf karakterini gizleme çabasının da bir ürünü olarak düşünülmelidir. Ancak bu çabayı, bir sınıf ideolojisinin sınıf çıkarlarını yapısal olarak toplumun tümünün çıkarı biçiminde yansıtması biçiminde değil, burjuva ideolojisinin ideologlarınca girişilen öznel bir çaba olarak değerlendirmek gerekir ve hedefi, ideoloji çözümlemelerinde bulunan aydındır. Burjuva ideolojisi, kitle’ye yöneliktir ama kendi içinde kitle’den daha tehlikeli algıladığı aydını hedefleyen öğeler de taşır.
Burjuva devlet çözümlemelerinde sıkça karşılaşılan bulanıklıkta bu öğelerin de katkısı azımsanamaz. Eğer, yeniden oligarkların izini sürmeye başlamayacaksak, egemen ideoloji ile burjuva ideolojisi arasındaki ayrımın ya da aynılığın farkında olmak zorundayız. Restorasyon karşısında Asker Partisi’nin ne istediğini ya da ne yaptığını, kimin adına yaptığını ve Asker Partisi’nin kendisinin kim olduğunu kavrayacaksak, bu iddiayı, bu sorumluluğu taşıyorsak, egemen ideolojiyi burjuvazinin ideolojisinden başka birşeymiş gibi gösteremeyiz. Egemen ideolojiyi tu kaka addederken, burjuva ideolojisine olumlu anlamlar yüklememek için; demokrasi mücadelesine fit olmamak için…
“Burjuva ülkelerinin kültürlerinin özü, gerçekten de elde edilmiş düzenin korunması, devam ettirilmesi üstünde toplanmıştır. Ama ürünü olduğu burjuva toplumunun düzeni özgürlük kategorileri üzerinde kurulmuştur; yani toplumsal ve siyasal liberalizm eşitlik ve kardeşlik ilkeleri üstünde kurulmuştur -hiç değilse görünüşte öyle. Görünüşte… diyorum, çünkü gerçekte bu kavramlar burjuva toplum düzeni içinde yeterinden çok ütopiktirler. Toplumsal ve ekonomik alanda oldukça dar ve sınırlı olan özgürlük kavramı kültür alanında oldukça yaygındır. Doğrusu istenirse bu alanda liberalizm de bir ütopya değildir. Gerçek bir liberal kültürü vardır batının ve açıkça söylemek gerekirse bizler bu kültüre çok şey borçluyuz”8 [Abdel-Malek]
Mısırlı bir aydın, 1967 yılında bunları düşünüyor. Şaşırtıcı olan geçen otuz yılda, bu düş(ünce)lerin hala sol içinde belli bir kesimin görüşleri olarak kalabilmesi. Yazar, bir tümce sonra marksizmin de bu burjuva kültürünün (batı kültürü) içinden geldiğini söyleyecek. Doğrudur da! Ama aşarak… Aşkın ya da değil; ben yine de, burjuva kültürüne laf dedirtmem. Modernizmi yadsıyarak içinden geçen marksizm neredeyse egemen kültürün bir ögesi haline getirilecek; post modernizm aşkınlığı marksizme de içkin olacak! Varılacak oları ya da mantıksal sonuç diyerek ufka bakmıyorum; varılan nokta budur. Özgürlüğü ve eşitliği egemen sınıfımıza emanet bırakamayız.
Kültür emperyalizmine doğru
Kurmak istediğimi söylediğim analojiyi öncül kabul edelim ve sürdürelim yazıyı: Egemen kültür, büyük vektörünün burjuva kültürü olduğu ve kendine eklemlediği her türden toplumsal kategorilerin kültürlerinin ya da kültürel motiflerinin bir bileşke kültürü değildir. Egemen kültür, (tıpkı egemen ideoloji-burjuva ideolojisi ilişkisinde olduğu gibi) kapitalist-emperyalist sistemin yerel damgalar taşıyan burjuva kültürüdür.
Egemen kültür, asıl dayanağı kapitalist üretim ilişkileri olan bir nesnellikte burjuva kültüründen başka birşeymiş gibi incelenemez.
Yol’un girdiği her yerde kapitalizm; kapitalizmin girdiği her yerde de evrensel bir yol kültürü doğmuştur. Yollar, önce kentleri kentlere bağlamaktadır. Sonra aralardaki kasabaları kentlere ve köyleri de kasabalara ama bazen de dolaysızca yine kentlere. Egemen kültür, yolların ulaştığı büyük kentlerden başlayarak çevrelerindeki daha küçük kentlere sıçrar, kasabaları etkisine alır ve ancak ikincil olarak çevresindeki kırlara doğru hücum eder.
“Birinci Cihan Harbinden itibaren, feodalitenin tamamıyla yıkılmasıyla iki köy çeşidi (dağ ve ova köyü-dg) arasındaki sosyal değişme bakımından meydana gelen farklılık bu iki köy çeşidinde farklı durumların gelişmesine sebep oluyor. Şehre yakınlığı ve taşıt ve haberleşme vasıtalarının ilerlemesi dolayısıyla ova köyleri memleketin daha geniş cemiyet çevresinin, değişme sürecine daha yalından iştirak ediyor dağ köyleri ise daha infirat etmiş bir durumda kalıyorlar. Bu müsait şartlar ova köylerinin esasen çok verimli olan toprağının iktisaden kıymetlendirilmesine imkan veriyor”9 . [BORAN Behice]
Boran’ın 1945 yılında yazdıklarını başka bir alıntıyla bütünleyelim:
“Manisa ovalarında yaylı karyolada gerdeğe giren üzüm, pamuk ve tütün ırgatlarının daha 40’larda uluslararası kapitalist bölüşüm ilişkileri içinde sömürülüyor olması, onları zeybek havalarından koparıp fabrikalarda sömürülen kentli işçilerin de birincil dereceden sorumlusu olduğu şu kentli kültürün ‘ne yazık ki’ bağımlısı yapmıştır. Pazara emeğini sunanın ekmeği de, eğlencesi de, kültürü de pazarın kıblesi kent ve kentli olmak zorundadır” 10 . [AHISKA Can]
Sömürge imparatorlukları çağında, batılılaşma ve modernleşme kapitalist üretim ilişkilerinin kazandığı yaygınlığın çok ötesinde bir alan açmayı başarmıştır, burjuva ideolojisi ve burjuva kültürüne. Yakınlarda yitirdiğimiz araştırmacı Pertev Naili Borotav’ın 1967’de “Türk kültürü gene de bir emperyalizm yaratığıdır”11 derken kastını aştığını hiç sanmıyorum. Kemalizm, kemalist milliyetçilik başta olmak üzere tam da bir emperyalist yaratıktır. Anadolu köylülüğünün o da bir kısmının konuştuğu Türkçe dışında hemen hemen hiçbir kültürel değerini 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar koruyamamış olan bir mirastan da daha fazlası çıkabilir miydi? Taşıyabildiklerini de 1923 sonrası kapitalizmine tasfiye ettirirken; egemen kültürünün emperyalist merkezli olduğunu gizleyecek öğelerin de peşine düşmekten geri durmamıştır, kemalizm. Anadolu Halk Müziği’nin yeniden derlenmesi yeniden yaratılması bu süreçlerden sadece biridir.
Kısa bir geri dönüşle, burjuva kültürünün eklektikliğini ve özgün bir karakterinin olamayacağını anımsatmak istiyorum. Burjuva kültürünün bu topraklarda eksikliliği ya da yeterince gelişmediği üzerinden yürütülen tartışmalar çok gerilerde kalmadı. Demokratik devrim taleplerine hala gerekçe olabiliyor bu tür iddialar. Doğrudur; kendinden menkul, kişilikli ve karakteri olan bir burjuva ideolojisi olduğunu düşlerseniz doğrudur; bu ülkeye önce bir demokratik devrim gereklidir ki, örneğin demokrasi kültürü bu toplumda da gelenekselleşebilsin.
Egemen kültür biçimindeki burjuva kültürünün, artık, sorumluluğunu taşıdığı bir ilericilik nosyonu yoktur. Kapitalizmin solla olan mücadelesinin ötesinde böyle bir dinamiği yakalamaya gereksinimi yoktur. Düzenin bekasından başka bir ereği de olmayan bu dinamiğin, her durumda gerici bir karakteri vardır. Çok ender de olsa “ilerici” görünümlere sahip olduğunda bile sonuna kadar gerici bir dinamik… Tehdit, bu görünümün “bir kısım sol”u kendine eklemleyebilme yeteneğiyle ilişkilidir. Egemenlerimizin “radikal”liği, her türlü kültürel girdiyi her iki uçta da gidebileceği son noktaya kadar götürebilme cüretidir. Bu cüret; iktidardan, altyapıdan ve kişiliksizliklerinden gelir. 12 Eylül ile birlikte ülkemizde askerler eliyle sola karşı açılan savaşın hedeflerinden biri de kültür alanıydı. Bu alan öyle tahrip edilmeliydi ki, bir daha canlananlasın.
“Bu nedenle Türkiye’nin emekçi insanına 12 Eylül’le birlikte akılalmaz ölçülerde bira içirilmeye çalışıldı; aradan birkaç yıl geçti en yobaz kampanyalarla insanların bira içmesine engel olunmak istendi. İnsana dönük saldırı söz konusu olduğunda her iki politika da aynı doğrultuyu gösteriyordu. (…) Restorasyon süreci, 12 Eylül sonrasındaki saldırının bütün ‘ileri’ örneklerini kendince tırpanlamaya çalışıyor. (…) Çürümenin kontrol edilebilmesi için ‘kültürel’ alana da el atmaları gerekiyor. 12 Eylül gericiliği camilerde ve gazinolarda boy attı. Çete toplantılarında cinayet planları ve ihale pazarlıkları kah dansözlerin göbeklerine, kah tarikat şeyhinin sakalına bakarak yapıldı. Karşı devrim vıcık vıcık bir ‘kültür’ yarattı. Şimdi neresinden tutsalar dökülen bir sistemin sağını-solunu düzeltmeye çalışıyorlar”12 . [OKUYAN Kemal]
Kitle kültürü, kültür endüstrisi
Emperyalizm aşamasında, siyasal ve ekonomik gücü elinde tutan emperyalist odakların kültür alanına bilinçli bir biçimde el atmadığı iddiası çocukçadır. Ulusal politikacıların kuklalaştığı bu dönemin ilk atakları basın eliyle, gazeteler eliyle gerçekleştirilmiştir. Medya İmparatorlukları sanıldığı gibi yüzyılın son çeyreğinin ürünü değildir.
“Tarih sahnesinde yerini alan burjuvazinin aristokrasiye karşı savaşımında önemli bir araç olarak kullandığı gazeteler zaman içinde kendilerinin herkesin çıkarı için hareket ettiğini tescil ettirdi”13 [BAŞARAN Uğur]
Benzer biçimde, kitle kültürünün ve/veya kültür endüstrisinin “ortaya çıkışı” da son dönem kapitalizmin icraatı değil. Marksistlerin bu konulara eğilmeleri de aslında yeni değil. Adorno Marcuse Horkheimer; Frankfurt Okulu daha yüzyılımızın ikinci çeyreğinde “tehlikenin” ayrımındaydı.
Emekçi halk ucuz gazeteler, baş sayfalara taşınmış dedikodu sütunları, pornografi, çizgi romanlar, pembe diziler, sinema, televizyon, radyo (ve artık internet) tarafından tutsak alınıyordu…
Abidin Dino, 60’larda Paris sokaklarında karşılaştığı bir “kültür” karşısında dehşete düşer; dehşeti, bugün bizim Frankfurt Okulu’nun karamsarlığını yaymayı sürdüren kültür endüstrisince tutsak alınmış bir toplumun üyeleriyiz iddiaları karşısında kapıldığımız dehşetten daha büyük olmasa gerek.
“(…) çok güzel küçük makinalı tüfeklerdir bunlar, ya da bombardıman uçakları. Nedense bu uçaklar hep Amerikan bayraklarıyla süslüdür. Sonra bol miktarda kovboy kıyafetleri vardır. Bilirsiniz, kovboy genellikle çok zararlı bir mahlukla uğraşır, o da kızılderilidir. (…) bu saldırganlık eğilimi bir yandan bu saldırganlığı yapanlar için hazırlandığı gibi, aynı zamanda da saldırganlığa uğrayacak olanlara da, bu saldırganlığı doğal birşeymiş gibi gösteren bir alıştırma yöntemi olarak ortaya çıkıyor”14 . [DİNO Abidin]
Kitle Kültürü ve Kültür Endüstrisi kuramcılarının vardığı yer, ne yazık ki, sınıf mücadelerinin sonuna gelindiğinin çığırtkanlığı olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Kuramlarında belli bir gerçeklik payı (onların dayanılmaz karamsarlıkları ile sundukları gibi olmasa da) kabul etmek gerekir ki var. Tüketim ve boş zamana seslenen bu “kültür”lerin, bize yenilenmiş kültür emperyalizmin artık oyuncaklarla, TV ile hiç de sınırlı olmadığını, sınıfı ama daha çok da “yeni orta sınıfları” etkisi altına aldığı söylüyorlar 15 .
“Kimi malları tüketen insan, basit bir tüketici olmasının ötesinde, kendini var olan evrensel gerçekliğin taşıyıcısı, katılımcısı, giderek yaratıcısı olarak görmeye başlar. İnsan, artık herhangi bir tüketici değil, Nike ayakkabı giyen bir dünyanın Nike ayakkabı giyen, hamburger yenilen bir toplumun hamburger yiyen, tatile çıkan bir ülkenin tatile çıkan üyesidir. Buradaki insan, tüketici kimliğiyle, belli bir yaşam tarzının alıcısı değil yaratıcısı olduğu inancındadır. İnsanların yaratamadıkları bir yaşam tarzının yaratıcısı olduklarına inanmaları ideolojiden başka nedir ki?” 16 [Yeni İnsan Yeni Sinema]
Yeni emperyalist kültürümüz, bu kültür endüstrisi, bir ideolojinin üzerinden beslenmekte ve bu ideolojiyi beslemektedir. Emperyalist kültür, ideolojileşen burjuva kültürünün son geldiği noktada, bir pratik ideolojiye dönüşmüştür.
Bu pratik ideolojinin, tümden toplumu etkisi altına alabileceğini sanmak, sınıf mücadelesini ve marksizmi inkar anlamına gelmektedir. Bu pratik ideolojinin sınıfı ve yandaşlarını her koşulda manipüle edilebilen eblehler haline getirebileceği düşüncesinin varacağı siyasal hat, ya pasifizmdir ya da aynı yöntemleri mücadeleye ithal etme saçmalığıdır. Medyatik eylemlere tapınmanın da tapınmayı bir eylem sanmanın da anlamı yoktur.
Kültürel kuşatmanın giderek güçlendiği evet, bir gerçek. Ama bu gerçekliğin nasıl değiştirileceğini sorgularken, düşmanı taklit ederek ona içselleşmek istenmiyorsak, tartışmaların sürdüğü alanın hemen dışına çıkıp, bir de oradan bakmak gerekiyor. Çok değil, hem bu memlekette hem de tüm dünyada, özellikle 80’lere kadar, sosyalist ideolojinin kültür üzerinde anımsanması ve önemsenmesi gereken bir üstünlüğü vardı. İkinci savaşın onurlu galibi SSCB yanı başımızdaydı; “üçüncü dünya devrimleri” bir bir patlıyor ve kapitalizm refah devletini devreye almak zorunda kalıyordu. Yoksa devrimler ileri kapitalist ülkelere bile sıçrayabilirdi; korkuyorlardı. Ve yukarıda düşüncelerini alıntıladığım Abdel-Malek gibi aydınların bir çoğu tarafından kavranamayan gerçek, anılan bu kültür-sanat alanının özgürleşme dinamiğinin sosyalist ideoloji olduğuydu.
Dünya ölçeğinde ve yerelliklerde yükselişe geçen işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketle birlikte, dünya ölçeğinde ve yerelliklerde sosyalist ideoloji, egemen ideolojinin karşısında önemli mevziler ele geçirir. İdeolojik mücadelenin, ilk elden alıcısı öncü işçiler ve aydınlardır. Bu ilk alıcılar, özellikle de aydınlar ve sanatçılar sosyalist ideolojiyi, kültür alanına uygulayarak yeniden üretirler. Anılan dönemde kültür-sanat alanında, kapitalizmin liberal görüntüsü, aslında sosyalist ideolojinin uluslararası ölçekte zaferinden öte birşey değildir. Öyle ki, bu topraklarda 60 ve 70’lerde, kültür de sanat da sol’dan bilinir ve sosyalist sanatçılar eliyle üretilirdi. Gerek sınıf hareketinin gerek sosyalist hareketin gerekse de uluslararası ideolojik mücadelenin geri çekildiği konjonktürde kültür alanı da gericileşmiş ve aynı anlama gelmek üzere özgürleşme süreci yerini sanatın ve aydının tutsaklaşma sürecine bırakmıştır. 90’larla birlikte çözülüşün yarattığı dağınıklığın da eklenmesiyle, kültür endüstrisi ve/veya kitle kültürü post-modernizim dışında bir kültürel birikime (aynı anlama gelmek üzere hiçliğe) sahip olamadı (geliştiremedi çünkü sol tarafından silinmişti). Bu bağlamda, kitle kültürü ve kültür endüstrisi bir boşluğa yeniden doğdu. Kısmen de olsa, kültürün yerini aldı; daha doğrusu kültür alanını hiçlikle doldurarak kültürsüzlüğün kültürünü tüm dünyaya dayattı. Dayatılan bir kimlikti: Emperyalizmin kimliği.
“Küreselleşme sürecinin geçmişte olduğu gibi şimdi de, öncü toplumların kültürel yaklaşımlarının diğerlerinin ulaşması gereken amaçlar haline getirildiği ve etrafında homojenleştirme biçimleri oluşturan tahakküm ve iktidar süreçleri olduğunu anlamak çok önemlidir”17 . [LARRAIN Jorge]
Dayatılan başka bir kimlikti de: Sömürge kimliği. Dünya jandarması ABD, jandarmalığını onaylatıyordu tüm dünyaya Irak’ı vururken. Irak’ı vururken Türkiye’ye onaylatıyordu: “Seni de vurma hakkım saklı kalsın” diyordu. “Action” filmlerinin unutulmaz (!) yönetmenleri, emperyalizmin kültürünü, klip edasıyla çekmeye, medya patronları da TV’lerinde göstermeye hız veriyorlardı. Daha fazla TV izleyebilelim diye son otobüsün, son vapurun saatleri dakika dakika geriye alınıyordu; geceler tenhalaşıyor, sokaklarda dolaşanlarla minübüslerin yolcuları; ayyaş ya da fahişe değillerse, “Kimdir” diye değil “Nedir” diye gözaltına alınıyordu. Şiddet ve zor, düzenin son hücresine kadar yayılıyordu. Bu kültür, işte onların tam da istedikleri kültürdü. Kültürlerine, tapmaya başladılar. Kola kutusu, Pandora’nınkinin yerini alıverdi. Açtılar, içtiler…
Kitle kültürü, “tahakkümünü” iki nedenle bu memlekette kuramaz: İlk olarak, kültür emperyalizminde de bir zayıf halkadan söz etmek mümkün olduğu için; ikinci olarak da, kitle kültürü “yukarı” ve “orta sınıflar” üzerinde öncelikle etkin olabileceği için. Orta sınıfların değil bizim gibi geç kapitalistleşmiş ulus devletlerde, “batılı” devletlerde bile karşılığını bulduğu son derece tartışmalıdır. Daha çok emek sürecindeki ve teknolojideki başkalaşımlar üzerinden yürüyen toplumsal kategorilerin değişen yapısına ilişkin Gelenek’lerde yeterli veri olduğu düşüncesindeyim 18 19 20. Öte yandan, kitle kültürü kuramcılarına kulak verdiğimizde, onlar da kitle kültürünün ancak “yukarıdan aşağıya” doğru egemenlik kuran bir yapıya sahip olduğunu söylüyor 21 . Zayıf halkanın emekçi sınıfı, bu “kültür”ün egemenliğine, saçına taktığı toka dolayımıyla giremez; onun, bu kültüre bağımlı bir biçimde “düzenleyebileceği” bir “özel alan”ı, “boş zaman”ı yoktur. O, hala zincirlerinden başka kaybedecek pek birşey edinemeyen ve ancak kendini yeniden üretebilecek durumda olan bir sınıftır. Kitle kültürü onun sınıf kinini büyütmektedir -hiç kimse bundan endişe duymasın. Zayıf halkanın kültürü, anti-emperyalist olmak zorundadır.
Günlük bir gazetede bir araştırmanın sonucu yayınlanınca tüh be, dediler: “Batı”da yüzde 90 olan “Yıka ve Çık”ların kullanımı, ülkemizde hala yüzde 10’du. Tüh be, dediler; sizi hala eblehleştirememişiz. Birkaç yıl önce Azerbaycan televizyonunda, aynı reklam filmini izlediğimde, sloganları “yuğ ve get” halini almıştı. Sömürü düzenleri gibi kültürleri de aşırı aynılaştı bunların, dedim, sonları yakındır. Yıkadığınız kafalar da burjuvazinin yüzde 10’u zaten; “çık”sanız ne olur, “get”seniz ne olur!
Öte yandan silahları da ellerinde patlayacak zaten; kendilerine dönecek. Akılsızlaştırabildiklerini sandıkları kitlelerin durgunluğu yanıltıyor onları; akılsızlaşan kendileri oluyor. Bir “orta sınıf hayalleri var; ama tutmuyor işte, düşlerle yürümez bu kapitalizm. Oysa sınıfın öncüsü var, belleği var; komünist hareketi var, sınıf hareketi var. Onlar, kendi düşlerine tapınmaya başladılar bile. Uyanacaklar ve “çok geç, çok geç artık” diyecekler yine. “Siyasi polisiye roman” artık tarihsel niteliğe sahip olacak; karşı-devrimcilerin öykülerini mi yazar birileri bilemem nasıl isterlerse…
Sonuç isteyenlere bir başlangıç!
İdeolojik mücadele, yaratıcı, özverili bir biçimde öncünün siyasal pratiğinde gerçek anlamını buldukça; hem kültürel alanda hem de ideolojik alanda hem egemen ideoloji hem de egemen kültür, sapır sapır dökülecektir. İdeolojik mücadele, zaman zaman evet, egemen ideolojinin kendi alanlarında sürdürülebilinir; ama asıl olan, Ya Şeriat Ya Darbe gibi ikilemlerde bırakmaya çalıştıklarında bizi, egemen ideolojinin alanına karşıt yeni bir alana, mücadeleyi çekebilmektir: Kurtuluş Sosyalizmde! Şeriat-darbe ikilemine, “hayır inatla demokrasi” diyenlerin egemen ideoloji alanında kalarak yaptıkları, (belki de egemen ideoloji-burjuva ideolojisi arasındaki ilişkiyi yani aynılaşmayı göremedikleri için) burjuva ideolojisi üzerinden, düzenin gerçekten onları getirmek istediği noktaya gelmek olmasın sakın? Çete düzeninin kapitalist devletten başka birşey olmadığını göstermek için önce egemen ideolojinin alanından çıkmanız gerekir zaten.
Komünistler mücadele estetiklerini, estetik mücadele ile birleştiriyor. Komünistler, ideolojilerini estetiğe; estetiği ideolojilerine katıyor. Komünistler, burjuva-egemen ideolojik alan tanımadan kendi sosyalist sahalarına çekiyor mücadeleyi; komünistler, pizzanın, hamburgerin siyasal ve ekonomik sömürüsüne olduğu kadar, kültürel yozluklarına ve zevksizliklerine de vuruyor bedenlerini. Yoldaşlarımız “Go Home” diyorlar ODTÜ’de. Kültürel mücadele nasıl verilir, onu da gösteriyorlar.
Dipnotlar ve Kaynak
- GÜNEŞLİ Ali Doğan; “İsçi Sınıfı Kültürü Üzerine”, Gelenek 53, s. 78
- LENIN, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Sol Yay., 8. Baskı, 1992, s. 19
- KALEMCİ Tahir, “Laiklikten Ne Anlamalıyız?”, Gelenek 54, s. 95
- ÇULHAOĞLU Metin, Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu,, Sarmal Yayınevi, 1997, s. 134
- ÇULHAOĞLU Metin, a.g.e., s. 150, Önerim için bakınız: ARMAĞAN Dünya, “ideoloji Üzerine”, Gelenek 49, s.73
- THERBORN Göran, Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, V Yayınları, 1989, s.59
- MARX Karl, ENGELS Friedrich; aktaran Alan Swingwood; Kitle Kültürü Efsanesi, Bilim ve Sanat Yayınları, 1996, s. 54
- ABDEL-MALEK Anouar, içinde, Kültür Emperyalizmi, Ataç Kitabevi, 1967, s. 53
- BORAN Behice, Toplumsal Yapı Araştırmaları, Sarmal, 1992, s. 251
- AHISKA Can, “Modernizm ve Köylülük Üzerine Kısa Bir Not”, Mum 19, Kasım 1997, s. 11
- BORATAV Pertev Nail, içinde, Kültür Emperyalizmi, Ataç Kitapevi, 1967, s. 24
- OKUYAN Kemal; “Ne Ahlaksızlık Ama…”, Sosyalist İktidar, Sayı 145, 10 Nisan 1998, s.10
- BASARAN Uğur; “Borazanlıktan Özneliğe Medya”, Gelenek 56, s.156
- DİNO Abidin, içinde, Kültür Emperyalizmi, Ataç Kitapevi, 1967, s. 13
- Kitle Kültürü ve Kültür Endüstrisi etrafında dönen sıkı tartışmasmaların beni sıktığını inkar edemem. Daha çok da bu yüzden, kendimi bu tartışmaların içinde hiç mi hiç hissetmiyorum. Yeni Sol, daha doğrusu Avrupa Solu’nun çıkışsızlığının savurduğu bir alan gözüyle bakıyorum bu “kültür çalısşmalarına. Kültürel çalışmaları ve çevresinde dönen dolapları merak edenler için ise eğlenceli bir tartışmayı izlemelerini öneririm. “Birleşme mi Boşanma mı?” gibi gayetle kültürel kodların yazı başlıklarına kadar taştığı bu tartısmalara, Teori ve Politika sayfalarını açma nezaketini göstermiş. Anılan kitap dizisinin 8. sayısındaki “Ekonomi-Politik” adına münazaraya katılan yazıyı ayrıca eğlenceli bulacağınızı düsünüyorum. Öte yandan Türkçe’de yayınlanan bazı kitaplar da oldukça derli toplu bir biçimde bu kavramlaştırmalar hakkında bilgi veriyor: Alan Swingwood’un “Kitle Kültürü Efsanesi” adlı kitabını tartışmaların gelişimi açısından oldukça “tatmin edici” buldum: Bilim ve Sanat Yayınları, 1996. Raymond Williams ise baska bir best-seller yazarı bu konularda; Ayrıntı’dan “İkibine Doğru” ve İmge’den de “Kültür” adlı kitapları çıktı. Yine Ayrıntı’dan çıkan başka bir kitap da Alan Macfarlane’in “Kapitalizm Kültürü”. Bu kitap da kültür mantarı ile eblehler kültürü arasındaki tartışmalarıyla son derece ön açıcı; üstelik İngiliz kültürü ilavesi veriyor. Ayrıntı Yayınları, bu piyasanın hamilerinden; başka bir kitapları da tam da konumuzu irdeliyor: Mike Featherstone’un kitabının adı “Postmodernizm ve Tüketim Kültürü”. Kitapları okurken tüketim kültürünün eblehleştirdiklerinden olmamanız dileğiyle…
- Yeni İnsan Yeni Sinema, “Varolanın Adını koymak: Kültür Emperyalizmi”, Yeni İnsan Yeni Sinema 4, s. 12
- LARRAIN Jorge, İdeoloji ve Kültürel Kimlik, Sarmal, 1995, s. 216
- ÖZLÜ E. Gülen; “Post-Fordizm, Esneklik ve İşçi Sınıfı”, Gelenek 52, s. 120
- CLOUCH Robert; “İngiliz İşçi Sınıfının Değişen Doğası”, Gelenek 52, s.126
- KÖROĞLU N. Sefik; “İşçi Sınıfının Değişen Yapısı-I”, Gelenek 53, s. 67
- HABERMAS Jürgen; Kamusallığın Yapısal Dönüsümü, İletişim, 1997, s. 299