Sınıflar analizi marksizmin bir ülke toprağında yeniden üretiminde merkezi bir yere sahiptir. Kapitalist toplumsal formasyonun temel sınıflarının ne olduğu konusunda tartışmalı bir durum yoktur kuşkusuz. Ancak (kendi iç fraksiyonlarıyla birlikte) işçi sınıfı ve burjuvazinin dışında, gerek tarihsel olarak kapitalizmi önceleyen toplumsal formasyonların sürükleyip getirdiği sınıfların (köylülerin, zanaatkarların, tüccarların) gerekse kapitalist işleyişin yaratmakta olduğu yeni sınıfların (büyüyen hizmet sektörünün yarattığı yeni istihdam biçimlerinin ürünü olan “ücretli” kesimlerin) sınıflar analizinde nasıl ele alınacağı tartışmalı bir konudur. Genelde orta sınıflar ya da küçük burjuvazi adıyla anılan bu üçüncü sınıfın, kapsamı, tarihsel olarak daraldığı mı yoksa genişlediği mi, ideolojik olarak neyi temsil ettiği, siyasal olarak nasıl temsil olunduğu, ekonomik açıdan “emekçi” kategorisinde ele alınabilecek kesimleriyle burjuvaziye yakınsayan kesimlerinin nasıl ayrıştırılabilececği vb. konular üzerinde kesin bir anlaşmaya varılamamıştır. Kaldı ki bu sorunların bir bölümü, içinde yaşanılan ülkenin, içinden geçilen dönemine özgü özellikler gösterdiği için “tartışmalı” yapılarını sürdüreceklerdir.
Yanlış anlaşılmasın, sosyalist siyasi programın içeriğini teşkil eden sınıflar ve devlet analizi, öyle sıklıkla güncellenmesi gereken özellikler arz etmez. Ancak “üçüncü sınıf”ın siyasi-ideolojik ağırlığının hesaba katıldığı politik adımlar güncele fazlasıyla bağlıdır. Dolayısıyla programatik olarak “iki sınıf”a dayalı bir çerçeveyi sahiplenen sosyalistler, güncel olarak bu ağırlıkları yeniden tartan siyasetler geliştirmek zorundadır.
Peki Türkiye için bu dönemde böylesi ağırlık kaymaları görülmekte midir? Geleneksel işçi sınıfı hareketi dışında yükselen emekçi hareketi, son iki yıldır ışık kapama eylemleriyle hararetini artıran “yurttaşlık” tartışmaları, ÖDP’nin esnaf-KOBİ gündemli siyasi çıkışları, bir dönemin asker-sivil-aydın zümre tartışmasını yeniden ısıtan ulusalcılar, CHP’nin son kongresinde toplumun orta kesimlerinin hedef olarak gösterilmesi vb. gündemler sayesinde (devrimci demokrasinin giderek azalan siyasal etkisi ciddi bir ters örnek oluştursa da) solda siyasi ve ideolojik açılardan bir küçük burjuva canlanıştan söz etmek mümkün. Bugün başına hangi eki alırsa alsın bir tür orta sınıf sosyalizminin güçlendirilmeye çalışıldığı söylenebilir. Bu hareket, yalnızca toplumu ortadan ikiye bölüp solunda kaldığını iddia eden (daha doğrusu solda kalan işçi sınıfı hareketini manipüle etmeye soyunan) “ortanın solu” gibi değil, aynı zamanda toplumu üçe bölüp ortadakiler adına politika üretmeye soyunan “orta”nın solu gibi de davranmaktadır.
İşte sosyalist solun güncel olarak bu “orta-sol” siyasal-ideolojik üretimlere karşı tavır alması gerekmektedir. Politik gündemlerde bağımsız sınıf tavırlarını açıklıkla sergileyen, ideolojik başlıkların sınıf karakterini açığa çıkaran, teorik olarak sınıfsal bakışı kendilerine rehber edinen sosyalistlerin orta sınıf sosyalizmiyle uzaktan yakından ilgileri yoktur. Ancak sosyalistlerin uvriyerizmle de ilgileri yoktur. Siyasal-ideolojik ve teorik üretimde uvriyerizme düşmeden sınıfçı kalmak mümkündür.
Geleneksel “iki sınıf vardır, birinden değilsen öbürüne aitsin” yalınlığı devrimci durumdaki taraflaşmaya özgü özellikler barındırır. Ancak üst bir soyutlama düzeyinde teorik açıdan da, bu genelliği ve sadeleştiriciliğiyle ele alınabilir. Yukarıda sözünü ettiğim gibi bu aynı zamanda sosyalistlerin programatik belirlenimidir. Bu belirlenim dünyaya siyah-beyaz bakmak değil, grinin içindeki siyahla beyazı görme yeteneğini yitirmemektir.
Burada söylenenlerin bir anlamı da sosyalist siyasetin “gri bölge”yi inkar ve ihmal etmeyeceğidir. İşçi sınıfı partisi sırf sınıfa değil toplumun bütününe seslenir. Ancak sınıfın tarihsel çıkarlarının güncel yansımalarını barındıran bu sesleniş çoğu durumda toplumu sınıf lehine ikiye böler. Yine bu süreç “orta”ya seslenip “orta”da kalan “sol”un eleştirisini de barındırır.
Bu yazıda sınıflar analizinin gri bölgesinde, orta sınıflar arasında bir gezinti yaparak sosyalist solun ayrım çizgilerini belirginleştirmeye çalışacağım.
Klasiklerde orta sınıflar
Öncelikle sorunun marksizmin klasik metinlerinde nasıl ele alındığına kısaca bakmak faydalı olacaktır.
İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, marksizmin henüz yöntemini olgunlaştıramadığı, bütünlüğünü kuramadığı bir dönemde, 1844’de Friedrich Engels tarafından kaleme alınan bir çalışma. Söz konusu bütünlüğün oluşturulması yolunda atılan ilk adımlardan biri olan bu çalışmada, 19. yüzyıl ortasında İngiltere’deki sınıfsal manzara, kentlerin durumunu esas alan örnek, veri ve betimlemelerle ortaya konuyor.
Engels bu çalışmasının girişinde “orta sınıflar” kavramsallaştırmasını, emekçi sınıflar (proletaryayla birlikte diğer ücretli kesimler) dışındaki kesimleri, bazen de emekçi sınıfların karşıtını anlatmak için burjuvazi anlamında kullanıyor. Bu sınıfın aristokrasi denen sınıftan ayrışmış mülk sahibi sınıf olduğunu söyleyip Fransa ile İngiltere’de doğrudan doğruya, Almanya’da “kamuoyu” görünümü altında dolaylı biçimde siyasal iktidarı elinde tuttuğunu söylüyor.
Ancak metnin ilerleyen bölümlerinde “alt-orta sınıf”la “üst-orta sınıf” arasında bir ayrım geliştirerek birincilerin proletaryaya, ikincilerin imalatçıya dönüştüğünü gösteren örnekler aktarıyor. Bu arada, “eski altın çağlar”ın sayısız küçük orta sınıf mensubu da, imalat sanayi sayesinde ortadan kalkarak ya zengin kapitaliste ya da yoksul işçiye dönüşüyor 1 .
Marx ve Engels’in 1848’de kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu, bu ilk çalışmalardaki birikime de dayanarak kavramları yerli yerine oturtuyor. Manifesto’nun “Küçük-Burjuva Sosyalizmi” adlı bölümü küçük burjuvaziyi geçiş halinde olan bir “ara sınıf” olarak tanımlıyor. “Modern uygarlığın tam olarak gelişmiş olduğu ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında durmadan yalpalayan ve burjuva toplumunun tamamlayıcı bir parçası olarak kendisini durmadan yenileyen yeni bir küçük-burjuva sınıf oluşmuştur. Ne var ki, bu sınıfın tek tek üyeleri, rekabet yüzünden, durmadan proletaryanın arasına fırlatılıp atılıyorlar ve modern sanayi geliştikçe, bunlar, modern toplumun bağımsız bir kesimi olarak tamamıyla yok olacakları ve manüfaktürdeki, tarımdaki ve ticaretteki yerlerinin denetçiler, kahyalar ve tezgahtarlar tarafından alınacağı anın yaklaşmakta olduğunu da görüyorlar”2 .
Manifesto’daki bu yaklaşım marksizmin küçük burjuvazi sorununu ele alışının klasik çerçevesini oluşturmuştur. Sanayinin gelişmesi karşısında eriyen bir toplumsallığın, feodolizmden artakalan, manüfaktürde lonca, tarımda ataerkil ilişki isteyen “geleneksel küçük burjuvazi”nin sonunu göstermiştir.
Diğer yandan “modern uygarlığın” ilk dönemlerindeki geleneksel küçük burjuvazi işçileşirken, yerini terkettiği denetçi kahya ve tezgahtar gibi “emekçiler”in ve yeni bazı fonksiyonlarda istihdam edilen diğer emekçilerle birlikte sonradan “yeni küçük burjuvazi” olarak adlandırılacak kesimin tarih sahnesine çıktığının da haberi verilmiştir. Yani küçük burjuvazinin hem bir eriyiş içinde olması hem de bu erime sürecinde kendini yeni biçimler altında varetmesi Marx’ın analizinden çıkarsanabilmektedir.
Küçük burjuvazinin bu “dinamik” yapısı Marx’ın sonraki yıllarda kaleme aldığı ve Fransız üçlemesi olarak da bilinen metinlerde, sırf bir “varolma-erime” problematiği içinde değil, proletarya hareketinin mevcut durumuna etki eden siyasal-ideolojik uzanımlarıyla da ele alınıyor. Ve bu kez yalnızca dinamik değil “statükocu” yönü de öne çıkıyor. Örneğin 18 Brumaire’deki sınıf tahlilleri içinde küçük burjuvazinin ele alınışında “çatışmalar dışı aracı” konuma dikkat çekiliyor. Küçük burjuvazi “iki sınıfın çıkarlarının aynı zamanda körleşip gevşediği bir ara ve geçiş sınıfı olarak kendini sınıf karşıtlaşmasının tamamıyla üstünde hissedebilir”. Bu durumda küçük burjuvazi “sermaye ve ücretli emek gibi iki aşırı ucun ikisini birden ortadan kaldırmanın değil, tersine olarak bu karşıtlığı yumuşatmanın ve uyumlu hale getirmenin” yollarını arayacaktır3 . Bu çerçeve küçük burjuva sosyalizminin çeşitli türleri içinde yer alan bütün sol partilerin politik-ideolojik üretimlerine hakim olmuştur ve bu üretimin sonuçları bir üçüncü sınıfın değil burjuvazinin hesabına yazmaktadır.
Bu çerçeveye, onun dünyada ve Türkiye toprağında büründüğü yeni görünümlere birazdan geleceğim. Ancak marksizmin klasik metinlerinde attığımız bu kısa turun bir benzerini “küçük burjuvazinin kapsamı” sorunuyla ilgili olarak ekonomi politiğin eleştirisi alanında attıktan sonra.
Kapsam sorunu
Aynı zamanda sınıfların nesnel konumunu da ortaya çıkaran ekonomi politiğin eleştirisi alanında, “küçük burjuvazinin yeri nedir?” diye bakıldığında bir soyutlama düzeyinde verilecek yanıt, tarih boyunca üretim araçlarına sahip olanlar-olmayanlar ayrımıyla ikiye bölünen ve her toplumsal formasyonda bunun özgül biçimini (“özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, tek sözcükle ezenle ezilen”) yeniden üreten sınıflar savaşı tarihinin kapitalist toplumsal formasyonda ürettiği emek-sermaye karşıtlığı nezdinde böyle bir sınıfın olmadığı, daha doğrusu “kolektif emek” kapsamında sınıfsal antagonizmanın emek tarafında kapsandığıdır.
Kestirmeden söylersek, (geleneksel küçük burjuvazinin tüccarı, esnafı vb. bir kenara bırakıldığında) “aslında böyle bir sınıf yok”. Ancak başta söyledik, bu sınıfların nesnel konumuna dair teorik bir soyutlama düzeyi. Buraya döneceğim ama önce başka bir soyutlama düzeyinde küçük burjuvazinin emekçiler arasındaki varlığı kabul edildikten sonra nereye dek gidilebildiğini örnekleyeceğim.
Sınıfı bölen üretken emek-üretken olmayan emek ayrımına dayanan soyutlama düzeyi, işçi sınıfını üretken emek alanında daraltarak bunun dışında kalanların “ne” olduğuna bakıyor. Bu yaklaşımın ünlü temsilcisi marksist araştırmacı Nicos Poulantzas önce “Marx’ın ortaya koyduğu gibi, kapitalizm koşullarında işçi sınıfına ait olan herkesin ücretli olması, ücretli olan herkesin işçi sınıfına ait olduğu sonucunu doğurmaz” diyor ve ekliyor: “İşçi sınıfı üretim araçlarına sahip olmama gibi tek ve basit bir negatif kriterle tanımlanamaz, ancak üretken emek tanımlayıcıdır (…) aynı içeriğe sahip olan emek hem üretken emek hem de üretken olmayan emek olabilir. Kapitalist üretim tarzında üretken olan emek doğrudan artı değer üreten, sermayenin değerini belirleyen ve sermayeyle değiştirilen emektir. Bu yüzden örneğin, sermayenin dolaşımı alanında sarfedilen emek ya da artı-değerin realizasyonuna katkı koyan emek üretken emek değildir; ticaret, reklamcılık, pazarlama muhasebe, bankacılık ve sigortacılık alanlarındaki ücretliler artı değer üretmez ve işçi sınıfının bir parçası değildirler”4 .
Poulantzas’ın bu kapsam daraltma çalışması sonra başka alanlara sıçrar, “artı değerin yeniden üretimine dönük katkı koymaları”nın hakkını vermekle birlikte üretken emek şartlarını yerine getirmedikleri için doktor ve öğretmenleri işçi sınıfının dışında konumlar. Ardından mühendis ve teknisyenlerin durumunu anlamak için, üretken emek ayrımı dışında özel kimi işlevleri (işçilerden artı değeri çekip çıkarma ve toplama işlevi), kol emeği-kafa emeği ayrımını ve politik-ideolojik parametreleri de tanımlayıcı düzeyde devreye sokar. Sonra da nüfus açısından işçi sınıfını epey aşan bütün bu emekçi kesimleri “yeni küçük burjuvazi” olarak adlandırır. Ne de olsa, “uçta yer almayan herkes ortada”dır.
Sonrası malum, ideolojik düzeye sıçranır. Bütün sınıf ideolojilerinin ortasında bir ideolojik mücadele sürdüğü için küçük burjuva ideolojisi ara konumuyla özel bir önem kazanır. “Küçük burjuva ideolojik alt-bölme, burjuva ve işçi sınıfı ideolojileri arasında özel bir savaş bölgesi olur, tabii ki bu bölge özgün küçük burjuva unsurların müdahalesine açıktır” 5 . Sınıfın kapsamını daraltan, mücadelenin kapsamını da daraltır, işçi sınıfı partisinin yapması gereken, ideolojik mücadele olur. Genişlediği iddia edilen şey ise maddi varlığı ve ideolojisiyle orta sınıflar olur. Kısacası işçi sınıfının kapsamını daraltarak orta sınıfların genişlediğini iddia eden bu yaklaşım önce sınıftan çalar sonra çaldığını nesnel olarak “orta”ya atar ve burayı mücadele alanı olarak belirler. Ancak bütün bunlar son tahlilde emekçi yığınların ideolojik ve politik olarak burjuvaziye teslim edilmesiyle sonuçlanır.
Sınıfın ve mücadelenin kapsamını geniş tutan sosyalistlerin “kolektif emek” yaklaşımları daha önce bu sayfalarda özetlendiği ve sahiplenildiği için çok fazla bu konuya girmek istemiyorum 6 . Ancak “kolektif emek” tanımının aslında küçük burjuvazi diye bir sınıf olmadığı sonucuna götürülebildiği tartışmaya dair birkaç “ters not” düşmek istiyorum. Birincisi, sınıfların yalnızca nesnel konumları itibariyle oluşmuş olmadıkları, aynı zamanda politik ve ideolojik olarak mücadele içinde oluşmakta olduğu ve küçük burjuvazinin bu anlamda burjuva siyasal ve ideolojik üretim tarafından oluşturulmakta olduğudur. İkincisi, bu oluşumun aynı zamanda maddi-iktisadi bir süreç olduğu ve ücretli kesime dönük bölüşüm politikalarının burada bir araç olarak kullanıldığıdır. Üçüncüsü, işleyen bu iki süreç üzerinden küçük burjuvazinin nesnel olarak varolduğudur. Dördüncüsü, işçi sınıfı politikasının bir boyutunun da bu varoluş koşullarını politik ve ideolojik mücadeleyle ortadan kaldırmak olduğudur.
“Nasıl”ları somutlamak
Tartışmayı birinci ve dördüncü noktalar üzerinden sürdürmek istiyorum.
Her şeyden önce bir kabul; bu tartışma, pragmatizmi de içinde barındırır bir şekilde siyasidir. “Memur değil işçi” demeye “nesnel konum” tartışmaları itibariyle de hakkı olan sosyalistler, siyaseten (ve tabii ki siyasal canlılık gerektiriyorsa) “mühendis değil işçi” de diyebilir. Yalnızca “böylesi işimize geldiği için” değil, sınıfsal aidiyetin toplumu ikiye bölen bir dinamik olmasının gerçekliğine yaslandığmız için ve en başta söyledik, grinin içindeki siyahla beyazı görme yeteneğimizi yitirmediğimiz için.
Ancak bu kadarı yeterli değil. Çünkü küçük burjuvazinin burjuvazi tarafından nasıl oluşturulduğunun, “sol” partilerin bu alanda nasıl kullanıldığının ve sosyalistlerin buna karşı nasıl mücadele etmesi gerektiğinin bu belirlemeler ışığında açılması gerekiyor. Türkiye kapitalizminin güncel ve orta vadeli ihtiyaçlarına dönük olarak giriştiği operasyonlara bakarak bu “nasıl”ları somutlayabiliriz.
Örneğin kamu mallarının peşkeş çekildiği sermaye kesimleri, devlet bürokrasisi, burjuva siyasetçiler ve gerici-faşist kadrolar arasında kurulu bulunan her tür “kirli” ilişkinin ipliğini pazara çıkaran bir sürecin burjuvazi açısından yine de sancısız geçmesinin nedenlerinden biri, işçi sınıfının ve işçi sınıfı siyasetinin muhalefet sahnesinde olmaması, “düzene karşı muhalif unsurlar”ın önünün orta sınıflara özgü oluşum ve kimlik girişimleriyle kesilmeye çalışılmasıdır. Sınıf bilincinden uzak bir tür “yurttaş tepkisi” oluşturulmakta ve desteklenmektedir. Bu, “kirli ilişkilerin temizlenmekte olduğu” rahatlaması (ve yanılsaması) yaratan parçalı bir tepkidir.
Lukacs’ın küçük burjuvazi ve köylüler için söylediği “onların sınıf çıkarları gelişmenin kendisine değil, sadece arızi belirtilerine yöneliktir; toplumun tüm olarak yapılanmasına değil, sadece toplumdaki parça parça belirti veya olaylara hitap etmektedir” sözleri ve bu anlamda proletaryanın öteki sınıflardan farkını, “onun tarihin tekil olaylarına saplanıp kalmaması ve bunlardan sadece itici güç kazanması değil, aynı zamanda bu itici güçlerin yapı ve özünü oluşturması, toplumsal gelişme sürecinin merkezini merkezden hareketle etkilemekte olmasıdır”7 şeklinde koyması sanırım restorasyon tartışmaları bağlamında anlamlı bir yere oturuyor.
Orta sınıflar, bugün, bu birinci türden konjonktürel tepkiselliğin önü açılarak “oluşturulmakta”dır. İşçi sınıfı, bugün, bu ikinci türden tarihsel tepkiselliğin önü kapatılmaya çalışılarak sınıflar mücadelesinin pasif bir unsuruna dönüş-ürülmektedir.
Bu iki süreç birbirinden ayrı ele alınamaz. Çünkü restorasyonun açığa çıkardıklarına karşı oluşturulan orta sınıf tepkisi, işçi sınıfının devreye girmesinin önünde bir set olarak da inşa edilmektedir. Düzenin bütün gerici unsurları buna uygun olarak “yurttaş insiyatifine” hak ve destek verirken, CHP ve ÖDP bu operasyonun sol bacağı olabilmek için çeşitli manevralar yapmaktadır. En başta örnekledik, CHP kongresinde orta sınıfların hedef olarak gösterilmesi, restorasyonun önünü açmasıyla ve bir kez daha “orta”nın solu görevinin ısıtılmasıyla ilgilidir. Bunun yanında ÖDP’nin yurttaş girişimine verdiği destek ve (Engels’in “dükkancı radikalizmi” dediği boyutuyla devrimci demokratizmin bir tür yeni-den üretimi olarak) esnaf-KOBİ gündemli çıkışları, sosyal demokrasi ve “küçük burjuva sosyalizmi”nin, sınıfsal bağları yeniden kurduğunu, daha doğrusu yıllardır kurulu olan bağlar sayesinde “yeniden oluşum süreci”ni hızlandırdığını göstermektedir.
Peki işçi sınıfı bu süreçten nasıl etkilenmektedir? Yine Engels’in sözüyle “küçük burjuva dar afalılığı”na mahkum edilmektedir. Bu partiler, tepkisini “orta”ya taşımak için işçi sınıfına da seslenmektedir. Daha açığı, işçi sınıfının tepkisi, bu partilerin ve daha çok da sendika ağalarının eliyle ya “yurttaşların tepkisinin bir parçası ol” düzeyinde tutulmakta ya da “biz bunları zaten biliyorduk” düzeyinde edilgenleştirilmektedir. Başka bir deyişle, “ya orta sınıf politizasyonu ya depolitizasyon” formülü hayata geçirilmektedir.
İşte sosyalist solun bugün için kısıtlı ölçüde müdahale etmekte olduğu ve önümüzdeki süreçte etkisini artırması gereken alanlardan biri budur. İşçi sınıfı ve emekçiler, “orta sınıf” siyasal ve ideolojik üretimlerle kuşatılmaktadır. Sosyalist-ler bu kuşatmayı yarmak için düzenin pisliklerinin deşifrasyonuyla yetinmemeli, tepkileri geri noktalara çeken orta sınıf politikalara karşı mücadele vermeli, tepkileri düzene karşı devrimci duruşa çekecek bir siyasal bağımsızlığı zorlamalı, bunun içeriğini “sınıfa karşı sınıf” siyasetiyle doldurmalıdır.
Sınıfa karşı sınıf politikasının alan daralttığı ise hiç düşünülmemelidir. Sol da tabii ki topluma ve ortaya, bu arada işçi sınıfına seslenmektedir. Ama Lenin’in Ne Yapmalı’da çizdiği “özneye güven” 8 çerçevesinde: “Gerçekten, hükümete karşı bütün halkın yararına sergilemeler yapmamız gerekiyorsa, bu durumda hareketimizin sınıfsal niteliği nereden belli olacaktır? – Bu sergilemeleri örgütlemek biz sosyal-demokratların eseri olacak da ondan; ajitasyon çalışmasıyla öne çıkarılan bütün sorunlar tutarlı bir sosyal demokrat anlayışla ve bilerek ya da bilmeyerek marksizmi çarpıtmalara en ufak hoşgörü göstermeksizin açıklığa kavuşturulacak da ondan; bu geniş siyasal ajitasyon bütün halkın adına hükümete karşı saldırıyı, proletaryanın siyasal bağımsızlığının korunması, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin yönetimi işçi sınıfının sömürücüleriyle kendiliğinden çatışmalarından, proletaryanın yeni katmanlarını aralıksız hazırlayıp bizim saflarımıza getiren çatışmalardan yararlanma ile birlikte proletaryanın devrimci eğitimini bir bütün halinde birleştiren bir parti tarafından yönetilecek de ondan” 9 .
Maddi ve ideolojik boyut
Nesnel konumundan bağımsız olarak orta sınıflar (ve yeni kimlikler) hem politik ve ideolojik olarak hem de maddi olanaklar yaratılarak “oluşturulabiliyor” dedik. Sürecin siyasi boyutuna bir miktar baktık, ideolojik boyutuna geçmeden önce, maddi destekle ilgili birkaç not düşmek istiyorum.
Kolektif emek kapsamında yer alan kitlelerin sınırlı bir bölümüne bölüşüm ilişkileri sonucunda yüksek ücret ve olanaklar verilmesi aslen onları emekçi kimliklerinden uzaklaştırmaktadır. Arabası, evi ve dolgun bir maaşı (belki yazlığı ve üç ayda bir şişebilen tasarruf hesabı da) olan bir “emekçi”nin kendini işçi sınıfının içinde-yanında hissetmesi pek mümkün değildir. İşçi sınıfının içinde “zenginleşebilen” kesimler, bir sınıf katmanı (“class strata”-sınıf fraksiyonuyla karıştırılmamalıdır) olarak ayrışıp işçi aristokrasisini oluştururken, emekçi yığının içinden kopuşlar orta sınıfın maddi temelini oluşturmaktadır. Ancak burada hem maddi olanaklara dair bir eşik belirlenememekte hem de “yoksulluk sınırı” vb. adlarla konulan geçici kimi eşiklere dair sağlıklı bilgilere ulaşılamamaktadır.
Türkiye’de sınıf katmanları, sınıf fraksiyonları ve sınıftan kopuşların maddi çerçevesini ortaya koyan araştırmalar yoktur. Batı’daki çalışmalar sonucunda elde edilen “üçte iki toplum” yaklaşımı, yoksulluk sınırı altındaki üçte birlik kesim “atıldığında” (bu kesimi gerçekten atmaktadırlar) gelişmiş bir kapitalist ülkede orta sınıfların üçte ikilik bir maddi tabana yaslanabileceğini iddia etmektedir. Türkiye için olsa olsa oranı tersinden almak mümkündür (Bu da fazlasıyla iyimser bir tahmin olacaktır. Örneğin yakın tarihte İstanbul’da tüketimin yüzde 70’ini şehir nüfusunun yüzde 1’inin gerçekleştirdiğine dair istatistikler açıklandı). Üstelik “atılan” kesimin durumu çok daha kötüdür, “isyan ettirici”dir.
Buradan ideolojik boyuta geçebiliriz. Çünkü isyan ettirici birçok gelişmenin yaşandığı bir toplumda isyan etmeme ve edememe halinin sürmesini sağlayan ideolojik harcın bileşiminde “orta sınıf” olma konumu ve (daha önemlisi) hedefinin büyük rolü var.
Evet emekçilerin sınıf bilincini paralize eden en önemli ideolojik üretimlerin biri orta sınıfa dönük hedef oluşturma, gelecek beklentisi yaratma pratiğidir. Bu pratiği kendinden menkul bağımsız bir sınıf ideolojisi olarak değil, burjuva ideolojik ögelerin içinde yer alan bir uzanım olarak görmek mümkün. Milliyetçi-popülist söylemlerin, liberal ideolojinin vb. birçok ideolojik üretimin içinde küçük burjuvaziye bir gelecek sahası açılmaktadır. Örneğin Özal dönemi liberalizminin içinde bulunan orta direk söylemi, sınıfın maddi olarak en fazla gerile-tildiği bir dönemde ideolojik olarak ortaya itildiği bir etki yaratmayı amaçlamıştı ve kısmen başarılı olmuştu.
Orta sınıflara dönük ideolojik üretimin ikinci önemli bileşeni, Marx’tan başta yaptığımız alıntıda kullanılan “sınıf karşıtlıklarını yumuşatmak ve uyumlu hale getirmek” misyonu olarak görülebilir. Kemalizmin “imtiyazsız toplum”culuğuyla, dinci gericiliğin “ümmetçiliği”, orta sınıfın farklı kesimlerine seslenseler de, bu misyon çerçevesinde birleşiyor. Bunun dışında özellikle kriz dönemlerinde “herkesin aynı gemide bulunduğu” vurgusunun toplumsal tabanı, orta sınıfın bu gerici misyonu sayesinde genişletiliyor. Yine özellikle kriz dönemlerinde “biz rahat edelim bize yeter” refleksini sınıfın içine serpebilmek küçük burjuva ögelerin etkinliğiyle mümkün oluyor.
Tüm bu gerici özellikleriyle egemen ideoloji içinde önemli bir yer tutan küçük burjuva ideolojisinin bir de “ilerici” yönü bulunuyor. Orta sınıfların kapitalizmin eşitsizliklerine ve yarattığı sosyal sorunlara karşı tepkisini siyasal ve ideolojik boyutta devrimci demokrasi temsil ediyor. Ancak bu damar bugünün Türkiyesi’nde iyice yok olmaya yüz tutmuş durumda ve ilerici tepki “devrimci demokrat küçük burjuva söylem” tarafından değil başta ordu mensupları olmak üzere bazı küçük burjuvalar tarafından temsil ediliyor. Bir dönem asker-sivil-aydın zümre söylemiyle bu kesime dönük özel perspektif üreten “sol”un aynı hataya düşen aklıevvelleri ise İP içerisinde-çevresinde yer alıyor.
Kimlik sorunu
Son olarak Türkiye’deki görünümlerinden biri “yurttaş kimliği” olan orta sınıf siyasi-ideolojik üretimin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki başat görünümü olan kimlik tartışmalarına değinmek istiyorum. Bu tartışma Türkiye’ye bundan önceki birçok yeni-sol tartışmada olduğu gibi (ve “olduğu gibi”) ithal edilmekte, kitaplar hızla Türkçeye çevrilmekte, sınıf tartışmalarının bittiği, artık yeni kimliklerin öne çıktığı söylenmektedir. Orta sınıf tartışmalarına tam oturmamakla birlikte yeni kimlikler de emekçi kitleleri sınıf kimliğinden soyutlamanın bir yöntemi olduğu için kısaca gözatalım.
Kimlik tartışmaları, toplumsal yapıyı sınıf belirleniminden uzaklaştırmak isteyen sosyalist yaklaşımların ürettiği, her türden küçük burjuva ideolojisinin de üzerine atladığı bir konu. Bu tartışmada yurttaş kimliği, bütün diğer kimlikleri çevreleyen bir şemsiye olarak görülüyor. Örneğin John Keane, “yalnızca genişletilmiş bir demokratik yurttaşlık kavramı etrafında gerçekleşecek yeni bir anayasal anlaşmanın sosyalizmi yeniden düşünülebilir”10 kılacağını iddia ediyor vesaire…
Nedensellik ve belirlenim ilişkilerinden azade bir biçimde toplumsal yapıdaki çok sayıda kimliğe eş ağırlıklar tanıma çabası içinde olan bu sivil toplumcu demokratik yaklaşımlarda, ulus kimlik, cinsiyet kimliği ve cinsel kimlik sınıf kimliği düzeyinde ele alınıyor. “Bireyler tıpkı bir pastanın katları gibi çok sayıda baskı kategorileri içinde toplanır – siyah, eşcinsel, işçi sınıfı, sakat. Bu deneyimler arasında karmaşık bir etkileşimin varlığı bir anlam ifade etmez” 11 . Bu durumda örneğin lezbiyen, zenci ve kadın olan bir kişinin Amerikan toplumunda kaç katlı baskı altında kaldığı bu tartışmaların önemli bir sorunu haline gelir.
Toplumun içinden çok sayıda uç örnek bulmak mümkün. İstanbul’da yolu düşenler, Taksim civarında The Marmara Oteli’nin önünde mendil satan çocukları bilir. Diyarbakırlı bir kız çocuğunun orada bulunmasını Kürt kimliğiyle, yoksulluğuyla ve kız olmasıyla açıklamak herhalde tümüyle yanlış değildir. Böylelikle çocuğun orada bulunmasına ve karşılaştığı kuşatılmışlığa etki eden faktörlere işaret eden bir “açıklama” da getirilir. Ancak aynı duygusallığı vermese de “o çocuk, birileri o otelde olduğu sürece, onun önünde olmak zorundadır” açıklaması nedensellik ve belirlenim ilişkisi çerçevesinde gerçekliği gösterir. Toplumsal gerçekliğin bütünlüklü kavrayışından uzaklaşmak, kimlik tartışmalarının ve bütün orta sınıf ideolojilerinin ortak yönüdür.
Çok uzatmaya gerek yok. Marmara’nın önündeki çocuk yakın gelecekte yeni solcu tartışmacının yolunu kesip “iki sınıf olduğunu, birinde yer almazsa diğerinin tarafına geçeceğini” hatırlattığında yurttaşımızın vereceği yanıtı tahmin etmek yeterlidir:
“Ben bu filmi bir yerlerde görmüştüm ama…”
Dipnotlar ve Kaynak
- ENGELS Friedrich; İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, s. 66, Sol yayınları 1997
- MARX – ENGELS; Seçme Yapıtlar-1, s. 157, Sol yayınları, 1976
- MARX Karl; Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nden aktaran: Lukacs György, Tarih ve Sınıf Bilinci içinde, s. 129, Belge yayınları, 1998
- POULANTZAS Nicos; Classes in Contemporary Capitalism, s. 210-211, Verso, 1979
- POULANTZAS; age, s. 289-290
- NOYAN Süha; Kolektif Emek Kapsamında Hizmet Sektörü, Gelenek 54, Mayıs 1997
- LUKACS György; age, s. 140
- Yalçın Küçük son dönemde Hepileri dergisinde çıkan yazılarında leninist parti anlayışının “güven” sorunu çerçevesinde eleştirilebiliceğine dair notlar düşüyor. Genelde öznenin siyasetteki ve tarihteki rolüne, özelde kendi kadro birikimine güvenmenin, leninist parti dışındaki “parti”lere ilişkisi bağlamında değil, işçi sınıfının tarihsel misyonuna duyulan güven bazında değerlendirilmesi gerektiğini gösteren bu Lenin alıntısı, anlamak isteyenlere çok şey anlatıyor.
- LENİN Vladimir İlyiç; Ne Yapmalı, s.85, Sol yayınları
- MERCER Kobena; Cangıla Hoşgeldiniz: Postmodern Politikada Kimlik ve Çesitlilik, Kimlik kitabı içinde s. 80, Sarmal yayınevi, 1998
- RUTHERFORD Jonathan; Yuva Denilen Yer: Kimlik ve Farklılığın Kültürel Politikaları Kimlik kitabı içinde s. 17, Sarmal yayınevi, 1998