“Dünya üzerindeki tüm mutsuzluklar, yeterince gelecekte yaşayamamaktan kaynaklanıyor.” Elias Canetti-Körleşme
Marksizm, proletarya devriminin teorisidir. Proletarya devrimi, burjuva devlet iktidarını yıkan siyasal devrimle başlayan, komünizme dek uzanan süreçte proletarya diktatörlüğü şekline bürünen bir devlet biçiminin hakim olduğu toplumsal devrimle süren tarihsel bir eylemdir. İşte marksist devrim ve devlet teorisinin özü budur. Çok mu indirgemeci geliyor? Birazdan yükseltebiliriz ama önce devlet üzerine bilinen tanımlarla devam edelim.
“Yalnızca özel kişiler tarafından az zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri, gentilice düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar horgörülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle, zenginliklerdeki durmadan daha hızlı bir büyümenin ardarda gelişmiş yeni biçimleri üzerine genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun üzerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum. Ve bu kurum çıkageldi. Devlet icat oldu”1 .
“Marx’a göre devlet, bir sınıf egemenliği organı bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı organıdır; sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir “düzen”in kurulmasıdır”2 .
Lukacs’a göre kapitalist devletin iki temel işlevi bulunmaktadır: “Egemen sınıf mensupları arasında birlik ve bütünlüğü sağlamak ve ideolojik planda proletaryanın örgütlenerek bilinçlenmesini engellemek” 3 .
Marx, Engels, Lenin ve Lukacs’ın ardından devlet tanımını açmaya çalışan marksistler için de devlet sınıf egemenliğinin örgütlenmesidir. Ama tek başına bir sınıf örgütü değildir. Çünkü hem egemen sınıfın örgütlenmesi, hem de bir sınıfın egemenliği altında tüm toplumun örgütlenmesidir. Yani toplumsal iktidar ilişkileri devlet içinde yoğunlaşır ve kristalize olur. Miliband’ın tanımına göre “devlet iktidarı sınıf iktidarının onun aracılığıyla güvence altına alındığı ve sürdürüldüğü esas ve nihai -ama tek olmayan- yoldur” 4 . Sınıf iktidarı ile devlet iktidarı ayrışır. Toplumsal ilişkilerdeki özgün gerginlikler ve sınıf mücadelesinin seyri, devlet katına da yansır. O da kendisini bir sınıf örgütü değilmiş gibi göstermeye çalışır. Buna “göreli özerklik” denir.
Göreli özerklik tartışmasını yürütenler devleti maddi altyapıdan kalkarak da tanımlarlar. Buna göre “Devlet, toplumsal bir formasyonun birleşme etmeni ve bir sınıfın öbür sınıflar üzerindeki egemenliğini kendi belirleyen bir sistemin, üretim koşullarının yeniden üretilmesi etmenidir” 5 .
Burjuvazinin devleti fethiyle, devletin organları (ordu, polis, bürokrasi, yargı, parlamento, hükümet) arasındaki uyum, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda yeniden sağlanmıştır. Kapitalist düzenin kriz belirlenimli kimi evreleri için uyum sorunu yeniden doğabilir. Uyum sorunu vardır ama uyum sorunsalı yoktur, çünkü temelde birlik vardır. Devlet, bu sınıfsal birlik temelinde örgütlenmiş zorun ifadesidir.
Bu kadar tanımın ardından proletarya devrimiyle ilişkisi içinde devlete dönersek marksizmin temel belirlenimi şudur: Burjuvazinin devlet iktidarının devrilmesi, bu iktidarı maddeleştiren varolan devlet aygıtı parçalanmadan imkansızdır. Her türden reformizmle marksizmin ayrımı da budur. Reformizm, devlet mekanizmasını yıkmadan yönetimin ele geçirilmesini esas alır. Şimdi reformizmle marksizm-leninizm arasındaki bu ayrımın günümüze yansıyan biçimlerine geçebiliriz.
Merkezileşen devlet
Türkiye’de bir tür “olgucu sosyalizm” belirdi. Üstyapıdaki değişimleri, özellikle devlet kurumlarındaki ağırlık kaymalarını ve ideolojik motiflerin dönemsel öne çıkışlarım veri alan bu sosyalizm türü yeni olguları alt alta sıralıyor. Onların biraraya gelmesiyle oluşan süreci betimliyor ve bazen de tüm bir süreci bir “üst-betimleme”yle adlandırarak ona dönük siyasal mücadele araçları öneriyor.
Buraya kadar bir sorun yok. Ama olguların sıralanışı ve bütüne etkilerine dair marksist yöntemin ayıklayıcılığı ihmal edildiğinde olguların ve onları ifade eden “üst-betimleme”nin kendisi teori yerine geçiyor. Örneğin derin devlet, gizli devlet, polis devleti, kontrgerilla cumhuriyeti vb. burjuva devletin yerine geçiyor. Bu türden bir devlete karşı üretilen mücadele perspektifi de devletin şeffaflaştırılması, demokratikleşme gibi bir alanda sıkışıp kalıyor.
Farklı örneklerde ve farklı düzeylerde bu “olgucu sosyalizm” yaklaşımını sergileyenler arasında Can Kozanoğlu, Tanıl Bora ve Halil Nebiler gibi isimler yer alıyor. Suat Parlar ise konumuz olan devlet alanında olgucu sosyalizmi temsil eden bir yazar. İki ayrı çalışmasından birer alıntıyla açmaya çalışalım:
“‘Devlet içinde devlet’ yanılsamasına kaynaklık eden kontrgerilla, bizzat devletin kendisine dönüşerek varlığını netleştirmiştir. Toplumsal muhalefetin yaygın olduğu dönemlerde bu muhalefetin devletin görünen yüzüne yansıması, bu güçleri gizlilik esasına göre yapılanmak zorunda bırakmıştır. Bugün devlet artık onlardır. Devlet artık 12 Eylül sonrası kontrgerilla anlayışı, programı, uygulaması ve siyaset planlaması demektir” 6 .
“Devletin politikacısı olma ve onun sürekliliğine hizmet etme anlamında geliştirilen siyasi davranış, devleti, demokrasi-devlet diyalektiği ile değil, otorite-devlet diyalektiği açısından ele almakta, biçimsel demokrasinin kesintisini bu bakımdan devletin zaafı olarak görmemenin rahatlığını taşımaktadır” 7 .
Bu cümleler 12 Eylül’ün ardından yaşanan süreci iyi betimliyor olabilir. Ama bu süreçte devletin “ne” olduğunu ve “nasıl” yapılandığını marksist teorik çerçeveden analiz etmenin epey uzağında kalıyor.
Devletle kontrgerillayı eşitlemek, güncel-siyasal bir iddia olarak öne çıkarılabilir. Ancak aynı iddianın teorik çerçevelendirilmesi yapılırken bu kolaycılığın sürdürülmesi siyaseten de boşluklara düşülmesine yol açmaktadır. Toplumsal muhalefet diye devletten (herhalde görece) bağımsız bir güç var, kimi dönemlerde devletin görünen yüzüne yerleşiyor (örneğin sosyal demokrat bir parti hükümete çıkabiliyor), bu durum (gizli devleti onlara karşı koruyan) ayın karanlık yüzündeki güçlerin kendilerini tahkim etmesiyle sonuçlanıyor.
Ortada bir tane doğru var; polis devleti, gizli devlet ya da derin devlet türü betimlemelerle anlatılan şey siyasal bir tahkimattır. Ama gerisi eksikli. Çünkü bunları burjuva devletin kendisiyle eşitlemek, siyasal tahkimatın yapısal oluşum olduğunu ilan etmek, siyaseten bükülen çubuğu kırmaktadır. Zaten bu çerçeveden hareketle üretilen siyasal perspektif de devletin “demokrasi-devlet diyalektiği” çerçevesinde ele alınması gerektiği türünden reformist bir perspektife kaymakta, “devlet-devrim diyalektiği” görülememektedir.
Devletin zor ve rıza kullanımının sınıf mücadeleleriyle belirlenen bir konjonktürel ayarı vardır ve bu bir devlet biçimine işaret eder. Demokrasi ve diktatörlük arasında salman bu biçime üçüncü bir isim vermek onun teorik olarak pozitif bir tanımını vermeyi de gerektirir. (Bonapartizm ve faşizm karşısında marksist-leninist teori bunu yapmıştır). Ortada böyle bir tanım yokken yapılan ve siyaseten önaçıcı olabilecek betimlemelerin ise bir kullanım sınırı vardır. Marksist devlet teorisinin temel tezlerini içine yedirmeden kullanılacak bu tür betimlemeler, birtakım olgulara dayanarak kendi içlerinde teorize edildiklerinde ortaya çıkan siyasi perspektif de, devletin değil bu “kötü” olguların bertaraf edilmesi olmaktadır.
Başka bir deyişle mücadele perspektifi, burjuva devlet biçimlerinden biri olan demokrasi adına, diğer biçim olan diktatörlüğün görünürdeki ve olgularla desteklenen halinin demokratize edilmesine indirgenmektedir. Örneğin gizli devletin açık bir hale gelebilmesi için demokratikleşme gerekir, devlet içindeki suç odakları temizlenmelidir vesaire. Bu öyle bir mücadeledir ki, demokratik devletin karakol müteahhitleri cam kullanımını artırmaya çalışırken gizli devletin işbilir müteahhitleri sürekli malzemeden çalar. Demokrasi konusunu aşağıda açmaya çalışacağım ama yeri gelmişken söylenmeli; yalnızca derindeki gizli devletin değil şeffaf-demokratik devletin de gizliliği vardır. Çünkü demokrasi mücadelesi görüneni (diyelim çeteyi) temizleyerek gerçeği (devletin sınıfsal özniteliğini) gizleme hareketidir. Yanlış anlaşılmasın görünen solun da görünür düşmanıdır ve temizlenmesi hayırlıdır. Ama buradan solun gerçek düşmanından onunla kavgasından uzaklaşma vesilesi yaratıldıkça düşmanın ekmeğine yağ sürülmektedir. Gerçek her zaman yeni görüngüler doğuracaktır; ama yalnızca görüngüleri bilerek gerçeği bilmek yalnızca görüngüleri dönüştürerek gerçeği dönüştürmek mümkün değildir. “Olgucu sosyalizm”in temel hatası budur.
Sonuçta devletin demokratik dönüşümünü hedefleyen siyaset ilk bölümde sergilemeye çalıştığımız gibi reformizme çıkar.
Peki devlet konjonktürel olarak nasıl yapılanır?
Gizli-açık, derinde ve yüzeyde yer alan devlet örgütlenmeleri her şeyden önce burjuva örgütleridir ve bu karakterlerini ne kadar saklayabilirlerse o kadar yetkinleşmişlerdir. Sınıflar mücadelesinin dayattığı nesnellik, burjuva sınıf karakterinin “görünme” oranını belirler. Bu anlamda kriz dönemleri sınıf-devlet ilişkisinin daha “ortada” olduğu bir nesnellik sunar. Kriz derinde yaşanıyorsa sorunun hükümette ya da diğer bir devlet organında değil de devletin kendisinde ve onun sınıf karakterinde kilitlendiği gerçeği daha çok görünür. İşte bu yüzden krizin içinden geçilirken bir tür reorganizasyon da yaşatılmaya çalışılır.
Bu arada siyaset teorisinde kriz ve reorganizasyon genelde birbirini takip eden süreçler olarak görülür ve burjuva devletin bunalımı atlattığında kendini yeniden organize ettiği söylenir. Oysa, birincisi kriz derinden yaşandığında ve ikincisi yeni bir sermaye birikim modelinin rahatlatıcılığına kavuşmadıkça, reorganizasyon ihtiyacı en azından bazı kurumsallıklarda kriz döneminin içinde de belirebilir.
Kısacası, devletin kendini konjonktürel olarak nasıl yapılandırdığını düşünürken ilk elden yanıt olarak verilebilecek üç dönem, -yani kriz dönemi, reorganizasyon dönemi ve krizden korunmayı merkezine alan “normal” dönem- özellikle zayıf halkalarda ardzamanlı yaşanmayabilir ve sürekli birinin diğerini doğurduğu bir sarmal içinde eşzamanlı olarak da devinebilir. Örneğin bugün Türkiye’de kriz ve reorganizasyon süreci belli ölçülerde birarada yaşıyor. Burjuvazi, krizin devletin kendisinden kaynaklanmadığını, aksine devletin güçlü ve krizi yenecek güç olduğunu gösterecek siyasal programları krizin içinden geçerken üretiyor, siyasal partiler ve devlet bürokrasisi içinde ağırlıkları yeniden tarif ediyor.
Peki bu nasıl başarılıyor?
Devletin krizini atlatmak ve gücünü artırmak yolunda verdiği üç temel refleksi var: Merkezileşme, yayılma ve özerkleşme-demokratikleşme. Reformist akım devletin reorganizasyonunu üçüncü refleks yönünde zorlar ve programını buna göre belirlerken, ilk iki reflekse karşı üretmesi gereken, karşı-refleksleri ve tümüne (daha doğrusu tümünün oluşturduğu programa) karşı üretmesi gereken devrimci programı atlıyor.
Burjuva devletin krize karşı verdiği bu üç refleksin biraradalığı ilk bakışta pek mümkün görünmüyor. Çünkü örneğin merkezileşme ve yayılma birbirini çelen özelliklere sahipmiş gibi görünüyor. Oysa devlet kendi içine doğru merkezileşirken, topluma doğru yayılabiliyor. Bu operasyonun sonucunda ulaşılması hedeflenen “normal” dönemde ise hem kendi içinde hem de toplumla ilişkisinde özerkleşmesi-demokratikleşmesi bekleniyor. Yani üç refleks birarada üretilebiliyor. Tabii böylesi bir süreç artık “refleks” olmayı aşıyor ve (uygulamaya geçebilmesinden bağımsız olarak) “program” adıyla anılmayı hakediyor.
Yukarıda kimi açıklarını aktarmaya çalıştığım “gizli devlet” yaklaşımı devletin yalnızca merkezileşme refleksini gören ve ona uygun siyaset üreten bir anlayışı temsil ediyor. Totaliter veya otoriter devleti karşısına alma özelliğiyle liberal söylemle de uyuşabilen bu yaklaşım, siyasal tespitlerinde aşırıya kaçtığında ve diğer refleksleri yok sayarak kendi ucuna savrulduğunda hayatın her alanında denetim sağlayan merkezi bir devletle karşılaşıyoruz. Osmanlı’nın ebed-müdded, kadir-i mutlak devleti her kötülüğün altından çıkıveriyor. Her yerde devleti gören bu yaklaşım onun öyle bir mutlak tanımını veriyor ki aslında onu hiçleştiriyor. Çünkü bir şey, her şey olduğunda, hiçbir şey oluyor. (Bu sorun diğer iki üstyapı kurumu olan ideoloji ve kültürün bazı tanımları için de geçerliliğini koruyor).
Devletin yayılması
Devletin yayılması refleksini anlayabilmek için devlet-toplum ilişkisine bakmak gerekiyor.
Devletle toplum (ve sivil toplum) ilişkisini çözümleyen marksist yaklaşımın temel çerçevesini çizen isimlerden biri Gramsci. Ancak Gramsci’nin kimi konuları ezop diliyle ele alması ne dediğiyle ilgili çelişkili açıklamalara yol açabiliyor. Terry Eagleton’a göre
“Gramsci, hegemonyayı, devlet ile ekonomi arasındaki bütün aracı kurumları kastettiği sivil toplum alanı ile ilişkilendirir. Özel televizyon kanalları, aile, erkek izci hareketi, Metodist kilisesi, anaokulları, İngiliz Ordusu, Sun gazetesi, bütün bunlar bireyleri egemen iktidara baskıdan çok rıza ile bağlayan hegemonik aygıtlar olarak görülür. Baskı, bunun tersine “meşru” şiddeti tekelinde bulunduran devlet ile ilişkilendirilir (fakat belirtmek gerekir ki, bir toplumun baskı kurumları -silahlı kuvvetler, yargı organları ve diğerleri- etkili bir şekilde çalışabilmek için halkın genel rızasını kazanmak zorundadır; bu nedenle baskı ile rıza arasındaki karşıtlık bir ölçüde yapı-çözüme tabi tutulabilir). Bu tür kurumlar açısından fakir bir toplumda yaşayan Bolşevikler’in hükümetin dizginlerini doğrudan doğruya devletin kendisine saldırarak ele geçirdikleri günlerin aksine, modern kapitalist rejimlerde sivil toplum ciddi bir güç haline gelmiştir” 8 .
Devletle ekonomi arasındaki alanı ve sivil toplumun bu alana yerleşmesini, -mekansal çağrışımlara da açık olduğu için- bir benzetmeyle açmaya çalışayım. Sanki ortada iki katlı bir bina var; alt katta altyapı-ekonomi, üst katta üstyapı-devlet, asma katta sivil toplum bulunuyor. Rusya türünden bazı binalarda asma kat bulunmuyor ya da çok küçük. Bu durumda aşağıdakiler yukarıyı ele geçiriyor. Asma katı gelişmiş ülkelerde ise bu katta (ideolojik olarak) hegemonya kurmak yeterli hale geliyor, yukarıya çıkıp devlet iktidarını almanın alemi yok.
Şimdi bu “yapıçözüm”ünde neler atlanıyor? Katların farklı büyüklüklerine rağmen binanın bütünlüğü ve katlar arası geçiş; binaya sahip olmakla asma kata sahip olmak arasındaki fark, asma kata sahip olanın binaya sahip olamayacağı gerçeği; üst ve asma katta yaşananların bir belirlenim ve nedensellik ilişkisi içinde alt kata ve sonuçta bütüne bağlanması…
Eagleton’ın sıraladığı örneklere bakınca asma katın “arada” değil, bütünün içinde ve bütün belirleniminde olduğu daha rahat anlaşılıyor. Biraz da Türkiyelileştirerek aynı örnekler üzerinde durursak;
1. Özel televizyon kanalları: Herhalde İngiltere’de devletin “resmi” seslenişi “özel” kanallarda diğer sesleri bastırmak ve ezmek için kullanılmıyor ya da demokratik ülkelerde İHA gibi “özel”, polis kameraları gibi “resmi” araçlarla operasyon izleyen acar muhabirlere rastlanmıyor.
2. Aile: Bunun yanıtını en iyi Engels veriyor; “Evlilik akdinde özgürlüğün tam ve genel bir biçimde gerçekleşmesi için kapitalist üretim ile bu üretimin kurduğu mülkiyet koşullarının ortadan kaldırılmasının, bugün bile eşlerin seçimi üzerinde o kadar büyük bir etkisi bulunan bütün ikincil iktisadi düşünceleri bir yana attırması gerekir. O zaman, karşılıklı aşktan başka hiçbir neden kalmayacaktır” 9
3. Erkek izci hareketi: İngiliz yavrukurtların oymaklarında uygun adım yürünmediği anlaşılıyor.
4. Metodist kilisesi: İngiliz metodistlerin misyonerlikleri ne kadar devlet-dışı bilmiyorum (gerçi kuruluş amaçları arasında “işçi çevrelerine İncil öğretisinin aşılanması” ilkesi yer alan bir kilisenin çok fazla devlet dışında kalamayacağını da tahmin ediyorum) ama Fethullahçıların devletle içiçeliğini gösteren olgu sayısı Gelenek’in sayfa sayısını geçer.
5. İngiliz Ordusu: Eagleton kendisi de iki satır aşağıda silahlı kuvvetleri devletin baskı kurumu olarak sayıyor. Türk ordusuna ise sivilin “s”si giremiyor.
6. Sun gazetesi: Türkiye’de hangi gazetenin MİT’in, hangisinin Emniyet’in, hangisinin ordunun sesi olduğu tartışılıyor.
7. Ve nihayet anaokulları: Ki buna bir şey diyemeyeceğim, bu gidişle sivil toplumu anaokullarına “indirgeyeceğim”!
Sonuçta (ordu hariç) bu kurumların hiçbirinin devlet kurumu olduğunu iddia etmiyorum. Ne de sivil toplum diye bir şeyin gerçekte olmadığını söylüyorum. Ama bu kurumların ve toplumun içindeki devleti de görmek gerekiyor. Üstelik devletin bu şekilde topluma nüfuz etmesi yalnızca olgularla açıklanabilecek bir şey değil. En nüfuz etmediği durumda bile bir tür geçişkenlik bulunuyor. Batı demokrasilerinin sivil toplum kurumlarındaki devlet yokluğu, burjuva devlet aygıtının güçlü varlığına işaret ediyor. Devlet, burjuva çıkarların siyasal ve toplumsal durumu ne kadar gerektirirse gücünü o kadar gösteriyor. Yani gerekirse anaokullarına bile giriyor, gerekirse ordudan bile çıkıyor!
İkinci Gramsci yorumu ise devletin geniş tanımını vererek, iktidar sorununu hegemonyanın ötesine taşıyor. Buna göre gerçek edimsel gerçeklik içinde sivil toplumla devlet özdeşleşiyor, buna “tam devlet” deniyor: “Sivil toplum kavramı tam anlamında anlaşılmış bulunan devletin, yalnız hükümet zorlama aygıtını değil, hegemonya aygıtını da kapsayan sınıfın sayesinde, tüm toplumu kendi onaşmasıyla yönettiği bir devlet teorisinin yönüdür de. Devlet sınırlı hükümet aygıtında üstyapısal etkinliklerin ancak bir yönünü kapsar, tam devlet ise tümünü” 10 .
Üçüncü bir yorum ise Gramsci’nin yanına Max Weber’i ekleyerek “devletin sessiz ama meşru şiddet tekeli”nin hesaba katılması gerektiğini söylüyor: “Meşru şiddet tekeli ile müthiş güçlüdür- o derece ki, paradoksal olarak onsuz yapabilir nitekim sistemin sınırları içinde şiddet normalde nadiren ortaya çıkar” 11 . Devletin bu türden gücü nedeniyle ona karşı tek başına mevzi savaşı vermenin yeterli olmadığı vurgulanıyor.
Birincisine göre devlet iktidarına yönelen yönler barındırdıkları için daha solda yer alan bu iki Gramsci yorumu mücadeleyi ideolojik hegemonyanın ötesinde kavrıyor. Ancak “iktidar olmak”, “hükümet olmak” ve “devlet aygıtını parçalamak” ilişkisini doğru bir çerçeveden kuramadıkları için bir tür reformizmin içinden de çıkamıyorlar. Texier hegemonyanın fethi, Anderson ise mevzi savaşıyla manevra savaşının biraradalığı sonucuna varıyor. Her iki tasavvur da “hükümet-iktidar-devrim” sorununu muğlak bırakıyor. Yeri gelmişken söylenebilir; hükümet olmakla (devletin organlarından biri olan siyasi partilerin diğer bir organ olan parlamentoda yürütücü konuma yükselmesi) iktidar olmak (sınıf adına yasama, yürütme ve yargı da dahil devletin tüm organlarına hakim olmak, bunların ilişkilerini tanımlamak ve organize etmek) farklı şeylerdir. Proletaryanın temsilcileri Şili ve Nikaragua’da hükümet olmuş, iktidar olamamışlardır. Kapitalist düzende burjuvazinin iktidar olma değil hükümet olma sorunu vardır. Kapitalist düzende proletaryanın hükümet olma değil iktidar olma sorunu bulunuyor. Bu sorun yalnızca burjuva devlet aygıtını parçalayan siyasal devrimle çözülüyor.
Bu arada Gramsci yorumcularının düştüğü çelişki bizzat Gramsci’nin kendisinden kaynaklanıyor. Hapishane Defterleri’nde “sivil toplumun dönüşümü” önce şu şekilde ele alınıyor: “Ekonomik yapı ile yasama ve baskı gücüne sahip devlet arasında kalan “civile” toplum kağıt üstünde ve bilginlerin kitaplarında değil, somut olarak kökten değiştirilmelidir. Ama devletin bunu istemesi, başka bir deyimle ekonomik yapıda meydana gelen değişikliğin temsilcilerinin devleti ele almış olması gerekir” 12 . Ardından şunlar söyleniyor: “Gerçekte devlet sivil toplumla aynı şeydir. Bunun için serbest mübadelenin kendisi de devletin damgasını taşıyan yasalarla ve zorla getirilip sürdürülen bir düzenlemedir” 13 .
Yani bütün Gramcsi yorumcuları aynı metne sadık kalarak kendilerini haklı çıkarabilecek alıntılar bulabilir. Tartışmayı nihayetlendirmek için marksizm açısından haksız olanın Gramsci düşüncesinin kendisi olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü ortada burjuva devlet aygıtını parçalamayı hedefleyen devrimci bir teori bulunmuyor. Bu haksızlığı bundan 11 sene önce bu sayfalarda yazıldığı şekliyle aktararak bitiriyorum: “Gramsci yanılmaktadır. Hem teorik hem de metodolojik olarak siyasetin merkezinde her zaman “iktidar” vardır. Bu iktidar, kendi varlığını öncel olarak devlet iktidarı olarak kanıtlar. İdeolojik hegemonya ya bundan sonra gelir ya da devlet iktidarına oynayan bir siyasal hareketin türevi olarak karşımıza çıkar” 14 .
Para-devlet
Devletin yayılması konusunu daha iyi açımlayabilmek için burada Ernest Mandel’in “para-devlet” kavramını temel alan bir parantez açmak istiyorum. Bu kavramsal yaklaşımın Türkiye’de devletin özellikle sendikalara yayılmasını açıklamak için anlamlı olduğunu düşünüyorum. Önce Mandel’den uzunca bir alıntı:
“Ondokuzuncu yüzyılın sonundan beri, kitle işçi hareketinin kapitalizmin yol açtığı en büyük zorlukların yumuşatılması için yasamayı zorlama çabalarının yanısıra, burjuvazi tarafından başlatılan bir dizi önleyici toplumsal reform yeni bir toplumsal tabakanın tedrici, ama uzun vadede olağanüstü büyümesine sebep oldu: para-devlet bürokrasisi. Bu birçok ülkede devlet aygıtı kadar büyüktür, daha büyük değilse eğer. (…) Birçok ülkede para-devlet bürokrasisinin elinden muazzam miktarda para geçer. Örneğin, Fransa’da sosyal güvenlik kuruluşları pratikte tüm devlet bütçesine eşit fonları idare ederler. Bu durum yolsuzluk için büyük bir potansiyel yaratır. (…) İşçi hareketinden kaynaklanan sosyal yardım kuruluşları için doğru olan bizzat burjuva devleti tarafından yaratılmış olanlar için haydi haydi doğrudur. Burada para-devlet bürokrasileri her zaman onun hiyerarşik yapısını taklit ederek burjuva devlet aygıtıyla sıkı sıkıya bütünleşmiştir. Fakat bu konuda “katıksız burjuva” ve “katıksız işçi” bürokrasileri arasında keskin bir karşıt konum varsaymak yanlış olur. Yirminci yüzyılda güçlü bir işçi hareketinin birçok emperyalist ve bazı bağımlı ülkelerin yapısal bir özelliği haline gelmesiyle -gerici diktatörlük dönemleri hariç-, işçi bürokrasileri de burjuva para-devlet bürokrasileriyle içice geçmişlerdir. (…) Para-devlet kuruluşların bürokratlaşması böylece bu denetimin sermayeye geçmesinin güçlü bir motorudur. Ve aynı anlama gelmek üzere, bu kuruluşlarda mevcut olan iş bürokrasileri kademeli olarak burjuva devlet bürokrasisinin parçalarına dönüşme eğilimindedir” 15 .
Bu yazıda bürokrasi konusuna ve devlet-sermaye ilişkilerine özel olarak girmek istemiyorum ama Troçki’nin bürokrasi için yaptığı “sınıf egemenliğinin politik tekniği” tanımını açıklayıcı buluyorum. Burjuva sınıf egemenliğinin politik teknisyenleri ise, sırf devlet içinde değil toplumun devletle ilişkili kurumlaşmalarında da bulunuyorlar.
Kamu kuruluşlarında, sendikalarda, belediyelerde ve sosyal güvenlik kurumlarında yer alan ve devletle akçeli ilişkileri nedeniyle para-devlet bürokrasisi olarak adlandırılan bu bürokrasi türü Türkiye’de de epey gelişmiş durumda. Ve bu bürokrasi yukarıda anlatmaya çalıştığım yayılmanın maddeleşmiş bir halini temsil ediyor.
Burada Türkçenin sunduğu bir fırsatı da değerlendirerek (biraz da zorlayarak), para-devlet kavramını, yalnızca devletle akçeli ilişkileri bulunan bir bürokrasi olarak değil, (para-militer gibi) “yarı-devlet” ya da “sivil-devlet” anlamında kullandığımızda durum daha iyi anlaşılıyor. Sendikalarla birlikte medyanın çok büyük bir bölümü, Nakşi, Nurcu ve Süleymancı tarikatlar ve (görünürde karşı tarafta yer alan) Atatürkçü örgütler bu “sivil-devlet”in başlıca temsilcileri arasında yer alıyor.
Devletin maaşlı bürokratları dışında, “yarı-devlet” ve sivil toplum örgütlenmelerinin zoraki veya gönüllü bürokratları da, “kendi kitleleleri”ne karşı devleti temsil ediyor, devletin yayılmasında özel bir fonksiyon üstleniyor. Bayram Meral ve Rıdvan Budak’ın para-devlet bürokrasisinin üst düzey temsilcileri olduğunu söylemekte bir sakınca bulunmuyor.
Devlet üzerinden burjuva sınıfsal egemenliğin değirmenine su taşıma şeklinde gelişen bu “yarı-sivil” eğilim, onun tepesinde olanlar için burjuvalaşma sonucunu da doğuruyor. Türkiye’de yaşananları Ali E. Oğuz’un sözleri özetliyor: “Özal’ın prenslerinden beri devletin üst düzey bürokratlarıyla, holding yöneticileri arasında bir turnike oluşmuştur. Her dönemde birbirleriyle rahat, hızlı bir şekilde yer değiştirebilmekte; üstelik uyum problemi de yaşamamaktadırlar. Artık devlet bir şirket olmuştur” 16 . Devletin yayılmasının bir sonucu şirketleşmesi oluyor. Şirketlere dönük bir kaynak aktarım mekanizmasına da sahip olan sermaye devleti, kendi içinden yalnızca sermaye yöneticileri değil sermayedarlar da çıkarabiliyor. Yani devletin nesnel rolünü yerine getirdikleri için yöneten sınıfın hizmetinde olanlar yöneten sınıfın üyesi de olabiliyor. Para-devlet bürokrasisi de bu sürecin dışında kalmak istemiyor. Aynı zamanda kollektif bir kapitalist de olan burjuva devletin şirketleri konumundaki kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine talip olan para-devlet bürokratları arasında örneğin Hak-İş yöneticileri de yer alıyor.
Demokratlaşma refleksine geçmeden önce son olarak, ortada devletin küçültülmesi gibi bir “globalist vizyon” varken devletin merkezileşmesi ve yayılmasını öne çıkarmak ne derece doğru diyebilecekler için bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de 1994’ten 1995’e Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nın teçhizat alım ödeneği 6.5 milyar liradan 112.2 milyar liraya çıkarılıyor 17 . Yani devleti küçültmeye çalışan anlayış iktidardayken devletin polis teşkilatının istihbaratındaki teçhizat büyüyüşü yüzde 1627’ye varıyor. Özelleştirmeci “sol”un “bütün dünyada devlet küçülürken” edebiyatına girmeden önce bu gerçekleri görmesi gerekiyor.
Özerk-demokratik devlet
Merkezileşme ve yayılma refleksleriyle gücünü hem “görünürde” hem de “derinde” artıran burjuva devlet, asıl güçlülüğüne “görünmezliğiyle” ulaşabiliyor. Sınıf kavgası için dinginlik anlamına gelen bu ideal “var ama görünmüyor” hali, burjuva devletin demokrasi biçimine denk düşüyor.
Ancak Türkiye’de ve Türkiye gibi ülkelerde bu süreç hiçbir zaman tam yaşanmıyor. Çünkü refleks ötesine geçen bir biçim değişikliğini ve buna uygun bir “master-program”ı gerektiriyor. Daha doğrusu bu program var ama yürürlüğe sokulamıyor. Bu yüzden de Türkiye burjuvazisi, ekonomi, siyaset ve ideoloji alanında olduğu gibi (ve bunların birbirini etkilemesiyle) devlet katında da krizini yenemiyor. Devlet güçlenemiyor. Üstelik demokratikleşerek güçlenemeyen devlete (merkezi ve yaygın özellikleri nedeniyle) paradoksal bir biçimde güçlü-otoriter devlet deniyor.
Açılmaya ihtiyacı var, çünkü Türkiye gibi burjuva devrimlerini geç yaşayan ülkelerin özelliğinin güçlü devlet olduğu sık sık vurgulanıyor. Vurguda bir yanlışlık yok, ama bu kendini saklayabilme başarısını gösteremeyen, merkezileştiği için sık sık sopaya dönüşen, yayıldığı için her deliğin altından çıkabilen “demokrasiye aykırı” bir güçlülük türüne işaret ediyor ve “demokrasinin gücü” bu tür bir güçlülükten daha fazla olabiliyor.
Bu durumda devletin demokratikleşmesini isteyen programlar aslında onun güçlenmesini hedefliyor. Krize giren devletin merkezileşme ve yayılma yönünde gösterdiği refleksleri karşısına alırken demokratikleşme yönünde gösterdiği refleksi destekleyen “sol” anlayış, devletin kucağına düşmekten kurtulamıyor:
“Burjuva demokrasisinin karşıtını dönüştürmedeki en önemli silahı sistemin olağan işleyişinden kaynaklanır. Burjuva demokrat kurumsallaşma bizzat sistemin kendisini sorgulamayan geniş bir ideolojik, siyasal ve bürokratik üretim içerisindedir. Bu, kapitalizmin güncelliğidir. Sisteme alternatif olan bir siyasal hareketi bu güncelliğin kuşatması, burjuva demokrasisi olanaklarını kullanmayı alışkanlık edinen her örgütlenme için kaçınılmazdır… Sosyalist örgüt için en ciddi tehditlerden biri kapitalizmin güncelliğine yaslanmaktır” 18 .
Demokrasi havarisi sol, bir anlamda kapitalizmin dingin güncelliğini hedefliyor. Burjuva devlet iktidarını yıkmayı hedeflemeyen muhalif söylemler aslında bir şekilde onu güçlendiriyor.
Devletin “demokratik gücü”nün içinde bir tür “zor” da bulunuyor. Bunu yukarıdaki sivil toplum tartışmasında geçen Weber’e ait “sessiz ama meşru şiddet tekeli” ifadesi iyi özetliyor. Bu tekel kuvveden fiile çıkmadıkça demokratlar için bir sorun çıkmıyor. Oysa kapitalizmin bir ülkedeki ve dönemdeki güncelliğinde açığa çıkmayabilen bu tekel, onun tüm tarihselliğinde açıktadır. Demokrasi, potansiyel diktatörlük anlamına geliyor ya da burjuva demokrasisi burjuva sınıf diktatörlülüğünün bir biçiminden başka bir şey değildir. Demokrasinin “tüm kurum ve kuruluşlarıyla yerleşmesi” mücadelesi ya da hukuk devleti söylemiyle yürütülen muhalefet (hayata geçirilemese de) burjuva programa işaret ediyor.
Devletin demokratizasyonuyla birlikte bir de özerk olması sorunu var. “Göreli özerklik”, devletin sınıflara karşı mesafe tayininde kullanılan bir kavram. Önce Engels’in ünlü sözleri:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. (…) Bununla birlikte, istisnai olarak, savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde aracı olarak bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur” 19 .
İşte burjuva demokrasisinin hedefi bu istisnai durumları olabildiğince süreklilestirmektir. O, sınıflara karşı eşit mesafedeymiş gibi durmak ister. Çünkü sınıfsallığı göründüğü oranda zayıflar.
20. yüzyılda devletin sınıflar karşısında oluşan mesafesine dair yapılan teorik tartışmalar “göreli özerklik” kavramını devreye soktu. Sınıf iktidarıyla devlet iktidarının birebir örtüşmediği söylendi. Kavram ortaya atıldı ama devletin hangi koşullarda, nereye kadar özerk olduğu soruları belirsiz kaldı. Sınıfsallık dışında devletin niteliğini etkileyen özel ve ulusal çıkarlar bulundu hatta Skocpol devleti kendine özgü bir mantığa ve çıkarlara sahip bir yapı olarak ele aldı 20 . Devletin niteliğini etkileyen çıkarlar üzerinde durulurken onun özniteliğini belirleyen tek çıkarın sınıfsal çıkar olduğu ise çoğu zaman unutuldu.
Başlıbaşına bir yazı konusu olabilecek bu tartışmaların detayına girmiyorum ama varılan sonuçlardan birine göre “devletin göreli özerkliğinin derecesi, kapsamı, biçimleri vb. ancak belli bir kapitalist devlet ve buna tekabül eden sınıf mücadelesinin belli bir konjonktürü ele alınınca incelenebilir” 21 .
Bu açıdan Türkiye’de devletin göreli özerkliğine, sınıf mücadelesinin bugünkü düzeyi, devletin krizi ve çare aranışları nezdinde bakmak gerekiyor. Devletin Kürt emekçilerine bomba, kamu emekçilerine kimyasal gazla saldırdığı bir dönemde demokrasi ve özerklik tartışması abes kaçıyor. İlla özerklik aranacaksa Tansu Çiller’in siyasal hırsı ve özel çıkarlarının devletin niteliğine dair bir şeyleri etkilediği çok açık olarak görülebilir. Ama böylesi bir özerklik devletin sınıf karakterini perdelemek bir yana daha da açığa çıkarıyor. Geriye Devlet Senfoni Orkestrasının Şostakoviç’in Ekim Devrimi için yazdığı senfonisini arada bir repertuvarına alması kalıyor!
Bir ayrım
Bitirmeden önce Metin Çulhaoğlu’nun Sosyalist Politika’nın Mart 1998 sayısında çıkan “Devlet, Sivil Toplum ve Demokratikleşme” adlı çalışmasına değinmek istiyorum. Yazı, devlet-toplum dikotomisi yerine geçişkenliği ve Türkiye özelinde toplumun devletleşmesini gösteren yönüyle çok önemli noktalara işaret ediyor. Yukarıda devletin yayılması olarak tarif ettiğimiz eğilim ve devletin “sivil toplum kurumu” olarak da adlandırılan sendikalarda vb. temsil olunmasını anlatan para-devlet yaklaşımı, Çulhaoğlu’nda toplumun devletleşmesi olarak adlandırılmış ve bu sürecin sendikalar, medya, üniversiteler ve din aracılığıyla yürütüldüğü gösterilmiş. Yazının genel kurgusu içinde de iktidarsız sivil toplumcu duruş karşısında devlet iktidarını isteyen/hedefleyen sosyalist solun teorik dayanakları sergilenmiş.
Ancak iş iktidar perspektifinin nasıl üretildiğine gelince karışıyor. Burada birtakım “nüve”lerden bahsediliyor:
“Toplumsal muhalefet içinde siyasal iktidarı hedefleyen, zeminini sınıfta bulan, sermayeyi de karşısına alan ve demokrasiyi bambaşka bir siyasal-toplumsal bağlamda tanımlayan ciddi bir nüve oluşacaktır. Yanlış anlaşılmasın: “Nüve” spesifik olarak belirli bir siyasal partiye indirgenemez. Nüve, siyasal partilerin yanısıra, az önce tanımlanan konumlanışı sendikalarda, derneklerde, meslek odalarında, kooperatiflerde, sanatta, kültürde, medyada ve yurtsever kesimde sahiplenenlerden oluşacaktır. Bu nüve, zamanla toplumsal muhalefetin daha büyük bölümlerini kendi yörüngesine çekecektir. Kampanyadan kampanyaya hareketlenmek ya da hareketlenmek için kendi dışında bir olay gelişmesini beklemek yerine, asli ve sürekli bir mücadele ve çalışma hattına sahip olacaktır” 22 .
Bunun adı partisiz-programsız sivil toplum siyasetidir. Teori kapısından kovulan sivil toplum, siyaset bacasından giriyor. Doğruyu görmek, doğru perspektif üretimine yol açmıyor. Çünkü “doğruda durmanın felsefesi” yalnızca felsefi değil, aynı zamanda siyasi bir tavırdır. Felsefi-teorik açıdan söylenen onca doğru şey leninci siyaset duvarına çarptığında perspektifsizlik üretiyor. Hem de iktidar perspektifi adına…
Bu söylenenler sendikalarda, derneklerde vb. iktidar perspektifine sahip kadrolar bulunmadığı ya da bulunmaması gerektiği anlamına gelmiyor. Aksine tam da KADROLAR bulunduğu anlamına geliyor. İktidar perspektifine sahip kadrolar sivil toplumcu siyasetin kuşatma operasyonunun nüveleri değil, marksist-leninist siyasetin yıkıcı-yapıcı operasyonunun özneleridir.
Devlete karşı yürütülen iktidar mücadelesi siyasal mücadelenin merkezinde yer alıyor. Bu yazıda bu mücadelenin daha çok “ne olmadığı”nı öne çıkarmaya çalıştım. Gizli devletin örtüsünü kaldırma, hukuk devleti ya da demokratikleşme merkezli siyasal programların devlet iktidarına götürmeyeceğini, en fazla burjuva devletin bir biçimi altında hükümet etmekle sonuçlanabileceğini anlatmaya çalıştım.
Peki burjuva devletine karşı sınıf mücadelesini yükselten komünistlerin, sahip oldukları iktidar perspektifleri dışında başka mücadele tutamakları yok mu? Daha doğrusu, iktidar perspektifi siyasal programın merkezi bir parçası olarak tüm siyasal süreçlere ışık tutarken, yukarıda sözü edilen karşı-refleksler de bir taraftan geliştirilemez mi? Devletin sınıf karakterini ortaya çıkan her yeni olguda deşifre etmek, bu deşifrasyonu ideolojik mücadele ve siyasal kavgayla birleştirmek, topluma yayılan devletin zayıf kabuklarını soymak, içine doğru merkezileşen devlet organlarına sızmak bu türden karşı-refleksler arasında yer alıyor. Ama hiçbiri bir programa bağlanmadığı sürece kendi başına bir anlam ifade etmiyor.
Program ise belli. Bu ülkede burjuva devlet iktidarını yıkacak, burjuva devlet aygıtını parçalayacak marksist-leninistlerin sosyalist iktidar programı var.
Dipnotlar ve Kaynak
- ENGELS Friedrich, “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, Sol Yayınları129-130
- LENIN V.I. “Devlet ve İhtilal”, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.16
- SAYBAŞILI Kemali, “Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar”, Birey ve Toplum Yayınları, s. 51
- MILIBAND Ralph, “Kapitalist Devlet”, Belge Yayınları, s.54
- NICOS Poulantzas, “Kapitalist Devlet Sorunu”, İletişim Yayınları, s. 27
- PARLAR Suat, “Gizli Devlet”, Bibliotek Yayınları, s. 297
- PARLAR Suat, “Silahlı Bürokrasinin Ekonomi Politiği”, Bibliotek Yayınları, s. 144
- EAGLETON Terry, “İdeoloji”, Ayrıntı Yayınevi, s. 164
- ENGELS Friedrich, age, s. 98
- TEXIER Jacques, “Gramsci, Üstyapılar Teorisyeni” “Gramsci ve Sivil Toplum” içinde, Savaş Yayınları, s. 73
- ANDERSON Perry, “Gramsci: Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji”, Alan Yay., s. 73
- GRAMSCI Antonio, “Hapishane Defterleri”, Belge Yayınları, s. 106
- GRAMSCI Antonio, age, s. 247
- HEKİMOĞLU Cemal, “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında”, Gelenek 3, s. 39
- MANDEL Ernest, “İktidar ve Para”, Yazın Yayıncılık, s. 208-216
- OĞUZ Ali E., “Kriz Kapitalist Devleti Aşıyor”, Gelenek 46, s. 61
- PARLAR Suat, “Silahlı Bürokrasinin Ekonomi Politiği”, Bibliotek Yayınları, s. 228
- HEKİMOĞLU Cemal, “Burjuva Demokrasisi: Nereye Kadar”, Gelenek 5, s. 51
- ENGELS Friedrich, age, s. 205
- MILIBAND Ralph, age, s. 96
- POULANTZAS Nicos, “Kapitalist Devlet Sorunu” içinde “Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap”, İletişim Yayınları, s. 156
- ÇULHAOĞLU Metin, “Devlet, Sivil Toplum ve Demokratikleşme”, Sosyalist Politika 16, s. 32)