Dünya kapitalizminin maddi temellerinin üzerine kurulu olan siyasi üstyapı karmaşık bir bütün oluşturuyor. Bu yapının temel bileşeni, sistemin yerel ve bölgesel coğrafyalardaki tıkanıklıklarını açmak ve krizleri yumuşatarak emperyalist dünya sistemini derinlemesine büyütmek, yeniden üretiminin sürekliliğini sağlamaktır. Bu anlamda emperyalist sistemin liderliğine atfedilen bilincin bir miktar soyut ve göreli olduğunu kabul etmek gerekiyor ama bu sistemin, kapitalist ekonominin doğasında olan kaosu hiçbir müdahale olanağı yaratamadan sineye çektiğini söylemek de aynı derecede zor. Uzakdoğu-Rusya-Latin Amerika mahreçli son krizde de görüldüğü gibi, kaosun lokalize edilebilmesi ve yerellikte bir sermaye yenilenmesi yaratılarak kar oranlarının tekrar yukarı çekilebilmesi, sistemin bütünsel olarak sürekliliğinin güvencesini oluşturabiliyor. Emperyalist odaklar topluluğu, siyasal açıdan zayıf halkaları sistemden koparma riski olan gelişkin siyasal öznelerin bulunduğu ülkelere önem veriyor. Örneğin, IMF her seferinde mafyanın ve mafyayla ortak olan Yeltsin bürokrasisinin eline geçtiğini bildiği halde bu ülkeye ekonomik yardımlardan vazgeçmiyor. Kontrollü kriz yumuşatmanın son örneklerinden biri, ABD piyasalarında yaşanıyor. ABD merkez bankası bürokratları sürekli borsalarının düşmesi gerektiğini açıklayarak menkul kıymetlerdeki şişmenin daha da artmasını engellemeye ve kontrollü bir düşüş sağlamaya çalışıyorlar. Bu noktada bir birikim sorunu olmadığı sürece, kontrollü sermaye değersizleşmesinin, dünya kapitalizmi için istenir bir durum olduğu ortaya çıkar. Ancak unutulmamalı ki sermaye değersizleşmesi, kâr oranlarının azalması yasasına karşı işleyebilen dinamiklerden yalnızca bir tanesi. Emperyalizmin coğrafi genişleme misyonu, dünya savaşları sonrası yerini bir eğilim olarak, pazar derinleştirme ve pazar yenilemeyi amaçlayan bir misyona terketti. Zamanında Almanya’nın İngiltere’ye, ya da ABD’nin İngiltere’ye karşı güttüğü “lideri yakalamak”, motifinin yerini kendi payına düşen sineklerden daha fazla yağ çıkarmak motifine bırakması, bir “dikey pazar yaratma” başarısını getirdi. Hızla yenilenen teknoloji, ekonomik ömrün kısalması, dayanıksız tüketimin özendirilmes,i moda, reklam, kültürel değişim sonucu tüketilen ürünlerin “ideolojik olarak” daha hızlı eskimesi, vs… 1973’ten bu yana süregelen göreli durgunluk dönemine rağmen kapitalist sistemin kendini yenileme gücü, ideolojik başarıların (ve reel sosyalizmin ideolojik başarısızlıklarının) yanında, bu pazar yaratma gücünden bağımsız olarak anlaşılamaz.
Bölüşüm konusunda da ciddi kazanımlar vardır. Örneğin pazarın emekçi sınıflar tüketimine dayanan segmentinin küçültülerek sürdürülebilir olması, bölüşüm sorununu bir miktar hafifletebiliyor. İşçi ailesinin kendisini yeniden üretebilmesi için gereken emek gücü miktarı azalınca, sömürü oranı artıyor. Ancak bu, nüfusun büyük bir kısmının tüketiminin göreli değerinin düşmesi anlamına gelir ki kapitalizm için ciddi bir pazar sorunu yaratır. Kent yoksulları haricindeki bütün kesimler için yenilenen ve yaratılan ihtiyaçlar, bu eğilimin kriz konjonktürleri hariç olmak üzere, başarıyla törpülenebildiğini göstermiştir. Böylece sömürü oranı artsa da bunun pazar küçülmesine yol açmasının ağırlığı bir miktar azalıyor. Hatırlanacak olursa Türkiye pazarının da bir lüks tüketim ağırlığı var.
Kapitalizmde yatırım kaosu
Pazar sorunundan bahesederken, aşırı yatırım olgusuna da özetle değinmek gerekir. Baştan belirtmek gerekiyor, aşırı ve irrasyonel üretim zaten kapitalizmin doğasında vardır, aşırı yatırım ve kâr oranlarının düşmesi, sadece bunalım dönemlerinin değil güçlü, zayıf bütün kapitalist halkalarda, her dönemin karakteristiğidir. Sorun bunun üstesinden gelinip gelinemediği. Tarım ürünlerindeki fiyat dalgalanmasının en önemli nedeni, üretimin ve tüketimin uyumlu değişim gösterememesidir. Örneğin bir sene yüksek olan bir tarım ürünü fiyatı, daha çok köylü tarafından ekilince ertesi yıl düşer. İyi gelir getirmeyen tarım ürünlerinde ise ekim daha az yapılınca, talep artmasa bile fiyat yükselir. Bu basit bir arz-talep denklemi değildir. Çünkü bir ürünün ekimi ve pazara sunumu en az bir yıl, bazı bitkilerde üç-dört yıl almaktadır. Dolayısıyla ekimin o günkü değil, ürünün hazır olacağı döneme göre karar verilmesi gerekir. Bu ise bir planlama faaliyetini ve pazar ekonomisi içinde bile devletin düzenleyici rol almasını zorunlu kılar.
İşte sanayi yatırımlarının kâr oranı da basit anlık arz talep dengelerine değil bu tür vadelere göre şekillenir. Yatırım süresi sonunda talep ne kadar olacak, teknolojik değişiklik talebi nasıl etkileyecek, kullanılan kredilerin vadesi şirketin pazara sunum yapmaya ve kâr etmeye başlamasını sağlamak için uygun mu gibi birçok sorun kapitalist yatırımların ciddi riskler almasını gerektiriyor. Bunun üstüne bir de ithal girdi kullanılması ve/veya ürünün ihrac edilmesi söz konusuysa, döviz kurlarındaki değişimin riskini de ekleyin, işte size gözü kara kapitalizm!
Gerek döviz krizi sonrası Türkiye’de tekstil sektöründe olsun, gerekse Uzakdoğu krizinde olsun, aşırı yatırımın “aşırı” olduğu kriz patlamadığı sürece, son ana kadar anlaşılamadı. Pazarların hızlı genişleme dönemlerinde normalde göze alınamayacak ağır finansman yüklerini ve diğer riskleri alarak pazara giren yeni firmalar, kırılgan yapıları nedeniyle pazar genişlemesi durduğunda zincirleme battı. Başta bahsettiğim kâr oranlarının azalması yasasına karşı işleyen dinamiklerin, dünya kapitalizmini krizlerden muaf tutmadığı, böylece yakın geçmişte görüldü. Süreklileşen ve sarmallar halinde ağırlaşan bir kalkınma yavaşlaması ve işsizlik artışı, son on yıldaki işsizlikte azalış trendinin yerini alacağa benziyor.
Ancak son krizler, dünya sermayesini fazla sarsmışa benzemiyor. Evet ABD haricinde kârlılık büyük ölçüde düştü, hatta ciddi zararlar yazıldı ancak sermaye değersizleşmesi denilebilecek geniş çaplı bir yıkım yaşanmadı. Yine de kritik bir süreç başladı, dünya ticaretinde genişlemenin sürdürülebilir olup olmadığı konusunda derin şüpheler uyandı. ABD dahil bütün dünyada gelir dağılımı, yoksulluk, işsizlik sorunları daha da derinleşti ve tek kutuplu dünyanın, refah seviyesini geriye götürmekte olduğu gün gibi açığa çıktı.
Sermaye doldur boşaltları, kapitalizmin kalkınmacılığı rafa kaldırması
GATT anlaşmasıyla ve serbest ticaret bloklarının yaygınlaşmasıyla bereber, şirketler herhangi bir başka coğrafyada daha kârlı çalışıyorlarsa, üretimi kendi ülkelerinin dışına taşımaktan geri durmadılar. Sınırlardan içeri kolay giren ve dışarı kolay kaçan sermaye, birikim sorunu yaşayan zayıf halkalar tarafından cezbedilmek zorunda. Yani serbest döviz kuru sistemine geçiş, yerli sanayiye konulan teşviklerin ve gümrük duvarlarının “haksız rekabeti önlemek amacıyla” kaldırılması gerekir. Ancak sermaye giriş çıkışının kolaylaşması ve serbest döviz kuru üstüste gelince finansal krizlerin yolu da açılmış oluyor. Bir yandan giren sermaye, girdiği ülkenin parasına talep gösterek değerini arttırıyor böylece ülkenin ithalat-ihracat dengesini bozarak dış ticaret açığı verilmesine neden oluyor. Böylece ülke bu açığın kapatılabilmesi için, yabancı sermaye girişinin devamına muhtaç hale geliyor. Diğer yandan da sermayenin girişi kadar çıkışı da serbest olduğu için ülkede hoşa gitmeyen bir durum belirdiğinde hızlı sermaye kaçışı bu sefer ülkenin parasını çökertiyor. Küçük istikrarsızlıklar bu şekilde büyük krizlere dönüşebiliyor.
MAI, MIGA, Uluslararası Tahkim ve ekonomik bloklar
GATT sürecinin üzerine eklenmeye çalışılan çok taraflı yatırım anlaşması, yatırım garanti anlaşması ve uluslararası tahkim mahkemelerinin ulusal mahkemelere ve ulusal hukuğa üstünlüğü süreçleri, bu trafiğin önündeki son engelleri ve son riskleri de kaldırıyor. Artık ülkeler, geçen yıl Malezya’nın yaptığı gibi, sermaye kaçışını önleyecek kısıtlamalar getiremeyecekler, ulusal yatırım teşvik politikaları uygulayamayacaklar, vs. Amacın ulusal kalkınmacılığın tam zıddı olan uluslararası tekellerin, yerel ekonomilerin çöküşünden korunması olduğu açık. Bu şekilde, kriz anında daha hızlı kaçış imkanına sahip olacak uluslararası sermaye, birlikte yerli sermayeyi de götürecek ve ekonomi daha hızlı çökecek.
Yabancı sermaye spekülatif de yerlisi yatırımcı mı?
Bu doldur boşalt süreci içinde yerli sermayenin davranışları yabancı sermaye ile benzeşmeye başlıyor. Bunun nedeni, yüksek faiz. IMF programları uygulayan ülkelerin, iç tüketimi kısıp, yüksek reel faiz uygulamak zorunda olması. Bugün bunun yarattığı üretimden uzaklaşma ve yatırım eksikliği nedeniyle Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü ile IMF – Dünya Bankası kutuplaşması bile yaşanıyor. IMF’in “tavsiye ettiği” pakette para politikalarının istikrar yaratıcı ve faiz oranlarındaki dengeye müdahale etmeyen tarzda yürütülmesi isteniyor. İç döviz talebini sınırlamak ve hazinenin yurt içinden borçlanabilir durumda tutulması için reel faizlere karışılmıyor. Sanayinin finansman problemi ise bu sefer yine bütçeye yüklenilerek yatırım teşvikleri ve vergi indirimleriyle sağlanmaya çalışılıyor.
Normal koşullarda iç tüketim sınırlandığında enflasyonun talep düşüşü nedeniyle düşmesi gerekir. Burada kaçırılan nokta, iç tüketimin yüksek faizlerle düşürülmesidir. Reel faiz kazanan rantiyelerin lüks tüketimi ve teşvik yatırımlarından kaynaklanan talep, bir tarafta, faizi görünce yatırımdan vazgeçen burjuvazinin yarattığı büyüme düşüklüğü ve üretim eksikliği diğer tarafta yeniden enflasyon denklemini acımasızca yeniden kurarlar. Devletin iç borçlanmada karşı karşıya olduğu çıkmaz, aynı anda yatırımların durmuş olması ve dolayısıyla yapısal maliyet yüksekliği sorunu ile birlikte üretimde Ağustos ayında % 13’e varan daralma (yılın ilk sekiz ayında üretim % 5.8 küçüldü), bu modelin çöktüğünün yeterli kanıtı sayılmalıdır. Yatırım sıkıntısının kapitalizmin doğasına aykırı olduğu düşünülmemelidir. Bir kez eşitsiz gelişim sonucunda zayıf halkalarda birikim sorunu yaşanması doğaldır. Çünkü uluslararası kapitalist işbölümü kâr oranları daha düşük ya da sömürü oranı daha yüksek sektörlerdeki üretimi zayıf halkalarda gerçekleştirmek eğiliminde. Sermaye giriş çıkışlarının yarattığı üretimden bağımsızlaşan kâr süreçleri, o ülkenin sermayesini de tavlamakta, bugün Türkiye’nin en büyük 1000 şirketinde görüldüğü gibi yatırım yapmak yerine faiz gelirleriyle eksilen kâr oranlarını tamamlama yoluna gitmelerine yol açmaktadır.
Burada yatırımdan, yalnızca mevcut üretimin maliyet yapısını düzeltici iyileştirmeler anlaşılmamalı. Bir kere kim ne derse desin, dünyada çoğu sektörde ölçek ekonomisi hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Yani daha büyük kapasiteli makinelerle yapılan üretimin birim maliyeti daha düşük olur. Bu, pazar sorununu gündeme getirir. Örneğin bugün Türkiye’nin bilgisayar parçası üretmeye kalkması, saçma olacaktır. Çünkü dünyadaki toplam pazar ve gereken yatırımın büyüklüğü düşünüldüğünde hazır bir teknolojiyle yapılabilecek yatırımın pazar fiyatları üzerinden kâr etmesi imkansızdır. Bunun tek yolu, pazardaki mevcut ürünlerin maliyetinden daha düşük bir yeni teknolojiyle, tüm pazar için üretim yapmaya çalışmaktır. Zayıf halkalardaki araştırma-geliştirme, bu tür bir ihtiyacı kesinlikle karşılamaz. Bilim ve teknoloji, Türkiye burjuvazisinin mevcut bölüşümle sahip olabileceği bir nimet değil. Bırakın bilim ve teknolojik yenileme gücünü, yatırım malları üretimi bile, yine ölçek ekonomisi nedeniyle, yatırımları çok yavaş olan bir ülke için hiçbir zaman kârlı değildir. Uzakdoğu krizine kurban giden ülkelerde devlet tarafından yaratılan ek bütçeler, doğrudan devlet yatırımlarına, yani pazar büyütmeye giderken, Türkiye’de rekabet gücü umutsuz durumda olan sanayiciye doğrudan teşvik olarak dağıtılıyor. Böylelikle üretimin sakat yapısı korunarak kriz, gelecek döneme havale oluyor.
Daha kaldırılması dahi becerilemeyen deprem enkazlarının altından yeni bir Türkiye doğacağını müjdeleyenler, ekonomik göstergelerin 1994 döviz krizinden pek farklı olmadığını görmüyorlar. Yıllık küçülme, döviz krizindeki küçülmeden daha vahim. Sanayide çalışan işçilerin sayısı özel sektörde %9.8 azalmış. Bir ülkede sanayi işçilerinin onda biri işsiz kalırsa, ortada ciddi bir durum var demektir. Hele de bu, üretim azalmasıyla paralel gidiyorsa, yani çalışılan saat miktarı da aynı oranda düşüyorsa, verimlilik artmıyor demektir (Türkiye’de kamu sektörü verimliliği azalan istihdama paralel olarak artarken özel sektör verimliliği yıllardır sabit). Bunun adı, sadece küçülme değil, sanayisizleşmedir. Dünya ekonomileri, ciddi bir kriz yaşamakla birlikte özellikle imalatta küçülmediler. Yalnızca ortalama büyüme hızı yarıya düştü. Ancak Türkiye ekonomisi küçüldü. Üstelik, sanayi üretimi, ulusal gelirdeki küçülmenin neredeyse iki katı küçüldü. Toplam tüketim ve ithalat gerilerken, ithalatta tüketim mallarının, hammadde ve sanayi mallarına oranı değişmedi. Gümrük Birliği ve uluslararası tahkim yasalarıyla birlikte rekabet avantajını yitirmiş Türkiye sanayisi, yabancı tekellerle ortaklık kurmaya, fabrika kapatmaya, ithalatçılık yapmaya, yatırımdan vazgeçip faizden kazanmaya mahkum (bakınız Ergun Çağlayan, soL sayı 52, sayfa 29).
Ticaret sermayesi ve finans sermayesi hâlâ burjuvazi içi birer kesim mi?
Türkiye burjuvazisi devletle içiçe kalkındı. Devlet, gelişkin kapitalist örneklerde olduğu gibi uzun vadeli çıkarlar adına kısa vadeli çıkarları regüle eden bir aygıt olmanın çok öteside bir işleve büründü. En kısa vadede bile devlet tarafından gösterilen kâr kapılarına yönelindi. İleri bir siyasal bilince ve geri bir birikime sahip burjuvazi, ilk birikimini, mübadele gibi, savaş ekonomisi gibi kanallarda yarattı ve devlete yaptığı işlerle büyüdü. Üstelik bu tablo, gözünüzün önüne sadece 1925-45 dönemini getirmesin, 1980’lerin ikinci yarısında iç borçlanma başladığında da tekrarlanan aynı “mahiyetine alma” vakası idi. Bütün büyük gruplar bankalarını kurarak hükümetlere borç para vermeye başladılar. Bir sonraki aşamada ise hükümetin yurt dışından borçlanmasının aracısı haline geldiler. Bankalar, gelişmiş ülke bankalarından kredi alıyor ve bunu merkez bankasında Türk lirasına çevirip iç borçlanma senetlerine yatırıyorlar. Bu senetlerin bir kısmını sanayi şirketlerine satıp, elde ettikleri parayı yine aynı işe yatırıyorlar. İkinci el tahvil piyasalarında işlem hacmi her yıl katlıyor. Bankaların esas faaliyetleri olan kredilerin kaynaklar içindeki payı, son iki yıl içinde %45’ten %36’ya geriledi. Bunların da büyük bir kısmını kendi holding şirketlerine verdikleri krediler oluşturuyor.
Devlet, burjuvaziye banka kapısını gösterirken bir taraftan da sermaye hareketlerini serbestleştirerek holding içi sermaye hareketlerinin işin içinden çıkılmaz bir karmaşıklığa ulaşmasına yol açtı. Holdingler, yatırım holdingleri, gayrımenkul yatırım ortaklıkları, dış ticaret şirketleri, yurtdışı şirketler… Bu karışıklık hem holdinglerin kârını arttırarak kârı vergiden uzak tutmalarına, yani bölüşümü kendi lehlerine iyileştirmeye yarıyor, hem de şirketlerin bütün likit kaynaklarını tek elden en iyi gelir yaratan iş hangisiyse, hızla o işe kanalize edebilmeleri olanağını veriyor. Bir tekstil fabrikası, ihracatını doğrudan yapmak yerine kendi holdingine bağlı dış ticaret şirketi üzerinden yaparsa alacağı vergi iadesi, aldığının yarısı kadar daha artıyor. Ya da bir holding, inşaatını yaptığı işyerlerini kendi kurduğu gayrımenkul yatırım ortaklığı üzerinden kiraya verirse, aldığı kira geliri vergiden muaf. Son örnek ise “bıyıklı yabancı” şirketlerle ilgili. Vergi mevzuatının gevşek olduğu Hollanda, İrlanda gibi ülkelerde kurulan şirketler de çok işe yarıyor. Holdingler, iştiraklerinin ürünlerini yurt dışında kurdukları şirketlere ucuza satıyorlar. Bu şirketler, asıl alıcıya aracılık ederek kârın aslan payını yurtdışına kaçırmış oluyor, sonra yabancı sermaye teşviklerinden yararlanarak yabancı kimlikle tekrar Türkiye’ye dönüyorlar. Bütün bu katakulli, tamamıyla kayıt içi ve yasal. İşin bir de kayıtdışı ve kara para aklama boyutunu yanına koyduğunuzda devletin vergi gelirleriyle ilgili problemin kaynağı ortaya çıkar. Milli gelirin üçte biri hacminde olduğu tahmin edilen kara para, bütün bu çorbanın üstüne tek başına ayrı ve zor bir çalışma konusu olmaya aday.
Bugün sanayi, ticaret ve finans sermayesinin birer kesimi ifade ettiğini söylemek pek mümkün değil, çünkü her sektörün en büyükleri, aynı holdinglerin çatısı altında birleşmiş durumda. İşe bir de Petrol Ofisi, Tüpraş, Telekom gibi para basan kamu şirketlerinin özelleştirilmesini ve bunlardan birkaçına verilmesini katacak olursanız, çok yakın zamanda devleti fiilen üç-beş (kırk değil) grubun yönetmeye başlayacağı tahmin edilebilir.
Enflasyon ve büyüme, anti-enflasyonist politika yalanı
Türkiye ekonomisinin yapısal bozukluklarıyla birlikte krizleri savuşturarak yeniden üretilebilmesi için kritik bir faktöre ihtiyaç var: Büyüme. Büyüme, toplam pastayı büyüttüğü için herşeyden önce çeşitli kesimlerin pastadan aldıkları paylardaki dengesizliği kamufle ediyor. Piyasaları sıcak tutuyor ve pazarın normalden daha büyük bir tüketim kapasitesine ulaşmasını sağlıyor. Dolayısıyla hükümetlerin en zor vazgeçecekleri şey büyüme. İşin gizlisi saklısı yok; büyümeyi, üretim yapısı bozuk bir ekonomide sürdürebilmek için enflasyonist politika uygulamak gerekir. Başka yolu yok. Çünkü Türkiye’de talebin aslan payı lüks tüketimden ve ara sınıfların dalgalı tüketiminden kaynaklanıyor. Samimi bir enflasyon mücadelesi için tüketimin rantiyeden kaynaklanan tarafını vergilendirmek gerekiyor. Talebin kısılması için emekçileri yoksulluk seviyesinin altına itmek yetmiyor. Bir kere daha çok vergi toplamak, bunun için teşvikleri kısmak gerekiyor. Lüks tüketim vergilerini arttırmak gerekiyor. Büyümeden zaten payını hiç alamayan, tersine avuçlarındakini de gün geçtikçe yitiren emekçiler mi korksun büyümenin durmasından? Bunlar, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin canını acıtacak tedbirler olduğundan şimdilik siyasal taban kaygısı ağır basıyor. Ancak sürdürülemezlikler ortaya çıktıkça siyasal çalkantılar ağırlaşacak gibi görünüyor.
Bankaların sermaye yetersizliği ve açık pozisyonun yarattığı kırılganlık
Sermayelerine oranla elde ettikleri kâr bakımından dünyanın en kârlı ilk 25 bankası arasında 6 Türk bankası bulunuyor. Bu arada sanayi kesimine verilen kredilerin %10’u, tekstil sektörüne verilen kredilerin %20’si resmen batmış, bir o kadarı da ana para geri ödenemediği için kağıt üzerinde vadesi uzatılmış görünüyor. Bunun üstüne bir de şunu ekleyin: Hepsi 75 tane olan (kamu bankaları dahil) Türk bankalarının özkaynaklarını topladığınızda İspanya’nın en büyük bankası, dünyanın en büyük bankasının da dörtte biri kadar ediyor! Bankacılık sistemi rekor miktarda kredi batırıyor, toplamı büyük bir banka kadar ediyor ve kârlılıkta ilk 25’e altı banka sokuyor…(E.Ç., soL sayı 46, sayfa 29)
Bankacılık sisteminin bozukluklarının, ekonominin başat özelliklerinden kaynaklandığı açık. Hazine, vadesi gelen borçlarını ödeyebilmek için yeniden borç almak zorunda. Bütçe, yalnızca vergilerin borç faizine aktarılarak şirketlerin kâr oranlarının artırılmasının aracı haline geldi. Borçlanmanın çevrilebilmesi için bünyesi zayıf bankalar da dahil, bütün bankaların “yemlenmesi” gerekiyor. Bu yemleme, ikinci el bono piyasasında gerçekleşiyor. Bankalar, bulabildikleri bütün kaynaklarla hazine bonosu ihalelerine girip, aldıkları bonoları ikincil piyasada daha düşük faizlerle, yani daha yüksek fiyata satabiliyorlar. Bu kaynakların, kendi kaynakları olması gerekmediği için bankacılık sistemi son derece düşük özkaynaklarla son derece yüksek kârlar elde edebiliyor. Nasıl ki enflasyon, gönüllü ve bilinçli bir politikanın sonucu olarak yürütülüyorsa, sakat bankacılık sistemi de yine iç borçlanmanın gerektirdiği bilinçli bir politika ile yeniden üretiliyor. Bu sistemin iki sonucu var: Zayıf olan bankalar daha çok kâr ediyorlar, çünkü çevirdikleri paranın özkaynaklarına oranı daha büyük oluyor. İkincisi, “zayıf bankalar kapatılsın” kararı alınmaya kalkılırsa ilk önce kamu bankalarının kapatılması gerekiyor. Burjuvazi tarafından yağmalanan kamu bankaları, aynı zamanda büyük açıklar veren bütçeye de destek oluyorlar. Siyasi yatırımlar, oy avcılığı, gereksiz teşvik ve krediler, geri dönmeyeceği bile bile çetelere verilen krediler, hep kamu bankaları tarafından fonlanıyor. Bu bankaların özkaynakları tamamen boşaltılmış durumda (E.Ç., soL sayı 54, sayfa 26).
Türkiye’ye açılacak dış krediler, büyük ölçüde bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılmasına bağlıyken bu koşul, perdelenmeye çalışılıyor. Bir iç borç reformunun ve banka reformunun yapılması, sanayi üretiminin yapısal bozukluklarının çıplak bırakılması anlamına gelir. Bu da zaten üretimden kopmuş olan, para-sermayenin yeniden imalata dönmesine değil, muhtemelen yurtdışına kaçmasına yol açar. Kara para karşısında yarım yamalak alınan önlemlerin ve kadük kalan yeni vergi düzenlemesi girişimlerinin çete-mafya sermayesinin ve bunlarla içiçe olan büyük mali sermayeyi nasıl ürküttüğü ortadadır. Artık kara para, ülkeye yabancı kurumsal yatırımcı kimliğiyle gelmektedir! İstanbul borsası bile yabancı kurumsal yatırımcı paravanı ardındaki spekülatörlerle dolmuştur.
Borsada dönen çarklar
Borsa, işlem gören hisse senetlerinin değerine oranla çok yüksek bir işlem hacmine sahip. Bu da kayıt dışı paranın yurt içinden ve dışından yaptığı manipülasyonlara bağlanıyor. Bütün büyük gruplar, yine kara para kaynaklarıyla ortaklaşa borsada işlem gören iştirakleri üzerinden manipülasyon yapıyorlar. Hatta borsada işlem gören her kamu şirketinde, şirketin durumunu anında para babalarına haber veren ve para babaları tarafından maaşa bağlandıkları yolunda çok kuvvetli deliller bulunan yöneticiler bulunuyor. Sermaye Piyasası Kurulu ya da İMKB gibi bu tür rezillikleri önlemekle yükümlü kuruluşlar da çoktan yolsuzluk batağına girmeye başlamışlar bile. İmalattan uzaklaşan burjuvazi, kendi ilkel ahlakını bile terkederek havadan kazandığı paralarla kumarbazlığa soyunuyor. Borsa manipülasyonlarının merkezinde yeralan bazı şahıslar herkesin dilinde: Tansu’nun kocası, Mesut’un kardeşi, yine Mesut’un ekonomiden sorumlu adamı Güneş Bey, yine Mesut’un kuzeni en büyük borsa şirketinin ortağı, Demirel’in kardeşleri, Cıngıllıoğlu sülalesi, Karamehmetler (Çukurova Grubu), Koç grubunun acentesi medya devi Doğan ve tabi İş Bankası soyguncusu Ciner ve ekibi ile elektrik soyguncusu Uzanlar… Bu isimler, büyük ölçüde nakit para anlamına geliyor ve karşılarına engel çıkarılmasından son derece rahatsız olup engelleri parasal ve siyasal nüfuzlarıyla geçmeye çalışıyorlar.
Bu zehirli çorbanın tuzu, biberi…
Osmanlı’dan kısmen devralınan ama büyük ölçüde Kemalizmin damgasını taşıyan devlet aygıtı, Özal dönemiyle birlikte başlayan süreçte kadro niteliği olarak ciddi bir dejenerasyona uğradı ve giderek zavallı bir hale geliyor. Refahyol döneminden sonra bürokraside restorasyon süreciyle birlikte bir miktar nitelik artışı yaşanmaya başladıysa da bu eğilimin henüz parlamentodan içeri girdiği söylenemez. 1930’ların yüksek memur ve siyasetçi asaleti, devletin bekası sorumluluğu, kaymakamlık seviyesine kadar inen elitizm ve el yordamıyla fakat şevkle sarılınılan bir batılılaşma ve kalkınma hevesinin yerinde bugün yeller esiyor. Devlet aygıtının önemli misyonlarından biri olan burjuvazinin uzak gözlüğü olma fonksiyonu, bu süreçte güme gidiyor.
Bugün, bütün bu anlatılanlardan Türkiye ekonomisine bir ömür biçmek mümkün. Konjonktürel etkilere bağlı olarak bu ömrü mevcut yapıyla kabaca 1-4 yıl arası olarak verebiliriz. Bu dönem içinde bir ekonomik restorasyonun şu ya da bu şekilde sağlanması, ya da bir seferberlik ekonomisine girilmesi gerekiyor. Küçük makyajlarla sağlanabilecek yenilenme potansiyeli kalmamıştır ve siyasal iktidarın bugün-yarın çelişkisi altında burjuvazi ile olan ilişkileri hayati önem kazanmaya başlamıştır. Restorasyonun hitap kanalının içinde bulunan ekonomi bürokratlarının bir noktada ekonomiye el atması, ancak burjuvaziyi razı etmek için işlerin bir miktar daha çatallaşmasını beklemesi makul görünüyor. Gemi yolculuğunun bitmesini istemeyenler, alt taraftan bir gümbürtü gelene kadar, karaya oturacaklarına inanmak istemeyeceklerdir. İktidarın alt odakları içinde burjuvazinin bütünsel çıkarlarına karşı olan bir kesim aramak boşunadır. Ancak kriz noktasına, sürdürülemezliğin başlayacağı noktaya kadar burjuvazi, kısa vadeli çıkarlarıyla iktidarının uzun vadeli restorasyonu arasındaki çelişkisini çekişmeli bir iktidarla dışa vuruyor. Çekişmenin bir tarafın lehine sonuçlanmasını beklemek, işin doğasına aykırı… Tabi en çok istenen seçenek, bu çelişkilerin yumuşatılıp ertelenerek bir dönem daha cepleri doldurmaktır. Bunun da yolu, dış kaynak bulmaktan geçiyor. Bu nedenle siyasi iktidar büyük burjuvazinin, yabancı sermaye ile ortaklık kurup özelleştirmeye girmesini sağlamaya çalışıyor. Yeni hazırladığı bütçe ile bordroluların reel ücretlerini bir kez daha gerileteceğini ve memleketin kalan varlıklarını yağmaya açacağını ilan ediyor. Bu noktadan sonra yurtseverlik kendi ifadesini ancak sosyalizm programında bulabilir. Bu arada sosyal demokratlaşan ve AB rüzgarlarıyla, sivil toplumculukla köksüzleşen reformizmin, demokratizm batağında solduyusunu yitiren Kürt hareketinin şimdilik hitap edebildiği bir insan malzemesi, doğrudan yani sosyalizm programına yurtseverliğinin doğrudan sonucu olarak sahip çıkan bir sol blok içinde durmak için bir miktar ders almayı bekliyor. Ancak zamanı boş geçirecek değiliz…