“Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar.” Marx-Engels
99’un ilk aylarında Türkiye’de “kriz” emekçi sınıfları vururken, sınıf mücadelesinin krize bağlı tümel bir yükselişe geçtiğine ya da geçeceğine ilişkin bir belirti ne yazık ki hâlâ yok. Bunca olanağa ve bunca olanaksızlığa karşın…
Burjuvazinin bu emekçi sınıfları yedeklemiş gidiyor görüntüsüne rağmen, önümüzdeki kısa erimli dönem hem burjuvazi hem de emekçi sınıflar açısından nitel olarak kritiktir. Çünkü kriz bazılarının sandığının ya da algıladığının aksine, Singapur Rio borsalarında ya da İMKB’de yaşanmıyor. Kriz sınıflar mücadelesinde yaşanıyor; sermaye ile emek arasında yaşanıyor; tarih burada yazılıyor… Kriz sadece burjuvazinin vahalarında değil sınıflar mücadelesi düzleminde yükseliyor. Kriz sadece kapitalizmin krizi değil tarih öncesinin de krizidir. Bu ülkede birkaç onbin dünyada birkaç yüzbin şirketin iflası tarih değildir -olsa olsa tarih öncesinin kayıtlarına belki geçecek birkaç vakayı adiye… Tarih yazılmaktadır!
Evet bu çalışmada krizin sınıflar mücadelesine sunduğu güncel olanaklar bağlamında, isçi sınıfı ve sermaye sahibi sınıfların birbirlerine karşı tutumları, konumlanışları, kriz psikolojileri gibi krizin sınıflar mücadelesine etkileri üzerinde durulmaya çalışılırken örnek sektör olarak genelde metal sektörü özelde ise demir çelik sektörü ele alınmaya çalışılacaktır.
Yazıyı bir deneyim kumbarası haline getirmekten olabildiğince kaçınmış olsam da iddiam tüm deneyimlerin özütlenerek, evrensel çıktılar halinde okuyucuya sunulabildiği bir metin ortaya koymak da değildir. Üstelik Türkiye gibi bir zayıf halkada bizimki gibi bir komünist partinin var olduğu koşullarda, kriz mücadele, krizle mücadele, krizde mücadele ve de en önemlisi mücadelenin krizi ve burjuvazinin krizi gibi başlıklarda böylesi bir evrensellik yakalamak iddiası kuramdan öte spekülatif alanlara kayacak ve kimi okurda yaratacağı beklentiler devrimin gününe saatine varana değin, bir devrim izleğinden daha alçakgönüllü olamayacaktır.
Bu yüzden öncelikle bir kriz mağduruna söz vermek istiyorum:
“Memleketten döneli üç ay kadar olmuş, yersiz yurtsuz, eşyasız, evsiz ama galiba asıl kayda değeri beş parasız eski bir dostumun yanına yerleşmiştim. 1999 başlarıydı ve ben krize rağmen iş arıyordum -nafile bir çaba! Binlerce emekçinin işinden olduğu, binlercesinin ücretsiz izine gönderildiği, binlercesinin de sıfır zamlarla çalışmaya mahkum edildiği böylesi bir dönemde eğer bir iş bulacak olursam diye başladım ama bitiremedim.
Başladığım da bitiremediğim de aslında aynı şeydi: Kriz ortamında sınıf kardeşlerine ihanetin hem en acımasızı hem de en meşrusu kendine zemin bulabiliyordu. Bu durumdan bağışık olmayı ne çok isterdim! Kriz görünce devrim sananlar önce krizi duymalılar ama ondan da önce ona dokunmalılar!”
Dostuma tek bir yanıtım oldu: “Türkiyeli emekçi ihanete mecbur değildir!”
“Global kriz”den
Türkiye demir çelik sektörüne
‘99 başları dendiğinde; kriz Türkiye’yi sarmalamışsa, bu krizin bir Ekonomik Kriz iki Siyasal Kriz ve üç Psikolojik Kriz diye bir sacayağı üzerine oturduğu, burjuva ideologları tarafından var sayılmaktadır.
Siyasi kriz için ve bu siyasi krizin aşılmasında burjuvazinin programı, Restorasyon’a ve onun öznesi olan Asparti’ye değgin tümel bir çözümlemede bulunmuş ve bir karşı-program geliştirmiş tek hareketin bir üyesi olarak çok az noktaya değinme lüksüne sahibim 1 2 . Bu lüksü kullanmayacağım, yer 18 Nisan ‘99 genel ve yerel seçimleri öncesinde hükümetteki RP’yi İsrail siyonizmi ile masaya oturtup, askeri ve ekonomik işbirliği antlaşmaları imzalatan, askerlerin alışageldiği yaşam biçimine de uygun düşen bir tabirle “düşük yoğunluklu iktidar” modelinin ardından devreye alınan, DSP azınlık ya da “hükümetsiz iktidar” modelinin yarattığı siyasi kişiliksizliğin belirsizlik ortamında doğan, siyasi kriz-psikolojik kriz çiftidir. Bu çift nelere tahvil olmadı! Ocak ‘99 zamları, metal ve tekstil sektörlerinde toplu iş görüşmeleri… hep sermayenin olağanüstü kazanımları ile noktalandı; sendikal bürokrasinin ihanetine yarattığı meşruluk sınıfı mücadelesinden geri bıraktı…
Bir yandan emekçilerin ürettiği değerlere piyasa ekonomisi içinde mutlak sömürü oranı artırılarak daha fazla el konulacak, bir yandan da iktidar aygıtı tarafından el konan ve/ya da konabilecek kamu değerleri sermayeye akacaktır; bir kriz olsun olmasın…
Ekonomik kriz ise (başta Gelenek olmak üzere 3 4 tüm yayınlarımızda yer tutan şu Güneydoğu Asya’dan başlayan, Rusya üzerinden süren ve IMF ile Dünya Bankası tarafından bir türlü düze çıkarılamayan, Güney Amerika ülkelerini sarsan, aşırı üretim krizinden ve onun Türkiye üzerindeki yansımalarından söz ediyorum) dünya ticaret hacminin daralmasına yol açtı. Uzakdoğu’da altyapı yatırımlarının durma noktasına gelmesine koşut olarak bu bölgeye Türkiye tarafından yapılan demir çelik dışsatımında ciddi düşüşler kaydedildi -bu konuya ayrıntılarıyla daha sonra geleceğim-. Uzakdoğu krizi demir çelik sektörü yanında, tekstil sektörünü de etkiledi. Krizdeki ülkelerden gelen dampingli polyester kumaş ve iplik, polyester üreten tekstilcileri zora sokarken, bu ürünleri girdi olarak kullanan hazır giyimcileri ise düşen girdi fiyatları sayesinde rahatlattı. Rusya krizi hem tekstili hem de hazır giyimi çok daha fazla zora soktu. Bu ülkeye yapılan tekstil-hazır giyim dışsatımı yarıdan fazla azaldı (5-6 milyar dolarlık bir kayıptan söz ediliyor).
Hitap ettikleri dış pazarlardaki daralmanın ötesinde genelde tekstil, özelde ise hazır giyim sektörü ile demir çelik sektörünün Türkiye’deki gelişimindeki benzerlikler, krizin neden öncelikle bu sektörleri etkilediğini de bir ölçüde açıklamaktadır. ‘80 sonrasının bu yıldızı parlayan sektörlerinin kanbağını vergi iadesi hayali ihracat teşvikler ve elbette ucuz emekgücü oluşturmaktadır.
Krizin etkilerinin anlaşılabilmesi açısından demir-çelik sektörünün, Türkiye’deki bu ilginç yapısı hakkında bazı özet bilgiler vermekte yarar görüyorum.
Demir çelik üretimi, temel olarak iki farklı teknoloji iki farklı işletme ile gerçekleştirilir. Bunlardan ilki entegre tesis, ikincisi ise elektrik ark ocağıdır. Entegre tesisler demir cevherini işleyerek ham demir (pik demir) üretir ve konvertörlerde bu ham demiri çeliğe dönüştürürler. Hammadde girdisi demir cevheri ve taş kömürüdür. Türkiye’de üç entegre tesis bulunmaktadir: Kardemir (1939), Erdemir (1965) ve İsdemir (1975). Bu tür işletmelerin stratejik önemi, en azından teknolojik ve hammadde girdileri bazında emperyalizme bağımlı olmamaları ve dolaysızca ülkenin hammadde kaynaklarından yararlanabilmeleridir. Öte yandan, bugün Türkiye’de ilk yatırım maliyeti çok yüksek olan böylesi bir tesisi ne kurmaya ne de satın almaya yetecek sermaye birikimine haiz bir sermaye grubu vardır. Kaldı ki var olan tüm işletmeler de zaten birer kamu kuruluşudur; ancak Kardemir’le başlayan özelleştirme süreci, adım adım İsdemir ve Erdemir’e doğru ilerlemektedir.
Demir çelik üretiminde Türkiye’deki ikinci teknoloji ve ikinci işletme yapısı, elektrik ark ocaklarıdır (EAO). Yukarıda değinilen teşvikli alan, bu işletmelere özgü olup; sistem tamamen yurtdışından ithal edilen hurda çeliğin elektrik enerjisi (elektrik arkı) yardımıyla yeniden ergitilmesine dayanmaktadır. Çok yüksek miktarlarda elektrik enerjisinin yanında temel hammadde girdileri hurda ve elektrot olup tamamen dışa bağımlı niteliktedir. Yatırım maliyeti görece düşük işletmesi kolay bir sistemdir.
Üretim yönteminin yanında, ürün bazında da bir sınıflama yapmak sektörü kavramak açısından son derece önemlidir.
1. Uzun Ürün: Daha çok inşaat ve alt yapı yatırımlarında kısmen de metal eşya ve makina (üretim araçları) imali sektörlerinde tüketilir: Önemli bir kısmı inşaat demiri olarak da bilinir. Entegre tesislerde üretilebilmekle beraber Türkiye’de ağırlıklı olarak EAO’larda üretilir.
2. Yassı Ürün: Çoğunlukla otomotiv ve beyaz eşya (kaporta saçları) vb. metal eşya gibi tüketim mallarının ve kısmen de makina imalinde tüketilir. Türkiye’de sadece Erdemir tarafından üretilir.
3. Kaliteli Çelik: Alaşımlı uzun ürün olarak yoğun bir biçimde makina imal sanayiinin tükettiği bir malzemedir. Türkiye’de daha çok savaş sanayiine yönelik olarak kurulmuş bulunan ilk EOA olan Kırıkkale Makina Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK 1932) ile Asil Çelik ve Çemtaş tarafından üretilir.
Asil Çelik dahil ‘80 öncesinde özel sektörün sahibi bulunduğu EAO sayısı altı adet iken, bu sayı Özal’ın sevgili müritlerinin aldıkları ‘teşvikler’ sayesinde bugün 17’ye yükselmiştir. Hepsi de uzun ürün istihsal eden bu işletmeler Türkiye’de uzun ürün/yassı ürün dengesinde dünya standartlarının çok ötesinde bir sapmaya yol açmış ve bugün uzun ürün lehine yüzde 83’e varmıştır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu oran, halen yüzde 40 uzun yüzde 60 yassı ürün şeklindedir. Öte yandan, dışa bağımlı EAO’ların toplam çelik üretimi içindeki oranı da yüzde 62 ile gelişmiş kapitalist ülkelerde yüzde 40 olan bu orandan yine ciddi ölçüde sapmış bulunmaktadır.
1980 yılında, 2.400.000 ton olan ham çelik üretimi, 1997 yılında 14.275.000 tona çıkmış olup, ‘98 üretiminde ise kayda değer bir değişiklik gerçekleşmemiştir: 14.000.000 ton (tahmini). EAO’ların 80’den 98’e üretimindeki artış ise sırasıyla 690.000 ton (yüzde 29) ve 9.000.000 ton (yüzde 63 tahmini) olmuştur. Kapasite ise yine 4.200.000 tondan 20.000.000 tona yükselmiştir 5 6.
Kapasitenin kullanılamamasının temel nedeni yukarıda çıkarılmaya çalışılan Yassı/Uzun Ürün ve EAO/Entegre Tesis haritasından da anlaşılacağı üzere iç pazar talebiyle örtüşmeyen yatırımlar; aynı anlama gelmek üzere kamunun yarattığı değerlerin ve kamu gelirlerinin sadece zengini seven düşüncenin yeni zenginler yaratma `mücadelesine’ kanalize edilmesidir. Uzun ürünlerde Türkiye’nin 5-5.5 milyon ton üretim fazlası bulunmakta olup bu değer toplam üretimin (‘97 üretim değeri olan 11.16 milyon tona göre) yüzde 50-55’i dolayındadır. 2.7 mil-yon tonluk yassı mamul üretimine karşın ise iç pazar yassı mamul talebi 6 mil-yon ton olup tek üretici Erdemir’in talebi karşılama oranı yüzde 45 dolayındadır.
Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) kayıtlarına göre ‘97 yılında krize karşın ihracat ve ithalat değerlerinde ciddi değişimler yaşamayan sektörün toplam dışsatımı 34 milyar USD ile Türkiye sektörler sıralamasında ikinciliğe yükselmiştir. İlginç bir başka nokta ise 850 milyon USD’lık hurda ithaline karşılık 115 milyar dolarlık uzun ürün ihracıdır. EAO’ları yaptıkları ihracatla kendi hurda ve diğer hammadde ithalatlarını ancak karşılamaktadır.
Krize ve sektörün göstergelerine dönecek olursak: Bu sektörde çalışan her emekçi için ilgili sektörlerde yedi emekçiye istihdam sağlayan demir çelik sektöründe ‘97 ve ‘98 üretimlerinde herhangi bir düşüş gerçekleşmemiştir.
Kesin değerler henüz açıklanmamış olmakla birlikte; ihracatçı birlikleri kayıtlarına göre ‘98 yılında sektörün dışsatımının yüzde 4-5 dolayında bir azalma ile 32 milyar dolar civarında olacağı tahmin edilmektedir. Bu azalma doğrudan uzun üründeki azalmayı yansıtmakta olup yassı ürün dış alımında da yüzde 40’lık bir artış beklenmektedir.
İhracatın azalmasındaki en büyük etken altyapı yatırımlarının azalmasına paralel olarak Güneydoğu Asya’ya yapılan dışsatımın yüzde 70 oranında azalmasıdır. “Uzakdoğu’ya yapılan ihracat geçen yıl (1997) 576 bin ton iken bu yılın Ocak-Eylül ihracatı 88 bin ton”7 olmuştur.
Öte yandan BDT ülkelerinden dampingli mal satışı sonucu gerek uzun mamullerde gerekse de yassı ürünlerde dünya pazarında fiyatlar düşmüş bulunmaktadır. Öte yandan dışalımı kolaylaştıran ve sonucu itibarıyla da artıran ve sermaye açısından çelişkili gibi görünen bir başka konu ise 1998 ithalat rejiminde GTIP 72.07 pozisyonunda yer alan kütük-blum ara mamullerinin dışalımındaki gümrük vergilerinin 97’ye göre yüzde 25 oranında azaltılmasıdır. Bunun nedenini sermayenin demir çelik sektörüne ilişkin programını incelediğimizde daha net kavramak mümkün olacaktır.
Sermaye sınıfının demir çelik sektörüne dönük programlarını iki düzlemde ele almak gerekmektedir. Bunlardan birincisi onaltı EAO sermaye sahibince örgütlenmiş bulunulan Demir Çelik Üreticileri Derneği’nin (DÇÜD) programı ve bu programdan büsbütün bağışık düşünülemeyecek ancak sektörle yakından ilgilenen -başta Koç Grubu olmak üzere- diğer tekelci sermaye gruplarının devlet nezdinde dikte ettirmeye çalıştıkları program.
Özalseverliğin o naif ve kısa erimli bakışıyla hazırlanmış demir-çelik sektörünün 1998 başındaki gündemi “Asya Pasifik Krizinin Sektöre Etkileri” başlıklı makalenin sonuç bölümünde yer alan DÇÜD’nin programı 8 üç ana başlıktan oluşmaktadır ve doğal olarak muhatabı da dolaysızca ve sadece burjuva devletidir. Aşağıda sunulan bu programın meali `serbest pazar’ ekonomisinin nasıl işlediğine ve devletin sınıflar üstünlüğüne ilişkin olarak bir ibret belgesi -yetersizdir- anıtı niteliğindedir ve Ocak 1998’den beri yasal sektörel yayınlarda yasal günlük gazetelerin ekonomi sayfalarında çarşaf çarşaf yayınlanmaktadır.
1. Uzun ürünlerdeki üretim fazlasının ihracını temin için;
1.1. Elektriğin Özal döneminde olduğu gibi EAO’larina ucuz verilmesi
1.2. Hurdanın gümrüksüz dışalımı
1.3. Eximbank kredi limitlerinin ve sürelerinin uzatılması
1.4. Başta Çin’de olmak üzere bu kriz döneminde yürürlüğe konulması pek muhtemel olan anti-damping yasalarının önlenmesi
2. İç pazarın dengeli bir yapıya kavuşturulması için
2.1. Yeni yatırımlara izin verilmemesi için daha önce işletilmeyen enerji temini ve çevre ile ilgili mevzuatların işletilmesi
2.2. Düşürülen yarı mamul ve mamullerdeki gümrük vergilerinin eski haline getirilmesi
2.3. İkili anlaşmalarla ortaya çıkan sıfır gümrüklü çelik ithalatının haksız rekabete neden olması dolayısıyla önlenmesi
2.4. Bizimle bağı olmayan kütük işleyen haddehanelerin kütüklerini bizden almasının zorunlu kılınması
2.5. Anti-damping yasalarının acilen işler hale getirilmesi; Çin ve diğer ülkelerin koymasını engelleyin siz koyun! Var mı böyle yağma!
2.6. İsdemir Erdemir ve Sivas Demir Çelik acilen özelleştirilmeli bu işletme-ler kısaca bize devredilmeli ama örneğin İsdemir ya özelleştirme öncesinde yassı mamul yatırımı yapmalı ya da devralan sermaye için bu iş bir şekilde yük olmadan ayarlanmalıdır.
3. Sektörel etkinliğin temini yani sermayenin devlet katında dolaysızca temsili için
3.1. AKÇT anlaşması ile bize sağlanması vaat edilen imkanlara işlerlik kazandırılmalıdır. Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’nı imzaladınız da bize birşey düşmedi hani yapısal onarımımız realize edilecekti Yine uluslararası tekellere çalışıyorsunuz!
3.2. Sektörel bazda yaptırım gücü olan Sivil Çelik Birliği en kısa sürede yasal şekle getirilmelidir: Doğrudan müdahale hakkı istiyoruk!
3.3. Siyaset bürokrasi üretici üçlüsünün diyalog ve koordinasyonuna süreklilik içinde işlerlik kazandırılmalıdır: Meale hacet yok!
Aradan geçen bir yıl programın gerçekçi versiyonlarını da piyasaya sürmüş olup bu versiyonlar ödeme paketinden yararlanamadıklarından dem vururken ihtisas gümrüklerinin hızla yaşama geçirilmesini talep etmekte; anti-damping yasalarını vurgulamakta; elektrik fiyatlarından yakınmakta ve asıl önemlisi çok net bir biçimde entegre tesislerin kendilerine devredilmesi istenmektedir: “Ark ocaklı çelik üreticileri ile İsdemir Kardemir ve Erdemir’in sektörel bütünleşmesi sağlanmalıdır” yoksa 35 bin işçi işinden olacak diye tehditler savrulmaktadır 9
DÇÜD gerek İsdemir’in gerekse de Erdemir’in özelleştirilmesinden kendilerine pay düşmeyeceğinin sonunda farkına varmışlardır. GTIP 72.07 pozisyonundaki gümrük indiriminin bir yandan EAO’ları bir yandan da Erdemir’i zor durumda bırakmak üzere Erdemir’le ilgilenen çeşitli sermaye gruplarınca yaptırıldığını daha fazla bilmezden gelememişlerdir. Netaş’ın özelleştirilmesi sırasında da Netaş Genel Müdürü olarak sermaye adına görev alan zatın Erdemir’e 98 içinde Genel Müdür olarak atanmasıyla Erdemir Yönetim Kurulu içindeki dengenin Koç Grubu’ndan yana geçtiğini inkar edemez haldedirler ve bu sektörden silinme tehdidiyle karşı karşıya olduklarını görmüşlerdir. Koç arkasındaki uluslararası destekle Çukurova ve belki bir de Çolakoğlu’nu yanına alarak Erdemir’in üstüne oturmayı mı planlamaktadır yoksa Spekülasyonun sonu yok… ama Asil Çelik’i 79’da Koç’tan devralarak kurtarılan ilk şirket ünvanını almasına sahip olan bu anlayışın yirmi yıl sonra 99’da başka bir hatta oturacağına inanmak fazla iyimserlik olurdu.
Anımsatıyorum; Türkiye’de Koç ve Sabancı’nın toplamı dahil hiçbir grubun tek başına talip olamayacağı büyüklükte bir işletme olan Erdemir sektörün ilk özelleştirme kapsamına alınan kuruluşudur. Tarih: 30.04.1987 ve Kardemir 1995’de Sivas Demir Çelik ise 24.04.1998 de özelleştirilmiştir. İsdemir kapasitesinin bir bölümünün yassı mamule dönüştürülmesi koşuluyla 3.3.1998’de ve Asil Çelik de yine aynı yıl içinde 21.04.1998’de özelleştirme kapsamına alınmıştır.
Kriz kurbanı sermaye!
Dünya otomotiv sanayiinin kapasitesi 71 milyonken 1999’da satışların yüzde 8 düşerek 45 milyonda realize olacağı tahmin edilmektedir. Bu kapasite fazlası bir şekilde sermayenin kaldırabileceği makul sınırlara çekilmelidir; yani kriz bu kapasitenin bir kısmını değersizleştirmek zorundadır. Kriz bu değersizleşmenin krizidir. Ve Türkiye’de de durum farksızdır. Binek araçlarda Türkiye satışları 99’da yaklaşık 250 bin olarak tahmin edilmesine karşın programlanmış kapasite yatırımlar durmadığı sürece neredeyse 1 milyona varacaktır.
Krizin değersizleştireceği sermayeye uluslararası gruplar tarafından süratle el konarak tekelleşme ve sermayenin merkezileşmesi şiddetlenecektir. Bu bağlamda; geçen yılın otomotiv devlerinin evliliklerinden doğan Daimler-Chrysler ve Fiat-Renault işbirliği ile girilen birleşme sürecinin devam etmesi bir zorunluluktur. Kriz sürecinde Güney Kore otomotiv devlerinden Samsung Motors’un Daewoo ile birleşmesinin ardından şimdi de Nissan hisseleriyle Amerikan Daimler-Chrysler ve Ford ile Fransız Renault’un ilgilendiği söylentileri ortalığı sarmıştır. Bu tür işletmeler örneğin General Motors’a, Ford/Mazda’ya, Toyata’ya, Volkswagen ya da Fiat’a geçmediği sürece bu kriz bitmeyecek gibi bir şey söylemiyorum ama bilinen odur ki her çıkılan krizden olduğu gibi bu krizden de tekelleşme eğilimi ve emperyalizm güçlenerek çıkacaktır. Emperyalizm kapitalizmin bizatihi kendisidir ve bu yüzden kriz tümel olarak kapitalizmin ya da burjuvazinin krizi değildir. Kapitalizm emperyalistleşme ve tekelleşme eğilimi güçlenerek sürmediği durumda ancak kendini tehlikede hissetmektedir.
Pazardaki rekabet koşullarının değişmesi aynı anlama gelmek üzere, tekeller tarafından paylaşılmış pazarın krizle daralması, tüketimin düşmesi, pazarın yeniden paylaşımını güncel kılar. Bu paylaşım bir yandan değersizleşen sermayeye tekeller tarafından el konulması biçiminde realize olurken bir yandan da devlet nezdindeki müdahalelerle ve yine aynı anlama gelmek üzere devletin sermaye adına müdahaleleriyle realize olur.
Devlet nezdindeki bu müdahaleler ve bu müdahaleler sonucunda şekillenen devletin kriz politikaları, kimi sermaye gruplarının elinde bulunan sermayenin değersizleşmesini önlemek ve/ya da kimi sermaye gruplarını öncelikle ‘kayırmak’ için;
a. Sermayenin devlet koruması altına alınması (Daha sonra tekrar sermayeye devredilmek üzere devlet tarafından ‘kurtarılması’: Kimi bankalar ve ‘79 Asil Çelik örneğinde olduğu gibi)
b. Sermayeye dolaysız devlet yardımı yapılması (Yeni kredi olanakları yaratılması vergi iadeleri KDV indirimleri vergi muafiyetleri düşük faizli ya da faizsiz kredi temini; DSP azınlık hükümetinin ilk icraatlarından biri KOBİ’lere -Bek-sa da bir KOBİ’dir anımsatalım!- yüzde 30 faizle TTGV üzerinden kredi açılması oldu)
c. Hukukun kriz koşullarına uyarlanması (Gümrük mevzuatlarının değiştirilmesi ihtisas gümrüklerinin kurulması anti-damping yasaları çıkarılması gibi)
d. Sermayeye kaynak transferi (Özelleştirme adı altında kamu mallarının sermayeye devri talanı)
e. Zorun devreye alınması (olağanüstü hal uygulamaları genelde sola emekçilere ve örgütlerine uygulanan şiddetin artırılması dolayımıyla, emekçi haklarının gaspına yönelik zemin hazırlama süreçleri) gibi başlıklarda uygulamaya konulur. Yanlış anlaşılmasın; yukarıda sıralananların sadece kriz koşullarının yani olağanüstü bir dönemin uygulamaları olduğunu iddia etmiyorum. Sadece bu tür uygulamaların kriz koşullarında pervasızca ve yoğunlaşarak devreye alınmakta olduğunu olağanüstülüğünün de bu pervasızlığında bu gözü dönmüşlüğünde gizli olduğunu iddia ediyorum. Ve asıl önemlisi, tüm bu uygulamaların emekçi halk nezdinde düzenin meşruiyetini sorgulatıcı bir açıklıkta sergilenmesine vurgu yapmak istiyorum; bizi bu çalışmada asıl ilgilendiren de budur.
Sermaye örgütleri saf tutuyor ya emek örgütleri?
Yukarıda demir çelik sektörü özelinde örneklenmeye çalışıldığı üzere, farklı sermaye gruplarının kriz koşullarında hayatta-pazarda kalabilmesi için güncel çıkarlarının sınıf kardeşlerinden farklılaşarak hayatileşmesiyle, kriz sermaye sınıfını özellikle devlet nezdinde parçaladığı kendi içinde atomize ettiği için sermaye sınıfının da krizi haline gelir. Farklı gruplardan her birinin kendi güncel çıkarlarının savunusu için burjuva siyasetinde ve devlet aygıtında yarattığı gerilimlerle açığa çıkan bu parçalanmanın bizatihi kendisi siyasi krize yönetememe krizine yol vermektedir.
Bu olağanüstü siyasal gerilimli tabloda pervasızlaşan sermaye düzeni, sermayenin devletiyle olan ilişkilerinin emekçi halk nezdinde ipliğinin pazara çıkmasına da olağanüstü olanaklar doğurur. Bu olanakların değerlendirilmesinde başta sendikalar olmak üzere, tüm sınıf örgütleri ve aydınlar birincil dereceden sorumluluk sahibidir.
Kriz koşullarında emek örgütlerinin göstereceği performans ya da teslimiyet; parçalanmış burjuva siyasetinde açılan gedikleri genişletme ya da tıkama yönünde takınacağı tavır; düzenin bekası ya da çözülüşü için ilk elden belirleyicidir.
Türkiye’nin tescilli sarı sendikalist yapısı Türk-İş’in ve benzerlerinin varlık nedenini bir kalkışma için emekçi sınıfa krizin sunduğu olanakların bertaraf edilebilmesi ile sınırlamak ne kadar eksikliyse; sarı sendikalizmin sermaye açısından kriz güncelliğindeki önemini azımsamak da o kadar hatalıdır. Krize alışkın Türkiye burjuvazisi açısından yönetememe krizini aşamamakla malul siyasi yapının öznel konumu nasıl büyük bir handikapsa Türk-İş’in varlığı da o denli önemli bir olanaktır. Türkiye burjuvazisinin krize alışık olması, emperyalizmin bu zayıf halkasında krizin yapısal görünümü kadar krizin devrimci duruma evrilme olanaklarının mevcut sendikal yapılanmalar tarafından tıkanmasındaki beceri de sağlamaktadır. Bu beceriyi sendikal yapılanmaların sınıf mücadelesinin devrimci içeriğini soğurma ya da sınıfı teslim almakla sınırlamak yetersiz kalmaktadır.
99 Ocak sonundan itibaren 460 bin işçiyi kapsayan kamu toplu iş sözleşmeleri için masaya oturulacak. Türk-İş’in talebi; ilk altı ay için seyyanen yapılacak 50 milyon lira artı yüzde 35 ve diğer altı aylık dilimler için de enflasyon artı yüzde 5. Görüşmeler Türk-İş’e bağlı Hava-İş Sendikası’nın THY’de çalışan 7.200 işçi adına masaya oturmasıyla başlayacak. DSP azınlık hükümetinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sina Gürel tarafından KESK’e havale edilen görüşmelerde tabii ki `kriz’, sendikal bürokrasi eliyle bir kez daha işçi sınıfının TİS’lere de yansımış belgeli krizi haline gelecek. Metal sektöründeki 98 TİS’inde Türk Metal Sendikası’nın birinci dönem için yüzde 42 ve diğer üç dönem için enflasyon artı sıfıra imza atmasının ardından kriz bahanesiyle aynı sektördeki münferit işyerlerinde yüzde 23’lere evet dendi. Şimdi Türk-İş’in yapacağı da bundan farklı olmayacaktır. Bu kriz özellikle özelleştirilecek kamu işletmelerindeki ücretleri özelleştirme için uygun değerlere geriletmelidir! Sıfır zam iyi bir başlangıçtır!..
Türkiye’de Amerikalı uzmanlarca yaratılan sarı sendikalist gelenek, işçi sınıfı mücadelesinin üzerine çöreklenmiş bir burjuva kurumudur; tekrar ediyorum işlevi mücadeleyi soğurmak ya da teslim almak değil dolaysızca düzen içinde tutmaktır. Mücadele (buna sınıf mücadelesi evet denemeyebilir) inkar edilmez. Ancak bu mücadele, düzenin, kapitalizmin doğal sınırları içinde tariflenir ve sınıf ayrımı silikleştirilir hatta inkar edilir. Bu inkar ki doğanın inkarıdır aynı zamanda gerçekliğiyle buluşmasın diye dinci gerici ve/ya da faşist ideolojiyi kendine şiar edinmek zorundadır. Ancak bu tarihin işleyişinin tahrifi, oturduğu örgütlülük temeli dolayımıyla sürgidemez ve şiddet ve zor mutlak biçimde devreye sokulurken satınalınan delegeler vb. uygulamalarla ortaya çıkan sendikal yapılar örgütlülüklerini tutamaz hale gelirler. İdeolojik motifin korunağında buldukları rahat, artık kaçmıştır. Kendi örgütlülüklerine olan yabancılaşmaları aslında örgütlülüklerinin düzene yabancılaşmaları ve düzen dışına çıkma eğilimlerini besler. Kopulan sendika olduğunda aşılan düzenin sınırları olacaktır. Ancak kopulan sendika olduğunda bu tabanı kucaklayacak sınıf mücadelesinin gereklerini icra eden bir sınıf sendikasının varlığına ihtiyaç bulunmaktadır ki kopuş realize olabilsin.
‘98 metal iş kolu TİS’inde olduğu gibi, sendikal tabanın geliştirdiği kalkışmalar bu düzen içi konumalışa yönelik kendiliğinden bir muhalefet olarak değerlendirilmelidir. Metal işçisinin yüzde 43 zamma refleksi sendikal ihanete karşı değildir; ne kadar kendiliğinden bir bilinçle yola çıkılmış olsa da Türk Metal’den istifa eden yaklaşık on beş bin işçinin bu hareketi nihai olarak anti-kapitalisttir. Ne yazık ki bu hareketi örgütleyebilecek nitelikte bir sendikal muhatap bu topraklarda bulunamamıştır 10
Metal işçisi örgütsüzleşmiş, metal işçisi sarı sendikaya mahkûmiyetini tescillemiştir. Kriz metal işçisine kendince bir ders vermiştir. Ders, hiç merak etmeyin alınmıştır.
İhanet Birleşik Metal İş’in ihanet DİSK’in ihanetidir; en azından adının başındaki D yüzünden. Birleşik Metal-İş’e nasıl düzen kurumu olmaktan uzak diyebiliriz? Köprünün altından çok sular aktı, 15-16 Haziran’ın DİSK’i nerede o eski günler mi deyip kestirip atacağız! Sınıf mücadelesi sendikasız verilmez! Hayır, DİSK’in bir düzen kurumu haline getirilmesinde harcanan yoğun öznel çabanın karşısında, sınıfın devrimci öznesi dikilecektir. Sınıf mücadelesinin tek aracı sendika değildir. Sınıf mücadelesi bir tek sendika ile verilmez. Özne, iddiasını sınıfa taşımak zorundadır. DİSK, öznenin iddiası karşısında kayıtsız kalabilecek bir yapı değildir.
DİSK’de delege avcılığı yapılmakta, hemşerilik para ve zor keyfiyetlice kullanılmaktadır. DİSK ve bağlı sendika yöneticileri koltuk sevdasında ve kavgasındadır. DİSK kendi geleneğini inkar etmektedir. DİSK uzlaşmacı bir hatta çoktandır oturmuştur. DİSK kendini sendikadan ziyade, bir sivil toplum kuruluşu olarak görmektedir. DİSK… DİSK…
DİSK’in neyi kalmıştır
DİSK tümel bir yapısal dönüşüm için, Türk-İş’leşmek için, farkında olmadığı kimi dışsal dirençlere sahiptir. Birincisi tarihi ve kökenidir. İnkar ve uzlaşma bu dönüşüm için yetersizdir. Burjuvazinin güveni kolay kazanılmaz! Yalakalık yetmez; Avrupa turları özelleştirmecilik burjuvazinin sınıf bilincine kazınmış kini teslim alamaz. DİSK teslim olmaya hazırdır; bunu ilan etmiş ama burjuvazi teslim almaya henüz hazır değildir; hazır olacağı gün yakındır; ama hazır değildir. DİSK adını değiştirmeli ve tek bir konfederasyon çatısı altında erimeyi kabul etmelidir.
Başka türlü yazalım… Genel İş’in radikal ücret sendikacılığı yaparak, tabanının desteğini sağlayan ve o günlerde toplumsal düzlemde solla adı beraber anılan DİSK’e alınma kararı ile başlayan CHP’lileştirme süreci11 bugün daha da sağa kayarak süredursun, DİSK düzenin bir kurumu haline gelememiştir! Bu dönüşüm için gerekli ideolojik motif bulunamamıştır; örneğin sosyal-demokrasi Türkiye’de hiçbir zaman dört başı mamur bir toplumsal projeye sahip olamamıştır. Refah Partisi’nin Adil Düzeni’nin sosyal demokrasiyi kestiği bir ülkede ve refah devletinin global literatürden dışlandığı bir uluslararası konjonktürde DİSK’in dönüşümü anlamsızlaşmıştır; DİSK’e düşen gericileşmek ya da faşistleşmektir; ama aslı varken taklidine kimse itibar etmez de.
“…DİSK’i 1980 darbesinin eşiğinde `sol’ kılan kendisi değil, toplumdaki siyasal kutuplaşmadır. (…) DİSK yönetimindeki sosyal demokrat ekibin yönelimi ne olursa olsun, konfederasyon adına söylenecek her şeye geleneksel sol/marksist bir üslubun yerleşmiş olması da artık geri dönülemez” 12 [GİRİTLİ Aydın]
CHP’nin kendi sendikal ayaklarını DİSK üzerinden restore etme çabası, ‘80 darbesiyle kesintiye uğradıktan sonra, bir daha belini doğrultamamıştır. Daha ayakları üzerinde bile duramayan CHP’dir, sosyal demokrasidir. Bugün gün gelmiş süreç tersine çalışmaya başlamıştır; DİSK kurmayları sosyal demokrasinin yeniden bir siyasal güç olarak siyaset sahnesinde yer alabilmesi için Restorasyon’un soluna solun restorasyonuna oynamaktadır.
Fransa İngiltere ve ardından da Almanya’daki sosyal demokrat postlu iktidarların yarattığı ‘sol’ dalga; içinden çıkamadığı yönetememe krizinden sebeplenen Türkiye sosyal demokrasisinin parçalılığı ve itibarsızlığı sayesinde sermayenin bu yöndeki taleplerine ve Asparti’nin iradesine rağmen Türkiye’ye uğramayınca DİSK’in projesi de elinde kalmıştır. Restorasyon’un iddiası Türkiye’de sosyal demokrasiyi toparlamaktır; bu gerçekleşirse DİSK kendi dönüşümünü tamamlamak için uygun ideolojik zemini ve muhatabı bir siyasal aktörü bulabilir. Bugünkü çabası bu anlamda boşuna değildir ve devrimcileşmek karşısındaki tek umududur.
Konfederasyonlara bağlı yaklaşık 83 bin işçinin ‘98 yılı içinde işini kaybettiği bu kriz döneminde, Türkiye genelinde işini kaybeden toplam işçi sayısının sendikasızlarla birlikte 140 bin olduğu tahmin ediliyor. Bunun dışında sadece Birleşik Metal-İş’in kriz nedeniyle neredeyse faal tabanının yüzde 5’ini son üç ayda yitirdiği bir dönemden geçilirken DİSK’in aslına dönmekten başka bir çıkışı yoktur. Bu çıkışı örgütleyecek kadro birikimine de sahip olan bu konfederasyonun önündeki engel liderliğidir. Kriz sendikaların da krizidir! Bu krizden sendikalar ya devrimcileşerek çıkacak ya da her anlamda yok olacaklardır.
Tablo 1. Konfederasyonların Üye Kayıpları: 1998
Özelleştirmeci DİSK’in özerkleştirmeci BMİŞ’i, Asil Çelik’in özelleştirme kapsamına alınmasının ardından başına geleceklerin farkına varmış ve özelleştirme karşıtı oluvermiştir. Orhangazi’deki Asil Çelik fabrikası, işçilerinin önemli bir kısmı aile işletmesi düzeyinde de olsa zeytincilikle iştigal ederek toprakla bağlarını sürdürmektedir. Bu durum, yıllardır düşük ücretlerle çalışmalarına olanak sağlar sendikayı da TİS’lerde fazla zorlamazken; bugün gelinen noktada özelleştirmenin hemen ardından işverenin tüm işçilere sendikadan istifa etme koşuluyla tazminatlarını ödeyerek işe giriş çıkış yapma olasılığının güncelleşmesiyle bu ikili yapı bu kez de sendikaya dönük bir silah olarak ortaya çıkmıştır. Tazminatlar ve toprak bağı işe yeniden alınmama ya da kısa süre sonra işten atılma riskini önemsizleştirmektedir.
Leninizm! Yine leninizm!
“Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar” 13 [Marx-Engels]
Bu krize, sınıf bilinciyle donanmış burjuvalarla girdiğimize kuşku yok! Sorun burada değil… `Rekabet’in kriz döneminde işçi sınıfı için de tehlikeli bir biçimde arttığını da inkar edemiyoruz; sınıf kardeşlerinin açlık ve ölüm karşısında birbirlerine düşmelerine ne diyoruz peki? Bu çalışmanın sınırlarını zorlayan bu soru aslında marksizm-leninizmin temel çıkışını oluşturmuyor mu? Yani; kendiliğinden bilincin sınıf bilincine ancak nasıl evrilebileceğine kendinde sınıf kendi için sınıf ayrımına işaret etmiyor mu?
Kriz, emek gücünün açlık sefalet bedeline satın alınması değildir; kriz işçinin işsizleşmesi değildir; kriz işçinin geleceğini görememesi değildir… Kriz sınıfın geleceğini görmesidir. Kriz sınıfa değgindir… Binlerin yüzbinlerin milyonların hayat ve ölüm arasında partiyi seçebilmesi, işte kriz budur. Seçenler ve seçtirenlerin bir olduğu…
Dipnotlar ve Kaynak
- Gelenek; “Krizde Restorasyon Uğrağı”, Gelenek 54, s. 3-8
- GÜLER Aydemir, OKUYAN Kemal; Asker Partisi Ne İstiyor?, Gelenek Yayınları Mart, 1998
- ÇAĞLAYAN Ergun, EKER Umut; “Üç Kriz ve Restorasyon: Ekonomik Yeniden Yapılanmaya Doğru mu?”, Gelenek 58, s. 73-84
- KALENDER Mazlum; “Toplumsal Sonuçlarıyla Asya’dan başlayan Aşırı Üretim Krizi”, Gelenek 58, s. 85-92
- Demir Çelik Üreticileri Derneği Sektör Raporu, Haziran 1999
- Demir Çelik Üreticileri Derneği Sektör Raporu, Ekim 1999, Özel Sayı
- Dr. YAYAN Veysel, Cumhuriyet, 19 Ocak 1999, s. 11
- Demir Çelik Üreticileri Derneği Sektör Raporu, Ocak 1998, s. VI
- Dr. YAYAN; a.g.y.
- Sınıf Tavrı, Metal Özel Sayısı, Ekim 1998
- GİRİTLİ Aydın; “İşçi Hareketinde Perspektif Krizi”, Gelenek 53, s 11-12
- a.g.e., s.12
- Marx-Engels; “Alman Ddeolojisi”; Sol Yayınları, 1992, s. 91