Jeoloji Mühendisleri Odası tarafından yayınlanan Mavi Gezegen Dergisi’nin 1. Sayısı, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün “Popüler Yerbilimi: Gerçek ve Amaçlar” adlı yazısı nedeniyle çok konuşulacak.
Aslında yazı yeni değil. Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi’nin 10. yılı nedeniyle yazılmış ve 5 Nisan 1997’de “Popüler Bilim Yayıncılığı, Bilim ve Toplum” adı ile yayımlanmıştı. Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, o yazısına seksenli yılların ortalarında Türkiye Jeoloji Kurumu’nun kapatılmasında etkili olduklarını düşündüğü kişiler ile aynı dönemin JMO yöneticileri hakkındaki suçlamalarını eklemiş.
JMO yönetimlerinde görev yapmış birisi olarak, sorumluluğunu taşımadığım bir dönemle ilgili dahi olsa, JMO’nun ve yöneticilerinin hakaret olarak kabul edilecek bir üslupla suçlanmalarını uygun bulmuyorum.
JMO Yönetim Kurulu’nun “Mavi Gezegen’le Sınırlara Yolculuk” adlı sunuş yazısında “Doğru, iyi ve güzelin eleştiri ve özeleştiri yöntemlerinin kullanıldığı demokratik süreçlerle yaratılabileceğini düşünüyoruz” biçiminde ifade ettikleri görüşlerini ve Yayın Kurulu’na özerklik tanıyan tutumunu doğru buluyorum. Ama, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün yazısının bu kapsamda ele alınamayacağı ve örnek uygulama olarak gösterilemeyeceği kanısındayım.
Her derginin yayın ilkeleri vardır ve ona uygun davranılmasını beklemek de son derece doğal. Hakaretin hiçbir biçimde ne eleştiri ve özeleştiri, ne demokrasi, ne de yayın kurullarının özerkliği ilkeleri kapsamında görülemeyeceğini düşünüyorum. Yazının, yayım kuralları bir yana, genel etik kurallarına uymadığı son derece açık. Yayın Kurulu yazardan eleştiri sınırlarını aşan bölümleri düzeltmesini isteyebilir, doğabilecek yeni tartışmaları engelleyebilirdi. Ama, özellikle Yayın Kurulu üzerine düşen sorumlulukları yerine getirememiştir. Umarım bundan sonra yapılacak tartışmalar hakaret içermeyen, düzeyli ve fikir temelinde gerçekleşir.
Diğer yandan, yazının içeriğinin, felsefi yaklaşımın, tarih anlayışının ve bugün savunulmak istenen toplum projesinin irdelenmesinin çok daha anlamlı ve gerekli olduğuna inanıyorum.
I. Giriş
Haziran 1994’de Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim Bilim ve Teknoloji” adlı bir rapor yayınlandı. Prof.Dr. Kemal Gürüz, Prof.Dr.Erdoğan Şuhubi, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, Prof.Dr.Kazım Türker ve Prof.Dr.Ersin Yurtsever tarafından hazırlanan rapor, pek çok örnekte olduğu gibi kütüphane raflarında unutulabilirdi. Ancak, raporda ortaya konulan görüşler hem ulusal yayınlarda, hem de yerbilimcilerin yayınlarında sürekli olarak tekrarlanmakta, ancak, yeterince tartışılmamakta ve doğru olarak kabul edilme eğilimi taşımaktadır. Oysa, rapor, “küreselleşme”yi savunan, tek yanlı görüşlerin toplamıdır. Dolayısıyla, hem 1994’te yayınlanan raporun, hem de Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi’nde Prof.Dr.A.M.Celal Şengör tarafından yazılan ve aynı raporun türevi niteliğinde olan bazı yazıların eleştirisi, gecikmiş de olsa bir zorunluluk haline gelmiştir.
II. Eleştirel akılcılık
Raporda bilim, “gelmiş geçmiş en büyük bilim filozofu” olarak tanıtılan Avusturya kökenli Sir Karl Raimund Popper’in deyimi ile “ifadeleri gözlemlere dayanılarak çürütülebilen tüm uğraşlar” 1 olarak tanımlanmış. Aynı tanım, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör tarafından yazılan Popüler Bilim Yayıncılığı Bilim ve Toplum2 ve Popüler Yerbilimi: Gerçek ve Amaçları 3 adlı makalelerde Popper’e değinilmeden tekrarlanmıştı.
TÜSİAD raporunu yazanların ve Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün bu kadar önemsedikleri Popper kimdir? Popper, pozitivizmin aldığı biçimlerden birisi olan eleştirel akılcılığın H.Albert ve E.Topitsch ile birlikte başlıca temsilcilerinden birisidir.
Eleştirel akılcılık, pozitivizmin ortak özelliği olan öznel-idealist konumdan yola çıkan ve “bilimsel”, ama ideolojik olarak “yansız” bir felsefe olduğu iddiasını ileri süren bir akımdır. Bazı yönlerden klasik ve yeni-pozitivizmden ayrılsa da, hiçbir zaman pozitivizmin bütünüyle gözden geçirilmesini önermemiş ve sınırlı değişikliklerle yetinmiştir 4
Bu değişikliklerin başında, yanlışlama kuramının önerilmesi yer almaktadır ve böylece bilginin göreceliliği mutlaklaştırılmıştır. Bunun için, raporda Popper’in “İnsan yanlışlardan öğrenir!” 5 sözüne özel olarak yer verilmiştir.
Oysa, bilim, toplumun pratik deneyimi sırasında gerçekliği doğrulanan bilginin tarihi gelişme sistemini temsil eden bir sosyal bilinç formudur. Bilimin itici gücü, üretim gerekleri ile toplumun gelişme gereksinimleridir. Bu açıdan bilim, felsefi dünya görüşüne de sıkı sıkıya bağlıdır. Dünya görüşü ise, nesnel dünyanın gelişmesine hükmeden en genel yasaların bilgisi, bilgi kuramı ve araştırma yöntemi ile bilimi güçlendirmektedir.
Eleştirel akılcılığın en temel özelliği, diyalektiğe karşı olmasıdır. Popper, 1940’larda yazdığı “Diyalektik Nedir?”de, diyalektiğin yanlışlanamaz olduğunu, dolayısıyla bilimsel olmadığını ileri sürmüştür.
Diyalektik, eski Yunanca’da tartışmak, karşıt fikirlerin mücadelesi anlamına gelen “dialego” sözcüğünden türemiştir. Diyalektik, doğaya, rastgele toplanmış, birbiriyle ilişkisiz, birbirlerinden bağımsız, ayrı şeyler, ayrı olaylar gözüyle değil; maddelerin ve olayların birbirleriyle beraberliğine tam ve bağımlı bir bütün olarak bakar 6 .
Bu nedenle, diyalektiği ilk kez fark eden eski Yunanlı filozoflar da doğayı bir bütün olarak kavramışlar, bunu öğretmişler ve eserlerinde yazmışlardır. Herakleitos, ayrıca, bütünün değiştiğini ve geliştiğini de gözlemlemiş ve bu durumu “aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz” sözleri ile ifade etmiştir.
Yazılarında çok sık eski Yunanlı filozofların adlarını kullanan Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, Herakleitos ile diyalektiğin birlikte anılmasından rahatsız olmuş ve “Kendinden sonra gelenler, hele meşhur Alman filozofu Hegel’in öğrencileri, Herakleitos’un öğretilerinde diyalektiği bulduklarını sandılar; büyük Efesli’yi Hegel’in, Marx’ın, hatta Hitler’in öncüsü sayanlar bile oldu…”7 diyerek okumak ile anlamak arasındaki farkın ne kadar önemli olduğunu göstermiş ve Popper’in diyalektiğe olan karşıtlığına katkı yapmaya çalışmıştır.
Prof.Dr.A.C.Şengör’ün pek çok yazısında eleştiri oklarını yönelttiği büyük Alman filozofu Hegel ise, değiştirilemez olduğuna inanılan feodal toplumu deviren 1789 Fransız Devrimi’nin hayranıydı ve dönüşümü meydana getiren şeyin, karşıtların mücadelesi, yani diyalektik olduğunu söylüyordu.
Ancak, Hegel bir idealistti. Diyalektik yöntemi materyalist anlayışla yeniden tanımlayan Marx oldu. Marx bu durumu şöyle açıklamıştı: “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnız farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci -Hegel bunu ‘Fikir’ (“Idea”) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve olgusal (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” 8
Diyalektik yönteme göre gelişme süreci, geçmişteki olayların basit bir tekrarı olmayıp, sürekli ve ileri bir hareket, bir nitelik değişimi ve basitten karmaşığa doğru bir gelişmedir 9 . Yani, gelişme, karşıtların mücadelesinin bir sonucudur.
Prof.Dr.Celal Şengör, bir yandan bilginin göreceliliğini mutlaklaştırıp diyalektiğe karşı çıkarken, aynı zamanda da bilinemezciliği (agnostisizmi) savunmuştur. Yani, evrenin bilinmesi olanağını kısmen ya da tümüyle inkar etmiştir. Bilinemezcilik kavramını ilk olarak Thomas Huxley kullanmıştır. Lenin ise, bilinemezciliğin epistemolojik köklerini ortaya koyup, bunu savunanların öz ile görünüşü birbirlerinden tecrit ettiklerini, fenomenlerden öteye gidemediklerini, fenomenlerin özüne nüfus edemediklerini ve duyumlar dışında hiçbir şeyi kabul etmek istemediklerini söylemiştir. Bilinemezcilik, ilk olarak eski Yunan felsefesinde şüphecilik biçiminde ortaya çıkmış, Hum ile Kant’ın felsefesinde klasik biçimini almıştır. Bilinemezciliğin amacı, dikkati doğanın, özellikle de toplumun nesnel yasalarının bilinmesinden uzaklaştırmak olmuştur. Ancak, pratik, bilimsel deney ve maddi üretim, bilinemezciliği tam olarak çürütmüştür. Eğer insanlar bazı fenomenleri yeniden meydana getirebiliyorlarsa, ki öyle, bilinemez “kendinde-şey”den de söz etmek olanaksız hale gelmiştir 10
Yine, bilinemezcilik denilince akla en önce Emmanuel Kant (1724-1804) gelmektedir. Kant’ı bilinemezciliğe, yani, insan bilgisinin, doğrudan varolan şeylerin (“kendinde-şeyler”in) niteliğinin asla bilemeyeceği iddiasına götüren şey, onun bilmenin sınırlarını ele alış biçimidir. Kant’a göre, yalnızca fenomenler hakkında bilgi edinilebilir; yani bilgimiz, ancak eşyanın görüntülerini bilebilir. Bilinemezci olmasının yanında, ayrıca, Kant’ın yaşamında içine düştüğü pek çok çelişki ve tutarsızlıklar da söz konusu olmuştu ve bu, o devrin Alman burjuvazisinin geri kalmışlığından ve zayıflığından kaynaklanmıştı.
Türkiye burjuvazisi Kant’tan bugüne aradan iki yüzyıllık bir zaman geçmiş olmasına karşın, hala kendi ayakları üzerinde durabilecek konumda değil ve Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün de kafası bu nedenle karışık. “Nihai Gerçek Meselesi” 11 adlı makalesinde, “Bizim dışımızda bir alemin olduğu inancı ise kendi içinde yanlışlanabilir bir öneri değildir. Bir diğer ifade ile realizm metafizik bir inançtan ibarettir. Diğer inançlara tercih edilmesi gereğinin nedeni de hem kuramsal olarak gelişme ve ilerlemeğe açık bir yaşam programına (yani bilime) imkan vermesi, hem de bu gelişme kuramının tarihten bildiklerimiz tarafından yanlışlanmamasıdır. Tüm diğer dogmatik inanç türlerinin ise sonları, tarihten bilebildiğimiz kadarıyla, hep hüsran olmuştur. Bu nedenle, nihai gerçeğe tesadüfen ulaşmış olsak bile, kainattaki olguların sonsuzluğu nedeniyle bunu asla bilemeyeceğimizi bilmek bizleri sağlıklı, emin, rahat, verimli ve zevkli yaşama götürecek en emin yoldur. Bu yolun aracı da gözlem ışığında akılc,ı eleştirel tartışmalardır.” biçimindeki görüşleri ile bir felsefi derinliğe sahip olmadığını ortaya koymuştur.
III. Popper’in tarih anlayışı
Eleştirel akılcılık, diyalektiğin yanında, toplumsal gelişmeyi açıklayan tarihsel süreçlerin nesnel yasalarına da karşı çıkmıştır
Popper’e göre, varolan kapitalist toplum, onun temelini oluşturan ilişkiler değiştirilmeksizin düzeltilebilir. Bunun ile liberal bir çoğulculuk anlayışı içinde düzenin egemenliğini kalıcılaştırmaya yarayacak düşünceler geliştirilmeye çalışılmıştır. Ona göre, toplumda yasallık taşıyan şeyleri bireylerin eylemlerine indirgemek mümkündür. Böylece, bireylerin eylemde bulundukları koşulların açıklanmasına gerek kalmadan; birey ile sınıflar arasındakiler gibi, çıkarlar ile eylemler arasındaki ilişkileri de gözden kaçırmak mümkün olacaktı.
Popper, “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı yapıtında, Platon ile Hegel’in yanı sıra bilimsel maddeciliği de “tarihselci” olarak tanımlamış, bunu “açık toplum”un ve “akılcı” siyasal düşüncenin baş düşmanı olarak görmüştür 12 .
Tarihselci olarak adlandırdığı şey ise, gelişim eğilimlerini ve olanaklarını tanıyan anlayışların tümüdür. Maddeci tarih anlayışını, kanıtlanamayacak kehanet ve ütopya olarak değerlendirmiştir. Yine, akılcı bir bilim ve toplum anlayışının siyasal amacının “açık toplum” olduğunu söylemiştir. Soyut-liberal bir burjuva devlet anlayışının savunucusu olarak, burjuva demokrasisinin sınıfsal özelliğini de reddetmiştir 13 .
Popper, tüm kapitalizme karşı, toplumcu dönüşümlere, devrime yönelik düşünceleri, “ideolojik” ve “ütopik” olarak tanımlamış, “akılcı” olanın, varolan üretim ilişkilerine dokunmayacak bir reformculuk olduğunu belirtmiştir.
Oysa, tarih, nedenlerin incelenmesidir. Tarihçi durmadan “neden” ve “niçin” sorularını sormalı ve yanıt bulmayı umduğu sürece de hiç durmamalıdır14 .
Tarihin babası sayılan Herodotos, kitabının en başında amacını bu yönde ve şöyle açıklamıştır: Yunanlıların ve barbarların yaptıklarının anısını korumak, “ve özellikle, her şeyin ötesinde, birbirleriyle savaşmalarının nedenini vermek.” 15
Onsekizinci yüzyılda çağdaş tarihçiliğin temelleri atılmaya başlandığında, “Romalılar’ın Büyüklüğünün, Yükselişinin ve Çöküşünün Nedenleri Üstüne Düşünceler” kitabını yazan Montesquieu, “her krallığı yükselten, sürdüren ya da yıkan manevi ya da maddi genel nedenler vardır.” ve “bütün olanlar bu nedenlerledir.” diyerek, tarihi kavrayış ilkelerini ortaya koymuştur16
Voltaire ise, Encyclopedie için yazdığı Tarih Üstüne adlı bölümde, “Amu Derya ve Sir-i Derya kıyılarında bir barbarın ötekinin yerini aldığından başka bize anlatacak bir şeyiniz yoksa, bundan bize ne?” sorusunu sormuştur 17 .
Buna karşın, bazıları (Popper de bunlar arasındadır) nedensel yaklaşımı (neden oldu’yu) reddederek, onun yerine, işlevsel yaklaşımı (nasıl oldu’yu) savunmuşlardır18 .
Popper’in 1944 ve 1945’deki makalelerinin derlenmesiyle 1957’de basılan “Tarihselliğin Yoksulluğu” adlı yapıtı, Platon’la birlikte Hegel’e ve sola duyduğu tepkiyi yansıtan nedensel yaklaşımı reddeden ilginç bir kitaptır. Kitapta başlıca hedef, “tarihselcilik” (historisizm) adı altında bir araya topladığı Hegel ve Marx’ın tarih felsefesidir19 .
Ancak, Popper reddetse de Marx yeni bir bilimin temellerini atmıştır. Bu, tarih bilimidir. Louis Althusser bu yöndeki gelişmeleri imgelerle anlatmış, bilimleri bazı büyük “kıtalarda” toplanmıştır. Marx’tan önce iki bilimsel kıtadan söz etmiş, bunların matematik kıtası ile fizik kıtası olduğunu, birincisini Thales’in, ikincisini de Galileo’nun bulduğunu, Marx’ın ise, bilimsel bilgiye üçüncü bir kıta, tarih kıtasını eklediğini söylemiştir 20 .
Bu yeni kıtanın bulunması felsefede bir devrime yol açmıştır. Ortaya çıkan gelişme aslında genel bir kuralı, yani, felsefenin her zaman bilimlere bağlı olarak yol alışını ifade etmiştir. Felsefenin doğuşu Platon’la, matematiğin oluşumuyla gerçekleşmiş, fiziğin gelişmesiyle bir dönüşüm yaşanmış, Marx’ın tarih bilimini bulmasıyla da devrimci kimliğini kazanmıştır. Bu devrimin adı diyalektik maddeciliktir.
Diyalektiği inkar eden ve tarihsel süreçlerin nesnel yasalarına karşı çıkan Popper’in izleyicisi Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün, devrimin “önemsiz ve belirsiz nicelik değişmelerinden, yavaş yavaş değil de, bir sıçrayış biçiminde, bir durumdan ötekine kesin ve hızlı olarak gerçekleşen bir süreç” 21 olduğu biçiminde ifade edilen tanımına karşı bir tutum alması ise, çok doğal karşılanmalıdır ve o bunu sürekli olarak yapmıştır. Örneğin, “Akılla çözüm üretmek demek olan bilim, (…) çözümsüzlüğün ifadesi olan devrime muhtaç değildir.” 22 biçimindeki sözleriyle devrimin dayanaklarını çürütmeye çalışmıştır.
Devrim karşıtlığını daha sonra neredeyse düşmanlığa kadar götürmüş ve “14 Temmuz! Sonun Başlangıcı mı, başlangıcın sonu mu?” 23 adlı makalesinde, “Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur!” Gerçekten söylenip söylenmediği bugün bile tartışılan bu fecî sözler, kuşkusuz modern kimyanın ve jeolojide fasiyes kavramının kurucusu olan Antoine Laurent de Lavoisier’nin (1743-1794) ölüme mahkum edildiği ‘halk mahkemesinin’ genel eğilimini yansıtıyordu. (…) “Akıl Çağı’nın neticesinin (!) sonu bu mu olmalıydı? Hani Fransız İhtilâli akılsızlığın sonunun başlangıcıydı? (…) Fransız İhtilâli’nin Aydınlanma’nın sonucu olduğunu öğretmeye çalışan tarih öğretmenlerime bu yüzden hiç inanmamışımdır. İhtilâl, kuşkusuz Aydınlanma fikirlerinden etkilendiydi: ama geldi ve o fikirleri ve savunanlarını boğdu, iyi bir başlangıcın kötü sonu âni geldi, Fransa cahillerin eline kaldı. (…) Lavoisier gibi doğa bilimcilerin hemen hepsi akılcı kamptaydı. İhtilâl bunların işbirliği çağrısına kafalarını kopararak cevap verdi, akademilerini kapattı cumhuriyetin onlara ihtiyacı olmadığını yüzlerine haykırdı. Özgürlük ve eşitlik adına yola çıkan İhtilâl, aklı ve bilimi dışlamak cür’etini göstermenin fiyatını hem halkın hem de bilimin özgürlüğünün boğazlanması gibi fecî bir faturayla ödedi. Daha da kötüsü, tarihi dikkatle okumayanlara, özgürlük ve eşitliğin yalnızca romantik düşler sonucu çıkarılacak kavgalarda kanla kazanılabileceği gibi akıl dışı bir mesaj da verdi, pek çok gereksiz ve sonunda başarısız İhtilâli körükledi, milyonların ölmesine, bir sürü entellektüelin telef olmasına neden oldu. (…) Katilleri ise ders kitaplarımıza sapık, kana susamış caniler olarak geçtiler.” diyerek Fransız Devrimi’ne ve devrimcilerine hakaretler yağdırıp, çok ağır biçimde suçlamalarda bulunmuştur.
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, Eleştiri ve suçlama 24 adlı makalesinde, “Tartışmayı bilmemenin kanımca çok önemli bir öğesi eleştiri ile suçlamayı birbirinden ayırmamaktır” demişti ancak Fransız Devrimi’ne ve devrimcilerine suçlamanın da ötesine geçerek saldırmıştır. Pekiyi, bu saldırılar haklı bir temele dayanıyor mu? Karar vermeden önce ünlü Fransız devrimcisi Maximilien Robespierre’in (1758-1794) “Cumhuriyetin İç Yönetiminde Ulusal Konvansiyon’a Kılavuzluk Edecek Siyasal Ahlak İlkeleri Üstüne” başlıklı Kamu Kurtuluşu Komitesi adına, 5 Şubat 1794’de yaptığı konuşmada söylediklerini dikkatle okumak gerekiyor: “Ulaşmak istediğimiz hedefi ve devrimin amacını bütün açıklığıyla ortaya koyma zamanı gelmiştir. (…) Özgürlüğün kaderini geçici insanlardan çok ölümsüz gerçeğin ellerine bırakmak için gerekli tedbirleri almak gerekir. (…) Yöneldiğimiz amaç nedir? Eşitlik ve özgürlükten barış içinde faydalanmaktır: yasaları taşlar ve mermerler üzerinde değil, bütün insanların, hatta onları unutan köle ile inkar eden zalim de dahil olmak üzere, bütün insanların, yüreğinde yazılı olan ebedi adaletin hakimiyetidir. (…) Öyle bir düzen istiyoruz ki, bütün adi ve zalim tutkular zincirlensin; bütün cömert ve iyiliksever tutkular yasayla desteklensin; ihtiras, vatana hizmet etme ve şerefe layık olma arzusu olsun; farklılaşmalar sadece eşitlikten doğsun; vatandaş idareye, idare halka, halk da adalete tabi olsun; (…). Tek kelime ile, doğanın isteklerini yerine getirmek, insanlığın kaderini gerçekleştirmek, felsefenin vaadlerini tutmak, Tanrısal kudreti zulümün ve cürümün uzun hakimiyetinden kurtarmak istiyoruz. Eskiden köle memleketler arasında tanınan Fransa, var olan bütün özgür halkların şöhretini gölgede bırakarak, ulusların modeli, zalimlerin korkusu, ezilenlerin tesellisi, evrenin süsü olsun ve eserimizi kanımızla mühürleyerek, hiç olmazsa evrensel mutluluğun şafağının parladığını görebilelim… İşte tutkumuz, işte amacımız! ” 25 Bu sözler katillerin, sapıkların, kana susamış canilerin sözleri olabilir mi? Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, devrim düşmanlığında haklı olabilir mi? Kesinlikle hayır.
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün 28 Şubat’tan sonra ilgilenmeye başladığı Mustafa Kemal’i de iyi kavrayamadığı, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile 1789 Fransız Devrimi arasındaki bağı göremediği anlaşılıyor ve devrim sözcüğünden o kadar rahatsız olmuş ki, “O’nu Katlettiğimiz Gün” 26 başlıklı makalesinde, devrim karşıtlığına Mustafa Kemal’i de ortak etmeye çalışmış ve “Devrim sürecek -o kadar ki o ‘Devrim’ olmayacak, ‘toplum devinimi’ olacak, evrim olacak, toplum sürekli değişecek, gelişecek, iyileşecek. Marksistlerin hayâl ettikleri son devrimin, Hitler’in bin yıllık imparatorluğunun, Budistlerin Nirvanası gibi veya Mesih’in dönüşü ümidi gibi rûyalar olduğunu Mustafa Kemâl bildiği için O, doğanın sınır şartlarına uygun bir evrim modeli içinde toplumunun gelişmesini düşünüyordu.” biçiminde ilginç görüşler ileri sürmüştür.
Diyalektiğe ve tarihsel süreçlerin nesnel yasalarına bu karşı çıkış, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ü çok ilginç çelişkilere de sürüklemiş, hatta tarih anlayışına ve siyasal düşüncelerine hiçbir biçimde katılamayacağı Piyotr Alekseyeviç Kropotkin’den (1842-1921) “Doğa Bilimleri ve İnsancıl Dünya Görüşü” 27 ve “Prens Kropotkin ve ‘Karşılıklı Yardım’”28 adlı makalelerinde destek arama çabasına yöneltmiştir. Oysa, Kropotkin, bir Rus anarşisti ve coğrafyacısıdır. 1870’lerde Narodnik hareketine katılmış (bu hareket, feodal mülk sisteminin ortadan kaldırılması ve toprakların köklü bir biçimde yeniden dağıtılması için köylülüğe dayalı yürütülen bir mücadele idi. Yine, Narodnizm, kitlelerin tarihte oynadığı rolü inkar etmemiş, kitle hareketlerinin, dolayısıyla da tarihi sürecin yönünü, aydın azınlığın faaliyetlerine bağlamıştır), 1874’de hapse atılmış, iki yıl sonra da yurtdışına kaçmıştır. Kropotkin, 1917’de Rusya’ya dönmüş, “Sovremennaya Nauka i Anarkhism” (1913) adlı kitabında, sosyalist anarşizm adlı bir teoriyi geliştirmiştir. Kropotkin’e göre, geleceğin toplumu, sosyal bir devrim sonucu oluşacak bir tür üretim komünleri federasyonudur. Felsefi görüşleri ise, pozitivizm ile mekanik materyalizmin karışımıdır. Diyalektiği reddedip, tümevarım ve tümdengelimi birleştiren doğa bilimi yöntemini biricik bilimsel düşünce yöntemi olarak savunmuştur 29 . Öyle anlaşılıyor ki, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün Kropotkin’e ilişkin değerlendirmelerinde siyasal görüşlerinden çok, diyalektiği reddetmesi etkili olmuş.
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, diyalektik maddeciliğin en önemli temsilcisi Marx’a eleştirilerini ise, ya satır aralarında, ya yanlış bir biçimde eski Yunan filozoflarını referans vererek ya da Hegel üzerinden yapmaktadır. Bunun bir istisnası ise, Brecht üzerinden olanıdır. O, Brecht’in Marksizmi çok iyi özümsemiş bir düşünce, sanat ve eylem adamı olduğunu ve eleştirilerinin Marksizmin eleştirisi olarak algılanacağını çok iyi biliyordu. Onun için “Tiyatronun Hegel’i” 30 adlı makalesinde, “ ‘Galile’ yazılırken Hiroşima’ya atılan ilk atom bombası Brecht’i korkutmuş, bilime kuşkuyla bakmasına neden olmuştur. (…) Brecht’in gerçeği eleştirel bir tutumla arayan toplumsal bir gözlemci değil, inancını eleştiriye tahammülsüz bir tutumla haykıran bir yazar olduğunu gördüm. 1930’da yazdığı ‘Önlem’ adlı eserinde Brecht, partiye kendi eleştirel süzgecini ortadan kaldıracak derecede inanmayan genci ölüme mahkûm etmeyi savunacak kadar bağnaz; Stalin’in katliamlarını bilmesine rağmen, editörü Klaus-Detlef Müller’in yakınlarda vurguladığı gibi. Sovyetler Birliği’nin ‘tarihsel misyonu’ nedeniyle ‘Büyük Önder’e sadakat göstermesi gerektiğini 1950’lerde iddia edecek derecede de imanlıdır. Bu tutumda adeta Prusya mutlakiyetini yasallaştırmak için felsefe yapan Hegel’in yansımasını görürüz. Ancak aynı ‘inançlı’ Brecht, eserlerinde John Fuegi’nin geçen yıl yayınlanan eserlerinde belgelediği gibi Elisabeth Hauptmann, Margarete Steffins, Ruth Berlau ve daha pekçok sevgilisinin ürünlerini onların adlarını anmadan veya telif hakkından onlara tek kuruş vermeden kullanacak kadar da dürüstlükten taviz verebilmektedir. Bütün bunlardan, benim yıllardır varlığından şüphelendiğim bambaşka bir Brecht manzarası çıkmaktadır: Tamamen öznel, içe dönük nedenlerle oluşturulmuş eleştiriye kapalı inançların güdümünde, bir zamanlar Hegel’in dediği gibi kendi yarattığının ‘kendisini nesnel olarak yaratan bir nihaî amacı’ olduğu konusunda tereddütü olmayan, ‘amaç, aracı belirler’ eğiliminde bir politik düşünür ve kişisel reklamına pek düşkün bir yazar. Bu özelliklere sahip bir insan, ne olursa olsun ,ne bilimin, ne de onu temel alan bilim çağının yazarı, şairi veya tiyatrocusu olabilir. Gerçeği aramak yerine ona sahip olduğu imanında olan kişiler, doğal olarak ‘gerçeğin’ her tutum ve davranışı haklı çıkaracağı kanısında olurlar. Halbuki evrensel gerçeğin veya gerçeklerin bulunduğu iddiası gayribilimseldir.” sözleri ile Brecht’i eleştirdi. Bu değerlendirmeler bir eleştiri, hatta suçlama olarak görülebilir mi? Hakaretler tarihin süzgecinden geçmiş Brecht’in değerini azaltır mı? Bu satırlar yazarına ne kazandırır? Hiçbir şey.
IV. Mustafa Kemal Atatürk – Turgut Özal – Hasan Ali Yücel – Kemal Gürüz – İhsan Ketin – A.M.Celal Şengör
Birinciler ile ikinciler. Acaba birbirlerinin devamı mı, yoksa tam karşıtları mı? Bu soruyu, ya da sorunu daha iyi açıklayabilmek için önce dünyaya, sonra Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ve son olarak bugünkü Türkiye’ye bakmak gerekiyor.
Birinciler 1789 Fransız Devrimi’nden 130 yıl sonra, farklı tarihi koşullarda, ama benzer amaca yönelik bir ulusal hareketin değişik alanlardaki temsilcileri oldular. Bu ulusal hareket, sınıf hareketlerinin geliştiği bir dünyada ve 1917 Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği koşullarda gecikmiş bir doğumdu. Bunun sonucu pe çok eksiklikleri içermesine karşın, önemli bir süreci ifade ediyordu.
İkinciler ise, TÜSİAD raporunda yazılan “İnsanlık nisbeten kısa bir süreden beri kimine göre ‘Bilgi Toplumu’, kimine göre de ‘Sanayi Sonrası Toplum’ olarak nitelendirilen bir aşamaya geçiş sürecini yaşamaktadır. Bu köklü değişim ve dönüşümün, M.Ö. 8000 yılı civarındaki Tarım Devrimi ile 1765-1850 yılları arasındaki dönemde meydana gelen Sanayi Devrimi’nden sonra insanlığın geçirdiği üçüncü büyük aşama olduğu ve bunun en belirgin niteliklerinden birinin de küreselleşme olduğu hususunda görüş birliği vardır.”31 biçimindeki fikirlerin temsilcileridir. Oysa, küreselleşme konusunda hiç de görüş birliği bulunmuyor. A.Toffler, P.Kennedy vb. ile ikincilerin görüşleri çakışabilir, ama bu, küreselleşmeyi olumlayan bir görüş birliğini kanıtlamaz.
Uluslaşma süreci ve ulus devlet
Nedir uluslaşma ve ulus? Ulus, kapitalizm ile birlikte ortaya çıkmış en geniş insan topluluğu biçimidir. Dil, toprak, iktisadi yaşantı ve kültür birliğine dayanır.
Ulusal birlik, tarihsel bir gerçekliktir. Fransızlar için 1789 Devrimi’ni kapsamayan bir ulusal tarih anlamsızdır. Bu nedenle, 1789’un anısı Fransızlar arasında güçlü bir bağ meydana getirmiştir. Fransız ulusu, çeşitli ırkların bir karışımıdır ve 14 Temmuz Bayramı bu kaynaşmayı simgeler. Dolayısıyla, Fransa’da 1789 Devrimi, ulus gerçeğinin ırk ilkesi üzerinde zaferini temsil eder 32 .
Ulusun temelleri olan dil, toprak, kültür birliği vb. kuşkusuz birden ortaya çıkmamıştır. Kapitalizm öncesi dönemden başlayarak yavaş yavaş oluşmuştur. 1789’da, devrimci Fransız burjuvazisi, gerici feodallere karşı ulusun çoğunluğunun çıkarlarını temsil etmiştir. Daha sonra, üstünlüğü yeniden ele geçirmek amacıyla ulusa savaş açan feodallerin ihaneti karşısında ise, yurtsever olmuştur. Bu nedenle, 1792’de doğan Marseillaise, hem devrimin, hem de Prusya ve Avusturya feodallerinin boyunduruğuna karşı ulusal bağımsızlığın marşı olmuştur 33 .
Ancak, dünyada burjuva uluslar geliştikçe, bunların içlerinde sosyal farklılıklar da giderek artmış, sınıflar arasındaki çelişkiler derinleşmeye başlamıştır.
1919’da Anadolu’da başlayan süreç de, 1789 Fransız Devrimi’nin etkilerini taşımaktadır.
Anadolu hareketinin en önemli sonucu Cumhuriyet’tir. Cumhuriyet’e karşı olanlara Mustafa Kemal, şöyle yanıt veriyordu: “Efendiler, egemenlik hiçbir ulusa hiçbir zaman ulema tartışmalarıyla verilmemiştir. Egemenlik hep güç kullanılarak zorla alınır. (…) Türk ulusu elinden alınan egemenliği şimdi kendi eline almış bulunuyor. (…) Burada toplananlar, herkes gibi bu gerçeği anlarlarsa mesele yok. Anlamazlarsa doğal olan nasıl olsa olacaktır; şu farkla ki belki birkaç kafa kesilecektir.” 34
1789 Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, Cumhuriyet ile de din devletine karşı ulus devlet görüşü savunulmuş, bu yönde birbiri arkasına gelen düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Fransız Devrimi, ulus gerçeğinin, ırk ilkesi üzerinde bir zaferi ise, Cumhuriyet de Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinden farklı olarak, geleneksel İslam-Osmanlı temeli yerine, onun karşıtı olan ulus ve bağımsızlık ilkelerinin egemenliği olmuştur35 .
Ancak, kurulan Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’ndan siyasi anlamda bir kopuşu ifade etmesine karşın, ekonomik açıdan bir kopuş olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki ekonomi politikaları ile Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ekonomi politikaları arasında devamlılık ve benzerlik söz konusu olmuştur.
Mustafa Kemal’i analiz etmek, ulus kavramını ve uluslaşma sürecini, yani, tarihsel süreçlerin nesnel yasalarını bilmeyi gerektirir. Prof.Dr.A.M.Celal Şengör gibi, tarih bilgisi ve bilinci olmadan Mustafa Kemal’in ele alınması insanı kaçınılmaz biçimde eklektik yaklaşımlara götürür.
Cumhuriyet’in eğitim politikası ve Hasan Ali Yücel
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan düzenlemelerin en önemlisi, kuşkusuz, eğitim alanında gerçekleştirilmiştir. Eğitim, kişileri topluma uyacak ve onu geliştirecek biçimde yetiştirme işi olarak görülmüş, temel ilke ise, eğitimi birleştirme ve bütünleştirme olarak ortaya konmuştur. Bu, 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ulusal eğitim birleştirilerek sağlanmıştır.
Fransa örneğinde açıkça görüldüğü gibi, dünyada uluslaşma süreci ve burjuva devrimleri Aydınlanma Hareketi üzerinde yükselmiştir. Aydınlanma, sosyo-politik bir eğilimdi. Bu eğilimin temsilcileri, o dönemin toplumlarının kusurlarını düzeltmeye, iyilik, adalet ve bilimsel bilgi anlayışını yayarak, toplumun ahlakını, politikasını ve yaşayış biçimini değiştirmeye çalışmışlardır. Aydınlanmanın temelinde, toplumun gelişmesinde insanların bilgisizliğinin kesin rol oynadığı ve kendilerini anlamak gücünden yoksun oluşlarının sosyal kötülüklere neden olduğu yolundaki idealist fikirler de bulunuyordu. Yine, aydınlanmacılar, ekonomik gelişme koşullarının belirleyici önemini dikkate almadıkları için, toplumun nesnel yasalarını ortaya koyamamışlardır. Aydınlanmacılar arasında Rousseau, Montesquieu, Herder, Lessing, Schiller, Goethe, Desnitski, Kozelski vb. gibi tanınmış aydınlar yer almıştır. Aydınlanmacıların çabaları, kilise ideolojisi ile feodal ideolojinin etkisinin kırılmasında, kiliseye, dini dogmalara ve iskolastik düşünce yöntemlerine karşı mücadelede son derece etkili olmuştur36
Aydınlanma Hareketi, ulus devletin, ulusal eğitimin ve kültürün gelişmesinde de belirleyici olmuştur. Ulus devletin gelişimi ile ulusal eğitimin gelişimi arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Kapitalizmin gelişmesinin erken aşamalarında eğitimin temel işlevi yurttaşlık bilincini geliştirmek ve bu yolla kapitalist ilişkilerin üzerinde yükseleceği altyapıyı hazırlamak olmuştur. Ancak, bu eğitim anlayışı, kapitalizmin toplumsal bir ilişkiler sistemi olarak gelişmesine bağlı olarak değişim geçirmiştir. Yurttaşlık eğitimi, giderek yaygınlaşırken, aynı zamanda büyük bir üretim ve tüketim makinesine dönüşen toplum için bilimsel ve teknik bilgiye duyulan gereksinim artmış, eğitim sistemi de böylece, yurttaşlık eğitiminin yanı sıra, bilimsel ve teknik bilgi donanımı için gerekli nitelikli emek üretecek bir işlev de üstlenmiştir37 .
İlk burjuva devrimleri olan İngiliz ve Amerikan devrimleri başta Ortaçağ üniversiteleri olmak üzere eğitim kurumlarında büyük değişiklikler yapmamıştır. Ancak, 1789 Fransız Devrimi’nin etkileri sarsıcı olmuştur. Eski Rejim’in topyekun tasfiyesini amaçlayan Yeni Rejim, ulus devleti oluştururken Napolyon Reformu olarak adlandırılan düzenlemelerle başta üniversiteler olmak üzere eğitim kurumlarını kökten değiştirmiştir. Bu dönemde bütün insanlığın çıkarını savunduğunu öne süren burjuvazi, kendi egemenliğini kamu yararı adı altında sürdürmeye çalışılmıştır 38
Cumhuriyet kadroları da, aynı Fransa’da olduğu gibi ulus devletin kurumlarının yaratılmasında en önemli araç olarak gördükleri eğitim konusunda yeni örgütlenme modelini çok kısa bir zaman içinde uygulamaya koymuşlardır. Meşruiyet kaynağı olarak dinin yerine ulusu koyan yeni yönetim, ulusal eğitimle yurttaş yaratmayı öngörürken, özellikle ilk ve orta dereceli eğitim kurumlarında köktenci yöntemler uygulamış ve denetimi gözle görünür biçimde sağlamıştır39
Bu kapsamda Hasan Ali Yücel, Mustafa Kemal gibi Aydınlanma Hareketi ve Fransız Devrimi’nden etkilenmiş, ulusal eğitimin gelişmesi ve yaygınlaşması yönünde çaba göstermiştir. 1938’den 1946’ya kadar yürüttüğü Milli Eğitim Bakanlığı görevi sırasında, Köy Enstitüleri’nin (1940) kurulmasını sağlamış, dünya klasiklerinin çevirilerini yaptırmış ve kültür yaşamının gelişmesi için pek çok katkıda bulunmuştur.
Köy Enstitüleri, köylerde yaşayan halkın eğitimi, tarımın daha verimli hale getirilmesi için köy öğretmeni ve köye yararlı meslek elemanlarını yetiştirmek amacı ile kurulmuş son derece önemli eğitim kurumları idi. Enstitülerin yönetimiyle İsmail Hakkı Tonguç görevlendirilmişti. Enstitülerin kurulmasına yirmi yerde ve aynı zamanda başlanmıştı. Ancak, 1946’dan sonra iktidara iyice egemen olan sağ anlayışlar tarafından bu kurumlar adım adım baltalanmış, İsmail Hakkı Tonguç görevinden alınmış, DP döneminde önce karma eğitime son verilmiş (1950), daha sonra (1954) tümüyle kapatılmıştır.
Ulusal eğitim politikasından uzaklaşma, dışa bağımlılık ve emperyalizm ile yeniden bütünleşme süreci Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un başını yemiştir. Bu gelişmeleri yaratan sağ anlayışlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra filizlenmiş, DP iktidarında güçlenmiş, AP ile aşama kaydetmiş, 12 Eylül 1980’den sonra ve günümüzde de devam eden küreselleşmeci, neo-liberal dönemde egemenliklerini pekiştirmişlerdir.
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, tarihsel süreçlerin nesnel yasalarını kavrayamadığı için süreçle ilgili doğru bir değerlendirme yapamamıştır. Bir yandan “Hasan-Ali Yücel Yılı Bitmesin”40 adlı makalesinde “UNESCO 1997 yılını büyük Türk aydını ve eğitimcisi Hasan-Âli Yücel’i anma yılı olarak ilan etti. Geçen yıl hepimiz Türk aydınlanmasının Atatürk’ten sonraki bu en büyük mimarını bir defa daha andık ve gördük ki bugünkü karanlık semâmızdan Ata’nınkinden sonra sızan en güçlü ve ferahlatıcı ışık onunkidir.” görüşlerine yer vermiş ve “Londra Anıları” 41 adlı makalesinde ise, “Türkiye’yi yaratan Mustafa Kemal Atatürk ve Türklerin eğiticisi olarak O’nun tek gerçek izleyicisi Hasan-Âli Yücel.” diyerek Hasan Ali Yücel’e övgüler yağdırmış, bir yandan Hasan Ali Yücel’i 1946’da görevden uzaklaştıran sağ anlayış ve bu anlayışın günümüzdeki temsilcilerinden birisi de Prof.Dr.Kemal Gürüz değilmiş gibi “İkinci Hasan-Âli Yücel Olayına Doğru” 42 adlı makalesinde “Günümüzde, bu manzaranın görünüşte daha hafif -fakat sonuçları daha ağır olabilecek- bir uygulanması yaşanmaktadır. YÖK Başkanı Prof.Dr.Kemâl Gürüz, üniversitelerde bilimi, aklı, hakkâniyeti ve bunların ortak bileşkesi olan çağdaş uygarlığı egemen kılmak niyetiyle kendisinin ve çevresine topladığı üstün düzeyli bilimci, bürokrat ve işadamlarının doğru bildiği yolda hiçbir tâviz vermeden ilerlemekte ve bu nedenle bir zamanlar Hasan-Âli Yücel’i devirmiş olan zihniyetin bugün hedefi haline gelmiş bulunmaktadır” ve “Çocuğunu Yiyen Satürn” 43 adlı makalesinde de “1990 yılında ilk ışıklar önce TÜBİTAK’tan yükseldi. Kemâl Gürüz ve arkadaşları birkaç yıl içinde Türk bilim dünyasının Hasan-Âli Yücel’den beri görmediği bir iyi niyet ve teşvik hissini araştırmacılar arasında yaymayı başardılar.” diyerek Hasan Ali Yücel’i küreselleşmeci, neo-liberal ve girişimci üniversitenin savunucusu Prof.Dr.Kemal Gürüz’e benzetmiş, diğer yandan da Türkiye’de ulusalcı, bağımsızlıkçı çizgiden uzaklaşılmasında etkili olan sağ politikaların güçlenmesinde önemli işlevler üstlenmiş Fuat Köprülü’nün politik çizgisini “Fuad Köprülü’ye Mektup” 44 adlı makalesinde “Popülist, anti-entelektüel köylü politikası seni tiksindirdi ve nihayet kendi kurduğun, ülkemize NATO üyeliğini kazandırdığın bakanlığını yaptığın partiden – kaderin garip bir tecellisi, entelektüel dostun Hasan-Âli Yücel- gibi kaçtın” sözleriyle övmüştür.
Prof.Dr.Kemal Gürüz ile birlikte hazırladıkları TÜSİAD raporunda ise, Mustafa Kemal ile Hasan Ali Yücel’in görüşlerinin tam tersi olan, ulusalcı eğitimin yerine, küreselleşmeci ve piyasacı eğitim, “(…) genel eğilim üniversitelerin mümkün olduğu ölçüde kendilerinin kaynak yaratmalarının özendirilmesidir. Bir üniversitenin kendisinin yarattığı kaynaklar ölçüsünde mali özerkliğe sahip olduğu kabul edilmektedir. Özgür ve demokratik gelişmiş ülkelerdeki üniversiteler bunu yaparken de tabii ki serbest Pazar ekonomisinin arz ve talep koşullarına uymak zorunda kalırlar.” 45 biçimindeki sözler ile savunulmuş ve böylece tam bir çelişkiler yumağı sergilenmiştir.
Aynı raporda ulusal kalkınmacı devlet, sosyal devlet uygulamaları ile çelişen, fırsat eşitliğini yok eden bir yaklaşımı “Paralı gece öğretiminin tek olumlu yanı daha önce paralı öğretime kategorik olarak karşı çıkan ve bunu hükümet programlarına da koyan bugünkü koalisyon ortaklarının bunun gerekliliğini nihayet kabul etmiş olmalarıdır.”46 biçiminde açıkça ortaya koymuşlar ve “Son iki yıl içinde öğrenci katkı paylarının reel olarak artırılmış olması doğru yönde alınmış bir karardır.” 47 diyerek paralı eğitimi ve neo-liberalizmi savunmuşlardır.
Bu görüşler birbirleri ile sürekli çelişen, iç tutarlılığı olmayan, tarihin nesnel yasalarını bilmemenin doğal sonuçları olarak yansımışlardır.
Prof.Dr. İhsan Ketin de Mustafa Kemal ve Hasan Ali Yücel gibi birincilerdendi. Hasan Ali Yücel’in ulus devlet projesine eğitim ve kültür alanında yaptığı katkıyı kendi alanında, yerbilimleri alanında yaptı. Ulusal kalkınmaya, bilimsel gelişmeye katkı sağlamak için çabaladı.
Prof.Dr.İhsan Ketin, ulusal kalkınma ve bilgiyi Anadolu’ya taşımak için ulusalcı Mustafa Kemal yönetiminin yurdışına gönderdiği bir halk çocuğu idi. O ülkesine geri döndü ve başarılı çalışmalar yaptı. O, yaşasaydı halk çocuklarına üniversite kapılarını kapatmayı öneren, küreselleşmeci ve piyasacı anlayışla hazırlanan, eğitimde fırsat eşitliğini reddeden TÜSİAD raporunu ve yazarlarını onaylamazdı.
İhsan Ketin’i övmek başka, anlamak başka. Anlamak için kendisi ile tanışmış olmak, konuşmak, ya da yanında çalışmak yeterli değil. Anlamak için tarihsel süreçlerin nesnel yasalarını bilmek gerekir. Ancak o zaman övgüde de yergide de, abartılı ve anlaşılmaz ifadeler kullanmazsınız.
V. Geçmişin olumsuzlıklarını da bilmeliyiz
Buraya kadar Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün Mustafa Kemal’i anlamadığını açıklamaya çalıştık. Kendisi bir neo-liberal değil de Atatürkçü olsaydı bütün söylediklerini doğru olarak mı kabul edecektik? Hayır. Çünkü, Atatürk ve Atatürkçülük yalnız doğruların bir toplamı değildir.
Bugün Türkiye’nin en öncelikli sorunu Atatürkçülüğün eleştirisi olmayabilir. Ancak, bu konu tartışılıyorsa bilinmelidir kihiçbir uygulama ya da kişi, buna Mustafa Kemal ve dönemi de dahil, eleştiri dışı olamaz.
Bazı gerçeklerin bilinmesi gerekiyor. Her şeyden önce Cumhuriyetin kuruluşu kapitalizm dışı bir gelişmeyi, kapitalizmden bir kopuşu ifade etmiyor. Cumhuriyet kurulduğu günden bugüne kapitalizmin kuralları ile yönetildi, onun bütün yapısal sorunları ile de malul. Kuşkusuz, kapitalizmin uygulanış biçimleri arasında göreli farklar söz konusudur. Zaten, Mustafa Kemal dönemini de anlamlı kılan bu farklardır.
Lozan Barış görüşmelerinin kesilmesinden kısa bir süre sonra, 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde yerli ve yabancı sermaye lehine kararlar alındığı, onlara güvenceler verildiği, liberal bir ekonomik modelin tercih edildiği ve bunun bütün dünyaya ilan edildiği unutulmamalıdır.
Yine, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar büyük bir inançla uygulanmaya sokulmuş ancak, başarılı olunamamış ve Türkiye, 1929 krizine bu koşullarda yakalanmıştır. Türkiye ekonomik bir tercihe zorlanmıştır. Krizden çıkışın yolu devletçilik olarak görülmüştür. Devletçilik uygulaması, koşulların zorlaması sonucu doğmuş, kendine özgü nitelikleri olan, pragmatik bir yaklaşımı ifade etmiştir.
1930-1939 yılları arasında sanayileşme açısından gelişme kaydedilmiştir. Ancak, devletin aşırı güçlenen konumu sosyal, siyasal ve kültürel açıdan pek çok olumsuzlukların da yaşanmasına neden olmuştur.
1936’da çıkarılan İş Yasası, 1938’de çıkarılan Cemiyetler Yasası vb. gibi düzenlemelerle devletin dışındaki örgütlenme alanları daraltılmış ve yasaklanmıştır. Böylece, devlet tüm toplumsal alanı kaplamış, örgütlü toplumun gelişmesi için gerekli olan koşullar ortadan kaldırılmış, sol ve işçi hareketlerine izin verilmemiş ve bastırılmıştır. Diğer yandan, devlet-parti ilişkileri güçlendirilmiş, birbirinin içine girmiş, hatta valiler parti il başkanı olarak atanmışlardır.
Diğer bir sorun alanı da Kürtlerle ilgilidir. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze Kürt sorununa yaklaşım inkarcı ve asimile etmeye yönelik olmuştur. Ancak, bölgede feodal yapı korunmuş, onların temsilcileri ile işbirliği yapılmış ve bu politikalardan bölge halkı büyük zarar görmüştür.
Özetle, Mustafa Kemal’in projesi bir ulus devlet projesidir. Bu proje Kürt sorununu çözemediği gibi, toplumda kapitalizmden kaynaklanan sınıfsal çelişkileri ortadan kaldırma iddiasında da bulunmamıştır. Bu nedenle, emekçileri sömürüden, halkı emperyalizme bağımlılıktan kurtaracak, bölgeler arası dengesizlikleri giderecek, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlayacak ve destekleyecek, emekçiler arasındaki kardeşlik duygularını yükseltecek bir düzene, sosyalizme gereksinim bulunuyor.
VI. Küreselleşme
İkinci Dünya Savaşı’ından sonra sömürgecilik tasfiye olmuş, çevre ülkeleri politik bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bu dönemlerde Batı kaynaklı modernleşme kuramı büyük yaygınlık kazanmıştır. Modernleşme kuramını Paul Baran 1957’de yazdığı “Büyümenin Ekonomi Politiği” adlı kitabında eleştirdi. Hiçbir çevre ülkesinin kapitalist yolla gelişmesinin ve ekonomik bağımsızlığını korumasının mümkün olmadığını belirterek, çevre ülkeler için kapitalist üretim tarzının ilerici bir rolü olmadığını söylüyordu. Modernleşme kuramı en kapsamlı ve kökten eleştiriyi, sömürgeciliğin uzun yıllar önce tasfiye edildiği, kapitalist yoldan kalkınma çabalarının çok eskiye dayandığı Latin Amerika’dan aldı. Çünkü modernleşmecilerin Asya ve Afrika ülkelerine önerdikleri strateji Latin Amerika’da yıllardır uygulanıyordu ve sonuç olumsuzdu.
Küreselleşme öncesi dönemde ise, S.Amin, A.G.Frank, H.Alavi vb. kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak ileri bir rolünün kalmadığını, tersine çevre ülkelerdeki varlığının geri kalmışlığı yarattığını, yerleştirdiğini ve yeniden ürettiğini söylemiş, bu ülkelerin geliştikleri dönemlerin de merkez ülkelerle ilişkilerinin zayıfladığı dönemler olduğunu belirtmişlerdi. Buna karşın, aynı dönemde, Brezilyalı H.Cardoso “bağımlılık” ve “gelişme” olgularının birbirlerini dışlamadığını savunmuştur. cardoso,1972’de yazdığı makalesinde, sermaye birikiminin ve yayılmacılığın günümüzde aldığı biçimlerin klasik emperyalizm kuramı ile açıklanamayacağını; günümüzde emperyalist yatırımların ekonomik üretimde yerel yatırımları öngördüğünü; çok uluslu şirketlerin artık çevre ülkelerde sınai yatırımlara yöneldiklerini ve bu ülkelerin iç pazarlarını da önemsediklerini belirterek bugün uygulanan küreselleşmeci akımın öncülerinden olmuştur.
Küreselleşmeye giden yolda kapitalist dünya 1974’te uluslararası düzeyde, eş zamanlı olarak bir üretim gerilemesi ve enflasyonla karşı karşıya kalmıştır. Bunu önce geçici sanmışlar, ama 1978’de gerçeği kabul etmişlerdir. 1979’da Thatcher ve 1980’de Reagan bu sürece müdahale etmek için iktidara getirilmiştir.
Yaşanan kriz, kar oranlarının düşüşü, sermayenin uluslararasılaşması, ulusal Keynesçiliğin çöküşü, teknolojinin radikal değişim eşiğine gelmesi, emperyalistler arası güç dengelerinin değişmesi, uluslararası işbölümünün yeniden belirlenmesi ve sınıflararası güç dengelerinin yeniden belirlenmesi vb. gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Kapitalist sistem krizden çıkmak için klasik bir yönteme başvurmuş, emeğe saldırı başlatmıştır. Bu yönde sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve bölüşüm oranlarının sermaye lehine yeniden düzenlenmesi gerçekleştirilmiştir. Yine, üretimin teknoloji tabanı değiştirilmiş, esnek üretim, esnek istihdam yaygınlaştırılmıştır. Ayrıca, eski sosyalist ülkeler paylaşılmış ve özelleştirme ile yeni pazar olanakları yaratılmaya çalışılmıştır.
Küreselleşmeciler bütün bu gerçekleri, ulus devletler hiçbir süreci artık ciddi olarak etkileyememektedirler, küreselleşme tarihsel bir eğilim olmanın yanında kaçınılmazdır, küreselleşme özel mülkiyet ve piyasa temelinde olanaklıdır, küreselleşme herkes için (emekçiler ve az gelişmiş ülkeler de dahil) yararlıdır, emperyalizm bitmiştir, tek yanlı bağımlılık sona ermiş ve karşılıklı bağımlılık başlamıştır gibi ideolojik yaklaşımlarla gizlemeye çalışmışlardır.
Oysa, bugün, “yeni, çağdaş, ileri” diye savunulan düşüncelerin çoğu, aslında çok eskidir ve insanlık tarihi bir anlamda, bu anlayışa karşı verilen mücadelenin tarihidir. Bugün ekonomik araçlarını kaybederek ekonomik bağımsızlıklarını ve bir süre sonra da siyasal bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan toplumlar için, küreselleşme gibi akımlar kaçınılamaz ve değiştirilemez bir “kader” değildir. Başta Türkiye olmak üzere, bu ülkeleri böyle bir sarmaldan kurtarmanın yolu, kaçınılmaz ve değiştirilemez diye sunulan dış reçeteler konusunda bağımsız düşünebilmekten, halkın kendi gereksinimlerine ve amaçlarına uygun çözümleri yine kendi ortak akıllarıyla bulabilmekten geçmektedir48 .
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, 1994’te TÜSİAD için hazırlanan raporda küreselleşmeyi tartışmasız savunurken, bu akımın en önemli siyasi uygulayıcıları olan Reagan ve Thatcher’ı da onayladığının herhalde farkında idi. Aynı raporda Drenth ve Clark’ın saptamalarından yola çıkarak girişimci üniversiteyi “Günümüz üniversiteleri artık faaliyet alanlarını sadece kendi mensuplarının değer yargılarına göre tesbit etmekten ziyade, faaliyetlerinin türlerini ve alanlarını toplumun gereksinim ve beklentileri ile kendilerine tahsis edilen kaynaklara göre tesbit eden kurumlardır. Dolayısı ile, çağdaş üniversite toplumun her kesimi ile bütünleşmiş; faaliyetleri bakımından topluma karşı olan sorumluluğunu ne ölçüde yerine getirdiği denetlenen ve faaliyetleri toplum tarafından yönlendirilen; sahip olduğu her türlü fiziksel olanak, tesis, teçhizat, bilgi birikimi ve insangücünü girişimci bir zihniyetle değerlendirerek ek mali kaynak yaratan, modern işletmecilik teknikleri ile yönetilen fevkalade karmaşık yapıya sahip kurumdur.”49 biçiminde savunurken de, devletin küçültülmesinin, kamu kaynaklarının ve ödeneklerinin kısılması anlamına geldiğini herhalde biliyordu. O zaman, “Güce Tapmak mı, Dağıtmak mı?” 50 adlı makalesindeki “Yetmişli yıllardan sonra ekonomik hız kesilip Amerika’nın karşısındaki rekabet artınca orada paralar suyunu çekmeğe başladı ve araştırma kurumları büyük bir krize girdiler. Bu kriz İngiltere’yi de etkiledi. Buradaki darkafalı Reagan ve Thatcher hükümetleri kurtuluşu bilimsel araştırmaya ve üniversitelere verilen parayı kısmakta buldular” türündeki açıklamaları ne anlam taşıyor? TÜSİAD raporunda neo-liberalizmin savunulması ile CBT’de neo-liberalizmin eleştirilmeye çalışılması bir çelişki oluşturmuyor mu? Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ü çelişkilere ve yanlışlara sürükleyen davranışlardan birisi de,, yerbilimleri alanının dışına çıkması ve bilmediği konularda görüş açıklamasıdır.
TÜSİAD raporunda küreselleşme, büyük bir uzlaşmanın ürünü olarak sunulmuştur. Ancak, durum hiç de böyle değildir ve olumsuzluklar her alanda yaygınlaşmıştır. 1970’lerde dünya ölçeğinde başlayan değişim eğilimleri, toplumsal ilişkilerin önemli ölçüde değişmesine neden olurken, bu sürecin etkilediği önemli alanlardan biri de eğitim sistemi olmuştur. Değişimi ve yönelimini belirleyen neo-liberal politikalar, eğitim sisteminin amaç ve işleyişini de yeniden tanımlanan bir dizi düşünce ve uygulama ile eğitime ilişkin yapı ve pratikleri etkilemeye başlamışlardır 51 .
Yine, son dönemlerde neo-liberaller tarafından ilginç bir bilgi tanımı yapılmaya başlanmıştır. Bu tanıma göre bilgi, piyasada yoğun rekabet içinde ayakta kalma mücadelesi veren ekonomik birimlerin işine yarayan bilgidir52 .
TÜSİAD’ın raporunda da benzer görüşlere yer verilmiştir. “Bilgi ve bilgili insangücünün, ekonominin en önemli girdileri haline gelerek sermayenin ve üretim faktörlerden birini oluşturması, bilim ve teknoloji arasındaki yukarıda özetlenen ilişki ile birlikte Bilgi Toplumu’nun veya Sanayi sonrası Toplumu’nun ve Sanayi sonrası Toplum’un en belirgin niteliğidir. Bu nedenle, Porter, bilgi ve bilgili insanların kaynağı olan üniversiteler ve araştırma merkezlerine ileri ve özellikli üretim faktörleri adını vermektedir.”53 ve “Bilim, teknolojii toplum ve pazar artık sürekli olarak karşılıklı etkileşim içinde olup pazarlardaki eğilimler araştırmaları etkilemede, kişilerin entelektüel meraklarına eklenen ikinci bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır.”54 biçimindeki ifadeler önemle vurgulanmıştır.
Oysa, eğitimi toplumsal bir olgu olarak ele alıp, bu olguyu tanımlayan değişiklikleri bütünsel bir çerçeve içinde ortaya koymak gerekir. Çünkü, eğitim sistemi toplumsal bir gerçeklik olduğu ölçüde, yalnız ekonomik düzeyi değil, sosyal süreçleri, ideolojik yapılanmaları, güç ilişkilerini ve dolayısıyla devlet-birey, birey-toplum gibi oldukça karmaşık bir süreci ifade etmektedir 55 .
Bunun yanında, eğitimde gerçekleşen değişimin dünya ölçeğinde gerçekleşen bir sürecin ürünü olduğu, yöntemsel açıdan ise, kapitalizme özgü dinamiklerin günümüzde ulaştığı aşamanın sonuçları olduğunu da belirtmemiz gerekiyor 56
Neo-liberalizmin piyasa ağırlıklı analizleri ise, kapitalist toplumsal ilişkilerin artan oranda ekonomik alana çekilmesine ve bu alanda toplumsal ve siyasal ilişkilerin piyasanın, yani ekonomik ilişkilerin içinde yeniden tanımlanmasına neden olmuştur 57 .
Eğitime, bireyin gelecekteki kazancını artırıcı bir değişken olarak baktığınız andan itibaren ise, eğitime ilişkin tüm değişkenleri ekonominin teknik terimleri içinde analiz etmek kaçınılmazdır 58 .
Nitekim, TÜSİAD raporunda, “Adam Smith’in işgücünün ‘beceri, maharet ve muhakeme yeteneğini’, 1776’da ‘Milletlerin Zenginliği’ni belirleyen önemli unsurlardan biri olarak belirtmiş olmasına rağmen, eğitimin ekonomik açıdan ele alınması nisbeten yeni bir yaklaşımdır. Theodore Schultz’un 1961’de ‘Kişilerin mali olanaklarını eğitimleri için harcamaları bir tür yatırım kararıdır’ şeklinde ifade ettiği ve eğitimle ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi belirttiği insangücü sermayesi düşüncesi (human capital theory) bu tür fikri yaklaşımın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. (…) Buna göre, eğitim amacıyla yapılan yatırımların, bir toplumsal, diğeri ise kişisel olmak üzere iki tür getirisi vardır. Kişisel getiri, eğitim görmüş kişinin bundan dolayı yaşamı boyunca elde edeceği ek gelirin; toplumsal getirisi ise kişinin eğitim görmüş olmasından dolayı yaratılan katma değerin, o kişinin eğitimi için yapılan yatırıma oranıdır.” 59 ve “Üniversiteyi atılımcı bir işletmeye zorlayacak öğrenim ücreti, hiç kimseyi yükseköğrenimden mahrum etmeyeceği gibi, tersine, alt gelir gruplarına daha fazla olanak yaratmaktadır. (…) ücretsiz verilen hizmetlerin kıymetinin bilinmeyeceği (…) görüşü giderek yaygınlaşmaktadır.” 60 biçiminde eğitimi ekonominin teknik terimleri ile açıklayan ifadeleri ağırlıklı olarak yer almıştır.
Sonuç olarak, eğitim, neo-liberal politikaların doğrudan ve dolaylı etkileri ile birlikte ele alınmalıdır. Yalnız Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde ortaya çıkan olumsuz sonuçları üzerinde yoğunlaşmayıp, kültürel ve politik sonuçlarının da irdelemek gerekiyor. Eğitimin dünya ortalamasına ulaşamamış bizim gibi ülkelerde, bu sorunu piyasa koşullarına bırakmak büyük bir yanlıştır 61 .
VII. Bizim eleştirel akılcılarımızın kamu yönetim anlayışı
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, “İTÜ’ye Özel Statü” 62 adlı makalesinde “224 yıl sonra İTÜ bir kızını -Cumhurbaşkanı olan bir oğlunun atamasıyla- ilk defa Başhoca yapmıştır” sözleriyle Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i övmüştür. Herkes çok iyi biliyor ki, Türkiye’de kamu yönetiminin yozlaşmasında baş sorumlularından birisi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dir. Yine, 30 Ağustos 199963 adlı makalesinde “Nerede Mustafa Kemâl’in üniversitesi? Nerede onun başlattığı bilimsel projeler? O’nun MTA’sı altmış küsur yıldır ne yaptı?” ve ” Bilim Adamı, Deprem ve Türk Medyası” 64 makalesinde, “Araştırma yapmayanın bilim adamı olmadığı, bilim adamı olmayanın da ne üniversitede ne de bilim gerektiren mevkilerde işlerinin olamayacağını bilerek “uzmanların’ geçmişleri sorgulanmalıydı.” biçiminde yaptığı eleştirilerinin muhataplarının başında da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bulunuyor.
Bu saptamalara bağlı olarak, herhalde, önce MTA’yı anlatmak gerekiyor. Ülkenin yeraltı kaynaklarının araştırılıp bulunması ve sanayileşmeye katkı sağlaması için Mustafa Kemal’in 1935’te kurduğu MTA, neo-liberal politikaların uygulanmaya konulduğu 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra önce enstitü yapısını kaybetti ve genel müdürlük yapıldı. Ardından bütçesi sınırlandı ve araştırma yapamaz hale getirildi. Altında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in imzalarının bulunduğu partizanca atamalarla tam da Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün eleştirdiği nitelikteki yöneticilerin eline teslim edildi. Önce “milliyetçi-liberal (!)” Dr.M.Ziya Gözler dönemi yaşandı. O, MTA’yı tarihinde görülmemiş bir biçimde işlevsizleştirmeyi başardı, spor yaptı ve Mustafa Kemal’in “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözlerini pratiği ile kanıtlamaya çalıştı (!). Yerini ise, park ve bahçelerden sorumlu olması için getirdiği, adı Dr. Necdet Güçlü’nün öldürülmesi olayına karışmış ve çok sitasyonlu (!) Cengiz Dursun Atak’a bıraktı.
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, her iktidarın gözüne girmeyi, böylece dört eğilimi birleştirmeyi başaran, MTA’yı işlevsizleştirmesinin ödülü olarak, yine Mustafa Kemal’in kurduğu Etibank’ı parçalayıp kâr eden bölümlerini, özellikle de bor madenlerini ilginç ilişkilerle özelleştirmekle görevlendirilen “milliyetçi-liberal (!)” Dr.M.Ziya Gözler ile son derece iyi ilişkiler kurabilmiştir. Yine, sitasyon zengini (!) Cengiz Dursun Atak’ı yanına alıp depremle ilgili basın toplantısı yapabilmiş, MTA’da verdiği konferansında ise, Cengiz Dursun Atak’ın köyüne değinmede bulunacak kadar kendisine samimiyet gösterebilmiştir.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yargı kararlarına ve kamuoyunun tepkisine karşın, Ford-Koç Ortaklığı’na bedelsiz tahsis edilen Gölcük’teki SEKA Orman Fidanlığı’nda temel atmaya gittiğinde, gerekirse bu iş için Çankaya’nın bahçesini verebileceğini söylediğinde (sanki kendi özel mülkünü veriyormuş gibi),çok sitasyonlu Prof.Dr.Celal Şengör, bırakın toplumsal çıkarları ve hukuk devletini savunmayı, o yerin Kuzey Anadolu Fayı üzerinde olduğunu dahi açıklamayarak bilim adamı olmanın toplumsal sorumluluğunu yerine getirmemiş, ama toplumsal görevlerini yapan ve tepki gösteren meslek odalarını her fırsatta eleştirmeye çalışmıştır. Aynı biçimde, yargı kararlarına karşın, küreselleşmeci anlayışın ürünleri olan vakıf üniversitelerinin yağmalanmaya devam ettiği orman alanlarına da sahip çıkmamıştır.
Evet, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, sorulan sorunun yanıtı çok açık, Mustafa Kemal’in MTA’sı Cengiz Dursun Atak’ın, Etibank’ı Dr.M.Ziya Gözler’in, üniversiteleri de Prof.Dr.Kemal Gürüz’ün ellerinde ve kurtarılmayı bekliyor.
Prof.Dr.A.M.Celal Şengör, “’İnsan Merkezli Düşünceler’ ve Sokrates” 65 adlı makalesinde Sokrates’i eleştirirken “Atina’lı filozof Sokrates’in genelde sanıldığı gibi gençliği eleştirel ve bağımsız düşünmeye teşvik eden ve bilginin tek fazilet olduğunu söylediği halde kendisinin bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu vurgulayan alçakgönüllü bir bilge olduğu tezinin doğru olmadığını” yazmıştı. Sokrates yüzlerce yıldır tartışıldı, bir o kadar daha tartışılabilir. Ama, Prof.Dr.A.M.Celal Şengör’ün uzmanlık alanı dışında Sokrates’in uyarılarını dikkate almasında yarar bulunuyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji, TÜSİAD raporu, 1994.
- Prof.Dr. ŞENGÖR A.M.Celal, Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi (CBT), 5.4.1997.
- Prof.Dr. ŞENGÖR A.M.Celal, Mavi Gezegen Dergisi, JMO, Sayı:1, 1999.
- ÇALIŞLAR Aziz, Çağdaş Felsefe, Altın Kitaplar, 1985.
- TÜSİAD raporu, s.30.
- ENGELS F., LENİN V.I., STANLIN J.
- CBT, 28.2.1998.
- MARX K., Kapital, 1.cilt.
- ENGELS F., LENİN V.I., STANLIN J.
- ROSENTHAL M., YUDİN P., Materyalist Felsefe, 1972.
- CBT, 4.4.1998.
- ÇALIŞLAR Aziz, aynı eser.
- Aynı eser.
- CARR E.H., Tarih Nedir, Birikim Yayınları, 1980.
- Aynı eser.
- Aynı eser.
- Aynı eser.
- Aynı eser.
- ÇALIŞLAR Aziz, aynı eser.
- ALTHUSSER Louis, Lenin ve Felsefe, Birikim Yayınları, 1976.
- ENGELS F., LENİN V.I., STANLIN J.
- CBT, 17.4.1999.
- CBT, 17.7.1999.
- CBT, 26.12.1998.
- Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Teori. Yayınları.
- CBT, 7.11.1998.
- CBT, 25.9.1998.
- CBT, 2.10.1999.
- M.Rosenthal, P.Yudin, aynı eser.
- CBT, 14.2.1998.
- TÜSİAD raporu, s.9.
- P.Gaxotte, Fransız İhtilali Tarihi, 1962; G. Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri,1974.
- Aynı eserler.
- ATATÜRK Mustafa Kemal, Nutuk.
- BERKES Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, 1973.
- ROSENTHAL M., YUDİN P., aynı eser
- Doç.Dr. ERCAN Fuat, Neo-Liberal Eğitim Ekonomisi; Eleştirel Bir Çerçeve Denemesi,ÖES (Yayınlanmamış)
- Dr. ALPKAYA Faruk, “Üniversite” Üzerine Notlar, Toplum ve Hekim Dergisi, Temmuz-Ağustos 1999, s.267.
- Doç.Dr.SOYDAN Aynur, Darülfünun’dan Günümüze Üniversite’de Tasfiyeler, Toplum ve Hekim Dergisi, Temmuz-Ağustos 1999, s.272
- CBT, 3.1.1998.
- CBT, 1.5.1999.
- CBT, 26.6.1999.
- CBT, 2.5.1998.
- CBT, 9.1.1999.
- TÜSİAD raporu, s.147.
- TÜSİAD raporu, s.161.
- TÜSİAD raporu, s.196.
- Cumhuriyet’in 75. Yılında Kamu Hizmeti Kamu Mülkiyeti Sempozyumu Sonuç Bildirisi, KİGEM, 1998.
- TÜSİAD raporu, s.146.
- CBT, 2.1.1999.
- Doç.Dr. ERCAN Fuat, aynı eser.
- Aynı eser.
- TÜSİAD raporu, s.31.
- TÜSİAD raporu, s.34.
- Doç.Dr. ERCAN Fuat, aynı eser.
- Aynı eser.
- Aynı eser.
- Aynı eser.
- TÜSİAD raporui s.103.
- TÜSİAD raporui s.109.
- Doç.Dr. ERCAN Fuat, aynı eser.
- CBT, 11.9.1998.
- CBT, 4.9.1999.
- CBT, 16.9.1999.
- CBT, 25.7.1998.