Kürt hareketini ve ulusal sorunu tartışıyoruz. Önümüzü görür hale gelene kadar tartışmalıyız. Ama neyi görmeye çalıştığımızı baştan bilerek…
Kullanılan dili yeniden organize etmek yazarın elinden gelmiyor. En fazla birkaç kavram eklemek, anlamlarla oynamak mümkün. Ötesi olabilseydi, sosyalistlerin dilinden Kürtler’e dair “ulusal sorun” lafını çıkartırdım: Sosyalistlerin Kürt başlığında bir “sorun” değil, “dinamik” görmeleri, görmeye çalışmaları gerek. Türkiye’yi ve bölgesini saracak ve sarsacak bir devrimin temel dinamiklerinden bir tanesi de Kürt yoksullarından türetilmek zorunda.
Bana kalsa, Kürtler’de “sorun” görenlerin sosyalist ve devrimci sayılmamasını öneririm. Referansım, ulusal sorun literatürünün temel kaynaklarından biri: Avusturya Marksizmi ile Lenin-Stalin çizgisi arasındaki ayrım. Birinci saftakiler ulusal toplulukları, geç uluslaşma süreçlerini konformist dünyalarını tehdit eden oyunbozanlar sayıp, bu soruna kültürel özerklikle yetinen ve kapitalizmi veri alan çözümler aradılar. En iyimser yorumla, II.Enternasyonal’in bu sapması ulus sorununu sınıflar mücadelesinin pürüzsüz zeminine dökülmüş taşlar olarak görüyor, ve bu taşları süpürdükten sonra modern çağın sınıflarının, yani burjuvazi ile proletaryanın sahnede yerlerini alacakları son perdeyi özlüyorlardı.
Kötümser, ama daha gerçekçi yorum ise II.Enternasyonalcilerin kapitalizmin aşılmasını hedefleyen bir perspektifi terkettiklerini görür. Öte yandan bolşevikler için kapitalizmin dengelerini bozan ve kendi başına burjuva ufkunun içinde yer alan uluslar sorunu, işçi sınıfı siyasetince işlenerek bir devrimci dinamik olarak sosyalist dönüşümlere akıtılmalıydı.
Ben Kürt sorunu kavramı yerine Kürt dinamiği demeyi tercih ederim. Dil bir yana, bırakalım, Kürtler’i sosyalistler ve işçi sınıfı değil, burjuvazi bir sorun olarak yaşasın!
Tartışacaksak eğer, Kürt dinamiğini sosyalist devrim sürecine entegre etmenin yollarını belirlemek için, bu süreci inşa edecek olan sosyalist hareketin adımlarını netleştirmek için tartışalım.
Bu yazı pek alıntı ve referans içermeyecek. Alıntılar, referanslar ikna gücünü arttırdığı ölçüde yararlı ve gereklidir. Bu yazıda, kendi payıma bir dizi öngörü ve tezi sıralamakla yetineceğim. Kürt sorununa ve genel olarak ulusal soruna dair az yazı yazmamışım. Burada eksik bırakacaklarımı daha bütünlüklü bir çalışmada ve çok değil bir kaç ay içerisinde derli toplu ve, sanırım daha ikna edici bir biçimde okuyucuya ulaştıracağımı umuyorum. Şimdilik, bir öngörü ve tez demeti ile yetineceğim.
Solun yükseliş kaynakları ve Kürtler – 1920’ler
O halde Türkiye solu ve Kürt ulusal dinamiklerinin tarihsel trendlerine bakmakla işe başlayabiliriz. Türkiye solu ve Kürt dinamikleri ne zaman ve nasıl aynı yönde ilerleyen kanallar oluşturdu, bu kanallar birbirlerini ne ölçüde beslediler?
Solun tarihinde, Türkiye’de iki önemli yükseliş konjonktürü ayırdedilir: 1920’lerin hemen başı ve TKP; 1960’ların tamamı ve TİP.
Burada “siyasal yükseliş”ten söz edeceğim; bir siyasi akımın altyapısını oluşturan sınıf temelleri, aynı siyasi hareketin kaydettiği yükselişlerde faktörlerden yalnızca bir tanesini oluşturmakla yetinir.
Şöyle açıklayabilirim: İşçi sınıfının tarihsel temsilini su götürmez biçimde üstlenen sosyalist siyaset ve parti, mevzi kazanma hamlelerinde de, siyasal iktidara doğru kaydettiği sıçramalarda da, sınıfın “öz kaynakları” ile yetinmez. Burada öz kaynak, işçi sınıfının burjuvaziyle dolayımsız karşı karşıya geldiği zemine, artı-değer sömürüsünün arttırılması-azaltılması ya da sürmesi-yok edilmesi mücadelesine denk düşer. Sosyalist hareket bunun dışındaki kaynaklara da başvurmak durumundadır. Yalnızca kredi kullanmak adet olduğundan değil… Bundan daha önemlisi, siyasal mücadele iktisadi sömürü ilişkilerinin yalnızca “üzerinde” yükselir ve bu, bir özdeşlik ilişkisi olarak yaşanmaz. Sosyalizm, geniş emekçi yığınları artı-değer sömürüsünün bilincine vardıklarında yükselişe geçmeyi bekleyemez. Bu bilincin açığa çıkartılması ve örgütlenmesi mücadele alanlarından başlıcası olmakla birlikte, sosyalist hareket sınıfına toplumun bütün başlıklarına uzanan tutarlı bir tavrı malettiği ölçüde bu başlıca görevinin de altından kalkabilecektir.
Nitekim ülkemizde, işçi sınıfının maddi birikiminin “sınır ötesinde” kaldığı bir dönemde sosyalist hareket “ulusal kurtuluş” motiflerine dayanarak ve yanı başındaki Rus Devriminin salgıladığı destekçi rüzgarlardan da yararlanarak bir atak denemiştir. Gerçekten de 1920’lerin başındaki işçi sınıfı birikimi, esas olarak, ya ulusal kurtuluş kapsamının dışında kalacağı kesin olan Balkanlar’da, ya da kapsam içine girip girmeyeceği kuşkulu İstanbul ve diğer Batı Anadolu merkezlerindeydi.
Sınıfıyla organik ilişkisi pek sınırlı TKP, ulusal kurtuluş hareketi içinde kayda değer bir aktör olarak yer aldı. Kısa sürdü ve bilindiği gibi kanlı bir tasfiye ile son buldu. Ancak komünist hareketin ilk kimlik ediniminde bu deneyin yeri kalıcı olacaktı.
Öte yandan ulusal kurtuluş hareketinin önderliğini yürüten kapitalist-yolcu kemalist kanadın Kürtler’le ilişkisi dalgalı ve pragmatik biçimler altında sürdü. Mücadelenin bir toprak savunusu yani “kurtuluş” ile tanımlandığı evrelerde dinin ve mazlum halklar arası kader ortaklığı fikrinin Kürtler’i kapsaması mümkün olabilirdi. Bir dönem için kapsadı da. Ancak “kuruluş” evresine yaklaşıldıkça tarihe damgasını vuran unsur olarak “Türkler’in gecikmiş uluslaşma süreci” öne çıktı. Kürtler’e asimile olmak kalacaktı.
Öte yandan Türkiye komünist hareketi kimlik ediniminde üzerinden geçemeyeceği bir tercihde bulunmuş ve Türk ulusal kurtuluşçusu bir karakteri kaydetmişti. Açıkçası Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürt toplumunun aşiretçi yapı ve önderliği, sol siyaset üzerinde herhangi bir cazibe unsuru oluşturamazdı. İzleyen yıllarda ise Kürt dinamiği dinci gericiliğe ve emperyalist etkilere açık konumlanışıyla soldan daha da uzak düştü. 1920’ler boyunca ve tam olarak 1927 tevkifatına kadar, ulusal kurtuluş sürecinde güçlü bir mevzi elde etmek için direnen ve Mustafa Suphi önderliğinin yediği ağır darbenin yarasını onarmaya uğraşan TKP ile Kürt dinamiği karşı uçlarda, karşıt düzlemlerde yer almışlardır. 1920 ve ‘30’ların Türkiye sosyalizmi ile Kürt ulusalcılığı yüzleri başka yönlere dönük akımlardır. Bu konumlanış solun dağarcığına Kürt dinamiğinin devrimci bir fonksiyon görebileceğine ilişkin pek birşey taşıyamazdı. Bu maddi durum, aynı zamanda geleneksel TKP çizgisinin Kemalizmle hasmane akrabalığını da ifade ediyordu.
Özetle Türkiye sosyalist hareketinin ilk yükseliş dönemi Kürt dinamiğiyle sol arasında negatif bir ilişki resmeder. Burada son olarak altını çizmek istediğim ise şu: Bu negatif ilişki, ya da aynı anlama gelmek üzere iki dinamik arasındaki mesafe, nesnel ve maddi bir veridir. Bu nesnellik öznel düzeltmelerle doğrultulamazdı, keyfi biçimde görmezden de gelinemezdi. Türkiye sosyalist hareketinin bir ulusal kurtuluşçuluk platformunun sol ögesi olarak 1920’lerin siyaset sahnesine çıkması ne kadar doğruysa, Kürtler’in geriden gelen uluslaşma süreçlerinin asimilasyona direnç göstermesi de o kadar doğaldır.
İkinci Yükselişte Büyük Çakışma: 1960’lar
Arada solun umutlu olduğu başka konjonktürler yaşandı. En önemlisi 1946’nın parti ve sendikaları, aynı yıllarda DP ile ortak frekans denemeleri, ‘50’lerde Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi, tüm dönem boyunca TKP’nin toparlanma çabaları… Ama ikinci yükseliş olarak adlandırılabilecek olan 1960’lardır. Diğer girişimlerin konumuzla ilgisi de pek yok. Zira solun diğer hamle ve açılımlarında bir Kürt boyutu olmamış, ya da eşzamanlı bir Kürt açılımı gözlenmemiştir.
İkinci yükselişte işler her açıdan ve Kürtler açısından da değişecektir.
1960’lar son derece ilginç bir tarihsel çakışmaya sahne oldu. İkinci Savaş sonrası sömürgeciliğin çözülmesi ve anti-emperyalist kurtuluş hareketleri dalgası; sosyalist ülkeler topluluğunun uluslararası siyasetteki ağırlığı ve genel olarak dünya halkları nezdindeki ciddi prestiji; bunları birleştiren Küba Devrimi ve Vietnam Savaşı gibi görkemli örnekler; kapitalizmin merkez ülkelerinde gerek işçi sınıflarının artan örgütlülüğü, gerekse gençlikte ifadesini bulan orta sınıfların devrimcileştiği bir mücadele dönemi; topyekun emperyalist sistemin zayıflaması…. Bu elverişli uluslararası ortama, Türkiye içerisinde modern proletarya sınıfının ete kemiğe kavuşması, 1960 krizinin sunduğu imkanlar, emekçilerin ve kentli aydınların hızlı solculaşma süreci, kapitalizmin dönemsel sermaye birikim modelinin sınıfsal hareketlenmelere ve emekçilerin örgütlenmesine alan açması ekleniyordu. Bu geniş sol dinamizm havuzuna, çok geçmeden Kürt dinamiği de aktı.
1960’ların çok kaynaklı sol yükselişinde sergilenen gözalıcı çakışmanın önemli bir boyutu da, Türkiye solu ile Kürt ulusal dinamiğinin aynı yöne bakmaları, hatta aynı yöne bakmanın, yani pozitif bir ilişki tesis etmenin ötesinde- bir bütünleşme eğilimi sergilemeleridir. I.TİP bu tarihsel buluşmanın örgütsel mekanı olarak da değer kazanıyordu.
Geçici oldu… Sonraki 10 yıllık periyod, tersine Kürt ve Türk solunun birbirlerinden ayrışma trendine sahne oldu. Bu değişimin nedenleri tartışılmaya değerdir. Büyük buluşmanın solu karakterize eden bir ögesinin de “kemalist” yanlar olduğu, daha ilk bakışta farkedilebilir. Gerçekten dönemin TİP’i içinde barındırdığı ya da sonradan içinden çıkan iki açık (kemalist-olmayan değil) anti-kemalist kol olmakla birlikte (anti-jakoben sol-liberal aydınlar ile Kaypakkaya devrimci-demokratizmi) genel olarak kemalist mirasa sahip çıkma mücadelesi vermiştir. TİP’in parantez içinde sayılanlara göre çok daha önemli kanatları, örneğin sendikacılar, sosyalist devrimci Marksist aydınlar, liberalizmle alışverişi olan Aybar ekolü, MDD’ciler… hepsi ideolojik ve siyasal mücadelelerini böyle bir düzleme yerleştiriyorlardı.
Şimdi “ilk bakışta” Kürt-sol çakışmasının TİP’in sosyalizmindeki bu unsur tarafından sabote edilmiş olabileceği düşünülebilir. Bu tez, günümüzün Kürt devrimcilerine sempatik gelse de, yeterince açıklayıcı olmayacaktır.
İlk olarak; Kürt sosyalistleri ve/veya sosyalizmin Kürt tabanı, -isyanları kanla bastıran Kemalist mirasla değil, ama- Kemalist hareketin “modernist” yanıyla barışık hale gelmişti. Kürt hareketi aşiretçi yapı ve önderliği, TİP’te aşıyor, ilerici/Marksist aydınların, halkçı bir kategorinin ağırlığı altına giriyordu. Gündemde bir tür TC karşıtlığı değil, Türkler’in kemalist önderlik altında yaşadıkları aydınlanmanın Kürtler için sosyalizmin renkleri altında hayat bulan bir izdüşümü vardı. Kürt sosyalist aydınlanması, Türkiye’nin düzeninden, ama aynı zamanda Doğu Anadolu’nun feodal düzeninden de kopuyordu. Bu kopuş zinciri tarihsel olarak kemalizme karşı konumlanışı belli ölçülerde önemsizleştirmiştir.
Sonra; 1960’ların sonuna kadar gündemde kemalizmden kopuş diye bir sorun, en azından siyasal mücadele içinde ve siyasetin kitlelere dönük yüzünde yer etmiyordu. Kürtler için de…
Henüz 9 Mart-12 Mart trajedisi yaşanmamıştı ve kemalizm (27 Mayısçılık ve demokratik Anayasacılıkla bulaşık, bağımsızlıkçı ve kalkınmacı vurgularla donanmış biçimde) sol nezdinde genel olarak ilericiydi. Sosyalizm üzerinden aydınlanmayı tadan Kürtler böyle bir hesaplaşmaya girmek durumunda değillerdi.
12 Mart faşizminin arifesinden başlayarak solda bütün dinamiklerin ayrışma eğilimine girdiklerini görürüz. Türkiye İşçi Partisi solda olası her tür akım için doğum evi oldu. Ama TİP bu akımları bir arada tutacak, ya da bunların baba evini terketme eğilimine girmesinden sonra bile anayapı niteliğini koruyabilecek bir güç ve gelenek sahibi değildi. Sendikacılar, devrimci demokrat gençlik, Kürtler… Bu üçü TİP çatısı altında gerçek siyasal ve toplumsal dinamikleri temsil eden kanatlar olarak şekillendiler ve partiyi marksist kadrolara bırakarak yollarını ayırdılar.
Kürt Aydınlanmasına Ne Oldu?
Aydınlanma; uluslaşma ve kapitalistleşme…Daha önceki çağda bir ve aynı sürecin değişik veçheleri olarak tarihsel anlamlarına oturan bu boyutlar, emperyalizm çağında birbirinden ayrıldı. Klasik ve devrimci burjuva modeli geçmişte kaldı.
Osmanlı topraklarındaki miras bu anlamda kafa karıştıran bir eşitsizlik birikimidir. Her şey üst üste biniyor. Türk burjuva devrimciliği Kürtler’i yanına alabilmek için din faktörüne başvurmak ve Osmanlı mirasçısı görünmek gereğini duyuyor. Gerçekte arzulanan daha radikal bir kopuş olmakla birlikte, sadece Kürt faktörü değil, başka basınçlar Kemalist önderliği daha yolun başında oldukça dengeci hale getiriyor. Türkler için cılız bir burjuvazi ve güçlü bir burjuva siyaseti söz konusuyken, Kürtler aşiret yapısı aşamasında duruyorlar. Kürtler için bir ulusçu ideoloji ve hareketten söz etmek mümkün değil. Türk devrimi başarı kazanmak için Kürt feodalitesini yanına almak, bunun için de uygunsuz ama pragmatik bir sınıfsal ve ideolojik ittifak kurmak ihtiyacını duyuyor. Din ve emperyalist işgal geri plana düştüğünde ittifak da bitiyor.
Dinin birleştiriciliğinin kalmaması, Türk uluslaşma sürecinin yeni burjuva Türkiye’ye damga vurmaya başlaması, ortaya ne asimile edilebilen, ne ittifak kurulabilen, “atsan atılmaz satsan satılmaz” bir Kürt dinamiği çıkartmıştır. Bu dinamiğin kökeninin Kürt olmasına karşılık, bir Kürt ulusallığını temsil edebildiği söylenemez. Dinamik feodaldir, ulusal olamayacak kadar pre-kapitalist…
Kürt nüfusu büyük kentlere göçmüş okumuşlarından kendi aydınlarını yetiştirebilmiş değildir. İdeolojik etkinlik ve siyasal önderlik, geleneksel kurumların tekelinde kalır.
Ama Kürt isyanları, temsil etmeseler de, bir ulusal dinamiği dışa vurmakta ve uluslaşma sürecine dolaylı katkı sunmaktaydılar. Uluslaşma yeni bir kimlik edinimidir ve burada siyasal mücadele başlı başına bir faktördür. İsyanlar aşiret bölünmüşlüğünü temel almakla birlikte, isyan kültürünün isyan eden aşiretle sınırlı kaldığını söylemek doğru olmayacaktır. Feodal kaynaklı hareketler eşitsiz gelişmenin çapraşık bir ürünü olarak uluslaşma sürecinin unsuru olmaktadırlar.
Dinsel ideoloji de yeni kimlik ediniminin bir ögesi haline gelmektedir. Merkezde artık halife yoktur. Üstelik Kürt tarihinde toplumsal yapıda dönem dönem dini kurumların öne çıktığı da bilinir. Dinsel ideolojinin baskın olduğu bir dönem ve eylem, uluslaşmanın bir basamağını oluşturmuştur.
Bu süreçte henüz sınıfsal temelleri gelişen bir kapitalistleşmeden söz etme imkanı bulamayız. Bölgede ticaret ve kaçakçılık kendi sınıfını elbette yaratmıştır, ancak ayrı bir burjuvazinin gelişmesinden söz etmek yerine bu ticaret sermayesinin feodal yapıyla bağlarına bakılmalıdır.
Türk kapitalizminin egemenleri ise Kürt coğrafyasında massedilemeyen dinamikler gördükçe, “yol yapmayalım, okul açmayalım” demektedir. Asimile etmek istediği topluluktan yolu ve okulu sakınan bu yaklaşıma “zorla asimilasyon” denmesi doğru değil: Zor var, ama asimilasyon yok!
Asimilasyon maddi bir değişimi anlatır. Oysa Kürtler üzerindeki baskı ancak nüfusun çok sınırlı bir kesimini oluşturan yarı-aydın/okumuş kesim için Türkleşmek sonucunu verebilirdi. Geriye kalan köylü kitleleri ise “Kürt değilmiş gibi” yapmaları için süreklileşmiş bir tehdit ve ceza rejimi altında yaşatıldılar.
Kapitalizmin, kaynağını sermaye, meta ve pazar ilişkilerinin yayılmasından alan asimilasyon gücüne başvurulmamış, bölge kapitalist ilişkilere zorlanmamıştır. Tersine, isyan etmeyenlerin feodal ve dinsel egemenlik alanlarına dokunulmuyor, genç burjuvazi ile Kürt aşiretçiliği arasındaki “uygunsuz” ilişki sürüp gidiyordu. Aşiretçi-feodal yapı son derece ağır bir tempoda ve ticari bağlar üzerinden çözülmeye terk edilirken, verili durumda kendisini koruyarak gelişmekte olan kapitalizme eklemleniyordu.
Tüm bu dönemde adını anamayacağımız tek şey aydınlanmadır. Aydınlanmanın içeriden sınıfsal taşıyıcısı yoktur, bir. Aşiret ya da tarikat önderlikleri için bu söz konusu olamaz.
İkinci olarak, bu yapılar Kürt okumuşlarından bir entelijansiya çıkmasını da engellerler. Kürt bölgesi bir “devrim” dönemi yaşamamaktadır.
Sonra, Kemalist strateji doğu sınırını çizmiş, ötesini karıştırmamıştır. Kürt bölgesine devrim ihracı düşünülmemiştir. Burjuvazi, güdük aydınlanmasını, isyan bölgesinde bir toplumsal gelişmenin zeminini engellemek, intikam almak gibi güdülerle ve “tehditle asimilasyon” gereği doğuya taşımaktan kaçınmıştır.
1938 Dersim Ayaklanması’ndan 1967 Doğu Mitingleri’ne kadar geçen sürede, tehdit çemberine alınmış, zamana ve batıdaki gelişmenin dolaylı sonuçlarına terkedilmiş bir bölge buluyoruz karşımızda. Şiddet politikasının etkinlik derecesini, otuz yıla yakın süre için verdiği bu ürün yeterince gösterir. Bu durgunluk evresinde Kürt ağaları burjuva partiler aracılığıyla düzene entegre edilmeye çalışılmışlardır. Çarpıcı olan, İkinci Dünya Savaşı’nın harita revizyonu, savaşın sonunda İran Kürdistanı’nda kurulan kısa ömürlü Mehabad Cumhuriyeti, Barzani aşiretinin solculaşması, Güney Kürdistan’daki fokurdama gibi gelişmelerin bizim taraflarda yankı bulmamasıdır. Barzaniler Mehabad yenilgisinden sonra sığındığı Sovyetler Birliği’nden Irak’a kaymışlar, Türkiye’deki Kürtler arasında etkisinin hissedilmesi yine 1960’ları bulmuştur. Kısaca Kuzeyli bir Kürt dinamiği yeniden doğuş için bir sol konjonktürü beklemiştir.
Burada yalnızca değinip geçeceğim. Türkiye’deki Kürt hareketinin solculuğu KDP’nin sosyalizan geçmişinin ötesinde boyutlar taşır: Barzani solculuğu tipik olarak reel politikanın ve uluslararası dengelerin çocuğudur. Türkiye’deki Kürt hareketi ise isyanlar dönemi kapandıktan sonra aşiret yapılanmasıyla doğal ve kaçınılmaz ilişkiler kurmakla birlikte, bu yapının doğrudan temsilini hiçbir zaman ifade etmemiştir. Değindiğim gibi, aşiretçi-feodal yapı Türkiye kapitalizmiyle, düzenle barışıktır. Aşiret yapısı kapitalist yapıyla ayrıksı bir uyumu kabul etmiş ve direniş geleneği 1938’le birlikte sona ermiştir. Mücadeleci damarlar, büyük kentlerde eğitim gören, sol etkilere açık, hatta sol hareketin içinde ya da yanı başında yetişen aydınlarda temellenmiştir. Kürt hareketi ikinci doğumunu Türkiye solunun içerisinde yaşamıştır.
Kürt uluslaşmasında solun doğrudan etkisini önemsemekten yanayım. Hem gerçekliği anlamak için, hem de bir ortak mücadele geleceğini kurarken tarihsiz kalmamakta yarar olacağından…
Solla bitişik aydınlanma süreci, 1960’ları 1920-30’lardan ayırdeden en önemli karakteristiktir. Bu aydınlanmanın ürünleri bugüne kadar uzar. Ancak aydınlanmanın kendisi Kürt dinamiğinin Türkiye solundan ayrışmasıyla zedelenmiş, giderek kesintiye uğramıştır. Kanımca 1970’ler ülkemizin bütün solu için patinaj dönemidir. 1960’lar yükselişine fren koyan 12 Mart sonrasında, sol giderek savunma mevzilerine hapsoldu. Faşizme karşı direniş hattına çekilen ve çekilirken işçi sınıfını ve aydınları sosyal-demokrasiye emanet eden sol, önceki on yılın ideolojik zenginliğinden ve siyasal etki gücünden çok gerilere düşmüştür. Bu gerilemenin acısını Kürt dinamiği fazlasıyla hissetti.
Sol Kürt dinamiği için başlı başına ya da başlıca beslenme kaynağıydı. 1970 dönemecinde bu kaynağın debisi düşmüş, kitlelere dönük dönüştürücü gücü kalmamıştır.
1960’ların solcu Kürt dinamiğinin işçi sınıfı temellerine oturduğunu iddia etmek abartılı olacaktır. Kürt bölgesi, temel alınabilecek bir işçi gelişkinliğinden yoksun bulunuyordu. Bu altyapı eksikliği batıdan bir dolayım kurularak çözülme yoluna gidilmişti. Türkiye işçi sınıfı “doğu”nun mazlum kitlelerinin, yoksullarının ve aydınlarının, hatta kurtuluşçu ideolojinin yardımıyla düzenden kopuş sürecine giren -ve aslında sınıf köklerine ihanet etmeye başlayan- mülk sahibi kesimlerinin yanında yerini alıyor, partisi aracılığıyla Kürtler’e sınıf karakteri ihraç ediyordu. İşçisi pek az Kürt toplumuna Türkiye sosyalistleri sınıf kimliği armağan etti… 1970’e doğru başlayan soldaki patinaj ise Kürt hareketini deklase duruma itti.
Türk solunda geleneksel, işçi sınıfı temelli ve partili sol ile “hareketçi” devrimci demokrasinin ayrışmasıyla ortaya çıkan ayrı kanallar, kendi hatlarından yol alabilir, güç kazanıp zayıf düşebilirler. Özetle ayrı varoluşlara sahiptirler. Kürt hareketi için ise, Türkiye solunun zayıflaması hareketin devrimci demokratlaşması sonucunu verir. Devrimci demokrasi deklase ya da orta sınıflara ait bir akım. Sınıf karakterini yitiren Kürt devrimciliğinin kendi öz dinamiklerinden hareketle derli toplu bir geleneksel sol türetmesi aşağı yukarı imkansızdır. Bu yönde denemeler yok değildir, ama sonuç da parlak değildir.
Aydınlanma açısından da, 1970’lerde durma noktasına gerilendiğini söyleyebiliriz. Aydınlanma kendi aydınlarına sahip olan, ama yüzü kitleye dönük, toplumu dönüştüren bir süreçtir. Solun patinaj yapması, sınıfını ve aydınlarını yitirmesi Kürt aydınlanmasına da geçici bir nokta koydu.
1970’ler Türkiye’de belli bir gücü ve etkinliği olan sol hareket için, bazı istisnai öbekler1 dışında genel bir kültürsüzleşme, avamlaşmaya sahne olmuştur. Burada avamlaşmayı bir kalite kaybının ötesini anlatmak için kullanıyorum: Dönüştürücü niteliğini kaybeden özne nesnesine benzemeye başlar!
Kürtler için de farklı bir rota çizilemezdi.
Siyasal yükselişin aynı zamanda aydınlanmacı nitelik taşıması kural değildir. Hatta köylülüğün ya da ara sınıfların ağırlık taşıdığı toplumlarda sol politizasyonun, aydınlanmacı niteliklerle zıtlaşmaya girdiği örnekler bilinir. Bir tanesi Çin’dir. Mao’nun KP’si, hele uluslararası sosyalist akışla arasına mesafe girmesinden sonra, 1960’larda geleneksel kaynaklara, köylü eşitlikçiliğine dönmeyi tek çare olarak önüne koydu. Kültür Devrimi, köylü dayanışması ve eşitlikçiliği adına bir kültürel tasfiyedir. Uç ve utanç verici bir diğer örnek, Kamboçya’nın ürettiği Kızıl Kmerler hareketi: Burada geleneksel kökenlere kendini hapseden hareketin düpedüz aydınlanma düşmanlığına, olası en ilkel mücadele araç ve tarzlarına yöneldiğini gördük. Köylü tabanına oturması doğal olan bu toplumların “devrimci” hareketleri, dışarıdan, örneğin sosyalist sistemin katkılarıyla, bir köylü sosyalizmi inşa edebilecekken, bu beslenme kanalları da kapanınca, kent düşmanı ve anti-modernist olup çıktılar.
Uzatmayacağım; Türk ve Kürt solunun 1970’ler pratiği bu Uzak Doğu örnekleriyle elbette karşılaştırılamaz; ancak 1970’ler bizim için de genel olarak “yerelci bir kültürsüzleşme” dönemi olmuştur. Kürt uluslaşması sürmüş, ancak bütünlüklü bir kimlik derinleşmesi değil, tek yanlı bir siyasallaşma bu sürece damga vurur hale gelmiştir.
1980’lerde Kürt aydınlanma ve uluslaşma süreçleri yeni bir evreye girdiler. Siyasal faktörün mutlak egemenliği diğer tüm boyutları, ideolojiyi, kültürü, örgüt normlarını, kitle psikolojisini tam anlamıyla belirlemiştir. En önemlisi, Türkiye işçi sınıfı cephesinde mutlak çöküş gözlemlenirken, Kürt dinamiği doğal olarak yoksul köylü tabanına ve karakterine oturmuştur.
Deklase aydınların devrimci demokratizminden yoksul köylü karakterine geçişe bir anlam yükleyebiliriz. Bu anlam devrimcileştirici de olabilir. Üstelik Kürt hareketi bu sayede ve bu dönemde 12 Eylül karşı-devriminin kitlelere dayattığı depolitizasyonu kırmış da oluyordu. Ancak daha önceki dönemin işçi sınıfı ve sosyalizm tonlarını hatırlarsak, bu değişimi toptan olumlayamayacağımız da açıktır.
Aşiret yapısının ulusal değerlere ve mücadeleye kapalılığı esas olarak sürüyor ve bu durum solun geri çekilmesine karşın Kürt dinamiğinin sağa kaymasına doğal ve güçlü bir set çekiyordu.
Bazı sol yorumcular 1980-90’lar hareketinde sosyalizmden üstün olarak “bireye ve insana yöneliş”, bir zenginleşme ve rönesans ayırdetmek için olguları kanımca fazla zorladılar. Tek boyutlu politizasyon süreçlerinde kaçınılmaz bir özellik vardır oysa: Hareket kendisini besleyebilmek, kitleselleşmek, etkinliğini yaygınlaştırmak için nesnesinde içerilen geleneksel yargı ve kaynaklara başvurur. Tek başına ilerleyen ve başka düzlemlerden destek bulmayan siyaset, zorunlu olarak geleneksel yapılara, geri kültür tepeciklerine demirleyecektir. Burada “insana yaklaşımda” sosyalizme oranla üstünlük, duyarlılık vb. görmek saflık değilse sahtekarlık olacaktır.
Kesin olan şudur ki; insan faktörü ile aydın kuşakların yetişmesi, maddi yapının dönüşüm sürecine girmesi, kavganın modern sınıf mücadelesinin karakteristikleriyle donanması gibi gelişmeler paralel yaşanır. Bu ögeler için kısmen var, kısmen yok diyebiliriz. Örneğin yetişen aydın kuşaklarda “kendini adama” güdüsü son derece yüksek olmakla birlikte, ideolojik gelişkinlik buna eşlik etmemiştir. Maddi yapının dönüşümü dendiğinde kitlelerin politizasyonundan söz etmekle yetinmek durumunda oluruz. Ya da Kürt emekçileri sendikalarla yaygın olarak tanışmakla birlikte, bir emekçi politikası üretmenin uzağında kalmışlardır…
Bu yaşananlara rönesans adını vermek bir açıdan makuldür. 1980 ve 90’lı yılların Kürt hareketi egemen güçlerin tehditle asimilasyon ve “avans ceza” yöntemlerini aynı silahla, şiddet yoluyla geri püskürttü. Zaten Türkiye burjuvazisinin Kürt dengesenin yumuşak karnı da burasıydı. Şiddet ve şiddetin salgıladığı ideolojiyi temel alan politika, etkili bir karşı-şiddetin örgütlenmesi durumunda tepetaklak olabilmektedir. Bu, Kürt kimliği açısından 1960’ları da aşan bir yeniden doğuş anlamını gerçekten taşımıştır. Kolay değil, çok uzun süreli bir merkezi otorite fetişi 1980’lerin sonu 90’ların başında çökmüştür.
Kürt köylü devrimciliğinin siyasal ve örgütsel ajandaya armağan ettiği “doğulu” bir örgüt ve önderlik kavrayışıdır. Bu önderlik karşısında kadrolardan köylü kitlelere kadar bütün Kürtler eşitlenir ve bir biçimde aşağılanırlar. Bu üslup geleneksel toplumsal biçimleri fazlasıyla çağrıştırmakta, aynı normları devrimci hareketin içerisinde yeniden üreterek toplumuyla barışık hale gelmektedir.
Burada duracağım. Son dönemin siyasal yükselişinin Kürt kimliğine kazandırdıkları çok açıktır, ama bu kazanımların içeriği uzun uzadıya tartışılmalıdır. Rönesans kavramını ise kelime anlamını, yani üzeri örtülü bir bedenin yaşama dönüşünü anlattığı ölçüde yerinde, aydınlanma dalgalarını kastettiği sürece çok kuşkulu buluyorum.
Sol ve Kürt Mesafesi
1960’lardaki ortak mücadelenin altında Türk ve Kürt sosyalistlerinin aralarındaki ilişki de irdelenmeyi bekliyor. İki dinamiğin etkileşimini ve konumlarını kavramak açısından TİP dönemi bir laboratuar işlevi görecektir. Herhalde anı kitaplarının sayısının artmasını bekleyeceğiz…
1960’larda ortak çatı altında yaşananları bir kenara bırakarak, sonrasından tatmin veya memnuniyet duyulmasının olanaksızlığını vurgulayacağım. Şu açılardan:
(1) Türk ve Kürt sollarının 1970’lerdeki ayrışma trendi sosyalizmi ve sınıf mücadelesini ilerletici, yetkinleştirici herhangi bir sonuç vermemiştir. 1970’lerin başlarında Kürt tarafında büyük bir canlılık, tartışma ve yeniden yapılanma ortamı gözlemlenmektedir. Ancak bu ortamın tamamı Kürt dinamiğine özgü sayılamaz. 12 Mart “kesintisi”nden sonra sol tepeden tırnağa kendini yeniden yapılandırmıştı.
(2) Kürt dinamiğine özgü olan boyut, Kürtler’in 12 Mart sonrasında kendi göbeklerini kendilerinin kesmek durumunda olduklarını hissetmeleridir. Bu dönemin siyasal, sınıfsal ve (siyasal) kültürel boyutlarına yukarıda değinmiştim.
(3) Yeri gelmişken kendi göbeğini kesme eğiliminin Türkiye sosyalist ve Kürt dinamiklerinin arasına yeniden bir maddi mesafe soktuğuna işaret etmeliyim. Kendinizi 1970’de farzedin. Bir Türkiye sosyalisti olarak, gemiyi terkeden Kürt devrimcilerine tepki duymadan edebilir misiniz? Ya da bir Kürt devrimcisi olarak herhangi bir cazibe gücü barındırmaz hale gelen bu gemide niye durasınız? Sorun zaten bu parçalı kimliktedir. 1960’ların sol koalisyonu TİP’te kollektif kimlik ve sınıf mücadelesinin öznesi olma bilinci zayıf, parçalı kimlikler ise belirgindir. İşler yolunda gitmediğinde parçalar yollarını ayırmış, marksistler ise çözümün, yani bu parçaları birarada tutmanın formülünü üretememişlerdir.
(4) 1978-84 dönemi PKK hareketinin kuruluş dönemi sayılabilir. Bu dönemde, özellikle 12 Eylül’e kadarki ilk aşamasında Türk ve Kürt sol dinamikleri arasında PKK’nin yarattığı bir mesafe görüyoruz. Yalnız mesafe sadece Türk sosyalistleriyle değil, diğer Kürt hareketleri de dahil tüm alternatif siyasal çizgilerle açılmıştır. Daha kritik olan bu mesafenin nasıl açıldığıdır. PKK siyasal rakiplerine, bu ilk dönemde dost-düşman dememiş, devlet yanlısı aşiretlerden, düzene, Kürt ya da Türk soluna kadar herkesle ilişkisinde şiddete yer vermiştir. Devrimci etik açıdan çok sorunlu olan bu duruma siyasal açıdan şimdilik birşey demeyeceğim. Kürt devrimci hareketi kendisini böyle kurdu, ve bu kuruluş biçimi o toprakta “tuttu”. Sonuç şu: 1978-84 dönemi yeni Kürt öncü kolunun diğer solla hasımlık yıllarıdır.
(5) Sonra Kürt hareketi 12 Eylül depolitizasyonunu kendi payına kırarak ve giderek Türkiye kapitalizmi için bir kriz dinamiği haline gelerek başka bir pozisyona oturmuş oldu. Türk solunun Kürt yükselişine verdiği ilk yanlış refleks ise iltihak olacaktı. Türkiye solunda farklı örgütsel yapılara dağılmış durumdaki ve o güne dek ulusal değil, sınıfsal ve ideolojik hassasiyetleri hep ön planda olmuş Kürt kökenli kadrolar ulusal harekete dönüşe geçtiler. Bu eğilimin Kürt olmayan kadrolara da sirayet etmesinde İspanyol İç Savaşı’nın Uluslararası Tugaylar’ını görmek isteyen romantiklere bir şey demek içimden gelmiyor. Ama demeliyim: Bu romantizm, Türkiye’den ve sınıfsal dinamiklerden umudu kesmek anlamına gelir. Bu romantizm, Türkiye işçi sınıfı ve Kürt devrimci dinamiklerinin daha gelişkin ürünler verebileceğinden de umudu kesmek anlamına gelir. Türk ve Kürt coğrafyaları, solcuların, görevlerini enternasyonalizmle halledebilecekleri kadar dışsal değillerdir. Ve son olarak iltihak eden Türk devrimcisi, asli görevini, işçi sınıfı örgütlenmesi ve Türkiye’de solun yeniden kurulması işlerini terk ediyor, işin kolayına kaçmış oluyordu. Kısaca bu eğilim enternasyonalizmden ziyade yorgunluk alameti bile sayılabilirdi.
(6) Solun bir sonraki hatası Kürt dinamiğiyle insan hakları ve dayanışma eksenli bir ilişki tesis etmesidir. Bir üst paragrafta dediğim gibi, Türk ve Kürt ilerici dinamikleri arasındaki ilişki, bir ortak devrim perspektifi içerisinde kurgulanmayı hakediyor. Bir çok nedeni var. Ama şimdilik tek bir ögeyi düşünün: Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da üzerinde ortak hareket yeteneği geliştirilecek sosyal altyapıya, tarihsel birikime, mücadele deneylerine, iç içeliğe sahip halklar hangileri olabilir? Bu sorunun yanıtında Türkler ve Kürtler en başa yazılmak durumundadır.
(7) İnsan hakları motifli dayanışmanın Türkiye’de kitlesel damarı yaratması tabiatı gereği imkansızdır. Bu motif esas olarak demokrasi mücadelesinin kapsamına giriyor. Türkiye tarihinde kitlelerin demokrasi için seferber oldukları vaki değildir. Görüngü ne zaman bunu çağrıştırsa, altından ya sağ/dinsel, ya da sol/emekçi kaynaklar ayırdedilecektir. Dayanışmacılığın yaratabildiği en ileri ürün Cumartesi Anneleri’dir.
(8) Türk solcusunun bu yolu tercih etmesi, sol-liberal formasyonuyla doğrudan ilişkilidir. Liberal ama iyi niyetli solun elinden bu kadarı gelmiştir.
(9) Kürt hareketi ise bununla yetinmiştir. Kürt önderliğinin Türkiye soluna fazla güven duymadığı, ilişkilerinde pragmatizmi öne çıkarttığı sabittir.
(10)Bu dönem Türkiye’de sosyalist sol için Ortaçağ karanlığıdır! Sosyalist sol derken, kendine sosyalist diyen herkesi kapsamadığım için özür dileyemem. Örneğin zamanın SP’sinin Zonguldak-Botan demagojisini Kürt hareketini mücadele yolundan döndürmek için geliştirdiklerini Perinçek kendisi anlatmış durumda. İltihakçı veya dayanışmacılara oranla, SP’nin görünürde Kürt sorununa bir sınıf söylemi katmayı denediği düşünülebilir. Ama kanımca asıl dayanağı Özal’ın cumhurbaşkanlığı altında erken bir demokratik cumhuriyet açılımının devletten geleceği beklentisiydi. Bu beklenti gerçekleşmeyip tersine egemen güçler kontr-gerilla savaşında karar kılınca işçi sınıfı-Kürt ittifakı yaklaşımı da tarihe gömüldü. Asıl sosyalist siyaset ve müdahale ise çok gecikmiştir. Hayata geçirildiği moment ancak 1995 Aralık seçimleri oldu. Kürt hareketi tıkanıklığı bundan iki, iki buçuk yıl önce yaşamaya başlamıştı. Bu son şans da kullanılmadı.
Solla Kürt hareketi arasındaki bu tarihsel mesafeler maddi olarak yanlış ve iç karartıcıdır. Bu denli iç içe giren ve bir ve aynı kapitalist düzene karşı konum alan iki gücün, aynı yönde hareket etme yeteneklerinin “örgütlenmemesi” ve büyük ölçüde rastlantılara terkedilmesi kabul edilemez. Sosyalistlerin Türkiye için devrim stratejisi kurguları içinde Kürt devrimci dinamiğiyle ortaklık en önemli başlıklardan biri olacaktır. Karşımızda 1960-2000 dönemi dururken Türkiye sosyalist devriminin bir Türk ve Kürt ortak devrimi olarak kurgulanması tek çıkar yol. Kapitalizmin ulusal aidiyeti Türklük’ken, sosyalist iktidarın kimliğinde Türk ve Kürt birlikte yazmalıdır. Dahası, bugünkü emperyalist kuşatmanın derecesi gözönüne alınırsa, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak hareketini temel almayan bir devrim denemesinin başarı şansının pek zayıf olduğu da açıkça söylenmelidir: Bu halklar ya birlikte sosyalizme yürürler, ya da birinin yürüyüşünün üzerine diğeri salınır!
Yukarıda Kürtler’in aydınlanma süreçlerine dair söylediklerimden bir sonucu net olarak ifade etmek istiyorum: Türk emekçilerini kazanmayan bir Kürt dinamiğinin uzun soluklu bir gelişim açısından en ufak şansı yoktur. Son yıllarda Kürt hareketi karşısında solda gelişen aşağılık kompleksi nedeniyle, ortak yürüyüşün kime faydası olduğu konusunda bunun tersi bir formülasyonla yetinildi. Formülasyon her iki yönde de doğrudur.
Bu karşılıklı muhtaç olma halinin, devrimci etiğin ötesinde siyasal temelleri bulunuyor. Bu başlıkta devrimci etikle yetinilmesi halinde, dışsal dayanışma eksenine takılıp kalırız. Oysa;
(i) Kürt ve Türk emekçileri karşılarında aynı sömürü sistemini, aynı sömürücü sınıfları ve aynı siyasal egemenliği bulmaktadırlar. Kürtlerin ve Türklerin egemenleri tek bir blok oluşturalı onyıllar geçti.
(ii) Türk ve Kürt emekçilerinin en azından kentlerdeki iç içeliği geri döndürülmez bir düzeydedir. Bununla ilişkili, ama aynı olguya indirgenemeyecek olan bir diğer temas, toplumsal dinamikler olarak birbirlerini etkileme güçleridir.
(iii) Türkiye, kapitalizmin ve modern sanayi proletaryasının gelişimi açısından hafife alınamayacak bir ülkedir ve emekçilerin iç içeliği Kürt halkını modern sınıflar mücadelesiyle süratle tanıştırmıştır. Türkiye sınıflar mücadelesinin deneyimini yaşayan Kürt emekçilerinin, başka devletlerin sınırları dahilinde yaşayan kardeşlerine göre mücadele birikimi açısından şanslı oldukları kesindir.
(iv) Balkan-Kafkas-Ortadoğu üçgeni dünyamızın devrimci kaynama noktası olarak öne çıkmaktadır. Yukarıda değinmiştim; Türkler ve Kürtler bölgemizin kaderlerini ortaklaştırmaya en yakın ikilisidir.
(v) Bölgenin, her zaman devrimci olmasa da, her zaman dengesizlik kaynakları arasına adını yazdıran Kürtler’in, işçi sınıfı mücadelesine ve kültürüne bir devrimci ton olarak eklenmeleri büyük bir zenginliktir. Öte taraftan en büyük nüfus kümesinin bulunduğu Türkiye’de Kürtler’in bir azınlık hareketi olmanın ötesine geçmelerinin tek kanalı Türkiye emekçi cephesinde tutacakları yerdir.
Bundan sonrası bölgenin bir dizi somut sorunu için Türk ve Kürt emekçi sınıflarına birlikte maledilebilecek politikalar üretmekle devam etmelidir…
Ama arabaşlığa “mesafe” sözcüğünü koymuş bulundum. O halde Demokratik Cumhuriyet açılımının bu mesafeye ne kattığına gelmeden edemem. Yine notlar halinde sıralayacağım.
(a) Türkiye’de sosyalist siyasetin geri dönülmez ilkeleri var. Sosyalist siyaset başka akım ve öznelere yakınlığını, uzaklığını bu ilkelere referansla ölçmek durumundadır. İlke olmayan yerde pragmatizm ve keyfiyet var demektir. Hem solun hem de Kürtlerin en fazla kaçınması gereken yanlış ilkesizliktir. Gericiliğe karşı aydınlanmacılık, emperyalizme karşı bağımsızlıkçılık, özelleştirmeler ve liberalizme karşı kamuculuk ve düzen partilerinden bağımsızlık kıstasları açısından değerlendirildiğinde demokratik cumhuriyet açılımının yüzünü açıkça sağa çevirmiş olduğu görülecektir.
(b) Somut olarak Kürt hareketi geçmişte Ortadoğu’da emperyalizmin senaryolarının önünde nesnel olarak bozucu bir faktör iken, şimdi hem emperyalizmle hem Türkiye egemen sınıflarıyla uyum aramaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini destekleyen Kürt hareketi anti-emperyalist çizgide hata yapmakla kalmıyor, düpedüz bir kimliği terkediyor.
(c) Burjuva demokrasisi, liberalizm ve emeğe saldırı her zaman ilişkili olmuşlardır. Ama artık bunlar tam tamına üst üste çakışıyor. Örneğin Batı Avrupa’da işçi sınıfı ve solun mevzilerinden doğmuş ve egemen burjuvaziler için “zoraki” bir demokrasi mevcut değil. Zaten sol-liberallerin ve Kürt hareketi sözcülerinin dillerinden düşürmedikleri Kopenhag Kriterleri’nde de serbest piyasa ve pazar ekonomisi temel alınmıyor mu..! Özetle yüzünü sağa dönen Kürt hareketinin bu çerçevede özelleştirmelere karşı konum alması artık imkan dahilinde değildir. Geçmişte Kürt hareketinin, kamucu bir kimlik kazanmamış olsa da, özelleştirmelere karşı mücadelelere katıldığı veya destek olduğu görülüyordu. Bu dönem bitmiştir. Sürecin farkında olan Kürt aktivistleri için tutarlı davranış özelleştirme karşıtı bir eylemde yer almamak olacaktır.
(d) Geçmişte de Kürt hareketi islami unsurları kapsamayı hedefleyebilmiştir. Bu çizgi DC açılımıyla birlikte yeni bir nefes bulmuştur.
(e) O halde, mesafe açılmştır. Sosyalistler için Kürt hareketi ile kendi konumları arasındaki uzaklık gerçek, siyasal, ilkesel bir uzaklıktır. Böyle bir tablo karşısında yapılabilecek olan tek şey, mesafeyi tanımlamak ve veri almak olabilir. Açıkça formüle edeceğim, sosyalist hareketin mevcut Kürt ana koluyla arasındaki mesafenin gölgelenmesine izin vermemesi, ve gölgeleri temizleyerek, konumuna netlik kazandırarak bu mesafeyi açması gerekir. Başka türlüsü sosyalizmin kendisini inkarı, özellikle son birkaç yıllık mücadelede edinilmiş ilkeli bir kimliğin delinmesi anlamına gelir. Kimse Türkiye sosyalist hareketinden ilkeler konusunda esneme talep edemez. 1990’lı yılların soldaki biricik kazanımı bu ilkelerdir çünkü.
(f) Sosyalist siyaset konjontürel olarak mesafeyi açarken, bugüne kadar olduğundan çok daha derinlikli bir Kürt politikasına sahip hale gelmekle yükümlüdür. Bugüne kadar, sosyalistler bir devrimci Kürt siyasetini veri alarak bu hatta referansla konum almışlardı. Bunda yanlış bir şey de yoktu… Ama artık yetmez. Yüzü sağa dönük bir ana çizgi, devrimci dinamikler, emekçi sınıflar ve sosyalizm için kayıptır; ama öte taraftan da, sosyalist hareketi Kürt politikası üretmek konusunda “özgürleştiren” bir gelişmedir de…
(g) Sosyalist siyaset Kürt politikasının somut karşılıklarını yaratmakla yükümlüdür. 1990’ların başlarında Kürt devrimciliğinin burjuva parti ve kurumlarını düpedüz tasfiye etmekte olduğu bir coğrafyada, siyasal ve örgütsel rekabeti çağrıştıran bir zemin yaratmak sosyalizm için gerek etik gerekse siyasal açıdan yakışıksız olurdu. Şimdi sosyalizm bölgeye örgütsel olarak da hızla yönelmelidir.
Yanlış anlaşılmasından korkarım; bugünkü konjonktürü Kürt bölgesinde sola örgütlenme olanakları doğuran bir fırsat saydığım zannedilmemelidir. Tersine! Kürt dinamiğinin sağa dönüşü, geniş kitleleri de doğrudan etkiliyor ve bölgede solun güç kazanması, belki geçmişe oranla zorlaşıyor. Sosyalizmin örgütlenme imkanlarının yakın geçmişe oranla arttığı kuşkuludur. Üstelik Kürt dinamiğinin kapsadığı kitlesellik, sosyalizmin fırsatçılık düşünemeyeceği kadar geniştir… Burada, başka bir düzeyden söz ediyorum. Eğer sağa dönüşün karşısına sosyalist bir set örülmezse, Kürt dinamiği önce devrimci özünden sonra, kriz potansiyeli olmaktan uzaklaşır. Sosyalistler bu nedenle acele etmelidirler.
(h) Açıkçası “devrimci bir Kürt siyaseti” üretmekle Kürt emekçi örgütlenmesi arasında mutlak bağlar vardır. Sosyalist hareketin birinden birini eksik bırakarak fazla yol alabileceği düşünülmemelidir.
(i) Kürt siyaseti üretimini arttıran ve örgütlenme hedeflerini yükselten sosyalizm, sonuç olarak mevcut Kürt önderlik hattıyla mesafesini açacaksa, Türkiye işçi sınıfı ve Kürt devrimci dinamiği arasında kurulması gereken ortaklık nerede kalıyor? Bu sorunun yanıtını şimdi aradığımızda teorik spekülasyonların ötesine geçebileceğimizi sanmıyorum. Önce sosyalist hareketin Kürt denklemindeki yerini değiştirmemiz gerekiyor. Önce sosyalist hareketimizin geçmişte hiç bir zaman olmadığı ölçüde “Kürt” tonları edinmesi gerekiyor. Kastettiğimi açarsam; sosyalist hareketimiz doğduğu günden bu yana, ulusal aidiyeti itibariyle Türkiyeli olmuştur2 . Kürt dinamiğinin kendini kanıtladığı bir pratik yaşandıktan sonra bu kimliğe Türk-Kürt birlikte yazılmalıdır.
Türkiye Solu için Yön Saptaması
Genel olarak soldan değil sosyalist soldan söz ettim yukarıda. Açıkçası Kürt hareketinin temel hattı ile uzak düşmesi kaçınılmaz olan sosyalist soldur, ve sosyalistlerin bu konuda tereddüt göstermelerine hiç mi hiç yer yoktur. Ancak Türkiye’de sol diye bilinen ve sosyalist sayılması artık çok güç olan kesimler de bulunmaktadır.
Liberal sol ve ulusal sol ile devrimci demokrasinin geleceği ve yönüne dair kimi saptamalar yapılması gerekiyor. Elbette konumuzla, Kürt dinamiğiyle bağlantılı olduğu kadarıyla…
Bana kalırsa, Kürt hareketini siyasal ilkeler itibariyle sosyalist soldan uzak düşüren başlıklar, liberal solla bir dizi açıdan örtüştürmektedir. Örneğin, hatırlanacağı gibi restorasyon sürecinin temel sorunlarından biri liberalizmle dinci gericiliğin irtibat kanallarını kurutmak olmuştu. Sol-liberaller de dinci gericiliğin budanması operasyonuna insan hakları ve inanç özgürlüğü adına, hatta tarikatları sivil toplum kuruluşu ilan ederek karşı durmuşlardı… Kürt dinamiği ise en azından kendi dinci kanadını kapsama eğilimindedir.
Emperyalizm söz konusu olduğu zaman sol-liberalizmin başındaki “sol” sıfatını söküp almanın zamanı geldi. Avrupa emperyalizminin sözcülüğü için canla başla gayret sarfedenlerin sol kimlikle ne alakaları kalabilir! Liberal “sol”, Kürt dinamiği gibi geleceğini Türkiye’nin Avrupa’yla entegrasyonunda görmekte, dahası siyasal ufkunu Avrupa burjuva demokrasisiyle sınırlamaktadır.
Özelleştirmeleri modernleşmenin kaçınılmaz parçası sayan liberal-sol, muhakkak ki bu konuda Kürt hareketinin sağında konumlanıyor.
Bu kadar ortaklığa karşın, geriye bir çapanoğlu, yine de kalıyor. Liberal sol, Kürt dinamiğinin öz kimliği söz konusu olduğunda burjuva düzeninin merkezi ile bu kimlik arasında koordinatlarını saptayabilmekte hep tereddüt göstermiştir. Türkiye’ye özgü bir olgu olarak, liberal solun proje üretim merkezlerinde çalışanlar değil, ama bugün ÖDP’nin ağırlıklı kesimini oluşturan ve DY’de somutlanan siyasal kanadı, hitap kitlesinin içindeki Kemalist tonları ihmal edememiştir. Kürt dinamiğinin zemininden bakıldığında “liberal solun siyasal kanadı” kolaylıkla kemalist olarak damgalanmaktadır. Bu tutum kemalizmin bir savaşa bayrak yapıldığı zamanlar için samimi sayılabilirdi. Artık elbette değil. Bugün sol-liberallerle Kürt hareketinin sözcüleri arasında bir tartışma olur da, ikinciler liberalleri kemalist olmakla suçlarlarsa, kimse bu tartışmayı ciddiye almamalıdır. Demokratik Cumhuriyet Kürt hareketinin kemalizmle sorununu önemsizleştirmiştir. Bu tür konular, siyasal yelpazede yakın düşenlerin rekabeti olarak algılanmalıdır.
Ulusal sol tabir ettiğimiz kesim 1990’ların ikinci yarısındaki nefeslenmesini AsParti’nin restorasyon atağından aldığı krediye borçluydu. Bugün AB süreci, Kürt dinamiğinin ve dinci gericiliğin, yani biri karşı-devrimci, diğeri devrimci iki temel kriz faktörünün geriletilmesi de eklenirse, bir “tarihsel uzlaşmayı” temsil ediyor. Artık demagojik de olsa Türkiye kapitalizminin 1930’lar otarşisine öykünen düzen solculuğunun muteber dönemi kapanmıştır. 1996-99 döneminde bir dizi gelgitle, ara uzlaşmalarla, kontrollü ama geri denge noktalarında hayata geçirilen “aydınlanmacılık” karikatürü de, bu koşullarda globalizm ve liberalizmle buluşmaktadır. Bu anlamda, ulusal solun diğer paraleli kemalist rönesans da tempo kaybetmeye mahkum görünüyor.
Elbette Türkiye’de burjuva düzenin kurucusu ve daha da önemlisi kapitalizmin yegane kriz çözücüsü akımın eriyip kaybolmasına hiçbir zaman olur verilmeyecektir; ama önümüzdeki dönem kemalizm için bir kuruma ve standartlaşma dönemidir. Böyle bir kemalizm AsParti kurmaylarının pragmatik kemalizmlerine, ya da burjuva siyasetinin eski bir kavramına atıfta bulunursam, “gardrob Atatürkçülüğü”ne rücu eder.
Sonuç yeni Türkiye’nin ulusal solculuğa bereketli topraklar vaad etmeyeceğidir. Ama yakın tarih unutulmamalıdır; bugünkü ulusal solcuların bazıları daha 1983 seçimlerinde “en demokratı” ve “en liberali” gerekçeleriyle ANAP’a oy vermişler, Özal döneminde liberal ortak paydadan hiç şikayet etmeksizin sivil toplumun sınırlarını genişletmekle ilgilenmişlerdi. Hem bu geçmişlerine rücu etmeleri, hem de AB’ne yaklaşan Türkiye kapitalizminin şahsında Türk ulusunun güçlenmesini, Avrasya-Turan fantezilerini görmeleri, hatta halkların kardeşliğini de bu fantezinin üzerine bina etmeleri pekala mümkündür.
Kürt hareketiyle ulusal solculuk arasında epey açık olan mesafenin bir çatışma ve karşıtlık halinden çıkması muhtemeldir. Ulusal solcuların düzenin ve kemalizmin Kürt dinamiğiyle barışma yönelimi söz konusuyken, kürt düşmanlığında ısrarı aptalca olur. Aynı şekilde Kemalizme sempati beyanında hızlı yol alan demokratik cumhuriyetçiliğin kemalizmin küçük kopyalarıyla savaşması apolitizm olacaktır.
Devrimci demokrasiye dair yalnızca bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Devrimci demokrasi “Gazi” sonrasında fizik olarak yenilgiye uğradı. Fizik yenilginin hem nedenlerinden hem de sonuçlarından biri kimliksizlik olmuştur. Bugün Türkiye’de marjinal bir etkisi de kalmayan devrimci demokrasinin siyasal kimlik kartı boştur. Boşluk ilanihaye süremez. Devrimci demokrat kesimden başka sol kesimlere, başta da liberal sola kayışın doğal bir sürekliliği var. Ancak bu transferler devrimci demokrasi alanının doldurulması ve temsil edilmesi anlamına gelmiyor. Tersine, alan daha da boşalıyor ve sahipsiz kalıyor.
Soru şu: Devrimci demokratlar bu niteliklerini terketmeksizin, yani siyasal haritanın başka kıtalarına göçmeden hangi kimlikle bir yeniden doğuşu zorlayabilirler? Kanımca bugün için görünürde iki toplumsal kesim bulunuyor: Öğrenci gençlik ve işçi sınıfı.
Kent yoksullarının görünür vadede işçi sınıfından ayrıksı bir temsiliyeti zorlamaları olanağı bulunmuyor. Kasabalara gelince; taşra hem örneğin devrimci demokrasiye kucak açtığı 1970’lere oranla önemsizleşmiştir, hem de zaten her zaman taşra hareketlilikleri, kaynağını metropolden alır.
Öğrenci gençlik geleneksel devrimci demokrasi kaynaklarından biri olarak günceldir; ve sol siyasette bilmem kaçıncı defa gösterime sokulacak tatsız bir film olarak görülmelidir. İşçi sınıfı tabanı ise devrimci demokrasiye ne kucak açar, ne de bu hareket tarafından kirletilebilir. Ama işçi sınıfına, işçi sınıfı kültürüne doğru bir eğilim gösterdiği takdirde devrimci demokrasinin buradan kazanacağı çok şey olabilir.
Sosyalist sol ise büyük bir sıçrama yapmaya mahkum. AB sürecinin devrimci dinamikleri kurutmasıyla sosyalizmin hitap alanının 1980’lerin ilk yarısına benzer bir daralmaya rücu etmesi bir olasılıktır. Bu olasılığın bir kaçınılmazlığa dönüşmesinin önünde tek engel var: Sosyalist solun 15 küsur yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak bir birikim, deneyim ve örgütsel forma sahip olması. Bu birikim, deneyim ve form siyasal sıçramayı mümkün hale getirmektedir. Sosyalist sol kapitalizmin tarihsel adımlar atmakta olduğu şu dönemeci bugünkü gücüyle göğüslemekte çok zorlanacaktır. Aynı şekilde sosyalist solun elde ettiği veriler, bugünkü gücün çok ötesinde bir siyasal etkinliğin hakedildiğini de söylemektedir.
Sosyalist sol -herhalde burada esas olarak Sosyalist İktidar Partisi’nden söz ettiğim bellidir- ihtiyaç duyulan sıçramayı gerçekleştirdiğinde solun diğer bölmelerinde de tablo değişecek. Örneğin liberal solun düşünsel merkezinin “soldan ihracı” ancak güç dengelerinde sosyalizmden yana böyle bir farklılaşmanın ürünü olacaktır. Liberal solun siyasetçileri ise, kendilerini liberalizmin mantıksal sonuçlarından geri durmak zorunda hissedeceklerdir. Ya da hamle yapan sosyalist solun Kürt dinamiğinin yeniden yapılanmasında sözü ve payı mutlaka daha fazla olacaktır… Kısaca sosyalist solun bu sıçramasından sonra, sol haritanın yeniden masaya yatırılması gerekecektir.
Demokratik Cumhuriyete Gerçekçilik Testi
Demokratik Cumhuriyet programından söz edilmeye başlandığından bu yana yaptığımız değerlendirmelerde, bu açılımın ciddi ve politik bir proje olduğunu, sağa doğru köklü bir açılımı ifade ettiğini saptadık ve iddia ettik. Bu gidişin tehlikelerine işaret ettik ve eleştirdik. Şimdi bir soru daha ortaya atmak istiyorum: Demokratik Cumhuriyet projesi Türkiye için gerçekçi midir? Öyle ya; her ciddi politik proje bir de önerilerinin hayata geçirilebilir olup olmadığıyla da sınanır.
Demokratik Cumhuriyetçilik, sosyalistler açısından ideolojik ve siyasal nitelikleri itibariyle kabul edilebilir değil; ama bunun ötesinde kanımca gerçekçi de değil: Türkiye kapitalizminin bir demokratik cumhuriyet olarak reorganize edilebilmesi, burada geçen kavramları altüst etmeyeceksek boş hayaldir. Küçük bir olasılık olarak bile kabul etmiyorum. Elbette Türkiye’nin, AB sürecinde kaçınılmaz olarak, siyasal, hukuki ve idari yapısını, “ileri kapitalizme” bir ölçüde benzeteceğini reddetmek için neden yok. Bu değişimi Türkiye’nin Avrupalılaşması olarak alkışlayanlara, Avrupa’nın emperyalist ülkeler topluluğu ve emekçiler cehennemi olduğunu hatırlatmak durumundayız. Türkiye’nin bunlara benzemesi, emekçi sınıflar açısından hayırlı bir gelişme olmamanın ötesinde, bir derecenin üzerinde mümkün de değildir. Türkiye’nin emperyalist piramidin verili hiyerarşisini Balkan-Kafkas-Ortadoğu üçgeninde modifiye etmesi her zaman mümkündür, ama alt üst etmesi için ortada herhangi bir neden bulunmuyor.
Emperyalist piramidin alt üst olması derin global krizlerin ürünü olmuştur. Sıralamada üst basamaklara ani sıçrayış gerçekleştiren ülkelerin krizleri özgün eşitsizlikler ve avantajlarla karşılamış olmaları gerekir. Bugün dünyamızda bir “kart dağılımının” sonrası yaşanmakta, taşlar yerine oturmaya devam etmektedir; yani ortada geriden gelenlere olanak sunan bir kriz bulunmuyor! Daha önemlisi Türkiye’nin geleneksel jeopolitik öneme dayandırılan pazarlama pratikleri dışında nasıl özel bir dinamik barındırdığı söylenebilir ki! Jeopolitiğin merkezine oturan sektörün savaş (burjuvalar savunma diyor) sanayi olduğunu ve bu sanayinin ürünlerinin söz konusu ülkeyi içeride ve dışarıda demokratikleştirmediğini ama saldırganlaştırdığını biliyoruz.
Türkiye dünya içindeki yerini köklü biçimde düzeltmenin olanaklarını yakalamış ve dinamiklerini barındıran bir ülke görüntüsü vermiyor. Olsa olsa bazı önemli sorunlarını çözüm yoluna sokmuş, yıkım tehdidini atlatmış ve bu nedenle ağabeylerinin takdirini toplamış bir düzen var. Bu düzen emperyalistler arasındaki uzlaşmaların da ürünü olarak bir tahkimat projesini onaylattırmıştır. Ancak Ortadoğu’nun yeni kutsal ittifakı ABD-İsrail-Türkiye üçlüsünün büyük yerel askeri gücünün, Kafkaslar’da ABD’nin koçbaşılığını yaparken, bir yandan da kendi topraklarında uluslararası sermayeye daha yüksek kâr oranları ikram etmesi durumunda demokratikleşeceği düşüncesini anlamlandırmak imkansızdır.
Ancak öte yandan Türkiye kapitalizmi büyük risk almaktadır. Sermaye iktidarı her zaman ihtiyaç duyduğu karşı-devrimci mekanizmaları, karşı-devrimci ideolojik ve siyasal yapılanmaları işlevsiz bırakacağı bir dönüşüme yöneliyor. Elbette bu adımlar atılabiliyorsa, burjuvazi, solun, işçi sınıfının ve sair devrimci dinamizmin yokluğuna dayanmaktadır. Karşı-devrim mekanizma ve akımlarının burjuva siyasetinde, tam da sol eridiği için önemli bir boşluk bırakmayacağı zannıyla hareket edilmektedir. Düzenin tamamını birarada tutma misyonunu liberalizmin halledebileceği öngörülmektedir.
Bu model Türkiye kapitalizmi için inanılmaz ölçüde risktir. Böylesi dönüşümler refah kapitalizmi için geçerlidir. Zayıf halkada denendiğinde sonuç başka olacaktır.
Riskin ortaya çıkması için modelin onyıllarca denenmesini ve açıklar vermesini beklemek durumunda değiliz. İşin foyasının ortaya çıkmasına ilişkin zamanlamayı sol bizzat yapabilecektir. Uzun süreçler öngörmek de yanlış. Dönüşümün hız kazanacağı momentler pek yakın: Özelleştirmeler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, yeni Anayasa ve bir dizi idari, hukuki reform, bölgesel ekonomik açılımlar, Kıbrıs sorununa çözüm arayışı, Kürtler’i düzen içinde massetme programı… bütün bunlar bugünün gündemidir. Yani kritik evrenin içindeyiz.
Tam da bu evrede düzenin dengeleri binbir çatlak verecek ve bu çatlaklara müdahalelerini akıtan sola eski tip araçlarla yanıt verilemeyecektir. Şu basit nedenle ki, sermaye iktidarı stratejik açılım “konseptini” sola karşı alınacak önlemlerden başka yöne kaydırmış olacaktır: Gerek kalmadığını düşünüyorlar. Doğrusu solu, karakol polisi düzeyinde zabıta vakasına indirgenmiş devrimci demokratlarla majestelerinin liberal solu temsil edecekse, kabul edilmelidir ki, gerek kalmamıştır. Nasılsa düzenin dönüşümünün temel silahı liberalizmdir ve bu silah tarafından vurulmaya Türk ve Kürt solunun iri bölmeleri dünden razıdır!
Sermaye iktidarının bu kez işlemekte olduğu hata bu kadar basit bir yere, sosyalist solun ihmal edilmesine indirgenmektedir.
Bu yakın gelecek tablosu son derece dinamik bir model anlamına geliyor. Liberalizm silahı esasen ideolojik mücadele alanına aittir ve sosyalist sola büyük bir görev yüklemektedir. Sürecin tek tek konu başlıklarında solun toptancı, düzen karşıtı ve bütünüyle reel ve popüler politika alanına giren karşıtlıklar üretmesi mümkün olacaktır. Bazı mevzilerin tutulmasında başarılı olunduğunda ise, tüm faktörler yer değiştirmeye, özneler kendilerine yüklenen davranış kalıplarıyla gerçek hayat arasındaki uyuşmazlık hatları üzerinde hata yapmaya başlayacaktır. Türkiye’nin krizler tarihinde düzenin aldığı risklerin, kendisine yapısal dönüşüm değil kriz dinamiği olarak geri döndüğü bir mantık gizli. Bu mantığın hükmünü icra etmesi, önümüzdeki birkaç yıllık vadede yalnızca sosyalist sola bağlıdır.
Ve bu tablo karşısında Kürt dinamiği demokratik cumhuriyet önermektedir!
(1) Kürt hareketi tablodaki dinamizmi görememektedir, çünkü savaş yorgunudur, esasen köylü hareketidir, nitelik itibariyle ulusal hareket olmanın zaaflarını barındırmaktadır.
(2) Kürt hareketi Türkiye soluna, sosyalistlerine ve işçi sınıfına güven duymamaktadır; çünkü kendi tarihini bu dinamiğe rağmen ya da bu dinamiğin üzerine ölü toprağı örtülüyken yazmaya başlamıştır. “Oradan birşey çıkmaz” diyebilmektedir.
(3) Böylesi bir hareketin kendisine vaad edilen savaşsız, belli mevzilerin korunacağı, kültürel hakların ve “realitenin” teslim edileceği bir projeye angaje olması normaldir. Normaldir, ama devrimci bir tercih değildir.
(4) Türkiye sosyalistleri Kürt önderliğinin bir tarihsel dönüm noktasında devrimci bir tercihde bulunmamasına ilişkin olarak, en mütevazi tutumla, bu olumsuz gelişmede kendilerinin düzene karşı yeterli güç oluşturmamış ve Kürtler’e yeterince güven verememiş olmalarının payını kabul edebilirler. Daha fazlası olamaz, çünkü sosyalist sol, liberal ve ulusalcı Türk solunun günahlarının faturasını ödemek zorunda değildir! İşin tuhaf tarafı şimdi liberal ve ulusalcılar, çaresiz duruma düşmesinde rol oynadıkları Kürt hareketinin demokratik cumhuriyetinde yerlerini almaya hazır görünmekteler. Neredeyse sosyalist sola yazılacak faturayı oturup birlikte hazırlayacaklar!
Demokratik cumhuriyetin gerçekçi olmadığını vurgulayarak bu bölüme girmiştik. Sosyalistlerin birinci dereceden etkin olacakları bir yeni kriz beklentisi kanımca daha gerçekçi olur. Esas olarak söylediğim bu. Ancak başka boyutlar da var:
(i) Türkiye kapitalizminde Kürtler’in ezilen bir ulusal topluluk oluşturmalarının nedeni egemen güçlerin, ya da bunlar arasında ağırlıklı olan kanatların vb onyıllar boyu bazı saplantılarla malul olmaları mıdır? Türkiye’yi hep Kürt düşmanı ırkçılar mı yönetmiştir? Kürtler’in ezilmişliğini kapitalizmle, sermaye egemenliğiyle bağlı görmeyenler olabilir. Bunlar “resmi ideolojiye”, “devletlu yaklaşıma” konsantre olmuşlardır. Oysa Kürtler ucuz işgücü, emekçi sınıfları bölmenin malzemesi, önemli bir bölge dinamiği oldukları için siyasal koz olmak gibi özellikler taşıyorlar ve bu nedenle Türk kapitalizminin ayrımcılığına maruzlar. Bu açıdan ortada değişen birşey yoktur.
(ii) Devlet politikalarının sınıfsal altyapısı ve rasyonalitesi vardır. Ayrıca Türkiye sermaye devletinin de bazı gelenekleri… Türkiye egemenleri, güçlükle kurdukları ülkelerinde paranoya içinde yaşarlar. Buna göre bu ülkede Türk kimliği dışında bir kollektif kimliğin tanınması sonun başlangıcıdır. Şimdi, bu ezberlerini unutmayan egemen güçler, kaçınılmaz hale gelen “Kürt realitesini tanımak” ile “Kürtler’i bir reel güç olarak tanımak” arasında ayrım yaratmaya çalışacaklar. Yani nihai olarak, bir kollektif kimliğin Türk kimliğinin yanına düzenin (ya da demokratik cumhuriyetin) kurucu ögesi olarak eklenmesinin kabul edilebileceği kesinlikle düşünülmemelidir. Egemen güçlerin hedefi ve ilkesi esasen asimilasyondur.
(iii) Ancak asimilasyonun yolları değişik olabilmektedir. Yanılmıyorsam, Avrupa’nın yalnızca tek bir devleti, Portekiz tek-uluslu. Ama bu kıtada ulus-devletler hüküm sürüyor. Asimilasyonun türleri ve dereceleri var. Belli türler ve dereceler ulusal kimliği etkileyemeyen kategoriye giriyorlar. Türkiye’de Kürt asilimasyonu tarihsel olarak başarısız olmuştur. Türkiye sermaye düzeninin eski tip asimilasyonu tutmamıştır. Görmezden gelinen ve durmaksızın tehdit edilen kimlik uygun bulduğu bir konjonktürde patlama yapmıştır. Şimdi yeni dönemde asimilasyonun tür ve derecesi değişecektir.
(iv) Bugüne kadarki zor araçları geri çekilecek, sermaye egemenliğinin başka silahları devreye girecektir. Girmeye başlamıştır da; önümüzdeki dönem TÜSİAD üyesi Kürt sermaye gruplarıyla tanışacağız. Kürt toplumu da topraklarında yatırım yapan, ortaklıklar kuran Türk, ABD’li, İsrail’li, Alman, İngiliz sermaye gruplarıyla tanışacak. Kürt kimliği tanınacak, ama içerdiği devrimci birikimin satın alınması yoluna gidilecek.
(v) Arada geçmişti, tekrar olacak: Kürtler’in kollektif kimliklerini korumaları, bu kimliğin birinci satırına, istenirse, “biz hepimiz kapitalizmden yanayız” veya “Türklerin üstünlüğünü kabul ederiz” diye yazılsın, düzen tarafından kabul edilemez bir unsurdur. Türkiye burjuvazisi, Ortadoğu gibi bir bölgede, Kürtler’in toplu davranış sürdürmelerini kriz nedeni saymaktan geri duramaz. Aslında çok haksız da olmaz!
(vi) Emperyalizm atlanamayacak bir diğer faktördür. Ortadoğu’da emperyalizmin nihai olarak çözülmüş bir Kürt sorunundan ve bir dinamiği temsil etmekten çıkartılan Kürt toplumundan yana olacağı hiç düşünülmesin. Bu bölgede emperyalist tarih tek ata oynamamakla yazılı. Kürt sorununun devrimci değil ama diri olması bir global tercihtir.
(vii) Kimse Kürtler’in dillerini kullandıklarında, kendi dillerinde müzik dinleyip, kitap okuduklarında, hatta tv yayını yaptıklarında sorunun çözülmüş olacağını düşünmemelidir. Ne sorun çözülmüş, ne de asimilasyon durmuş olacak. Ama yıkımın eşiğinden döndüğünü düşünen Türkiye sermaye sınıfı, Kürtler’in bir süre gevşemelerinden yanadır ve bunun için devrimci olmayan bir kültür tüketiminde hiçbir mahzur görülmeyecektir. Ancak Kürt hareketinin gevşeyip görünüp öte taraftan kendisini ve dünya ile ilişkilerini kurumsallaştırma girişimlerine devletin ne tepki göstereceği belediye başkanları operasyonunda görülmüştür.
Geriye ne kaldığını söyleyeyim… Helsinki Zirvesine giderken İsmail Cem koltuğunun altında dosyalar götürmüş. Dosyalarda Türkiye’de Kürtleri’n mutlu mutlu müziklerini dinleyip kitaplarını yayınladıkları örnekleriyle gösteriliyormuş. Olan şimdilik bundan ibarettir! Demokratik Cumhuriyet açılımı Türkiye Dışişleri Bakanına reklam dosyası hediye etmiştir.
Birlik Arayışında Sorular, Sorunlar ve Beklentiler
Sosyalist hareketin somut pratiğine ilişkin yukarıda söylenen en açık şey, Kürt emekçilerin doğrudan sosyalist siyasete örgütlenmesi. Burada kritik bir ayrım var: Sosyalist hareket ve kimlik, tanımı itibariyle Kürt kimliğinin tamamını kapsama imkanına sahip olamaz. Sosyalizm bu “sınıflar-aşırı bütünlüğün” ancak belli bir bölmesini temsil etmeyi tasarlayabilir. Oysa Kürt devrimci dinamiğinin kimi dönemlerde ulaştığı kapsam emekçi ve yoksul kitlelerden daha geniştir. O halde Kürt dinamiği sosyalist hareket için bir ittifak unsuru olmaya devam edecektir. Ancak sosyalist hareketin ittifak politikası örebilmesinin mutlak anlamda bir koşulu, söz konusu dinamiğin emekçi bölmesini doğrudan temsil yeteneği kazanmasıdır. Daraltılmış sınıf kimliği ile yetinen bir örgütlenme perspektifi böylesi bir temsiliyet anlamına gelemeyecektir. Sosyalist hareket yalnızca Kürt işçilerini ve sınıfsal karakterlerinden hareketle kapsamakla kalmamalı, Kürt dinamiğinin temsiliyet sahasına nüfuz etmeli. Bu noktada sosyalizmin ulusallık-sınıfsallık dengesine ilişkin ilkeleri adına endişeye kapılmak yersizdir. Kürt hareketinin kendi bütünlüğünü koruyor olması, sosyalist siyasetin bir “Kürt sapması” göstermesine karşı zaten maddi sınırlar çizecektir.
Ama bugün uvriyerizm-sendikalizm, Kürt dinamiğinin barındırdığı devrimci potansiyellere değil, bu dinamiğin parçalanmasıyla açığa çıkacak emekçi damarına bakma hatasını üretmektedir. Sosyalist perspektif bu darlıktan kaçınmalıdır.
Öte yandan Kürt dinamiğinin girdiği yolda devrimci potansiyellerin çözüleceği de açık olmalıdır. İçeriği bir yana bütünlüğünü korumayı beceren bir Kürt dinamiği bile düzen için sorun kaynağı olmaktadır. Dolayısıyla devrimci damarların tasfiyesi doğrusal bir süreç değildir. Sosyalist hareket kendi örgütlenme alanını ve temsil yeteneğini Kürt dinamiğinin bütünlüğünü esas olarak koruduğu bir ortamda edinmek durumundadır. Yoksa elde edilecek alan ve yeteneğe rağmen toplamda düzen lehine bir daralma yaşanacağı kesindir.
Sosyalist örgütlenmenin bu açıdan mevcut Kürt siyasetiyle karşı karşıya geliş ihtimalini de abartmamak gerek. Demokratik Cumhuriyet yolu bir çözülme eğilimi yaratmaktadır ve bu eğilime karşı dirence destek ve kan verecek başlıca girdi sosyalizmden gelecektir. Kürt “alanında” sosyalizmin işgal ettiği hacim ne kadar genişlerse Kürt siyasetinin Türkiye burjuvazisiyle mücadelede eli o kadar rahatlar. Ancak bu denklemin has DC’ciler tarafından algılanması biraz güçtür. Onlara kalırsa sosyalistler, pişmiş aşa su katacaklardır! Bu durumdan sosyalistlerin çıkartacağı tek sonuç ise hızlı davranma gereğidir.
Yeri gelmişken Kürt dinamiğinin yeni temsil aranışlarına da değinmekte yarar var. Kanımca bugün Kürt hareketinin legal temsiliyetine ilişkin sorun, içsel parametrelerden ziyade Türkiye burjuvazisinin devlet geleneklerinden kaynaklanıyor. DC adına bile olsa Türkiye burjuva ve devlet geleneklerinin Kürt devrimciliğiyle yan yana gelmiş kurumları muhatap kabul etmesinin imkansız olduğu açıktır. Bu yalın doğrudan basit bir çıkarsama yapılarak “o halde yeni parti kuralım; hem de bu parti bu kez gerçekten Türkiye Partisi olsun” denip denmeyeceğini göreceğiz. Bu bir olasılık olarak geçtiğimiz aylarda gündeme geldi. Oysa kısa bir pratik bile, böylesi bir partinin ancak liberal ve liberal-sol alanı doldurması halinde “yeni” sayılabileceğini göstermiştir. Anlaşılması gereken şudur: Kürt siyasetinin Türkiye liberalizmini temsil edecek bir form üretmesi imkansızdır. Yeni partiye sol ve emekçi renklerin kazandırılması mümkündür, ama o zaman da yukarıda sözünü ettiğimiz ilkeler tartışmaya açılacaktır. Sol kimliğin ilkeleri konusunda sınavı geçme ihtimali olmayan bir oluşuma sol ve emekçi çağrışımların eklenmesinin fazla bir kıymeti olmayacak. O çağrışımlardan CHP’de daha fazla olacaktır!
Bu durumda Kürt dinamiğinin temsiliyetinin, nasıl bir form kurulursa kurulsun HADEP’li belediyelere kayması beklenmelidir. Kürt kimliğiyle yetinmeyi reddeden ama ötesine geçemeyen bir partinin belirsiz zemininde bu belediyeler yeterince somut birer mevzi anlamına geleceklerdir. Ancak bu mevzi sallantılı: Birincisi ,Türkiye’de yerel yönetimlerin kaderi merkezi otoritenin iki dudağının arasındadır. İkincisi, Kürt siyaseti sağa dönerken ve radikalizmden geri adım atarken bu tabloyu delecek bir belediyecilik üretemez. Üstelik Kürt kimliğiyle yetinmeyi reddeden bir siyasal çizgi, “bölgeci” esaslara da kendisini oturtamaz. İçinden çıkılması olanaksız çelişki de, belediyeler üzerinden kazanılan temsil gücü tanımı gereği yalnızca “bölgeci” olabilecek oluşudur.
Bu karışıklıklar içinde tartışmaya devam edilebilir. Ancak önüne geçilmesi olanaksız ve geçilmeye de çalışılmaması gereken bir eğilimin altını çizmezsek karışıklıklar tartışmacıları da esir alacak: Bu eğilim Kürt siyasetinin artık ayrışmaya mahkum olduğudur. Sosyalist hareket bu eğilimi veri almak durumundadır.
Bu eğilim aynı zamanda uzun süre uykuya yatırılmış tartışmaların güncelleşmesi demektir.
Hiç kimse bir ortak geleceğin, organik ortaklıklar olmaksızın kurulabileceğini tasarlamamalıdır. Ortak gelecek ancak yapısal ve dönemsel olarak ayaklarını sağlam basan ortak örgütlenme formları üzerinden inşa edilebilir. Bunun reçetesi ise yok! Sosyalist hareket öncelikle Kürt siyaseti üretimine hız vermeli, Kürt emekçileri içerisinde bir örgütlenme pratiği yaşamalı ve Kürt dinamiği üzerinde bir temsiliyet iddiası geliştirmelidir. Ortak örgütlenmenin formunu belirleyecek en önemli unsur sosyalist hareketin katedeceği mesafedir.
Dolayısıyla bazı tartışmalar için hala erkendir. Örneğin sosyalist iktidarın bu topraklarda nasıl bir forma oturacağı konusunda angajmana girmeden önce, sınıfın öncü örgütlenmesine dair yapılacak ve kararlaştırılacak şeyler var. Sosyalizmin kendisinin Kürt kimliği konusunda herhangi bir sorun kaynağı içermesi imkansız. Yeter ki, sınıf örgütlenmesi alanında çok ileri bir ortaklık inşa edilebilsin ve ittifaklar politikasında da yüzü sosyalizme dönük bir seçenek geliştirilebilsin.
Bu noktada bir diğer tartışma başlığı kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili. Açıkçası bizim örneğimizde Lenin’in ikili önermesi hiçbir biçimde hayata geçmemiştir. Ne “hakkı” savunan ezen ulus sosyalistleri, ne de “birliği” savunan ezilen ulus sosyalistleri… Bu açıdan tarihimiz toptan eksiklidir ve bu zaafa da tarafların birbirlerine fatura çıkartmaları için değil, nesnelci bir yaklaşımla bakılmalıdır. Kimin daha fazla “şovenlik ettiğinin” tartılmasında zerre kadar yarar yoktur.
Daha doğrusu, bu tartıdan daha önemli işlerimiz olması gerekir. Örneğin Lenin’in yukarıda hatırlattığım ikili somut siyaset önermesinin, örgütsel olarak birbirleriyle alakasız öznelerce hayata geçirilebileceğini düşünebiliyor musunuz? Yani iki ayrı emekçi sınıfın, bağımsız sosyalist partilerinin ayrı pratiklerinin toplamından leninist uluslar politikası elde edilebilir mi?
Leninist ideal formülasyonda farklı milliyetlere dayalı, ama organik bir bütünlük taşıyan tek bir sosyalist öncü varsayılır. Başka türlüsü imkansızdır. Ve bizim örneğimizde de “iki tarafın” doğru tutumlar geliştirmesinin koşulu olarak, nüfusun ve coğrafyanın her iki yakasından bakabilme ve seslenebilme yeteneğine sahip bir sosyalist tarafın kurulması gerekmektedir. Leninist kendi kaderini tayin hakkı ilkesi ve bunun üzerine kurulan ittifaklar politikası, sosyalist işçi sınıfı partisi ile diğer dinamikler arasında eşit ve dışsal bir ilişki olarak düşünülmemelidir. İttifak, sosyalizm müttefik adayı dinamiklerin içerisinde bizzat örgütlü olduğu ve bu dinamiklerin “işçi” yanını kendi organizması içine dahil edebildiği ölçüde mümkün olur.
Bu arada, Gelenek’te defalarca yazılmış bir noktayı tekrarlamak durumundayım. Kendi kaderini tayin hakkının ilke olarak kabulü, bu tayinin nasıl somutlanacağı konusunda ses etmemek değildir. Sosyalist siyaset somut bir ulusal sorunun çözümüne dair somut strateji ve taktikler geliştirilmeksizin, bir ilkenin tekrarından ibaret görülemez. Enternasyonalizm adına Türkiye solunda böylesi bir siyasetsizlik veya tembelliğe fazla prim verildiğini düşünüyorum.
Yeri gelmişken Ortadoğu’da bir ulusal soruna ayrı devlet kuruluşu yoluyla çözüm arayanların işçi sınıflarının çıkarlarından ve sosyalizmin değerlerinden süratle uzaklaşacaklarını, ve emperyalist veya bölgesel güçlerin belirleyiciliği altına gireceklerini net olarak söylemek durumundayız. İkinci yolda sosyalizmin s’si yoktur. Ortadoğu fırtınalarına bağımsız devletle yelken açanların emperyalist limanlardan başka sığınakları olmayacaktır. UKKTH adına bu yalın gerçeği görmeyenlerin sayısı çok fazladır.
Artık toparlıyorum…
Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt dinamiği arasında geçmişten bugüne gelen mesafenin ya da örtüşmezliklerin olabildiğince nesnelci bir yaklaşımla ele alınmasıyla başlayalım, derim. Yani örtüşmezlikleri geçmişte bırakalım.
Bunu yapabilmenin ön koşulu ortak gelecek kurgusunun mümkün olduğuna inanılmasıdır. İnanmayanlar başka şey yaparlar.
Kürt dinamiğinin girdiği yeni evreye dair çözülüş ve asimilasyon şu ana kadar öne çıkan işaretler. Sosyalizmin müdahalesi olmazsa bu gidişat Kürt dinamiğinin devrimci potansiyellerinden temizlenmesi yönünde ilerleyeceğe benzer. Sosyalist hareket bu olasılık karşısında başka şeylerin yanısıra bir de zamanla yarışmak durumundadır.
Dipnotlar ve Kaynak
- İstisna oluşturan öbeklerden birinin 2.TİP olduğunu söyleyebilirim. TİP’in yayınlarının TİP’li sanatçıların kalitesinin yanından geçen olduğunu zannetmiyorum. Bir diğer istisna Birikim dergisidir. Ancak Birikim Türkiye soluna apolitizm salgılarken ayaklarını da başka topraklara Avrupa yeni soluna basmıştır. Apolitizm üreticisi ama belli bir düzeyi temsil eden Birikim bir yana bu dönemde TİP’in geri düşen bir trend izlemesi dikkat çekicidir. 1970’lerde sol siyaset kaliteyi dıştalıyordu.
- Sosyalist hareketin milliyeti olmaz diye itiraz edecek olan var mı Varsa hemen yanıtlamalıyım: Sosyalistlerin birer enternasyonalist olarak milliyetleri önemsiz tali sayılabilir; hatta yoktur denebilir. Ama bu durum bir siyasal hareketin üzerinde mücadele ettiği toprakla derin bağlar kurması gereğinin atlanmasına neden olmamalıdır. Bu hata enternasyonalizm adına siyasetten istifa etmek olacaktır.