İçinde yaşadığımız dönemde hakkında çok şey yazılan ve çok spekülasyon yapılan ülkelerden biri de Çin. ABD ve AB kaynaklı yayınların son birkaç yıldır çıkan sayılarına bir kez göz gezdirmek bile Çin’e özel bir ilginin olduğunu anlamaya yetiyor. Nedenlerden biri içine kapalı yapısıyla Çin’in merak uyandırması. Tabii ki bu merak da temelsiz değil.
Emperyalizm reel sosyalizmin çözülüşünden sonra dünyada kendisine ciddi bir rakip göremiyor ve belki tekrar olacak ama mutlak bir pervasızlıkla hareket ediyor. Hareket alanı içerisinde ortaya çıkan bütün engelleri de ya oluşturduğu pek çok yapılanmayla etkisizleştirmeye ve ideolojik olarak kuşatmaya ya da tank tüfek kullanarak teslim almaya çalışıyor. Birincisine Avrupa Birliği’ni; ikincisine eski Yugoslavya’daki kıyımını örnek verebiliriz.
ABD liderliğindeki emperyalistlerin dünya halklarını sömürgeleştirme çabalarının önündeki engellerden biri de ulus devletlerin kültürel ve ekonomik alanlarda yarattıkları koruma duvarları. İşte ikinci nedeni de Çin’in dünya kapitalizmine eklemlenme süreci devam ederken emperyalistlerin duvarların kaldırılması için ülkeyi ikna etme uğraşlarında aramak gerekiyor.
Türkiye solunda ise Çin’in de önemli bir aktör olarak yer aldığı uluslararası yeniden yapılanma süreci yeterince yorumlanmıyor. Solun kimi bölmelerinin yaptığı yorumlarda ise spekülasyon boyutu öne çıkıyor ve emperyalizmin yönelimleri kavranmaya çalışırken umut yanlış yerlere bağlanabiliyor. Ne demek istediğimiz yazımız okunduktan sonra çok daha net anlaşılmış olacak.
Amacımız pek çok solcunun da kafasını karıştıran Çin’in bugününü ve geleceğe dair yönelimlerini anlatabilmek.
Çin kapitalist bir ülke mi yoksa öyle mi olacak
ABD önderliğindeki emperyalistlere gerçekten kafa tutacak mı
Dünya çok kutupluluğa doğru mu gidiyor
Ayrıca Türkiye’nin de içinde olduğu geniş bir coğrafyada ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinin nereye doğru gittiğine dair önemli ipuçları yakalamak da böylece mümkün olabilecek. Yazımızın başında Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) ortaya çıkışından bugününe kadar geçirdiği değişimi anlatmaya çalışacağız. Daha sonra ise Çin’in ekonomik sosyal yapısını ve uluslararası arenada konumlandığı yeri netleştirmek istiyoruz.
1949 öncesi Çin’e kısa bir bakış
Çin’de cumhuriyet rejimi son hanedanlık olan Quing’in ortadan kaldırılmasıyla 1911 yılında Sun Yat Sen’in yönetiminde kuruldu. Burjuva demokratik devrim feodalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi verilerek gerçekleştirilmiş oldu. 1920’lere doğru Çin’de iç isyanlar ortaya çıkmaya başladı. Sun Yat Sen’in kurduğu ve daha sonra liderliğini Çiang Kay Şek’in üstlendiği Milliyetçi Parti (Komintang) ile 1921’de kurulan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 1924’te işbirliği yaparak ülkedeki iç isyana karşı birlikte mücadele etmeye başladılar ve 1927 yılında iç isyan bastırıldı. Bundan sonra Komintang’ın ÇKP’ye karşı saldırıları başladı ve aralarındaki işbirliği sona erdi.
ÇKP kuruluşundan sonra İşçi-Köylü Kızıl Ordusu’nun çalışmalarıyla köylerde toprak ağalarına karşı yoksul köylüye toprak dağıtılması yoluyla kooperatifler oluşturmaya başladı. Bu kooperatiflerde örgütlenen ÇKP Mao öncülüğünde bir komün kuracaktı:
“1929 yılında Kiang Si eyaletinde bir komün kuran Mao Zedung 1931’de ilk Çin Sovyet rejiminin başkanı oldu. Ancak Mao Çiang Kay Şek başkanlığındaki Komintang’ın saldırıları karşısında Kiang Si’yi bırakmak zorunda kaldı ve Kuzey Batı Çin’deki Şansi eyaletine gitmek için 1934 Ekimi’nde bir yıl sürecek olan ünlü ‘Uzun Yürüyüş’ü başlattı.”1
Japonya 1932 yılı Ocak ayında Çin’i işgal etmek için saldırılarına başladı. Kısa bir süre sonra Komintang Şanghay’da Japonya ile bir barış anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaya göre şehirde bir Japon garnizonu olacak ve hiçbir Çin birliği şehre yaklaşamayacaktı. Ayrıca Çiang Kay Şek Çin’in herhangi bir yerinde baş gösterecek her türlü Japon karşıtı faaliyeti çıktığı yerde önlemeyi taahhüt etmekteydi. Yani mücadele etmek yerine ülkenin tamamını Japon işgaline açan bir anlaşma. Japonya’nın 1937 yılında ülkeyi tamamen işgal etmesi üzerine Komintang ile ÇKP tekrar işbirliği yaptılar. 1945’te Japonlar teslim oldu. Her zaman ÇKP’yi ortadan kaldırma amacı olan Çiang Kay Şek ABD emperyalizminin yardımıyla ülkede bir iç savaş başlattı. 1949 yılında Çiang Kay Şek başkanlığındaki Komintang ÇKP’nin saldırıları karşısında gerileyerek Tayvan’da bir hükümet kurdu. Sonunda Mao Zedung önderliğindeki ÇKP 1 Ekim 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti.
Çin devriminin Japonya’nın işgaline karşı kazanılmış bir ulusal kurtuluş mücadelesi olduğunu görüyoruz. Daha sonra göreceğimiz gibi Çin’in ideolojik yapısındaki milliyetçi tonların kökenlerini bu yıllarda aramak gerekiyor.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin gelişimi
1. 1949-1952: Yeniden inşa dönemi
Yeni bir ülkenin temellerinin atıldığı bu dönemde tarım reformunun tamamlanması az sayıdaki büyük işletmelerin ulusallaştırılması kapitalizmi savunan eğilimlere karşı mücadele çeşitli siyasal ve ideolojik eğitim çalışmaları yapılmıştır.
“Devralınan iktisadi yapı 3 ana sektörden oluşuyordu: 1. Kendi-kendine yeterli devasa bir tarım sektörü 2. Büyük ölçüde dış ticarete tekstil ve diğer hafif sanayi ürünleri üretimine dayanan daha çok sahil bölgelerinde yer alan sektör ve 3. Asıl olarak 1930’larda Japon işgali altında inşa edilmiş ve 1949’a kadar Çin ekonomisinin diğer bölümleriyle bağlantısı kurulmamış olan Mançurya’daki ağır sanayi sektörü.”2
Yeniden İnşa döneminde Japon işgali yıllarında zarar gören bu sektörler restore edildi. İlk uygulamalardan biri olan “köylülüğe toprak dağıtılması”nda ideolojik olarak bir özel mülkiyet karşıtlığının olmadığını görüyoruz. Kapitalizmi savunan eğilimlere karşı mücadelede ise kapitalistlerin çalışmalarını sınırlandıran vergi baskısı ortak kamu ve özel sektör yatırımları devlet rekabeti gibi uygulamalar oluyor. Zaten “milliyetçi” temele dayanan Çin devriminden sonra bu tür uygulamaları görmek bizi şaşırtmıyor.
Bu dönemde uygulamaya başlanan bazı kampanyalar toplumsal sorunlar başlığında da çalışmaların yapıldığını gösteriyor: Bürokratizm rüşvet vergi kaçakçılığı alkol-uyuşturucu kullanımı vb.
2. 1953-1957: Kolektifleştirme ve İlk Beş Yıllık Plan
Bu dönemde uygulanan ilk beş yıllık plan ÇHC ve SSCB’nin birlikteliğiyle hazırlandı. Çin-Sovyet ilişkilerinin “uyumlu” olduğu bu yıllarda Sovyetler Birliği’nin çeşitli alanlarda da maddi desteği oldu. Bu dönem Yeni Genel Hat olarak adlandırıldı. Bu hattın ele aldığı konular arasında şunlar vardı: Tarımda kolektifleştirmenin teknikleri sanayi ve ticaretin kamulaştırılması sanayide üretim ve tüketimin öncelikleri kapitalist ülkelerle ekonomik ilişkilerin ölçüleri ve yeni politikalara uygun bir anayasanın oluşturulması.
Çin bu dönemde hedef olarak sosyalist bir topluma geçişi koyuyor:
“Adım adım ve oldukça uzun bir dönemde ülkenin sosyalist sanayileşmesini ve devlet tarafından tarımda el sanatlarında kapitalist sanayide ve ticarette sosyalist dönüşümü gerçekleştirelim.”3
Daha sonraki yıllar bize sosyalist dönüşüm çalışmalarının gerçekten de “adım adım” ilerlediğini gösteriyor. Bugün ise bu amacın karşıtını yani kapitalist dönüşüm çabalarını görüyoruz ama önemli bir farkla: Dönüşüm adım adım değil olabildiğince “hızlı” gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Kırsal alanda ise toprak reformunun sonuçlarından biri olan küçük köylü özel mülkiyetinden kooperatiflere geçiş sağlanarak kolektifleştirme alanında çalışmalar yapıldı. Kolektifleştirme çalışmalarına baktığımızda şu sonuçları görüyoruz:
“Tahıl üretimi 1952’de 161 tondan 1958’de 206 tona çıkmıştır. Hasat devrinin yoğunlaştırılması uygulamasıyla da 1952’de yılda 1.31 1957’de 1.41 kez hasat alınmıştır. GSMH 1952’de 70 milyondan 1957’de 105 milyara yükselerek yılda yüzde 8.2 artış sağlandı.”4
Bu dönemin sonlarında 1957’deki 8. Parti Kongresi’nde yapılan uygulamalar konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Mao bunun üzerine yazmış olduğu “Halk içindeki çelişmelerin doğru ele alınması üzerine” adlı eserinde bu dönem içinde gerçekleştirilenleri eleştirdi; Tarım sektörüne ve hafif sanayiye daha fazla ağırlık verilmesini ağır sanayinin ancak böyle bir uygulamayla gelişebileceğini söylüyordu. Bunlar işçi-köylü ittifakı üzerine kurulu bir devlette gerçekleştirilen uygulamaların bu ittifakı bozacak sonuçlar doğurması kaygısını gösteriyor. Köylülüğün desteği kaybedilmek istenmiyor.
Ayrıca 1957’de sosyalist politikaları karşısına alan ve demokrasinin sınırlarını genişletme amacıyla başlatılan “Yüz çiçek açsın hareketi” bu dönemdeki girişimlerin izleyen yıllarda ortadan kaldırılmasında etkili olacaktı.
3. 1958-1960: İleriye doğru büyük atılım
1957’deki geri adımın ardından bir yıl sonra İleri Atılım yılları başladı. Bu yıllarda izlenecek olan siyasetin genel çizgisini Mao şu sözlerle açıklıyordu:
“Sosyalizmin inşasında var gücümüzle yüksek hedeflere yönelerek daha büyük daha hızlı daha iyi ve daha iktisadi sonuçlar elde etmek.”5
Uygulamalarda da tarım temel sanayi ise yönlendirici unsur olarak alınacaktı. Görülüyor ki ülkenin geri koşullarıyla hareket edilerek gerçekçi olmayan bir “atılım”a geçiliyordu.
Kırsal alanda bir önceki dönemde oluşturulan kooperatifler bu dönemde halk komünlerine dönüştürülüyor.
“Kırsal üretim ondan sonra üç düzeyde örgütlendi: a) Doğal köye ya da onun alt birimine denk düşen ve tipik tarım üretim araçlarının sorumluluğunu taşıyan üretim ekibi; b) üretim ekiplerinin daha modern üretim araçlarından yararlanmasını sağlayan tugaylar; c) küçük sanayi işleten temel hizmetleri gören ve yönetim ağını denetleyen komünler.”6
1958’de yanlış bir siyasi çizgi ile başlayan İleri Atılım başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Başarısızlıktaki önemli etkenlerden biri 1960 yılında SSCB’nin teknik eleman ve maddi yardımlarını geri çekmesiydi. Halk komünleri uygulaması hem merkezi yönetimin karşısında yerel otoritelerin güçlenmesine yol açtı hem de Çin toplumunun feodal eğilimlerine yeni bir kaynak oldu. Ayrıca iktidarda olan ÇKP içindeki muhalif sesler bu dönemde daha da yükseldi. Liu Şao Çi ve onu destekleyenler partinin uyguladığı siyasi çizginin karşısında sağ politikalarıyla yer aldılar.
4. 1961-1965: Düzeltme yılları
Bu dönemde Atılım yıllarındaki başarısızlıkların giderilmesi için harekete geçildi. Ekonomik büyümedeki sorunun planlamadan kaynaklandığı düşünülerek daha esnek bir planlama yapılması kararı alındı. Bu karara bağlı olarak sahil kentlerinde özel pazarların açılması ekonomide piyasa koşullarının önünün açılması dış ticaretin artırılması gibi uygulamalara başlandı. Bunlar bize liberalizmin ilk uygulamalarının Çin’e girdiğini gösteriyor. Çin ve liberalizm deyince akla gelecek ilk isim: Deng Xiaoping “düzeltme” yıllarında siyasi faaliyetlerine başlıyor.
ÇKP’de alınan yeni kararlar bir önceki dönemi eleştiren parti içindeki sağcıların etkinliklerini artırmalarını sağladı. Sağcıları temsil eden Liu Şao Çi’nin bazı bölgelerin yönetimlerini ele geçirdiği ve Deng’in adının geçtiği bu dönemde Çin’in daha sonraki yıllarda yaşayacağı önemli değişikliklerin tohumlarının atıldığı görülüyor.
5. 1966-1968: Kültür Devrimi
ÇKP Merkez Komitesi 1966’da Kültür Devrimi’nin başlatılması kararını alıyor. Karar bir önceki dönemde bazı yönetimlerin Liu Şao Çi tarafından ele geçirilmesine karşı ve Mao’nun iktidarının sağlamlaştırılması için alınıyor.
Düzeltme yıllarındaki uygulamalar eleştirilerek ve tüm topluma yayılan bir politizasyon sağlanarak bu dönemde “sol” denebilecek bir siyasi çizgi oluşturuluyor.
“Ancak kendi içerisinde üretilen süzme radikal söylem ve göz kamaştıran kimi uygulamalarına rağmen Kültür Devrimi dönemini reel sosyalizm adına bir kazanım olarak görmemize yol açabilecek bir sonuç yoktur. Kültür Devrimi döneminde Çin ekonomisi mahvoluyor. Bilim ve teknoloji geriliyor.”7
Çin ülkede reformlarla uğraşırken dış dünyayla ilişkileri azalıyor ve içe kapalı bir siyaset izliyor.
6. 1969-1976: Dışa açılma ve belirsizlik dönemi
Kültür Devrimi döneminin sonlarına doğru dışa açılım politikalarının daha fazla gündeme geldiği görülüyor. Son yıllarda gerçekleştirilen uygulamalardaki istikrarsızlıklar nedeniyle Kültür Devrimi’nden sonra Mao’nun liderliğinde ve izlediği politikada sarsıntılar görülüyor.
Bu dönemde Çin’in genel politikasında önemli değişiklikler yaşanıyor. Ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için dışa açılmanın gerekliliği ve serbest piyasanın geçerliliği kabul ediliyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerden (özellikle ABD Japonya) gerekli teknoloji ve tesis transferi yapılmasına karar veriliyor.
Çin’in uluslararası kapitalizme uyum için kararlar aldığı bu dönemde ülkede bir siyasi kriz-belirsizlik yaşanıyor. Siyasetteki krize son verecek olan Deng 1976’da devlet başkanı oluyor.
7. 1976-1989: Deng’in iktidarı ve reform dönemi
Deng’in iktidar döneminin başladığı bu yıllarda alınan kararlar bize Çin’de sosyalist kuruluş amacından vazgeçildiğini ve geri dönülemez bir yola girildiğini gösteriyor.
Günümüzdeki Çin’in politikası olarak adlandırılan sosyalist piyasa ekonomisinin temelleri Deng döneminde atılmaya başlanıyor. Liberal-kapitalist uygulamaların başladığı bu yıllarda komünlerin dağıtılması dünya pazarına açılma kapitalist kredi sistemine geçiş ve devletin ekonomik yapılanmadaki kontrolünün serbest piyasaya geçirilmesi gibi kararlar hayata geçirilmeye başlıyor. Bundan sonra da ülkede enflasyon işsizlik bölgesel eşitsizlikler artıyor ve kırsal alanda sorunlar ortaya çıkmaya başlıyor.
Çin’de uluslararası ticareti başlatabilmek ve ülkeyi ekonomik açıdan cazip hale getirmek için sahil kentlerinde kurulan Özel Ekonomik Bölgeler’de hızlı bir “ekonomik büyüme” ve üretim artışı görülüyor.
Reformlar sadece ekonomi alanında yapılmıyor kapitalist uygulamaların sorunsuz bir şekilde yürütülebilmesi ve sürekliliği için 1982’de anayasada değişiklikler yapılıyor. Böylece uygulamalar hukuki güvence altına alınıyor.
Çin’de Deng’le başlayan reformların olumsuz sonuçları karşısında “demokratik” talepler içeren eylemlerde artış başlıyor. Öğrenci hareketlenmesinin getirdiği 1989 Tiananmen olayları yaşanıyor. Bu olaylar Çin’deki yabancı yatırımcıları tedirgin ediyor ve bir dönem için geri çekilmelerine neden oluyor.
8. 1989 sonrası Çin
Tiananmen olayları Çin’de ekonomik ve siyasal krizle birlikte ideolojik krizin de olduğunu gösteriyor. Çin tarihinin önemli dönemeçlerinde kitleleri harekete geçiren milliyetçilik ‘89 ve sonrasında yine temel bir ideolojik motif olarak toplumsal muhalefetin araçları arasında yerini alıyor. Bu dönemdeki milliyetçiliğin içeriğini Çin’de görev yapmış bir burjuva diplomatın sözleriyle aktarabiliriz:
“Dışarıdan gözlendiğinde 1990’lı yılların Çin milliyetçiliği tam bir çorbayı andırıyor. İçinde bir tutam militarizm azıcık Maoizm bol bol Konfüçyüsçülük var. (…) Tiananmen Meydanı’ndaki ulusal gün kutlamalarında artık Marx ve Engels’in büyük boy portrelerine yer verilmiyor. Komünizm karşıtı Çin milliyetçisi Sun Yat Sen’in dev bir portresi gökyüzünü kaplıyor.”8
Çin’in toplumsal yapısına hiçbir zaman tam anlamıyla yerleşmeyen sosyalist ideoloji ‘89 sonrasında değişen koşullarda anlamını tamamen yitirmektedir. İdeolojik alanda doğacak boşluk da milliyetçilikle doldurulmaya çalışılıyor. Ülkede milliyetçiliği körüklemek için bilim adamları da seferber olmuş durumda.
“Teknolojide kapitalist Batıyla yarışa giren Çin “ırkı üstünleştirme” fikrini benimsemiş. Hükümet bu amaçla her yıl laboratuarlara milyonlarca dolar akıtıyor ve yurtdışındaki Çinli bilim adamlarına dönüş karşılığında büyük paralar öneriyor.”9
Bu dönemin yani günümüzdeki Çin’in ekonomik ve siyasal gelişmelerini ve “Çin nereye gidiyor” sorusunun yanıtını yazının devamında ayrıntılı bir içerikle vermeye çalışacağız.
Çin ABD’ye karşı askeri bir güç olabilir mi?
Füze Savunma Sistemi ABD’nin müttefiki AB ülkeleri ve diğer ülkelerle arasında uzun süreli bir gerilimin kaynağı olma durumunda. ABD’nin son birkaç yıldır gündeme getirdiği “Füze Kalkanı” projesi özellikle Rusya ve Çin’den tepki görüyor. Bu proje 1972 tarihinde SSCB ve ABD arasında imzalanan Anti-Balistik Füze Antlaşması’nın (ABM) geçerliğini kaybetmesi anlamına da gelecek. Silahlanmanın tehlikeli bir ivme kazandığı bir dönemde imzalanmış olan antlaşma şu anda hızla silahlanmasını sürdüren ve dünyanın en büyük silah satıcısı olan ABD’yi artık sıkmaya başladı. Kendisine karşı çıkacak bir ülke görmeyen ABD pervasız davranışlarına tehlikeli bir yenisini de böylece eklemiş olacak. Füze Kalkanı projesinin amacı ABD ve ABD’nin kontrolünde olacak pek çok ülkede havadan gelecek füze saldırısına karşı bir şemsiye oluşturmak. Bu projeye soğuk bakan AB sessizliğini koruyor. Zaman zaman alçak sesli itirazlar duyuluyorsa da sonuç olarak bu konunun ABD ve AB arasında önemli bir sürtüşme oluşturmayacağını bilmek gerekiyor. İtiraz daha çok ABD’nin tarzına karşı yapılıyor. Pek çok çevrenin de dediği gibi AB için sorun silahlanmanın tekrar ivme kazanacak olması falan değil. Sorun ABD’nin artık müttefiki olan AB ülkelerine karşı son derece dayatıcı olması. Söylendiğinin aksine Bush dönemi ABD politikası içe kapalı bir nitelik kazanmadı; tam tersine ABD uluslararası alanda herhangi bir adım atacağı zaman bir pazarlık sürecinin ortaya çıkmasına izin bile vermiyor. Sadece çıkarlarına uygun adımları istediği şekilde atmaya çalışıyor.
Füze Kalkanı’na karşı çıkan Rusya ve Çin için ise durum AB ülkeleri için olduğundan çok daha farklı. ABD’nin “serseri devletler” olarak adlandırdığı ülkelere karşı hazırladığını öne sürdüğü Ulusal Füze Savunma Sistemi (NMD) Müttefikler Füze Savunma Sistemi (TMD) açık olarak Rusya ve ÇHC’yi hedef alıyor. Özellikle Alaska’ya yerleştirilen dev uydularda “serseri devletler” olarak tanımlanan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) İran Irak Libya Suriye Afganistan askeri hareketleri izlenirken aynı uydular Çin ve Rusya’nın da askeri faaliyetlerini izleyebilecek kapasiteye sahip. Zaten “serseri devletler”den herhangi birinin ABD’yi tehdit etmesi için hesaplanan en erken tarih 2015 yılı. Keza stratejik balistik füzelere sahip olan beş ülke var: ABD İngiltere Fransa Rusya ve Çin.
Çin Füze Kalkanı’na tamamen karşı olmadığını sadece Müttefik Füze Savunma Sistemi’ne karşı olduğunu açıkladı. Bunun anlamı “ABD kendi ülkesini korumak istiyorsa itirazımız olmaz ama müttefikleri korumak da neyin nesi”
İkinci durumda Avrupa Güney Kore ve Japonya’yı da sisteme dahil ederek Çin’in burnunun dibinde bir tehdit unsuru olarak bulunabilecek. Gerek Rusya gerekse Çin bu durumun silahlanmayı hızlandıracağını söyleyerek dünya kamuoyundan destek sağlamaya çalışıyor.
Yeni bir kutup mu? Rusya ve Çin ilişkileri
Rusya’nın Almanya başta olmak üzere Avrupa devletlerine götürdüğü “Avrupa Füze Savunma Kalkanı” kurma önerisinin altının boş olduğunu bunun Avrupa’yı köşeye sıkıştırmak için yapılan diplomatik bir atak olduğunu söylemeye gerek bile yok. Rusya ile ilişkilerini askeri alanda da geliştirmek niyetinde olduğunu beyan eden Almanya’nın bir NATO ülkesi olarak ABD’den bağımsız böyle bir adım atmasının gerçekçiliği yok. Silah ticaretinin de gündeme geldiği Schröder’in Rusya ziyareti sonrasında bile herhangi bir AB ülkesi ABD’nin füze kalkanına net olarak karşı olduğunu gösteren bir adım atmadı. Bu durumda Rusya’nın alternatifi ise Çin ile daha fazla işbirliği.
Peki önümüzdeki yıllarda da önemli tartışmaların odağı olacak bu yeni ABD saldırısı Rusya ve Çin’i aynı kampa itecek mi İhtimallerden biri de tabii ki bu. Ama ittifaklar kamplar düşmanlıklardan bahsedeceksek açıkçası bugünden net bir şey söylemek mümkün değil. Önümüzü görebilmemiz için bu ihtimali göz ardı etmememiz gerekiyor. Ancak bu ihtimalin önünde de önemli sorunlar var. Sorunlardan biri Rusya ve Çin’in de birçok konuda karşı karşıya gelmeleri olasılığı. Şu anda iki ülkenin de hinterlandı çok fazla örtüşüyor. Orta Asya merkezli politikalarında nüfuz sahası konusunda sürtüşmeler yaşanacaktır. İkinci neden ise bugün Çin’in ABD için çok ciddi bir tehlike yaratacak kapasitede füzelere sahip olmamasıdır.
“ABD’nin aktif durumda olan 7200 nükleer başlığına karşın Çin’in sahip olduğu nükleer başlık sayısı 410 ve bunlardan sadece 12’si ABD’ye saldırabilecek kapasitede.”10
Bilimsel çalışmaların sosyalizmin çözülüşünün ardından dibe vurduğu Rusya’da bugünkü silah sanayi hala SSCB zamanında geliştirilen teknolojiye bağımlı. Rusya askeri teknoloji açısından gerilemeye mahkum gibi görünüyor. İki ülkenin işbirliğinin ABD karşısında ciddi direniş şansı bu yüzden bulunmuyor.
Bir diğer neden ise iki ülkenin ABD ve AB ile ilişkileri. Daha doğru bir ifade ile emperyalizm karşısındaki konumları. Rusya bölgede ve genel olarak dünya politikası içerisinde büyük oynuyor ama konu paradan açılınca göbeğinden IMF’ye bağımlı; ABD ile ilişkilerini sürdürme zorunluluğu da buradan doğuyor.
Çin’in durumu ise biraz daha farklı. Çin dünya kapitalizminin girmiş olduğu durgunluğun tersine büyüyen bir ülke. Ancak bu büyümesini Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi dünya kapitalizminin önde gelen kurumlarından birine alınarak ve benzeri bir dizi adım atarak taçlandırmayı istiyor.
Geleceğini Bretton Woods kurumlarına üyelikte arayan bir Çin ABD’ye karşı direnebilir mi Son bir neden olarak ise Rusya-Çin olası ittifakının zayıf karnı olan ideolojik bir ortaklaşmanın eksikliğine değinebiliriz. Mao öncülüğünde ulusal karakterli hareketlere örnek olmuş bir devrim yaşamış ÇHC ya da dünya proletaryasının en şanlı zaferini yaşatmış SSCB’den bahsetmiyoruz. Kendileri de nereye gittiklerini bilmeyen daha doğru bir ifadeyle kapitalizmi ikame çalışmaları devam eden iki ülkeden bahsediyoruz. Ulusal çıkarlar için ittifak yapmanın nesnel sınırları belli olduğuna göre iki ülkenin ilişkilerinin bozulmasını da bekleyebiliriz.
Çin’in bir dünya politikasının varlığından söz etmek de pek mümkün değil. NATO’nun Kosova müdahalesine karşı çıkan Çin uluslararası politikada daha etkin olmak istemekteydi ve buna yanıt olarak NATO o dönemde Çin’in büyükelçiliğini “yanlışlıkla” vurmuştu. Çin’in öncelikli amacı bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmak ve böylece hem bölgedeki ekonomik ilişkileri kendi lehine kullanmak hem de olası bir ABD saldırısına karşı kendisini bir korunak içerisine almak. Çin’in bölgede en büyük rakiplerinden biri Japonya. Japonya’nın son dönemde askeri alanda yaşamakta olduğu dönüşüm takip edilmesi gereken önemli konulardan biri.
Rusya ve Çin ilişkilerinin daha somut unsurlarına bakacak olursak en önemli başlıklardan biri silah ticareti olacaktır. Çin’in son on yıldır en çok silah satın aldığı ülke Rusya. Rusya Tayvan’ın Çin’in bir parçası olduğunu kabul etti ve 1990’dan 2001 yılına kadar her yıl ortalama 1 milyar dolarlık silahı Çin’e satıyor. Son olarak Çin Rusya’dan 60 adet F-15 muadili Sukhoi-30 uçağını satın aldı.
İki ülkenin de göz diktiği Orta Asya ve buralardaki zenginliklerin paylaşılma mücadelesi bu ittifakın önündeki en önemli sorunlardan biri. Çin’in hedeflerinden biri enerji bakımından önemli olan bölgede çeşitli çıkarlar elde etmek. Aslında pek çok insanın kafasını kurcalayan Çin-Rus yakınlaşması tepkisel olmanın ötesinde pek bir şey ifade etmiyor. Çin için Orta Asya’ya yayılmak batıya doğru ilerleyebilmenin en önemli koşullarından biri. Çin’in bölgedeki en önemli rakibi ise ABD ile yakın ilişkiler geliştiren Japonya. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ilk kez kendi kara sularının dışına çıkabilmek için ABD’den havada yakıt ikmali yapan uçaklar alacağını açıklayan Japonya böylece bölgede yapılacak herhangi bir operasyonda aktif olarak ABD’ye yardım edebilecek. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Japon saldırganlığına maruz kalmış bölgede ABD’nin bir diğer müttefiki Güney Kore’yi bile rahatsız eden bu gelişmeler Çin’i de fazlasıyla kaygılandırmaktadır. Bunun yanı sıra Japonya yeni NATO konsepti ile de paralel olarak kriz yönetimi kapsamında 200’er kişilik anti-gerilla birlikleri kurmayı da hedeflemektedir.
Çin Güney Kore ile ilişkilerini gerilimlerden uzak bir şekilde sürdürmeye çalışıyor. Karşılıklı alış-verişle geliştirilmeye çalışılan iki ülke arasındaki silah ticareti ABD’nin de çıkarları dahilinde olduğu sürece devam edecek gibi görünüyor. Örneğin Güney Kore milli havacılık sanayii Bell firması ile ortaklaşa ürettiği Bell 427 sınıfı helikopterleri Çin’de bir sivil havacılık şirketine satıyor. Böylece ABD helikopterleri Çin’e dolaylı olarak girmiş görünüyor.
Rusya Çin ve ABD bölgede aktif olmanın gereği olarak Güney Kore-Kuzey Kore ilişkilerine doğrudan müdahil olmaya çalışıyorlar. Bu çerçevede Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni destekleyen Çin birleşmiş daha güçlü ve ABD kontrolünde bir Kore’nin ortaya çıkmasını engellemeye çalışıyor. Çin’in diğer taraftan Güney Kore ile de iyi ilişkiler geliştirmesinin nedeni her iki ülkenin de ABD desteğiyle askeri olarak güçlenecek Japonya’yı kendileri için tehdit olarak görmeleri.
“Kore’nin tarihi ve kamuoyunun duyguları göz önüne alındığında bir Çin-Kore uzlaşmasının kendisi Japonya’nın potansiyel bölgesel rolünün azalmasına katkıda bulunur ve Çin’le -ya birleşmiş ya da hala bölünmüş bir- Kore arasındaki daha geleneksel ilişkinin yeniden ortaya çıkışı için zemin hazırlar.”11
Tayvan ile Çin arasındaki sorunlar da Çin-ABD ilişkilerinin geleceği hakkında önemli ipuçları veriyor. ABD tek Çin politikasını kabul etti. Birçok stratejiste göre Tayvan’ın gelecekte Çin’e katılması söz konusu olacak. Ama bugün ABD yönelimleri tam olarak netleşmemiş durumda Çin’e karşı Tayvan’ı silahlandırmayı sürdürüyor. ABD’nin füze kalkanına Tayvan’ı dahil etmeye çalışması Çin için gerçek bir askeri tehdit anlamına gelirken bir yandan da Çin’e yerleşmeyi sürdüren Tayvan sermayesi Tayvan-Çin ilişkilerinin mutlak bir düşmanlığa evrilmeyeceğinin kanıtlarından biri. Görünen o ki ABD Çin’i kendisi için gerektiği oranda uyumlulaştırdıktan sonra böyle bir birleşmenin yaşanması için uygun zemin ortaya çıkacak.
“Belki barışçı bir birleşme “tek ulus çok sistem” formülü altında Tayvan’a çekici gelebilir ve Amerika tarafından direnilmez ancak Çin ekonomik ilerlemesini sürdürmekte ve önemli demokratik reformları benimsemekte başarılı olur.”12
Çin’in DTÖ üyeliği
Çin’in bu yılın sonunda gerçekleşmesi gereken DTÖ üyeliği kapitalistleşme yolunda önemli bir aşama olacak. Ülkede Çin Komünist Partisi yöneticileri arasında da üyeliğin ülke ekonomisini nasıl etkileyeceği konusunda bir kafa karışıklığı olduğu biliniyor. Ticaretin liberalleşmesi için Bretton Woods sistemi dahilinde emperyalistlerin yarattığı kurumsallaşmalar emek-yoğun üretim yapan ve dünya pazarında ABD ve Avrupalı emperyalistlere boyun eğmek durumunda olan ülkeler için büyük ticaret açıkları getirdi. Çin’in ekonomik üretimi ağırlıklı olarak tarım ve tekstil gibi emek-yoğun sektörlere dayanıyor. DTÖ üyeliğinin ardından en çok zarar görecek sektörlerden biri tarım. Anlaşmayla birlikte tarımda uygulanan gümrükler yüzde 21.2’den yüzde 17’ye indirilecek. Kotalar kaldırılacak ve özel şirketler arasında ticaret gerçekleşecek yani muhataplardan herhangi biri devlet olamayacak. Ayrıca destekleme politikalarından da vazgeçilmesi istenecek. Tüm bu politikaların 900 milyon insanın tarım ve tarıma bağlı sanayilerden geçimini sağladığı bir ülkede nasıl bir yıkım getireceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Çin’in umudu ise tekstil sektörünün önündeki kotaların kalkması ile Çin ürünlerinin dünya piyasalarına açılabilmesi. Otomotiv sektöründe ise gümrükler 6 yıl içinde bugünkü oranların yüzde 80-100 oranında aşağısına çekilecek. Çin’in telekom sektörü de ilk defa yabancı sermaye gruplarına açılacak. Çin Mobil Çin Unicom Çin Telecom gibi telekomünikasyon devlerinin hepsinin yabancı ortak almaya hazırlandıkları belirtiliyor. Finans sektörünün de emperyalist yağmaya açılmasıyla özellikle Avrupalı sigorta şirketlerinin bu kalabalık ülkeye akın etmesi bekleniyor.1
Yabancı sermayenin ülkeye girişini kolaylaştırmak için son yıllarda ardı ardına yapılan serbest bölge düzenlemeleriyle birlikte ciddi şekilde sarsılan kamu işletmelerinin birçoğu çözümü yabancı ortaklar bulmakta görüyor.
“Ülkenin büyük petrol işletmelerinden PetroChina BP’den 640 milyon dolarlık bir yatırım yardımı alacak. DTÖ anlaşmasının ardından BP gibi petrol şirketlerinin önüne binlerce istasyonluk bir pazar açılacak. Shell ve Exxon-Mobil de ülkede dağıtım ağına katılmak için çeşitli girişimlerde bulundular.”14
“Çin şu anda gelişmekte olan ülkelere giren yabancı yatırımların yüzde 40’nı alıyor. Ancak tüm dünyadaki yabancı yatırımlar göz önüne alınırsa bu rakam yüzde 10 civarında. Çin’den beklenen ise yatırım alanları konusundaki kısıtlamalardan ulusal hukukun koyduğu engellerden kendisini arındırması ve ekonomiyi emperyalist şirketlere koşulsuz olarak açması. Çin’e giren yabancı sermaye oranı aslında Brezilya’ya giren yabancı sermaye oranından daha düşük.”15
Buna rağmen Çin’e büyük bir önem verildiğini Çin pazarının çok fazla önemsendiğini görüyoruz. Nedeni ise hem kamu sektörünün daraltılmasıyla ortaya çıkacak yepyeni sömürü alanlarının bir potansiyel olarak iştah kabartması hem de Çin’in kapitalizme tam anlamıyla geçiş aşamasını bu ülkeyi pohpohlayarak hızlandırma ve kolaylaştırma isteği. Ülkede yaşanabilecek olası bir karşı çıkışın da böylesi ideolojik bir bombardımanla boğulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.
Çin’in ticaret dengelerine baktığımızda da ithalatı ihracatına göre hızla artan bir ülke ile karşılaşıyoruz. Ülke ekonomisinin enerji probleminin çözümü Orta Asya’dan ithal edilecek gaz ve petrole bağlı. Tarım ürünleri ve tekstile dayalı ihracatına karşılık sermaye yoğun üretim yapan Güney Kore Tayvan gibi ülkelerden ileri teknoloji gerektiren pek çok ürünün ithal edilmesi Çin’in dış ticaret dengeleri üzerinde olumsuz bir etki yapıyor.
”Çin’in resmi istatistiklerine göre 2000 yılında gaz, petrol ve buna bağlı hammaddelerin ithalatı yizde 146, endüstriyel kimyasal ürünlerin ithalatı ise yüzde 28.7 artmış durumda. Saydığımız ürünlerin ihracat oranları ise sırasıyla yüzde 64 ve yüzde 18 arttı.”2
“Sosyalist piyasa ekonomisi” ve sınıflar arası dengelerin yeniden harmanlanması
Avrupa ve ABD’de yayınlanan hemen hemen her yayında Çin’in gerçekleştirmekte olduğu ekonomik yeniden yapılanma üzerine birbirinin tekrarı olan yazılara ulaşmak mümkün. İddia ise Çin’in ekonomik büyümesinin aynı şekilde devam etmesi halinde ülkenin 2015 yılına kadar ekonomi alanında ABD’ye yetişeceği ve ABD’nin en önemli rakibi olacağı yönünde. Çokça gündeme gelen DTÖ üyeliği öncesinde bu iddiaların nereye oturduğuna ve Çin ekonomisinin gerçekte nereye gittiğine bakmak gerekiyor. Açıklanan resmi rakamlara göre 1978 yılından başlamak üzere Çin planlı ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş için bir dizi adım atmaya başladı. İlk olarak ise tarımdaki kolektivizasyonun yerini aile merkezli küçük köylülüğün alması sağlandı. İkinci adımı ise özel sektörün de yatırım yapmasını sağlayabilecek düzenlemeler oluşturuyor.
Çin’in ekonomik büyümesi 1978’den bu yana yıllık yüzde 8 civarında seyretmektedir. Bu hızla devam ederse 2020 yılına kadar ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi olacaktır.3 Yabancı yatırımların ve özel sektörün gelişmesinin bir nimeti olarak sunulan büyüme oranı tabii ki ülkede eşitsizliklerin de artmasına neden oluyor. Eşitsizliklerin özellikle bölgeler arasında yaşanması etnik sorunların da yaşandığı ülkede gelecekte önemli sorunların ortaya çıkacağının işareti gibi. Ticaretin ve sanayinin yoğunlaştığı Hong-Kong ve Tayvan’la çalışan kıyı kesimlerinde zenginlik artarken bu kesimlerle ülkenin kısmen geri kalmış doğu ve iç kısımları arasındaki uçurum büyümeye devam ediyor. Tabii ki kapitalizmin yayılmaya başladığı bir ülkede aynı bölgede yaşayan kesimler arasında da eşitsizlikler hızla büyüyor. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle beraber ülkenin tüm zenginliklerini hızla sömüren ve burjuvalaşmada en önde gidenler yozlaşan ve karşı-devrimcileşen partinin üst düzey yöneticileri olmuştu. Çin için de benzer bir gidişattan bahsetmek mümkün. Ülkede yaşanan kapitalistleşme sürecinden en fazla rant toplayanlar yabancı ve yerli kapitalistler dışında partinin yönetici kesimi. İşçi sınıfının ise günden güne tıpkı köylüler gibi fakirleştiği bilinen bir gerçek. Şehirlerde bulunan işgücünün 1989’da yüzde 49’u özel sektörde çalışırken 1995’te bu oran yüzde 148’e çıkmış durumda.4
Çin’in değişen yüzünü en iyi temsil eden örneklerden biri ise International Herald Tribune gazetesinde çıkan bir haberde aktarılıyordu. Haber Çin’de artan otomobil kullanımı ile ilgili. İşlerine evlerine giderken bisiklet kullanan Çinlilerin görüntüleri de artık sona eriyor ve ne yazık ki kapitalizmin akılsızlığı bu devasa ülkeyi de teslim almak üzere. Bisiklet üretimi 1995’ten sonra hızla düşen Çin’de üretilen bisikletlerin büyük bir kısmı ise ihraç ediliyor. 1999 yılında Çin’de satılmak için üretilen bisiklet sayısı 1 milyon; ancak bu rakam 1977’de 6 milyondu. Bu tarihten sadece beş yıl önce resmi istatistiklere göre bu sayı 30 milyonu bulmuştu.5 Uluslararası otomotiv şirketlerinin iştahını kabartacak büyük bir pazar olan Çin’de son beş yılda trafik kazalarında ölen insanların sayısı hızla artıyor. Emperyalistlerin açgözlülüğünün bir örneği ise kendileri için Çin’in ne kadar büyük bir pazar olduğuna dair verdikleri Kodak örneği. Buna göre; “… eğer her Çinli şu an aldığı gibi yarım değil de tam rulo film alırsa Batı zengin olur.”6
Ülkede son yıllarda genişleyen burjuvazi politik alanda etkili olmanın yollarını arıyor. Kendi birliklerini kuran ve Halk Kongresi gibi organlarda daha fazla temsiliyet isteyen bu sınıf ekonomik gücünü politik güçle birleştirerek sömürü mekanizmasının önündeki engelleri böylece aşmayı amaçlıyor. İşçi sınıfının durumuna baktığımızda ise herhangi bir kapitalist ülkede yaşanan tablonun pek de dışında olmayan bir yoksullaşmanın son on yıldır ülkede işçi sınıfının ağırlığını azalttığını söyleyebiliriz. Yapılan reformlarla amaçlanan ülkede sistemin sürekliliğini sağlayacak bir orta sınıf yaratabilmek. Eğitim düzeyi daha yüksek görevliler kamuda üst düzey yöneticiler özel sektörde yüksek maaşlı profesyonel yöneticiler teknisyenlerden oluşan yeni orta sınıf ülke nüfusunun ancak yüzde 10’unu oluşturabiliyor; çalışan nüfusun yüzde 61’ini oluşturan işçi ve köylüler serbest piyasa düzenlemelerinden dolayı yoksullaşmaya işsizleşmeye devam ediyorlar.
Kamu sektöründe çalışan işçiler parti mekanizmalarına doğrudan ulaşabildikleri ve işyerlerinde örgütlü oldukları için kazanımlarını şu ana kadar kısmen koruyabildiler. Ama serbest piyasaya uyumlu hale getirilmeye çalışılan kamu sektöründe de işçilerin uzun süreçte bulundukları durumun çok daha gerisine düşecekleri kesin gibi. İşçi sınıfının en kötü koşullarda çalışan kesimi ise Uzakdoğu sermayesinin kurduğu özel işletmelerde çalışanlar. Günde 12-13 saat çalışılan tatil günü bile olmayan işçi sağlığının tamamen göz ardı edildiği bu yerlerde çalışan işçiler bize Güney Kore’de ya da Tayvan’da yaşanan sömürüye benzer bir profilini sunuyor. Endüstri devriminin yaşandığı 18-19. yüzyıl Avrupa’sını aratmayan koşullar genellikle ABD ve Avrupalı emperyalistlere taşeron iş yapan Hong-Kong Tayvan Güney Kore kökenli sermayenin kurduğu fabrikalarda yaşanıyor. Çin hükümeti ve yerel yetkililer yabancı sermayeyi çekebilmek için onların iş yasalarını ve işçi güvenliğini hiçe sayan her türlü faaliyetlerine göz yumuyorlar.
Köylerde ise gelirlerin hızla düşmesi yapılan reformların kırsal bölgeleri fakirliğe itmesi sonucu köylülerin durumu da hızla kötüleşiyor. Köylülerin önemli bir bölümü ise şehirlere göç etmeye başladı. Göçün tarımsal üretimi de kötü etkilemesi bekleniyor.
“Ülkede kırsal alandan şehirlere yaşanan göçlerle ve serbest piyasa koşullarında ayakta durmayı başaramayan devlet işletmeleri kolektif işletmelerden çıkarılan işçilerle birlikte fakirlik sınırının altında yaşayan insan sayısının yüz milyonu bulduğu sanılmaktadır.”21
Ülkenin kapitalistleşme sürecine karşı durmaya çalışanlar ise tek tek pasifize ediliyor. Komünist Partiye 1949 yılından beri üye olan ve bugünkü parti yöneticilerini komünist ilkelere aykırı davranmakla suçlayan Zhou Wei’nin tutuklanması buna bir örnek sadece.
Ulusal Solun Avrasya Stratejisi
Çin’i beğenmeyen “solcuların” diğer pek çok konuda olduğu gibi liberalizmin sınırları içinde düşünmeyi başarabildikleri görülüyor. Çin’i baskıcı otoriter devlet yapısı ve insan hakları konusunda eleştirmeye çalışan bu tür aklı evvellere cevap yetiştirmek istemiyoruz. Konu birkaç insanın saflıklarının ötesinde tamamen liberalizmin sola sızmasıyla ilgilidir. İnsan hakları sopasını ellerinde tutarak istedikleri ülkeyi istedikleri şekilde suçlayan emperyalistlerin dünyada işledikleri insanlık suçlarını tekrar anlatmaya gerek yok . Bu coğrafya üzerinde birçok ülkede yapılan katliamların arkasında ABD’nin ve AB ülkelerinin olduğu bilinen bir gerçek. Örnek olarak Vietnam’ı ya da Endonezya’daki komünistlerin katledilmesini hatırlamak yeterli olacaktır. Ama Çin örneğinde de rahatlıkla görülebileceği gibi emperyalistler ülkelerin iç işlerine müdahale etmek istediklerinde hep aynı masalı anlatıyorlar. İnsan hakları ihlalleri ve yolsuzluğun yaygınlığından tutun da demokrasi kültürünün yerleştirilmesi ve iyi yönetişim sorununa kadar pek çok argüman aynı anda her yerde dillendirilmeye başlıyor. Bazı solcuların emperyalistlerle aynı dili konuşmaya başlamalarında bir sorun olduğunun “farkında olamamaları” gerçekten utanç verici. Çin’den bahsederken biz de tabii ki aynı tuzağa düşmeyeceğiz. Biliyoruz bugün emperyalistler için bir ülkeyi sindirmenin yollarından biri insan hakları konusunda o ülkeyi uluslararası kamuoyunda suçlu göstermektir. Çin’de 1989 yılında öğrenci protestolarıyla başlayan Tiananmen olayları da benzer bir içerikle ısıtılıp ısıtılıp sunuluyor. Tiananmen’de “demokrasi” isteyenler aynı zamanda sınırsız yağmacı bir kapitalizmi de istiyorlardı. New Left Review’da Tiananmen olaylarına bizzat katılmış öğrencilerle yapılmış olan röportaj “daha fazla özgürlük” diye bağıranların Çin için gerçekte nasıl bir düzen istediklerinin iyi bir ifadesi olabilir.7 Sloganın Türkiye solunda da bazı kesimlerce kullanılması ise kötü bir “tesadüftür” sadece.
Türkiye solunun ulusalcı ve Maoist bölmesi ise oluşturulabilecek bir Avrasya bloğunun hayalleri ile yatıp kalkıyor. Onlara göre Çin Orta Asya Cumhuriyetleri’nin bir kısmı Rusya Hindistan batı emperyalizmine karşı bir ittifak geliştirebilir:
“…Sosyalist Çin 2010’dan sonra dünyanın en büyük ekonomisi oluyor. Türkiye için Batıya direnirken büyük bir güvencedir denge unsurudur ve ekonomik ilişkilerimizde bir seçenektir. Batıdan gelen tehdidi göğüslemek ABD ve Avrupa ile ilişkilerimizi normalleştirmek istiyorsak bölge ülkeleri yanında Çin Rusya Hindistan gibi ülkelerle dostluk ilişkileri geliştirmek durumundayız…”23
Daha önce de belirttiğimiz gibi bu saydığımız ülkelerden hiçbirinin anti-emperyalist bir duruşları yok. Çin gibi diğerleri de emperyalist kurumlara göbeklerinden bağlı durumdalar; bu bağımlılık tabii ki emperyalizmin tüm yönlerinin içkinleştirilmesini gerektiriyor. Çin’de açılan dünyanın en büyük McDonalds’ı emperyalist kültürün binlerce yıllık köklü bir kültürü nasıl da kirletmeye başladığının en iyi örneği. Ayrıca Çin’in resmi söyleminde her ne kadar çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin gerekliliğinden ulusal meselelerde ülkelerin iç işlerine karışılmamasından bahsediliyorsa da globalleşmenin tek başına kötü bir şey olmadığı da buna ekleniyor. Çin’e göre küreselleşmenin olumlu sonuçlarından herkesin eşit olarak yararlanmaması önemli bir sorun. Peki bu yaklaşımdan anti-emperyalizm çıkar mı Çin’in resmi makamlarının söylemleriyle ortalama bir Avrupa sosyal demokratın söylemi arasındaki fark nedir
Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Çin’e gider ulusal solcularımız Türkiye’nin de dahil olduğu Şanghay 6’lısından bahsetmeye başlarlar. Sovyetler Birliği’nin sosyalist politikalarını anti-emperyalist mücadelesini beğenmeyenlerin bugün düştükleri durum komik olmanın ötesine geçmekten aciz.
Sonuç
Çin’de serbest piyasa mekanizmasının tamamen yerleşmesi için hala uzun bir süre gerekiyor. Ülkenin nereye gideceğini de bu sürecin işleyişi ve ülkedeki siyasi aktörlerin alacağı tavır belirleyecek. Çin Komünist Partisi ülkenin geleceğini şekillendirecek en önemli güç. ÇKP’nin günümüzde net ilkesel bir duruşu olduğunu belirtmek zor görünüyor. Kendi içinde de Çin’in geleceği ve içerisinde bulunduğu durum konusunda tedirginlik duyanların bulunduğu söyleniyor. Ancak Deng yönetiminde başlayan reformlarla birlikte Maoizm simgelerle anmalarla yaşatılacak şekilde sınırlandırıldı. Parti çizgisinin temel belirleyeni güçlü bir Çin yaratmak. Kapitalist ama güçlü bir Çin hedefi uzun zamandan beridir netleşmişti. Önümüzdeki yıllarda Çin’in devletin rolünün ağırlıkta olacağı bir kapitalist ülke olacağını kestirmek mümkün partinin rolünün ne olacağını merak edenler için şunu belirtmek gerekiyor: Ülkenin içine girdiği dönüşümün ideolojik altyapısı ancak milliyetçilikle beslenebilir. Partinin ideolojik söyleminde de giderek ağırlık kazanan milliyetçilik Çin’in etrafındaki birçok ülke gibi devletin baskı rolünün fazla olacağı bir piyasa kapitalizmine doğru hızla yol aldığını gösteriyor. Yani Çin siyasetindeki milliyetçi ton yine hakim renk oluyor.
21 QINGLIAN He, ”China’s Listing Social Structure”, New Left Review, S.5, Eylül-Ekim 2000, s.78-87.
22 CHAOHUA Wang, DAN Wang, MINQI Li, A Dialogue on the Future of China, New Left Review, Mayıs-Haziran 1999, s.62-106.
23 PERİNÇEK Doğu, ”Soru-Cevap: Çincilik Suçlaması”, Teori Dergisi, S.139, Ağustos 2001, s.77.
Çin’in ve ulusal solcuların iddia ettiği gibi “çok kutupluluk mümkün mü” sorusunu yanıtlamaya çalışırken çok kutuplu dünyada iki farklı ideolojinin olması gerektiğini unutmamalıyız. Sosyalizm ve kapitalizm çelişkisi ile açıklayabileceğimiz bir kutuplaşmanın SSCB’nin çözülüşünden sonra nesnelliğini yitirdiğini biliyoruz. Çin’in ulusal denetimi “önemseyen” bir modelle uluslararası emperyalizmle bütünleşme süreci bir kutup olmanın ideolojik ve siyasi altyapısını sağlamıyor. Günümüzde dillendirilen çok kutupluluğu emperyalist hiyerarşide bir yükselme mücadelesi olarak görmek zorundayız.