“Yüzyıldan fazla süren bir ihmalden sonra eski sivil toplum ve devlet konusu yeniden Avrupa siyaseti ile toplumsal kuramında hayati önemi bulunan bir tema haline geliyor. Bu konu ilk kez on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Bundan sonra da belirsizleştiği (veya belirsizlik içine itildiği) ve hemen hiçbir iz bırakmaksızın yok olduğu on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar kısa ama dikkat çekici bir kariyere sahip olmuştur. Dolayısıyla sivil toplum ve devlet arasındaki ayrımın son dönemlerde yeniden popülerlik kazanması kafa karıştırıcı bir sürpriz gibi görünmektedir.” [John Keane]
Sivil toplum konusunda bir “guru” olarak kabul edilen John Keane editörlüğünü üstlendiği “Sivil Toplum ve Devlet Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar” 1 başlıklı kitabına yukarıdaki bu cümlelerle başlıyordu; yıl 1988. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de 80’lerde başlayan ve bir ara kesintiye uğrayan sivil toplum tartışmaları bugün kuru bir tartışma olmaktan ziyade politik bir zeminde yeniden önümüze konuyor. Çünkü artık kimileri “sivil toplumda” örgütleniyor. Ancak bu “sivil toplum”un ne olduğu söylencelerin ötesinde pek bilinmiyor; ne olmadığı ise yüzlerce sayfaya sığdırılamıyor. Örgütlenilebildiğine göre vardır herhalde diyenlerden; uzun uzun tartışmalar yürütenlere çok geniş bir yelpazede savunucuları bulunuyor. Ama en önemlisi sivil toplumcu siyaset kısaca sivil toplumculuk; siyasetin gündemini asli konusu olan iktidardan uzaklaştırıcı bir siyaset tarzı olarak dayatılıyor.
Marksistler ise “yoktur” kestirmeciliğine düşmemek; ne olduğunu neden ve ne zaman hortladığını ve en önemlisi kime hizmet ettiğini açıklamak Türkiye soluna anlatmak durumundadır.
Bu çalışmada sivil toplum kavramının evriminden hareketle bu soruların yanıtları aranacak. Bunu yaparken de sivil toplum kavramının marksizmdeki karşılığını ortaya koymaya çalışacağım. Sivil toplumcu siyasete ya da Kemal Okuyan’ın ifadesiyle söylersek sivil toplumcu siyasetsizliğin kökenlerine ya da hareket noktalarına ayna tutmaya çalışacağım. Çünkü bugün gelinen noktada Türkiye’de sivil toplumculuk evet solun önüne konan en büyük yutturmacadır 2 .
Türkiye’de sivil toplum tartışmaları denildiğinde akla ilk gelen bir isim var: İdris Küçükömer. Bu çalışma ne yazık ki İdris Küçükömer’in düşünsel serüveniyle ilgili değil. Çünkü Küçükömer’in “cuntacılıktan sivil toplumculuğa” uzanan ve temelleri Yön ve Ant dergilerindeki yazıları ile oluşan düşünceleri esas olarak Türkiye kapitalizminin geç kalmışlığıyla geç-kapitalistliğiyle ilgili bir tartışmada ancak yerli yerine oturacaktır; Türkiye’de sivil toplumculuk bağlamında değil 3 .
Buna karşın Küçükömer’i sivil toplumculuk bağlamında değerlendirenler de var ve belki bu çalışma açısından kayda geçmesi gereken tek nokta da bu. 90’larda Türkiye’de sivil toplum tartışmaları gündeme geldiğinde İdris Küçükömer’in çalışmaları sivil toplumculuğun “yereldeki” kökeni teorik ve tarihsel arkaplanı olarak sunulmuştu. Bir örnek vererek geçiyorum: Türkiye’de sivil toplumculuğu destekleyen uluslararası kuruluşlardan biri olan Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi (WALD) Küçükömer anısına akademisyen ve aydınların katıldığı toplantılar düzenlemiş ve sonuçlarını da kitaplaştırmıştır 4 .
Marksizmden kaçarken sivil toplumu keşfedin!
Sivil toplumculuğun bugün ulaştığı noktayı kavramak açısından önemli bulduğum iki özgün eseri anarak başlamak istiyorum. Bunlardan ilki Kürşat Bumin’in “Sivil Toplum ve Devlet” başlıklı eseridir 5 . 1980 darbesinin hemen ardından 1982’de “Yazko İnceleme Özendirme Ödülü”ne layık görülmüş eserin özgünlüğü kapsam itibariyle sivil toplum üzerine Türkçe olarak yapılmış ilk çalışma olmasından geliyor. İkinci çalışma ise Gülgün Erdoğan Tosun’un 1998 yılında vermiş olduğu doktora tezinin kitaplaştırılmış hali: “Demokratikleşme Perspektifinden Devlet Sivil Toplum İlişkisi” 6 .
Basım yılları arasında neredeyse yirmi yıl olan bu iki kitabı burada özellikle tartışacak değilim; ancak geçen yirmi yılda işleyen sürecin önemli iki ürünü olduğunu mihenk taşları olduğunu da düşünüyorum. Neden böyle gördüğümü birazdan açıklayacağım.
Bumin’in eserinde sivil toplum-devlet ilişkisi ekseninde -öyle ya da böyle marksist kavramlarla- sosyalizmin kimi sorunları tartışılırken bir anlamda sivil toplum ve Gramsci keşfediliyor ve başta proletarya diktatörlüğü olmak üzere leninizm reel sosyalizm eleştiriliyordu. 1987’de Aydın Giritli “sivil toplumcuk özünde bir tepkidir” derken Bumin’in çalışmasını ve sivil toplumculuğun ortak paydasını solda “siyasete reddiye” olarak tanımlıyordu 7 . Sol kendine bir yol arıyordu. Buralardan kaçmalıydı aşmalıydı. İktidardan kaçış başlamıştı… Sivil toplumculuk çok geçmeden demode oldu. Ama marksizmden kaçışa vesile olmayı da başardı.
Neredeyse bir yirmi yıl sonra sivil toplumculuğun yeniden moda olduğu günümüzde sivil toplum-devlet üzerine Tosun’un yaptığı çalışmada ise Marx’a tek bir atıfta bile bulunulmadığına tanık oluyoruz. İkincil kaynaklar gösteriyor bize Tosun: John Keane Anthony Giddens Fuat Keyman Ahmet İnsel gibi. Tosun’un çalışması zaten marksizm içi bir tartışmayı sürdürme iddiasında da değil. O demokratikleşme sorunsalını inceliyor: “Sonu olmayan bir serüven olarak demokratikleşme” sivil toplumun ve devletin demokratikleştirilmesi ile “yurttaşların kendilerini ilgilendiren sorunları ortaya koydukları tartıştıkları ve söylem düzeyinde formülleştirdikleri bir özerklik alanı olarak kamusal alanın çoğulculaşması sürecinin ayrılmaz parçaları olarak yorumlanmaktadır” 8 .
Artık sivil toplum-devlet ilişkilerinden hareketle tartışılan ve sorunlarına çözüm aranan sosyalizmin değil kapitalizmdir. 80’lerin başında Türkiye’de radikal sola sivil toplumculuk ile vurulan darbe 90’ların sonunda solun radikal demokrasiye terk edilmesine katkı koymuştur. Ancak demokrasi retoriğinin solu meşgul etmesinin elbette ki tek aracısı “sivil toplum” değildir.
Radikal demokrasiye ve bugünün sivil toplumculuğuna yazının sonunda yeniden dönmek üzere şimdi sivil toplum kavramının bugün taşıdığı anlamı ve önemini açıklayabilmek için kavramın evrimine dönebiliriz sanırım.
Önemli dönemeçler
Sivil toplum kavramının sol açısından önemsenmesi gereken iki dönemece sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu dönemeçlerden ilki Marx’ın ünlü Hegel eleştirisidir. Diğeri ise hiç kuşkusuz Gramsci’nin bizatihi kendisi.
“Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”nde Marx devlet üzerine sadece Hegel ile değil Thomas Hobbes John Locke Charles de Montesquieu Jean Jacques Rousseau ile de hesaplaşma olanağı bulmuştur:
“Ortaçağ (Alman dönemi) tarihin sahnesi olarak kırdan hareket eder ve gelişmesini kent-kır antitezi içinde sürdürür; modern tarih ise antikitedeki kentin kırlaşmasının tersine kırın kentleşmesinin tarihidir. Kentte bir araya gelmekle cemaatin varlığı bağımsız bir ekonomik gerçeklik kazanır; kentin bir kent olarak varolması birbirinden bağımsız bir konutlar toplamından farklıdır. Bütünlük burada parçaların toplamından ibaret değildir; bir çeşit bağımsız organizmadır” 9 . [MARX Karl]
Marx’ın “Grundrisse”de tanımladığı bu organizmayı burjuvazinin öncü düşünürleri kentin kır üzerindeki egemenliğinin kurulduğu süreçte “sivil toplum” olarak formüle etmişlerdir.
Bir üretim biçimi olarak feodalizmin Batı Avrupa’da egemen olmasının hemen ardından yassallık ilişkilerinden bağımsızlaşmaya başlayan Ortaçağ kentinden ve feodalizmin bunalımı ile büyük bir hız kazanan kırdaki sınıf mücadelelerinden beslenen burjuvazinin yükselişine koşut işçi sınıfı siyasi bir özne olarak tarih sahnesindeki yerini alınca bu yeni düşmana karşı çoğu durumda aristokrasi ile uzlaşmak zorunda kalan burjuvazinin gericileşmesine değil iktidarı ele geçirmesine bağlı olarak sivil topluma atfettiği önemin de ortadan kalktığına tanık oluruz. Çünkü burjuvazi için sivil toplum burjuva toplumudur. Burjuvazinin devleti ve mülkiyeti tekelinde tutan aristokrasi ile uzlaşmaz çelişkisini çözmesi demek mülkiyet tekelini alması ve temsiliyet sorununu çözmesi demektir.
Önsöz’de sivil toplumun anatomisi
“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın Önsözü’nde Marx şöyle der:
“Benim uzmanlaşmış çalışmalarımın konusu felsefe ile tarih yanında ikincil bir bilgi kolu saymış olmama karşın hukuktu. (…) 1842- 1843’de Rheinische Zeitung’un başyazarı olarak ilk defa maddi çıkarlar denen şey üzerine yazı yazmak gibi zor bir yükümlülükle karşılaştım” 10 .[MARX Karl]
Gazetede tartışılan orman kaçakçılığı toprak mülkiyetin parçalanması serbest ticaret ve himayecilik gibi gündemler başyazarın dikkatini iktisadi sorunlara yöneltirken “Fransız sosyalizmine ve komünizmine” gösterilen ilgi de onu “Fransız eğilimlerinin asıl niteliği” üzerine bir karara varmaya zorlamaktadır.
Örneğin orman hırsızlığına karşı 1842 Ekim ayında Ren Bölgesi Eyalet Meclisi’nde hazırlanan yasa taslağında (debatten über das Holzdiebstahlgest) orman hırsızına verilmesi öngörülen ceza orman sahibinin zararının karşılanması için hırsızın emeğini orman sahibinin emrine vermesi olarak tarif edilince hukuk ile iktisat arasındaki ilişkiyi çözümlemek; “genel çıkarı temsil etmesi gereken” devletin mecliste temsil edilen zümreler (sınıflar da denebilir ya da kavramın Ortaçağ’daki anlamıyla Stande) tarafından nasıl olup da özel mülkiyet yararına hizmet ettiğinin açıklanması Marx’ın ilgisini çekmiştir.
“Kafamda biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma hegelci Hukuk Felsefesi’ni eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu” diyen Marx’ın 1843 yılının Mart ayından Ağustos ayına kadar üzerinde yoğunlaştığı bu çalışmaların bir kısmı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı Giriş” 11 başlığıyla 1844 yılında “Deutsch-Französische Jahrbücher”de (Alman Fransız Yıllıkları) yayımlanıştır. Çalışmanın bütünü ise çok daha sonra Riazanov tarafından gün ışığına çıkarılabilmiş olup Türkçe’de de “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” ismiyle basılmıştır 12 . “1843 Elyazmaları” olarak anılacak olan bu çalışmalarıyla birlikte ekonomi-politiğe yoğunlaşan Marx’ın vardığı sonucu yine Önsöz’de Marx’tan dinleyelim:
“Araştırmalarım devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı tam tersine bu ilişkilerin köklerinin Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı” 13 . [MARX Karl]
Hegel’in “Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı Giriş”te “İnsan insanın dünyası devlet toplum anlamına geliyor. Bu devlet bu toplum dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretiyor çünkü kendileri alt üst olmuş bir dünya oluşturuyor” 14 diyen Marx Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde “Hegel’de koşul kendi tersine koşullanana dönüşür belirleyen öğe belirlenen öğe olarak koyulur ve üretici öğe kendi ürününün ürünü olarak görülür” 15 diyerek yeniden ayakları üzerine dikeceği bu tersinden bakışı idealizmi kıyasıya eleştirir.
Çünkü Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde tartıştığı Hegel’e göre sivil toplum (burjuva- sivil toplum Bürgerliche Gesellschaft) devlet tarafından oluşturulmaktadır.
Hegel’in bu devleti aristokrasinin iktidarı yükselen burjuvaziye topyekun terk etmediği ama onunla paylaştığı bir devletin felsefi siyasal ifadesidir; esasen bir devlet projesidir. İktidarın sahibi olan aristokrasinin iktidarını uzlaşarak da olsa sürdürme aranışına yanıt vermeye çalışır Hegel.
Bu tartışma içinde Hegel’in özgünlüğü ya da dehası Marx’ın da teslim ettiği gibi “Burjuva-sivil toplum ile siyasal toplum arasındaki ayrılığı bir çelişki olarak görmesi”dir 16 . Çünkü “Ortaçağda sivil toplum sınıfları özel sınıflar olmadıkları ya da özel sınıflar siyasal sınıf oldukları için sivil toplum sınıfları olarak yasama gücüyle donatılıyordu” 17 . Yani iktisadi etkinlik ile siyasal etkinlik çakışıyor en kaba tabiriyle en büyük toprak sahibinin kral olduğu bir sistem işli-yor; yasama da yine bu iktisadi etkinlik eliyle oluşuyordu. Ayrıca cinsel etkinlik de bu sistemin taşıyıcısı durumundaydı -iktidar babadan oğula geçiyordu. Hegel’in aynı zamanda dehası olan burjuva-sivil toplum ile siyasal toplum (devlet) arasında ortaya çıktığını -İdea’nın gelişmesinin zorunlu bir uğrağı olarak- gördüğü bu ayrılık aynı zamanda Hegel’in çabasını hem felsefi hem de siyasal açıdan sonuçsuzluğa mahkum ediyordu. Burjuvazinin aristokrasi karşısında gelişiminin dayanağı olan bu ayrılık burjuvazinin gelişimine hizmet ederken kapitalizmin gelişimi de ayrılığın derinleşmesine yol açıyordu. Devlet -Hegel’e göre- tehdit altındaydı. Bu da Hegel’i burjuva-sivil toplum ile devleti karşı karşıya koymak zorunda bıraktı. Marx’ın ifadesine göre Hegel yanlış bilincin zorlamasıyla bir birey olarak burjuvanın kendi siyasal temsili (meclisler) için sınıfsal aidiyetini yadsıması gerektiğini iddia etti; ancak aile-tarım ile sanayi-ticaret eksenli iki hakim sınıfın mücadelesine konu olan bu geçiş devleti “tahayyülü” çok uzun ömürlü olamadı.
Hegel bu ayrılığın burjuva olarak bireyin gerçeklikte iki ayrı örgütlenme içinde yaşamasına yol açtığını ifade ediyordu: Bürokratik örgütlenme ve toplumsal örgütlenme.
“Toplumsal örgütlenme burjuva sivil toplumun siyasal devlet olarak siyasal devlet üzerinde hiçbir etkisi olmayan örgütünü oluşturuyor ve bu örgüt içinde birey devletin dışında yer alan özel bir kişi durumuna geliyor. (…) Bürokratik örgütlenmede devlet birey ile biçimsel bir karşıtlık içinde; toplumsal örgütlenmede birey devlet ile maddesel bir karşıtlık içinde bulunuyor. Öyleyse gerçekten yurttaş durumuna gelmek ve ‘siyasal bir önem ve etkinlik’ kazanmak için burjuva bireyin burjuva-sivil gerçekliğini bırakması kendini onun etkisinden kurtarması tüm bu toplumsal örgütlenmeden çekilmesi ve salt bireyselliğine indirgenmesi gerekiyor; (…) Çünkü hükümet olarak devletin gerçekliği daha önce o olmaksızın oluşmuştur” 18 . [MARX Karl]
Burjuvanın özel etkinliğinin ürünü olan sivil toplum özel alan ancak yasama gücünün bir öğesi olarak meclislerde evrensel hale gelebiliyor yani “… ‘Siyasal önem ve etkinlik kazanmak için’ burjuva yurttaşın kendi öz sınıfını kendi öz niteliğini yadsıması gerekiyor çünkü kendi sınıfı tam da birey ile siyasal devletin arasına giriyor” 19 .
Kısaca; Hegel birey olarak burjuvaya siyasal temsiliyetinin bedeli sınıfsal aidiyetini devletin kapısında bırakmaktır diyor. Çünkü devlet kadir-i mutlaktır.
Hegel’de devlet burjuvazinin özgül etkinliğinin ürünü olan burjuva-sivil toplumu yani özel alanı oluşturur ve belirler. Burjuvazi sınıfsal özünü meclise yani yasamaya taşıyamaz; çünkü özel alandaki bu iktisadi etkinlik siyaseti belirleyemez. Özel alanın doğası buna aykırıdır. Çünkü devlet aklın cisimleşmiş biçimidir.
Maddi üretimin aynı zamanda siyaseti de denetiminde tutan aristokrasinin tekelinde olduğu ortaçağ düzeninin yerini kapitalizmin egemenliğine bıraktığı süreçte iktisadi etkinliğin ve buna bağlı olarak da siyasal gücün siyasi egemenliği elinde bulunduran sınıfın elinden kayıp gitmesine karşı Hegel’in umutsuzca bir direnç olarak geliştirdiği bu devlet-sivil toplum ilişkisi Marx tarafından devletin sivil toplumu değil sivil toplumun yani maddi üretimin devleti belirlediği tezi ile aşılmıştır. Burjuvazi bir kez tarih sahnesinde yerini alınca kaçınılmaz olarak iktidarı da alacaktır.
Ulaştığı sonuçlar ne olursa olsun Hegel “Siyasal öğe olarak meclisler çağdaş toplumda devlet ile burjuva-sivil toplum arasında varolan gerçek ilişkinin yani onların ayrımının gerçek dışavurumundan başka bir şeyi oluşturmuyorlar” diyerek Marx’ın da tespit ettiği gibi çağdaş toplumun bir sonucunu dile getirmektedir 20 .
Öte yandan bu çalışmada sadece belirterek geçebileceğimiz ancak devletin korporatist karakteri açısından üzerinde önemle durulması gereken Hegel’in kendini devletin hizmetine adayan sınıfa evrensel sınıfa yani memurlar sınıfına dair yaptığı güçlü vurgudur. Siyasi etkinlik ile iktisadi etkinliğin ayrıştığı (karşı karşıya geldiği) süreçte çatışmayı engellemek için ortaya çıkan boşluğu kapatmakta Hegel’in kullandığı önemli bir araç bu memurlar sınıfının dayandığı bürokrasidir.
“Özel alan burjuva-sivil toplumun durumunu ya da burjuva-sivil toplum özel alanı oluşturuyor. Bundan ötürü Hegel evrensel sınıfı meclisler tarafından oluşturulan yasama gücü öğesine çok mantıklı olarak sokmuyor” 21 . [MARX Karl]
Özetlersek; Marx bu araştırmalarında doğrudan emek zümresinin (der Stand der unmittelbaren Arbeit) yani mülksüzler kitlesinin aslında burjuva sivil toplumun varolabilmesinin ön koşulu olduğunu bulur ve mülkiyet ilişkilerinin “sivil toplum”u gerçekleştirdiğini (ürettiğini) ortaya koyar. Devlet de bu “sivil toplum”un bir sonucu olabilir ancak. İnsanın kendi gerçekliğine yabancılaşmasının kökeninde özel mülkiyetin yattığını görmesinden hareketle “yapay olarak yaratılan yoksulluğun” sorumlusu üretim araçlarının özel mülkiyetidir der: Kapitalizm. Çözüm yani komünizm mülksüzleştirenlerin mülksüzleşti-rilmesiyle gelecektir. Bunun da dinamiği ancak cari olarak mülksüz olanlar yani proletarya olabilir. Devleti yaratan sınıflı toplum olduğuna göre mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sonucunda varılacak sınıfsız toplumda devlet de orta-dan kalkacaktır.
Evet bu kısa özetin de ifade ettiği gibi Marx “sivil toplum” kavramını devletin sınıfsal karakterini ifşa ederken kullanmış ancak bir kere maddi üretimin belirleyiciliğini ve maddi üretim içinde sınıfların konumlarını ortaya koyduktan sonra da bu kavramı bir anlamda terk etmiştir. Bunun nedeni bu kavramın yurttaş-devlet ilişkisinde devleti çözümlemekte belli bir açıklayıcılığa sahip olmasına karşın sınıflar ile sınıflar arası ilişkileri çözümlemekte yetersiz kalması ve örneğin sömürüyü açıklayabilmekten uzak olmasıdır. Marx’ın 1845 yılında ulaştığı “üretim ilişkileri” kavramını -iddia edildiği gibi sivil toplum kavramı “yerine” olmasa da- kullanmaya başlamasından sonra sivil toplum kavramına daha az ihtiyaç duyduğu bir gerçektir.
Örneğin 1846 tarihinde tamamlanan ve üretim ilişkileri kavramının da sıkça yer aldığı “Alman İdeolojisi” isimli eserinde Marx sivil toplum kavramına yüklediği anlamı açıkça ortaya koymuştur:
“Sivil toplum üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde bireylerin maddi karşılıklı ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum bir aşamanın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da her ne kadar dışarıda ulus-topluluğu olarak kendini olurlamak ve içeride devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da devleti ve ulusu aşar. Sivil toplum terimi 18. yüzyılda mülkiyet ilişkileri ilkçağ ve ortaçağ ortaklaşalığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte üretimin ve karşılıklı ilişkinin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir” 22 . [MARX Karl]
Sonuç olarak;
1. Marx’ta sivil toplum esas olarak maddi üretimin gerçekleştiği alanı ifade eder.
2. Sivil toplum devlet karşısında yurttaşa dair bir vurguya sahiptir; sınıfları ayrıştırmaz.
3. Feodalizmden kapitalizme geçişle birlikte burjuvazinin iktisadi etkinliğiyle kapitalizmdeki anlamını kazanır.
4. Ulusun oluşumu ve ulus-devlet ile birlikte değerlendirilmelidir.
5. Devlet tarafından belirlenen değil devleti belirleyen konumdadır.
6. Üretimin örgütlenme biçimiyle siyasetten ayrıştığı bir sürecin ürünü olması nedeniyle aristokrasi-burjuvazi arası ilişkiler açısından açıklayıcı olmakla birlikte burjuvazi-proletarya arası ilişkileri açıklamakta yetersizdir.
7. Ancak üretim ilişkileri kavramı burjuvazi-işçi sınıfı ve bunların devletle olan ilişkilerini açıklayabilir ve daha önemlisi bu ilişkilerin nasıl değiştirilebileceğini ortaya koyabilir.
Bir kez daha Gramsci düşüncesi
İkinci dönemeci bizatihi Gramsci olarak tanımlamıştık. 60’ların sonu ve 70’lerde Batı Avrupa marksizminde 80’lerde de Türkiye’de keşfedilen ve aslen yeni sola ilham kaynağı olan Gramsci’nin bir kez daha Gelenek sayfalarında ele alınmasını açıkçası gerekli görmüyorum. Gelenek sayfalarında Gramsci’yi tükettiğimize ikna olduğum için değil. İnanıyorum ki Gramsci hâlâ ilgiyi hak ediyor. Ancak ne günümüzün sivil toplumculuğu ekseninde Gramsci düşüncesi artık bir ağırlık arz ediyor ne de aşağıda ortaya koymaya çalışacağımız sivil toplum kavramına dair kuramsal bir çerçeve denemesi için bir olanak sağlıyor.
Birincisinden başlarsak Gramsci düşüncesinin yeni sol üzerindeki ağırlığı yeni solun demokratikleşme perspektifi içinde kaybettiği solculuğuyla birlikte bir kimlik bulamadan uçup gitti. İkincisi Gramsci’de sivil toplum kapitalizme karşı bir strateji oluşturabilecek bütünsellikten yoksun ve böyle bir bütünselliğin oluşturulmasına imkan vermeyecek kadar kendiyle çelişik. Güncel siyasette hiçbir karşılığı olmayan bir gölge oyunu yerine okuyucuya bir kez daha “Gramsci düşüncesi bir kimlik bulamaz” diyor ve Cemal Hekimoğlu’nun bir çalışmasını tavsiye ederek konuyu geçiyorum 23 .
Sivil toplum: Kuramsal bir çerçeve denemesi
Sivil toplum kavramı tarihsel olarak ancak iktidar ilişkileri bağlamında anlaşılabilecek bir kavramdır ve günümüzdeki anlamını hukukun kaynağının dünyevileşmesiyle kazanmıştır. Esas olarak feodalizmin çözülüşüne koşut olarak feodal devlette 13. ve 14. yüzyıldan itibaren başlayan bir dizi değişimin sivil toplum kavramının bugünkü karşılığını bulmasında bir başlangıç sayılabileceği söylenebilir; ama ancak o kadar. Örneğin tüccarların işlerini yürütebilmek için okuma yazma tekelini ruhban sınıfın elinden alması gibi değişimlerdir bunlar ve burjuva toplumunun habercisidir.
Köleci toplumda hukukun dayanağı doğa feodalizmde tanrı ve kapitalizmde de toplumdur. Kapitalist üretim biçiminde siyasal toplum yani devlet meşruluğunu toplumdan ama “sivil toplum”dan alır. Bu anlamda bir sivil toplum-siyasal toplum dikotomisinden söz etmek elbette mümkündür. Ancak burada unutulmaması gereken sivil toplumun feodalizmin giderek çözüldüğü ve kapitalizmin egemen üretim biçimi haline geldiği süreçte ortaya çıkan dönüşümü açıklamak için yeniden keşfedilen ve kullanılan bir kavram olduğudur.
Bu keşfin nedeni öncelikle kapitalist maddi üretimin feodalizmin bağrında doğmasıdır. Burjuvazi bu maddi üretim sayesinde siyasal toplumu denetimine geçirmiş aristokrasiyi iktidardan uzaklaştırmıştır. Burjuvazinin özgüllüğü maddi üretimi (aristokrasinin egemenliğindeki) siyasal toplumun (devletin) dışında örgütlemiş olmasıdır. Oysa feodalizmde hem maddi üretim hem de meşruiyetini tanrıdan devralan devlet bir arada örgütlüdür.
Burjuvazinin maddi üretiminin devletin dışında örgütlenmiş olması yükselen sınıf olarak burjuvazinin bu maddi etkinliğini tamamlayan siyasi iktidara el koyması sürecinde aristokrasiyle giriştiği sınıf mücadelesinin burjuvazi ile devlet arasında cereyan ettiği sanısının doğmasını sağlamıştır. Keşfedilen sivil toplum ile devlet arasındaki ayrılıktır. Görünmez kılan bu ayrı örgütlenmeye dayanan meşhur şal. Görünen devletteki mülkiyet tekeline karşı burjuvazinin liberalizmidir.
Evet liberalizm bu iktidar mücadelesi sürecinin hem bir ürünü hem de bir aracı olup aslen aristokrasinin egemenliğindeki devletin maddi üretim üzerindeki tekelini kırmak üzere gelişmiş bir burjuva ideolojisidir. Kutsal olan özel mülkiyettir. Örneğin liberal düşünür Locke’a göre insanlar iki gruba ayrılırlar: Doğal durumda yaşayanlar yani emek-gücünden başka hiçbir şeye sahip olmayanlar ve sivil toplumda yaşayanlar yani mülk sahipleri burjuvazi. Liberalizmde özgürlük mülk edinebilme özgürlüğüdür ve mülksüzlere karşı toplumun geleceğini temsil eden mülkiyet hakkını savunmak için tüm toplum adına şiddet kullanmak meşru olup aracı da devlettir. Ekonomi politik siyasal toplum ile sivil toplumu böylece birbirine sıkı sıkıya bağlar. O kadar sıkı bağlar ki siyasal toplum ile sivil toplum birbirinden ayrıştırılamayacak kadar iç içe geçer. Devletsiz bir özel mülkiyet tahayyül etmek mümkün değildir; ama belki de daha önemlisi bu yeni üretim biçimini anlamak için sivil toplum-devlet ayrıştırması anlamsızlaşır. Anlam taşıyan ekonomi politiğin eleştirisidir. Bu eleştiri bize sınıfları sunar; bu eleştiri bize üretim ilişkileri kavramını artı-değeri ve artı-değer sömürüsünü sunar…
Ekonomi-siyaset ayrılığına dayanan değil ekonomi ile devletin ayrı ayrı örgütlendikleri bir üretim biçimi olarak kapitalizmde devlet ile egemen sınıf arasındaki ilişkiler sermaye birikiminin sunduğu olanaklara bağlı olarak çeşitli dolayımlar içerir. Özellikle işçi sınıfının siyasi bir özne/güç olarak tarih sahnesinde yerini almasından sonra burjuvazinin aristokrasiyle uzlaşma aranışlarının da belirginleştiği bu süreçte işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin belirlenimi altında ve sermaye birikiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen bu dolayımlar aslen burjuva diktatörlüğü olan devletin sınıfsal aidiyetini gizler. “Doğrudan faşizm” korporatif devlet ya da temsili demokrasi sınıf mücadelesi ile birlikte sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenir ve her biri meşruluğunu “sivil toplum” nezdinde değil işçi sınıfı üzerinde tesis eder…
Marx’ın düşüncesi özel mülkiyete dayalı kapitalizmin anlaşılmasıyla sınırlı olmayıp tasfiyesinin yöntemini de açıklar. Siyasi hedef olarak da burjuva diktatörlüğünün yıkılması yoluyla insanın özel mülkiyetin varlığına dayanan yabancılaşmasının ortadan kaldırılmasını koyar. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği bu sürecin misyon sahibi toplumsal öznesi sivil toplum değil işçi sınıfıdır; yani mülk edinme hakkı olmayan “doğal durumda yaşayanlar”.
Dün olduğu gibi bugün de pek çok versiyonuyla karşılaşılan sivil toplumcu stratejiler birikim rejiminin olanaklarınca faşist demokratik korporatist vb. biçimlerde ortaya çıkan burjuva devlette sınıfsal aidiyetinden bağışık olarak tanımlanan yurttaşın siyasal temsiliyeti hedefiyle sınırlıdır. Çünkü sivil toplum burjuva-sivil toplumdur ve üretimin toplumsal ilişkileri içinde devletin yurttaşıyla olan ilişkisini tanımlar. Burjuvazinin devletle olan ilişkisini ya da proletaryanın devletle olan ilişkisini değil. İşçinin patronla olan ilişkisini değil. İşçinin patronun devleti ile olan ilişkisini hiç değil.
Bu bağlamda kapitalizm aşılmışsa post-kapitalist bir çağda yaşıyorsak sınıflar ortadan kalkmış ya da en azından işçi sınıfı ve burjuvazi artık yoksa mülkiyet toplumsallaşmışsa sivil toplumu yeniden tanımlamak günceldir. Ancak bunun için sormak ve yanıtını da söylemek gerekir: Devlet neden hâlâ duruyor Bir avuç bürokratın bu ısrarı neden Ve en önemlisi maddi zenginlik neden hâlâ züğürdün çenesini yormakta..
Bugün sivil toplumculuk ve sivil toplum
Bir biçimde postmodernizmle ilişkide olan kavramların tanımlanmasında ciddi sorunlar bulunmaktadır ve sivil toplum kavramının bugünkü kullanımı da bu bağlamda “açık uçlu”dur. Buna rağmen bu alt bölümde olabildiğince köşeli bir sivil toplumculuk tanımına ulaşmaya çalışacağız.
Ancak başlamadan birkaç açıklama yapmakta fayda var sanıyorum. “Sivil toplum”da yürütülen faaliyetin örgütlülüğü Türkçe’de Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ya da Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) olarak anılmakta ancak bu Batı dillerinde Non-Govermental Organization (NGO) yani devlet-dışı organizasyonlar olarak geçmektedir. Bu durum bir karışıklık yaratıyor gibi görünmekle birlikte “yeni” denilen üzerinden demokratikleşme hatta sosyalizm stratejileri gelişti-rilen ve burada tartışılan örgütlenmenin kendisi değil örgütlenilen “alan” olduğu için bu karışıklık da kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Her iki ifadenin de üzerinde yükseldiği ve örgütlendiği alan “sivil toplum”dur denilmektedir. Hatta bu “sivil toplum” kendi içinde Özel Alan Ekonomik Alan ve Kamusal Alan biçiminde ayrıştırılmaktadır. Özel alan adı üstünde özel olanı yani cinsel hayat da dahil dokunulmaz olan mahremiyeti kapsamaktadır. Ekonomik alan maddi üretimin gerçekleştiği alanı ve kamusal alan da -anlaşıldığı kadarıyla- bireyler arası ilişkiler ile birey-devlet arasındaki ilişkilerin oluştuğu alanı betimlemektedir; ama asıl önemlisi “Dar anlamda devletten geniş anlamda siyasal otoriteden özgürleşim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmış bir özerklik alanıdır” 24 . Yani bireyler arası ilişkiler ile birey-devlet ilişkileri ekonomiden ekonomik ilişkiler de devletten özgürleşmiştir denilmektedir. Bu ayrıştırma sonrasında da sivil toplum ile kamusal alan çoğu durumda birbirinin yerine kullanılmaktadır. İster NGO ister STK söz konusu kuruluşlar bu “özgür” alanda örgütlenen ve faaliyet gösteren kurumlardır.
Bu açıklamalardan sonra “sivil toplum”un biraz daha içine girebiliriz sanıyorum.
2001 yılının ilk aylarında İletişim Yayınları “Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik” başlıklı bir kitap yayınladı 25 . Bu kitabın “Teşekkür” bölümünde belirtildiğine göre Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma ihtimalinin tehlikeye girdiği Lüksemburg Zirvesi’nden sonra ülkenin Avrupa Birliği yetkililerine daha iyi tanıtılması gerekliliği perçinlenmiştir. Kitabın içeriğini oluşturan ve “Türkiye sivil toplumunu araştırıp Avrupa’daki muadillerine tanıtacak bir inceleme ve tanıtım projesini öngören” bu çalışma MEDA-Demokrasi programı tarafından desteklenmiş ve Français D’Òtudes Anatoliennes (IFEA) ve Orient Institut tarafından finanse edilmiştir. Bu proje kapsamındaki “araştırmalar siyasal partiler meslek örgütleri ve belirli toplumsal etkinlikler de dahil olmak üzere (futbol ulusal kutlamalar) en geniş anlamıyla Türkiye’deki sivil toplum üzerine olacaktı.” İHD’den Ülkü Ocakları’na ADD’den Yeni Asya’ya DİSK’den MÜSİAD’a kadar onlarca STK ile yapılan görüşmelerin alınan görüşlerin alınan yorumların derlendiği bu kitabın giriş bölümünde Stefanos Yerasimos’un sivil toplum için yaptığı “bir tanımlama denemesi” ise en az kitabın kendisi kadar açıklayıcı ve aydınlatıcı.
Çok önemsediğim bu tanımlama denemesi üzerinden hareket ederek bugün “sivil toplum” denildiğinde ne anlaşıldığını ve neyin anlaşılması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağım Yerasimos’un tanımlamasını parça parça tercüme ederek…
Tercümeye geçmeden önce ilgili kitabın “Teşekkür” bölümündeki kimi vurguları bir AB projesinin kimlik dökümü ve muhakkak Türkiye’de “sivil toplum”un keşfine dair köşe taşları oldukları için hatırlatmak istiyorum.
1. Avrupa Birliği’ne aday olan bir ülkede yaşıyoruz.
2. AB bizi tanımak istiyor.
3. Biz de kendimizi AB’ye tanıtmak istiyoruz.
4. Bu iş için AB size para ödemeye hazır.
5. Ödemede aracılığı Fransa gibi kimi devletlerin enstitüleri yapabilir.
6. Ama Avrupa Komisyonu’nun Ankara Temsilciliği atlanmamalı.
7. Türkiye bir turizm cennetidir: Toplantılarınızı Antalya Kemer’de yapabilir-seniz iyi olur!
8. Türkiye’de milliyetçilik önemlidir.
9. Milliyetçileri demokratlarla yan yana getirin demokratları milliyetçilerle…
10. İslamcıları unutmayın feminist islamcılara gözünüz gibi bakın.
11. Diyarbakır’a da uğrayın.
12. Futbolu unutmayın…
Şimdi Yerasimos’un tanımlama denemesine geçebiliriz. Önce uzun bir alıntıyla çerçeveyi ve gerekçeleri ortaya koyalım:
“Avrupa’da sivil toplumun gelişmesi sanayi ötesi toplumların evrimi ile doğrudan ilişkili görünüyor. Bu gelişmenin nedenlerini iki noktada toplayabiliriz:
Bireye ve birey özgürlüğüne dayanan bugünkü toplumlarda geleneksel toplumlarda rastlanan dayanışmanın ortadan kalkması ve bunun eksikliğini hisseden bireylerin çeşitli alanlarda bu eksikliği giderecek ortaklıklar kurmaları.
Temsili demokrasinin bugünkü toplum koşullarına giderek uymaması.
Bunun da kendi içinde birkaç nedeni vardır:
Partilerin belli sosyal sınıfların temsilcisi olmaktan çıkmaları ve sağ ile sol politikaları ayıran çizginin giderek belirsiz bir hale gelmesi;
Medya ve haberleşme araçlarının gelişmesi ile birkaç yılda bir oy vermekle sınırlı politikaya katkının yeterli sayılmaması katılımlı bir demokrasiye yolun açılması;
Orta sınıfların gelişmiş olduğu refah toplumlarında günlük hayatla ilgili (kültür çevre donatım) kısa sürede çözümler gerektiren sorunların ön plana çıkması;
Devletin ideolojik ve ekonomik alanlarda küçülmesi hizmet alanlarında ise daha etken olması konusundaki beklentilerin giderek artması.
Birey merkezci bir toplumda bireyler kendilerini çeşitli ilgi ve çıkar alanlarının merkezi olarak gördükleri konularda daha etkili olmayı sağlayacak dayanışmaya ulaşmak için aralarında birleşip sivil toplum kuruluşlarını meydana getirirler. Bunlar politik sistemin öngördüğü mekanizmaların (seçim) ya da alışılmış toplumsal savaşım öğelerinin (grev) ötesinde devletin ve yerel yönetimlerin temsilcileri ile diyaloga girerek ya da onlara baskı yaparak amaçlarına varmaya çalışır. Böylece parti taraftarlığı ile yetinen pasif politika meraklısı yurttaştan hiçbir partiyi körü körüne izlemeyen ancak hepsini kendi davalarını kabul ettirmek için kullanan aktif apolitik sivil topluma geçiliyor” 26 . [YERASİMOS Stefanos]
Sivil toplumun öncülü ilk tümceden anlaşıldığı kadarıyla “sanayi ötesi toplum”dur: Post-kapitalizm… “Sınıflar ve uzlaşmaz çelişki çözülmüştür” ile başlıyoruz. Ama sınıflar yerli yerinde duruyorsa metin aşağıdaki anlamı kazanmaktadır:
Dayanışma (sınıf dayanışması kastediliyor) ortadan kaldırılmalı toplum birey ölçeğinde atomize edilmelidir. Ortaya çıkan boşluğu kapatmak için ivedilikle bir şeyler bulunmalıdır. İşçi sınıfının atomize edildiği durumda devletin sınıfsal özünü gizlemekte katkısı olduğu için varolan temsili demokrasi giderek lüks pahalı hale gelmektedir. Temsili demokrasi tasfiye edilmelidir. Partiler belli sosyal sınıfların temsilcisi gibi davranmayı bırakmalı; sağ-sol politikalar tekleştirilmeli ayrım ortadan kaldırılmalı “istikrar” sağlanmalıdır. Yurttaşların oy sandığına gitmesindense bireyler televizyon seyretmelidirler. Medyanın manipülatif gücü sayesinde bu olanak doğmuştur. Medya ve iletişimdeki devrim sayesinde temsili demokrasinin yerine geçebilecek çok daha etkili bireyin kendisini siyasetin çok daha içinde hissetmesini sağlayacak araçların önü açılmalıdır. Kültür çevre vb. gibi daha çok orta sınıfın ilgisini çekecek konular gündeme taşınmalıdır. Ancak bunun refah toplumlarında mümkün olduğu unutulmamalıdır. Orta sınıfın siyasete koyacağı ağırlık işçi sınıfını -bir umut- siyaseten gölgede bırakabilir. Devlet ekonomiden elini ayağını çekmelidir. Bir masraf kapısı olan esnekliğin uygulanmasını engelleyen sosyal devlet tasfiye edilmelidir ama bu tasfiye toplumda yıllardır kök salmış kimi beklentileri kaşımaktadır dikkat edilmelidir. Beklentiler karşılanıyor gibi yapılmalıdır.
Daha çok orta sınıftan bireyler çeşitli kimlikler etrafında örgütlenerek STK’ları kurmalıdır. Bunların yaratacağı meşruiyet ile toplumu bu tür örgütlenmelere ikna ederek umudu bunlar olarak göstererek beklentilerin karşılanacağı vaaz edilerek seçim ve grev gibi riskli araçlarla işçi sınıfını tahakküm altında tutmaya çalışanlar belki engellenebilir.
STK’lar toplumsal enerjiyi emerek depolitize ederler. Üstelik eğitimli “orta sınıflar” bu organizasyonlarda gönüllü ya da çok düşük ücretlerle çalışarak sosyal devletin masraflarını kısmasına olanak sağlarlar. Ne zekice!..
Keane de benzer şekilde devlet-sivil toplum ilişkisine gösterilen ilginin artışının sebeplerini sıralarken üç tip gelişmeyi vurgulamaktadır: Kapitalist ekonominin yeniden yapılanması Keynesçi refah devletinin sancıları ve yeni toplumsal hareketlerin doğuşu 27 .
Proje son derece açık… Yerasimos tanımlama denemesini bitirirken açık konuşmayı tercih ediyor:
“Üst sınıfların giderek ulusal devletin denetiminden sıyrılması alt sınıfların çıkarlarını gözetleyen kurumların ise güçlerini yitirmesi orta sınıfların STK’lar aracılığıyla politikaya müdahale olanaklarını artırmaktadır” 28 .
“Üst sınıflar”ın sıyrılmak istediği öncelikle kendi ulusal devletlerinin değil diğer ulusal devletlerin denetimi olacağına göre konu uluslararası zemine kaymıştır; yani emperyalizmin alanına. Emperyalizm ulus devletleri onların ulusal hukuklarını tamamen by-pass edebilmelidir; ama bunun için öncelikle işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelesinin önü alınmalıdır.
Emperyalizm ve sivil toplumculuk
80’lerin başından itibaren “merkez”-çevre” tüm kapitalist ülkelerde neoliberal politikalar olarak tanımlanan yeni bir sınıfa saldırı stratejisi benimsenmişti. 60’ların sonu 70’lerin başından itibaren kâr oranlarının düşüşü karşısında gündeme getirilen bu yeni saldırıların “merkez” ve “çevre” ülkelerdeki pratiği birbirlerinden farklı oldu. Özetleyecek olursam; merkezlerde hızlı bir özelleştirme dalgasını sosyal devletin tasfiyesine yönelik “temkinli” çabalar izledi; piyasa ekonomisine yeni pazarlar açılıyor tıkanan sermaye birikimine yeni kaynaklar aktarılıyordu. “Çevre”de ise zaten sınırlı olan sosyal devlet uygulamaları ve kamu yatırımlarının tasfiyesi birikim rejimindeki tıkanıklığı aşmanın ya da gevşetmenin olanaklarını içinde barındırmıyordu. Ancak spekülatif sermaye hareketleri ve borçlandırma mekanizmaları ile “çevre”nin kamusal kaynakları ve hatta -yüksek gümrük duvarları ardında palazlanmış- mevcut sermaye birikimi sınırlı sayıda “ulusal” sermayenin de çıkarı gözetilerek “merkez”e görece daha yüksek bir hızla akıtılmaya başlandı.
Artan entegrasyon ile gelen bağımlılık toplumun geniş kesimleri için yoksulluk anlamına geliyordu. Başta köylülük olmak üzere küçük burjuvazinin pek çok öğesinde proleterleşme eğilimleri güçlendi; işçi sınıfı içinde işsizlik artarken sendikalaşma oranları olağanüstü düşüşler gösterdi; esneklik egemen emek-gücü rejimi halini aldı. Bu değişimin siyasal sonuçları çevre ülkeleri bir siyasal krizden diğerine taşıdı.
“Merkez”de ise neoliberalizmin yol açtığı sosyal tahribat siyaset açısından “yurttaş” kimliğini zayıflatsa da görece telafi edilebilir sınırlar dahilinde kaldı. Ancak neoliberalizm sosyal devleti tasfiye ettikçe devletin sınıfsal aidiyeti daha fazla belirginleşti ya da sermaye açısından bir belirginleşme riski doğdu. Bu durum neoliberal ideolojinin aşınmasına ortaya giderek sermaye için tehlikeli görülebilecek bir siyasal boşluğun çıkmasına sebep olabilirdi.
“Merkez”de mevcut güçlü sosyal devletin tasfiyesinin bu tarihsel kazanımlarına sahip çıkması gereken işçi sınıfını siyasallaştıracak bir gündem oluşturması ve bu gündemin yukarıda tanımlanan siyasal boşlukla birlikte sosyalist sola da-vetiye çıkarması sermaye düzenini kimi önlemler almaya itti.
Öte yandan sosyalist sol için benzer bir olanak “çevre” ülkelerde de bulunmaktadır.
Kısacası burjuvazinin önlemleri arasında sivil toplum söylemi üzerinden siyaseti yeniden yapılandırmak vardır. Bunun için de “sivil toplum söylemi” pazarlanmaktadır. Kapitalizmin revizyonu mümkündür neoliberalizmin yarattığı sakıncalar orta sınıflara dayanan bir enerjinin açığa çıkarılması ile telafi edilebilir. Bunun aracı STK’lardır NGO’lardır. Amaç başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal sınıfları bir kez daha revizyona ikna etmek ve kapitalizmin alternatifsizliğini onlara tescil ettirmektir.
Projenin siyasi taşıyıcısı ise sol içinden devşirilen kadrolarla yenilenen sosyal demokrasidir.
Emperyalizmin hedef tahtasındaki bağımlı ülkelerde işçi sınıfını siyaseten felç etmek için orta sınıfların siyaseti meşgul edecekleri araçlara ihtiyacı vardır. STÖ’ler (yoksa Sermeyenin Toplumsal Örgütleri mi demeli) ile formüle edil-meye çalışılan işte bu araçlardır. Gerektiğinde emperyalizm tarafından dolaysızca finanse edilerek gerektiğinde “orta sınıflar”ın gönüllü emek-gücü seferber edilerek “orta sınıflar” siyasete davet edilmektedir; ama sınıfsal çatışmayı perdeleyecek bir siyasal atmosfer oluşturmak şartıyla…
Yoksa “küreselleşme” karşıtlığı bu atmosferin bir parçası olduğu sürece kapitalizme değil sosyalizme alternatif olmaya devam edecektir…
Dipnotlar ve Kaynak
- KEANE John, Sivil Toplum ve Devlet, der. John Keane, Ayrıntı yay., 1993, s.9.
- OKUYAN Kemal, “Sivil Toplumcu Siyaset: Siyasetten Kaçış” içinde Sivil Toplum: Devletin Büyümesi, der.: İlker Maga, YGS yay., Haziran 2001.
- İdris Küçükömer’in bütün eserleri 1994 yılında Bağlam yay. tarafından basılmıştır. Bunların içinde özellikle ilk üç kitap konumuz açısından önemlidir:Küçükömer İdris, Yön ve Ant Yazıları-Juntacılıktan Sivil Topluma, Bağlam, 1994Küçükömer İdris, Batı(lı)laşma-Düzenin Yabancılaşması, Bağlam, 1994Küçükömer İdris, Sivil Toplum Yazıları, Bağlam, 1994.
- İdris Küçükömer Anısına Türkiye’de Sivil Toplum Arayışları, der: Ahmet Davutoğlu, Güven Avcı, Kenan Somer, Murat Belge, WALD, Temmuz 2000.
- BUMİN Kürşat, Sivil Toplum ve Devlet, Yazko, 1981.
- ERDOĞAN TOSUN Gülgün, Demokratikleşme Perspektifinden Devlet-Sivil Toplum İlişkisi, Alfa yay., 2001.
- GİRİTLİ Aydın, “Türkiye’de Sivil Toplumculuk 1981-86”, Gelenek, 1987, S.3 s.59.
- ERDOĞAN TOSUN G., a.g.e., s.401.
- MARX Karl, Grundrisse, Birikim yay., Ekim 1979, s.537.
- MARX Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol yay., Eylül 1993, s.22
- MARX Karl, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı Giriş içinde Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol yay., 1997, s.191-209.
- MARX Karl, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol yay., 1997.
- MARX Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.22-23.
- MARX Karl, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı Giriş içinde Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s.192.
- MARX Karl, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s.17.
- MARX K., a.g.e., s.110.
- a.g.e., s.108.
- a.g.e., s.112-113.
- a.g.e., s.114.
- a.g.e., s.110.
- a.g.e., s.111.
- MARX Karl, ENGELS Friedrich, Alman İdeolojisi, Sol yay., Temmuz 1992, s.106.
- HEKİMOĞLU Cemal, “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında”, Gelenek, 1987, S.3 s.23.
- ERDOĞAN TOSUN G., a.g.e., s.71.
- YERASIMOS Stefanos-SEUFERT Günter-MERT Nuray vd., Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, İletişim yay., 2001.
- YERASIMOS Stefanos, Sivil Toplum Avrupa ve Türkiye içinde, a.g.e., s.13-14.
- KEANE John, a.g.e., s.15-23.
- YERASIMOS S., a.g.m., s.1.