“Muhterem Müslümanlar… Yüce Rabb’imiz kainata mükemmel bir denge koymuştur. Gerçekten insanlığın hem içinde hayatını sürdürdüğü fiz(maddi) dünyada, hem de birey olarak sahip olduğu ruh dünyasında, muazzam bir denge bulunmaktadır.
(…) bugün insanlığın yaşadığı problemler başka gezegenlerden taşınmış değildir. Bütün problemler, dünyada yaşayan akıllı canlıların, yani biz insanların eseridir. Kur’an-ı Kerim, Rum Suresinin 41. ayetinde ‘İnsanların bizzat kendi yaptıkları yüzünden karada ve denizde düzen bozulduğunu…’ vurgulayarak bu gerçeği en açık şekilde tasvir etmektedir.
(…) Değerli Kardeşlerim… Huzur içinde, huşu içinde ibadet etmek bile ekonomik hayat ile yakından ilgilidir. Ekonomik sorunlar içerisinde kıvranan ve ezilen insanların, huzurlu bir manevi hayat sürmeleri, -iç dünyaları rahat olarak- sükunet içerisinde huşu ile Allah’a yönelmeleri ve O’na ibadet etmeleri çok zordur. Bu bakımdan ülkemizin karşı karşıya olduğu ve hepimizi değişik şekillerde etkileyen bu ekonomik krizi sona erdirmek, hem ülkemizin geleceği hem de dini hayatımızın düzeni bakımından büyük önem arz etmektedir.
(…) Değerli Müminler… Milletlerin tarihinde zaman zaman sıkıntılı ve zor dönemler olmuştur. Üzülerek müşahade etmekteyiz ki; milletimiz 30 yıldır ağır bir enflasyonist baskı altında yaşıyor. Ekonomimiz ciddi problemler ile karşı karşıya. Bu bağlamda döviz dengesinin istikrara kavuşamaması, döviz kurlarının aşırı derecede yükselmesi, milli paramızın değerinin gittikçe düşmesine ve sonuç olarak da vatandaşlarımızın her geçen gün biraz daha fakirleşmesine sebep olmaktadır. Artık maalesef milli paramız yerine evler, yabancı paralar ile kiralanmakta, çarşı pazarda insanımız döviz ile alışveriş yapmaktadır. Ülkede emek-sermaye-istihdam ve üretim dengesi, yerini sadece döviz alınıp satılan bürolara bırakmıştır. Bu gidiş doğru değildir.
(…) Milli irademiz ile, bugün karşı karşıya olduğumuz bu ekonomik problemleri aşacağımızdan da kuşkumuz yok. Ancak; önce milli irademizin, milli hakimiyetimizin ve hükümranlığımızın en önemli göstergelerinden, sembollerinden biri olan milli paramıza, Türk Liramıza gereken değeri vermeliyiz. Ürettiğinden fazlasını tüketen hem de borç alarak tüketen değil, kısaca tüketim toplumu değil, üreten insanlar olmalıyız, paralarımızı dolara marka değil, dövize değil; üretime yönlendirmeliyiz.
(…) Toplumumuzun yeniden dengeli, istikrarlı bir hayata kavuşması için, dinen herkes üzerine düşeni yapmak ile yükümlüdür. Ülkemizin yeniden ekonomik istikrara kavuşmasında Yüce Rabb’imiz yardımcımız olsun.”
Okurlardan bu uzun alıntı için özür dilerim. Ancak hakkında ek çözümleme yapmayı gerektirmeyecek kadar “berrak” olan bu satırları, işlevini tam olarak teşhir edebilmesi için uzun uzun aktarmak gerekiyordu.
Yukarıdaki alıntı, 31 Aralık Cuma günü Diyanet İşleri Başkanlığı’nca ülkenin bütününde Cuma namazı vesilesiyle camilerde okutulan “Türk lirası milli itibarımızdır” hutbesinden…
Evet; 28 Şubat, dinci-laik karşıtlığı, diyanet işlerinin toplumsal rolü, … gibi bir dizi başlıkta yürütülen tartışmaları doğru yerine oturtmayı sağlayacak bir “hutbe” oldu bu. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz hutbeyle ilgili açıklamalarını yaptığı günlerde, içinden geçilen ekonomik zorluklar döneminde herkesin üzerine düşen görevler olduğunun altını çiziyor ve olayın “dini” boyutuna açıklık getiriyordu. Yastıkaltında para kalmaması gerektiğini vurguladı; hatta, “Kuranıkerim’de buna işaret eden ayetler vardır. Dinimizde para yığmak, biriktirmek hoş karşılanmamıştır. Dinimizde parayı çalıştırmak emredilmiştir” diye konuştu.
Böylelikle “ulusal kurtuluş savaşı” edebiyatının kendisine fazla çekici gelmediği bir kısım vatandaşımıza da başka bir kanaldan hitap edilmiş oluyor; birlik-bütünlük ihtiyacı bu şekilde karşılanıyordu. Yaratılmaya çalışılan “milli duyarlılık” kutsal kitap üzerinden kaşınıyor ve kitabın “yastıkaltı dövizlerle” ilgili çağdaş yorumları üretiliyordu.
Heyecanlananlar var
Diyanetin hutbesi gündeme geldiğinde, “Dolar yasaklansın” kampanyasını yürütmekte olan İşçi Partisi (İP) bu girişime destek verdiğini açıkladı.
İP Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın ve Genel Sekreter Mehmet Bedri Gültekin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ı ziyaret ettiler ve Yalçın Yılmaz’a hutbeyi “ulusal harekete uygun” bulduklarını ilettiler. Yalçın nezaket ihtiyacından mıdır yoksa gerçekten dediği gibi fazla heyecanlandıkları için midir bilinmez daha da ileri giderek “Diyanet’in davranışı bizi heyecanlandırmıştır. Ziyaretimizin sebebi budur” gibi ifadeler kullandı.
Bu ulvi makamda gerçekleştirilen konuşmada Yalçın, doların yasaklanması taleplerini yineledi ve piyasadaki dolarların TL’ye çevrilmesini istedi. Başbakan Ecevit’in bunun gereğini yerine getirmesini ve hutbeyle hükümete “Türkiye’nin onuruna sahip çıkması” çağrısı yapılmasını istedi.
İşçi Partisi bu tür yöntemlere sık sık başvuruyor. Saadet Partisi’ne de Avrupa Birliği’nden demokrasi beklememesi gerektiği yönünde ders verdikleri temaslar kurmuşlardı.
Nasıl yorumlanabilir?
En geniş kitlelere hitap etme tutkusu, özgüven, belirleyiciliğine duyduğu inanç …
veya,
İlkesizlik pragmatizm gündelikçilik …
Şimdilik “tutarsızlık” üzerinden devam edelim. Siyasette tutarsızlık Türkiye halkının belleği ne kadar zayıf olursa olsun hatta bu halka atfedilen “akıl” ile ilgili istatistiklerin oranları ne kadar “düşündürücü” olursa olsun fazla hoş karşılanmaz. Büyük bir toplama bunu “yedirseniz” de yediremediğiniz birileri kalır ve diğerlerine “yenmemesi gerektiğini” anlatır.
İşçi Partisinin tutarsızlığı tutarlı bir biçimde bağlılığını sürdürdüğü “kemalizm”inden kaynaklanmaktadır. Bu yazı kapsamında kemalizm ile ilgili ayrıntılı çözümlemelere girilmeyecek ancak burjuva demokratik devrimin geç kapitalistleşen bir ülkede zayıf sınıfsal temeller üzerine yükselen siyasi temsilinin kaçınılmaz bazı açmazları olduğunu bu boşluğun ise zor mekanizmaları ile doldurularak iktidarın muhafaza edildiğini hatırlatalım. İktidardaki “kemalizm” tutarsızlıklarını güç-zor mekanizmaları ile perdelemiş sınırsız pragmatizmini Türkiye toplumuna bu şekilde kabullendirmiştir. İktidarda olmadığında ise daima “devlet sorumluluğuyla” hareket etmiş belki biraz da bu nedenle hiçbir zaman “toplumsal muhalefet”in temsiline soyunamamıştır.
“Ortodoks” haliyle kemalizm sınıflar-üstü olma iddiasındadır. Ancak kemalistler objektif olarak burjuva iktidarının siyasi gereklerini yerine getirmiştir ve anti-komünistlikleri baskın bir nitelikleridir. Türkiye kapitalizmi söz konusu olduğunda bu şekilde biçimlenen bir siyasi temsil çizgisinin “devletçi” yönü elbette ağır basacaktır.
2001 yılındayız. Kendi çapında etkin emperyalist arenada “daha fazlasını isteyen” ve bunun da gerektirdiği biçimde içerdeki düşmanına yönelik son derece bilinçli ve zorba bir burjuva sınıfımız var. Örgütlülük ve bilinç eksiğiyle malul siyasi temsil kanalları tümüyle kapatılmış sindirilmiş bir işçi sınıfımız.
Emperyalist politikalar sınıf-siyaset-iktidar denklemlerinin tümüyle yeniden kurulmasını ve sınıf siyasetinin etkisiz kılacak mekanizmaları dayatıyor.
Bu noktada ulus-devlet ve küreselleşme karşıtlığı kritik bir eksen olarak karşımıza çıkıyor. İşçi Partisinin (ve aslında bilumum “ulusalcı” çizginin) solculuk iddiasının bir bölümü bu başlıkla ilgilidir. Ancak bizim anladığımız solculukla; marksizmle ve dünyayı değiştirme perspektifiyle ciddi farklılıklar barındırmaktadır.
Küreselleşme sürecinin olumsuz çıktıları üzerinden yapılan bu solculuk ulus-devlete vurgu yapıyor ve 60ların bağımsızlıkçılığından esinlenen bir programı diriltmeye çalışıyor.
Bunun kemalist çerçeveyle “uyumlu” olmadığını söyleyemeyiz. Ancak sol ve marksizmle bağlantısı ve 60lardaki kadar “gerçekçi” olduğu son derece tartışmalıdır. Alternatifsiz emperyalizm alternatif olma iddiası taşımayan bir “arayol”culuğun kolayca üstesinden gelecektir. 60ların bağımsızlıkçılığı sınıf siyasetiyle mesafesine karşın gerçekçi bir üçüncü yoldu ve soğuk savaş döneminde bir nesnel zemini vardı. Bugünkü bağımsızlıkçılığın “arayol”culuğun ise nesnel bir zemini bulunmamaktadır.
Küreselleşmeye karşı direniş değil zincirden kopuş öneriyoruz. Ama bunun arayolcu bağımsızlıkçılıktan ciddi farklılıkları var. Biz ulus-devleti onun iktidarını değil; ulusal ölçekte elde edebileceğimiz bir iktidar sayesinde kurabileceğimiz bir sınıf iktidarını istiyoruz. Bunu bölgeye yaymak ve derinleştirerek kopuşu sağlamlaştırmak istiyoruz. Emperyalizmin kötülüklerinden kurtulmuş bir fantazi olarak “huzur içinde yaşayan” hatta belki emperyalizme kafa tutan bir Türkiyeden ibaret değil ütopyamız. Emperyalizmin canını acıtacak ve ona rakip bir “sistem”i ortaya çıkaracak bir kopuşu zorlamak istiyoruz.
Burjuva iktidarının alternatifi kapitalist sistemin alternatifi olacak bir sınıf iktidarını.
İşçi Partisi iktidarda değildir kemalisttir dolayısıyla “devletçi”dir ve aynı zamanda “iktidar olabilmek için” toplumsal muhalefetin desteğini arkasına almak istemektedir.
İşçi Partisi bir burjuva partisi değildir. Ama işçi sınıfının partisi hiç değildir.
İşçi Partisi “ulusalcı” bir siyasi hatta kendisini ifade eden bir anakronidir. Ancak buna rağmen siyaset yapmak ve hatta hedefi iktidar olan bir siyaset yapmak istemektedir ve bu nedenle de pragmatik olmaya tutarsızlığa mahkumdur.
Üzerinde taşıdığı “devlet sorumluluğu” nedeniyle bugünkü burjuva partileriyle aynı zeminde kendini ifade etmeye devam edecektir.
Yine bu nedenle gerici karşıtı değil “laik” olmaya devam edecektir. Bu nedenle Diyanetin hutbesini destekleyecek ve halkımızın aslında burjuva sınıfın çıkarlarına hizmet eden söylemlerin peşine takılması için “üzerine düşeni yapan” gerici kurumlarla “temaslarını” sürdürecektir.
“Dolar yasaklansın” kampanyası
İşçi Partisinin ekonomik krizin Türkiye toplumunda yarattığı politizasyon dinamiklerini görerek yaz başında aldığı kararla Temmuz ayı ortalarında başlattığı “Dolar yasaklansın Türk lirası Türk bayrağı” kampanyası ve çıkardığı “Halkçı-devletçi ekonomi programı” üzerinden yürüttüğü faaliyetler de halkçı ve sol görünümüne karşın ulus-devlet siyaseti ekseninde bir hatta yerleşmektedir. Sınıfsal tercih ve kampların son derece belirginleştiği bir dünya ve Türkiyede bu siyasi hattın “tutarsız” olmaması zaman zaman enteresan zeminlerde enteresan ortaklıkları ortaya çıkarmaması mümkün değildir. İşçi sınıfını temsil etmesi ve sol içerik kazanması ise hiç mümkün değildir.
“Halkçı-devletçi ekonomi programı” nın nasıl bir siyasi zemine oturduğuna aşağıda değinilecek ancak önce şu “dolar yasaklansın Türk lirası Türk bayrağı” kampanyasına ilişkin kimi notlar düşmek gerekiyor.
İşçi Partisinin bu kampanyası Ankara Ticaret Odasının (ATO) “öncülüğünü” yaptığı “Dolar yerine Türk Lirası” ya da resmileşmiş son haliyle “Türk Lirasına itibar kazandırma hareketi” kampanyası çok yakın tarihlere denk geldi. Hatta kamuoyuna yansıyış biçimiyle “içiçe geçti”. Kim kimden duydu birisi ötekinin fikrini mi çaldı (ya da “örnek” mi aldı) tüm bunların eşgüdümünü sağlayan gizli bir el mi vardı yoksa tümüyle bir tesadüf mü bu çakışma.. Bu gibi sorular sorulabilir ama bu soruların bir önemi yok. İzleyebildiğim kadarıyla kampanyayı önce İP başlattı. Ancak ATOnun kampanyasının daha “etkili” olduğunu ve sonuçta kampanyanın asıl adresi olarak bu kurumun anıldığını söyleyebiliriz.
İşçi Partisi “doların yasaklanması” sloganının tekabül ettiği iktisadi ve sosyal sonuçların ne anlama geldiğini tartmış mıdır Bilemiyorum. Onca akademisyeni bilim adamını çevresinde bulunduran bu partide Türkiye kapitalizminde “dolarizasyon”un ne anlam ifade ettiğine ilişkin bir çalışma yapılmamış mıdır Bilemiyorum.
Ancak diğer kampanyanın ortaya çıkmasıyla birlikte bunun neye hizmet edeceği ve kimler tarafından desteklendiği açıkça ortaya çıktı.
Diyelim sonuçları ve neye hizmet ettiğini fazla düşünmeden “ulusalcı” bir temayı güçlendirmek için tümüyle pragmatik bir biçimde bu tercih yapıldı. Ama bu tercihin burjuvazinin tercihleriyle çakıştığı ayan beyan hale geldiğinde böyle bir kampanyanın ayrım çizgilerini kalınca çizmeden sürdürülmesinin açıklaması ne olabilir
Hadi buna da ucundan tutunarak fırsatı kullanmayı seçti diğer kampanyanın etkin bir biçimde yürütülmesinden kendisine daha geniş bir alan açmak için yararlandı (tıpkı 28 Şubat siyasetinde olduğu gibi) diye yanıt verelim.
Olay biraz aydınlanır; ama siyaset bulanıklaşır. İlkesizleşir.
Diyanet İşleri Başkanını ziyaret eder burjuvazinin “ulusal kurtuluş savaşı”na “nefer” olursunuz.
Yastıkaltı dövizlerin kapitalist sömürü çarkı içinde yerini alması konusunda bir dönem maliyetlerini dolar cinsinden ödeme mekanizmalarını yaratmış ve bundan pişmanlık duyan sermayedarın bu uygulamadan kurtulması konusunda ve daha bilumum işçi sınıfının çıkarıyla uzaktan ya da yakından ilgisi olmayan faaliyette emekçilerin kendilerini olmasa bile isimlerini temsil ederek istismar edilmelerine hizmet edersiniz. Her zaman istismar edemezsiniz birileri istismar edildiklerini onlara anlatır.
Halkçı-devletçi ekonomi programı
“Dolar yasaklansın” kampanyasıyla eş zamanlı olarak ortaya çıkarılan program küreselleşme-ulus-devlet karşıtlığı ekseninde “ulusal” bir kimliğe sahip.
Giriş bölümünde küreselleşme sürecinin “ulusalcılığa” açtığı alanın nesnel zemini “temellendiriliyor.”
“Ulusal devlet ve ulusal ordu direnir. Bu çağımızın tunç yasasıdır. Türkiye bu liberal denen ve gittikçe daha vahim ölçülerde dünya kapitalizminin merkezlerine bağlanan ekonomisiyle direnemeyeceği için kaçınılmaz olarak yeniden Halkçı-devletçi bir ekonomik rotaya girecektir. Ulusal devleti ve Türkiyenin toprak bütünlüğünü korumanın ulusal orduyu güçlü kılmanın başka yolu yoktur. Bu nedenle bugün yaşanan ekonomik kriz Türkiyeyi yeniden halkçı-devletçi ekonomiye zorluyor.” 1 [İP – Merkez Komitesi]
Çok ikna edici. Üstelik aynı anda hem “sağ”a hem de “sol”a çiçek atabiliyor.
“Halkçı” kelimesinin “devletçi”nin önüne konulması bilinçli bir tercih mi bilemiyorum ancak programın baştan aşağı “devletçi” olduğunu İPin öngördüğü toplumsal yapının da “devlet kapitalizmi” olarak adlandırabileceğimiz bir çerçeveye oturduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Tabii buna “bu bir geçiş programı” diye yanıt verilebilir. O da olur.
Dış ve iç borçlar “erteleniyor”. Yukarıda tarif edilen “bağımsızlıkçılığın” belirgin bir arayolculuk olduğunun en önemli göstergelerinden biri.
Ekonomide alınması planlanan diğer önlemlerle birlikte Türkiye kapitalizminin önemli sarsıntılar yaşayacağı ancak “ortadan kaldırılmak istenmediği” anlaşılıyor. Tarım başlığı gibi “tipik” başlıklarda önerilenlerle birlikte Türkiye kapitalizminin rahatsız ettiği tüm kesimlerin beklentilerini karşılayan bir talepler silsilesi karşımıza çıkıyor. Bugünkü uluslararası koşullar ve ülkemizdeki dinamikler düşünüldüğünde bu “geçiş programı”nın hiçbir yere “geçemeyeceği”ni sanıyorum.
“İç ticaret ulusal tüccar ve esnafın tekelinde” “İç pazarda talebi büyüten politikalar” gibi başlıklarda ise gerçekten başarılabilirse dünyada daha önce bir örneği daha yaşanmamış eşsiz bir iktisadi yapı tarif ediliyor.
Sosyalizm hedefini sınıfsal kimliğini belirginleştirmemiş bir “halkçı” program isterse bir de “devletçi” olsun; başarısızlığa mahkumdur.
Geçiş taleplerinin “gerçekçi” olmasını sağlayacak olan iktidar hedefidir ancak tekrar olacak ama; sınıfsal kimliğini belirginleştirmiş ve sosyalizmi hedefleyen bir iktidar.
İşçi Partisinin iktidarı istediğini biliyoruz ancak “MİLLİ MECLİS MİLLİ HÜKÜMET GÜÇLÜ OTORİTE ÖRGÜTLÜ HALK” başlığı altında “İşçi Partisi Milli Hükümetin merkezinde yer alacak” şeklinde ifade edilen iktidarın bırakalım sosyalizmle ilişkilendirmeyi kendi programında sıralanan “halkçıdevletçi ekonomiyi” dahi hayata geçirmek için gerekli erke sahip olması güç.
Ancak İP bu gücü kendi içinde “ayrışmalar” olduğunu düşündüğü kemalist bir kanadının bulunduğuna inandığı “ordu”dan alacağına inanıyor olabilir. Halkçı-devletçi ekonomi Partisinin sınıf kimliğine dair bıraktığı boşluğu 60ların “zinde güçler”iyle doldurma planları olabilir. Öyledir…
Öncelikle iki hatırlatma. Bir Türk ordusunun kendisine mal edilen “devrimcilik” dinamiği burjuvazimiz tarafından yarım yüzyıl kadar önce tasfiye edildi. 21 yıl kadar önce ise tasfiye süreci büyük ölçüde tamamlandı. İki dünyamız -daha önce de belirtildi- soğuk savaş döneminin iki kutbunun bıraktığı boşlukta üçüncü yollara olanak sunduğu bir dönemi geride bıraktı.
Ancak İPin yukarıda belirttiğimiz gibi sınıfsal temellerinin belirsizliği nedeniyle dayanak ihtiyacı vardır ve bu bugünkü Türkiye ordusu içinde aranmaktadır. Dolayısıyla bu tür saptamalar değil; beklentiler aranışlar ve tercihler önem taşımaktadır.
İşçi Partisi “nasıl bir Türkiye” “nasıl bir dünya” sorularına bilimsel bir yanıt arama ihtiyacında değildir. Yapılan öznel siyasi tercihlerin gereklerine göre bu sorulara yanıt vermektir.
Ancak bir noktadan sonra yanıtlar ve gerçeklik arasındaki mesafe büyümeye başlayacaktır. Bu aşamada ise komplo teorileri bir kurtarıcı gibi imdada yetişir. Gerçek komplo teorilerinin arkasında flulaşır. İnanç öne geçer. Gerçeklik duygusunu ve nesnellikle bağlarını yitiren bir siyasi öznenin ise toplumu dönüştürmesi kendine tarif ettiği sınıfsal zeminde kalıcı bağlar kurması zordur. Bu şu demektir İşçi Partisi bu ülkede sınıfsal temeli sağlam bir örgütlülük üzerinden iktidara gelme şansına sahip değildir. Gündelikçi yükselen dalgaları kollayan pragmatist bir siyaseti yürütmeye mahkumdur.
Tekrar ediyorum İP önce kendi siyasi tercihini “güç” sahibi kılacak ittifaklar aramakta burada öncelikli olarak Orduya gözünü çevirmekte ardından buna uygun bir Türkiye değerlendirmesi yapmaktadır. Sonra uluslararası alanda bir “güç”lü ittifak aramakta; Çin (anlaşılır nedenlerle) ve Rusyayı (anlaşılması daha güç nedenlerle) gözüne kestirmekte ve ardından buna uygun bir dünya değerlendirmesi yapmaktadır. Öznel siyasi tercihler Türkiye değerlendirmesini; Türkiye değerlendirmesi dünya değerlendirmesini “belirlemektedir”.
Şimdi bu yöntemle cevaplandırılmış soruları ele alalım.
Nasıl bir dünya ve Türkiye
Partinin teorik yayını olan Teori Dergisi’nin Eylül 2001 sayısı “Asyalıyız” başlığıyla çıktı. Mustafa Kemal ve Leninden konuya ilişkin kimi görüşlerinin temel dayanağını oluşturduğu değerlendirmeler üzerinden bugünkü dünya tablosu ve İPin politikası resmediliyor. Giriş yazısından bir alıntıyla başlayalım:
“Batının ilericiliği artık bitti batının refahı ise zaten doğunun acıları pahasına.
İşte bu nedenlerle Lenin ve Mustafa Kemal birbirinden farklı cümlelerle aynı gerçekleri dile getirdiler: Geri (gerici) Avrupa ileri (ilerici) Asya. Devrim yapmak daha ileri uygarlık basamaklarına çıkabilmek için benimsenmesi gereken kimlik: Asyalılık. Bu sözlerdeki Avrupanın tüm emperyalist Batıyı Asya sözcüğünün de tüm ezilen dünyayı temsil ettiğini hatırlatalım.” 2 [TEORİ]
Leninin dergide aktarılan makalelerinin bugünkü çerçeve ile ilişkisinin nasıl kurulduğunu anlayamadım. Ancak başlıkları yeterince “çarpıcı”. Herhalde amaçlanan daha çok makalelerin başlıkları üzerinden böyle bir etki yaratmaktı: “Geri Avrupa ve ileri Asya” “Medeni Avrupalılar vahşi Asyalılar” “Asyanın uyanışı”…
Doğu Perinçek tarafından kaleme alınan “Kemalist devrimin stratejik kimlik beyanı: Asyalıyız” başlıklı yazıda ise çerçevenin kemalizmle bağlantırılmasına ve bugün oturduğu zeminin tarif edilmesine tanık oluyoruz. Biraz zorlanıyoruz.
Yazının girişinde konu başlıkları sıralanmaktadır aktaralım:
“1. Mazlum milletiz.
2. Asyalıyız.
3. Batıya karşı Doğunun safındayız.
4. Batı uygarlığının demokratik devrimi için Batı emperyalizmine karşıyız.
5. Cihan Devriminin Türkiyedeki tecellisiyiz.
6. Büyük Doğu Devriminin parçasıyız.
7. Öncüyüz.
8. Batıyı da Doğu Devrimi kurtaracak.
9. Doğu Devrimi geliyor.”
3 [PERİNÇEK Doğu]
Burada kimi tercihler son derece belirgindir.
Ancak Perinçekin esasen Mustafa Kemali “belli bir şekilde yorumlayarak” kemalist bir çerçeveye yerleştirdiği devrimciliği ile leninizmi uzlaştırma çabaları son derece tuhaf manzaralar ortaya çıkarmakta ancak bu tuhaflıklara rağmen çabalar devam etmektedir.
“Doğu-Batı ayrımı ve çatışması TBMM oturumlarında da tartışılmış ve net bir siyaset belirlenmişti. Atatürk antikomünizm yapan mebuslara karşı Doğu siyasetinden yana olduğunu 22 Ocak 1921 günü şöyle açıklamıştı: Biz komünistlik istemeyiz öyle ise Doğu siyasetini yapamayacağız demek doğru değildir. Bu gayet abes olur.’” 4 [PERİNÇEK Doğu]
“Batı uygarlığının demokratik devrimi için Batı emperyalizmine karşıyız” başlıklı bölüm ise nafile çabaların sürdüğü bir başka bölüm. Özet olarak burjuva demokratik devrim ile sosyalist devrim arasındaki farklar “ihmal edilerek” (!) genel bir “devrimci”lik tarifi yapılıyor. Bu devrimcilik misyonu Batı’nın burjuva demokratik devrimlerini tamamlayıp gericileşmesinin ardından doğuya kaymıştır. Sosyalist ya da burjuva demokratik niteliğinden bağımsız olarak azgelişmiş ülkelerin gündeminde devrim vardır ve ilerici olmaya mahkumdurlar. Batı ise artık gericileşmiş ve emperyalist düşman haline gelmiştir. Bu tabloda Türkiye de hâlâ “azgelişmişlik” kıskacında olduğuna göre (bildiğimiz gibi aslında bunu aşma fırsatını Mustafa Kemal döneminde ele geçiriyor ama talihsizlikler üst üste geliyor ve bu süreç tamamlanamıyor) gündeminde bir tür “devrim” vardır.
Bu tarihdışı paradigmanın tarihsel açıklayıcılığı olan tek kudretli tezi gericileşmiş olan Batı’nın emperyalist niteliğinin tespit edilmesidir. Ancak kapitalizm ile ilgili zihin bulanıklığı sürdüğü sürece devrimin niteliği ve hedefe ilişkin belirsizlik devam eder:
“Atatürkün ifadesiyle Türkiye bağımsız hakimiyetine sahip olması neticesinde Batı uygarlığına yönelebilme noktasına varmıştır. Burada Atatürk Batı uygarlığı hedefine varmak için Batıya bağlanmak değil Batıdan bağımsız olmak gerektiğini vurgulamaktadır.” (…) “Atatürkün Batı kavramına pratik açıdan bakarsak Devrimci Batı artık bir idealdir bir prog-ramdır. Emperyalist Batı ise fiilen vardır; elle tutulan gerçektir.
Zaman boyutunda bakarsak Devrimci Batı geçmişte kalmıştır; devrimci bir mirastır; emperyalist Batı ise günümüze aittir; bugünkü yürüyüşümüze zincir vurandır.
Batıda ortaya çıkan demokratik devrim programını benimsemek ve hayata geçirmek Batılılaşma anlamına gelmez. Cumhuriyetin ilanının 7. yıldönümünde Amerikalı bir gazeteci Atatürke Türkiyenin hangi bakımlardan Amerikanlaşmasının düşünüldüğünü sorusunu yö-neltir. Atatürkün cevabı Türk Devrimi’nin tutumunu yansıtır:
Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de batılılaşacaktır; O sadece özleşecekdir.” 5 [PERİNÇEK Doğu]
Burada ortaya çıkan kargaşa “Cihan devriminin Türkiyedeki tecellisiyiz” bölümünde son bulmaktadır ve açıkça sosyalist ve burjuva demokratik devrimler aynı kefeye konulmaktadır.
“20. yüzyılın başındaki devrimci yükselişin iki dinamiği vardı; birisi Sovyet Devriminin temsil ettiği sosyalist devrimlerdi. İkincisi Türk Devriminin temsil ettiği millî demokratik devrimlerdi.” 6 [PERİNÇEK Doğu]
Dünya tarihinin bir döneminde geç kapitalistleşen ülkelerinde gelişen burjuva demokratik (ya da milli demokratik hatta ulusal kurtuluşçu) devrimler gerçekten de emperyalist zincirin dışında kalarak uluslararası alanda “ilerici” bir konuma oturdular. Ancak bu daha önce de belirtildiği gibi iki kutuplu dünya nesnelliğinde olanaklı olabildi. Kemalist kadronun gerçekleştirdiği burjuva demokratik devrim ise geçici bir dönem için ve zorunlu olarak emperyalizmle mesafeli bir konuma sahip olsa da sistem içi ve sınıfsal tercihini çok kesin bir biçimde kapitalizm lehinde yaptı.
Bu bağlamda Türkiyedeki burjuva iktidarı dönemlere ayırmak ve belli bir dönemden sonra “gericileştiğini” saptamak da gerçekleştirilen devrimin sınıfsal yönelimini ve içerde atılan adımların işlevini göz ardı ederek mümkün olabilir. Biz böyle bakmıyoruz. Sınıfsal niteliğinden bağımsızlaştırılmış bir “ilericilik” tarifi yapamıyoruz.
Mustafa Kemal dönemini ve devriminin niteliğini bir yana bırakalım. Günümüze gelindiğinde yukarıda tarif edilen haliyle Asyalılık gerici emperyalizm ve ondan bağımsızlaşmaya çalışan devrimci potansiyele sahip doğu ülkeleri kurgusundan türetiliyor ve bu kurguyu besliyor. “Mazlum doğu” “azgelişmişlik” vb. göndermeler sosyalist devrimci bir stratejinin net bir biçimde ifade edilmeyişinin mazereti olageldi. Bu kavram silsilesinin altında başka bir stratejik tercih saklandı. Buna dikkat etmemiz gerekiyor. Oysa ki bugün Türkiye devriminin sosyalist nitelikte olmasının önünde iktisadi sosyal veya kültürel herhangi bir engel bulunmuyor. Sosyalist devrimin ise Asyalısı Avrupalısı olmaz olamaz. Devrimin toplumsal tabanı bu tabanın tarihsel ve kültürel belirlenimleri ve bizim coğrafyamızda hangi renklerin baskın olup hangilerinin geride kalacağı gibi tartışmalara ise bu yazı çerçevesinde girmek mümkün görünmüyor.
Asyalılıkla başka bir düzeyde (ki bu teori dergisinin ilgili sayısında fazla üzerinde durulmuş bir konu olmadı. Ancak son gelişmelerle birlikte konuyla ilgili bir “çerçeve” ortaya çıktı) İşçi Partisinin dünya değerlendirmesi ile ilişkilidir.
Siyasette kuraldır bir “düşman yaratmak” gerekir. Sınıf eksenli siyaset söz konusu olduğunda bunun karşılığı tanımlı ve “reel”dir. İşçi sınıfının düşmanının kim olduğu bellidir ve sosya-listler bunu açıkça ifade edebilirler. Ancak burjuva siyasetinin gerçek düşmanını açıktan dillendirme şansı yoktur başka düşmanlar yaratılır. Kimi zaman “dış güçler” kimi zaman “terör” kimi zaman x kimi zaman y. Burjuva siyaseti için en tercih edilir olan ve olağan dönemlerde de daha sık işaret edilen düşman “dışarıda”dır. Türkiye burjuva siyasetinde de bu çok sık başvurulan bir yöntemdir. Hatta “milli siyaset”in dışında partiler arası çekişmelerde bile bu sık başvurulan bir tarz haline gelmiştir. Tansu Çiller Mesut Yılmazı “Almancı” Yılmaz onu “Amerikancı” olmakla suçlar.
Emperyalizmin Türkiye kapitalizmiyle ilişkilerine sınıfsal bir perspektifle değil de “dış düşman” paradigması içinden bakarak Türkiyede siyasetinde daha “kolay” alıcı bulursunuz. Buna -en fazla- “emperyalizmin maşası Özal” gibi bir iç düşman eklediğinizde de kolaylık devam eder.
Evet böylece “büyük siyaset” yapma şansınızı yitirmemiş olursunuz. Ama altınızdaki zemin artık fazla kayganlaşacaktır.
Türkiye solu sınıf siyasetini toplumun bütününe hitap eder hale getirmeyi başaramadığı ölçüde siyaset dışı kalmaya ve toplumsal alanda kalıcı mevziler edinememeye mahkum oldu. Ancak toplumun bütününe hitap edeyim derken yerleşik siyasal temalar üzerinden pragmatist çıkışlar yapmaya kalkıldığında evet “siyaset dışı” kalınmayabilir ama o siyasetin de bırakalım toplumsal alanı siyasi arenada dahi kalıcılığı şüphe götürür.
İşçi Partisi siyaset üretmektedir. Bu siyaset ilkesiz ve pragmatist bir siyasettir. Dönemsel olarak toplumsallaşabilir ancak kalıcı ve dönüştürücü bir rotaya girmesi zordur.
Asyalılık ve dünya dengeleri analizine dönecek olursak… İşçi Partisi uluslararası alanda ABD emperyalizminin karşısında bir “güç” saptamaktadır. Bu da Çin ve Rusyanın oluşturduğu bir odaktır.
Bu iki ülkenin bir “odak” oluşturup oluşturamayacağı gerçekte çok tartışmalıdır. Daha fazla tartışmalı olan ise bu odağın içinde Türkiyenin de yer “alabiliyor” olmasıdır.
Çin geçmişi ve özgün tarihsel gelişimi bir yana kapitalistleşme yönünde yol almaya devam etmektedir. Emperyalizmle entegrasyon konusunda ise geçmiş dönemden kalan “fobileri” nedeniyle son derece temkinli davranan bu ülkenin emperyalizme “meydan okumak” gibi bir tercihi ise bulunmamaktadır. Dev maddi ve insan kaynaklarıyla daha kapalı bir “ekonomi” olarak kalma tercihinden söz edilebilir. Ancak tüm bu kapalılığına rağmen bu ekonominin emperyalizmle bağları hatırı sayılır düzeye erişmiştir.
Odak ya da kutup olmak emperyalist sistem içinde veya alternatifi olarak belli bir iddia sahibi olmayı gerektirir. Çinin ise kendi tercihlerini koruma inadını saymazsak böyle bir iddia sahibi olduğu söylenemez. Bir “alternatif” tercih yapamadığı sürece de emperyalizmle ilişkilerinde “sınırları” bellidir.
Rusyaya gelince… Putinin iktidara gelmesiyle birlikte bu ülke de emperyalizmin “açık pazarı” olmaktan (ki bu artık emperyalizm için de tercih edilir olmaktan çıkmıştı) kendi kaynaklarını kapitalist bir tarzda organize edeceği bir yapıyı oluşturmaya yöneldi. Ancak Rusyanın ipleri boğazına kadar borçlu olduğu Almanyanın elindedir ve burada da bir “alternatif” ortaya çıkmadığı sürece emperyalist hiyerarşi içindeki yeri ve hareket olanakları bellidir.
Son gelişmeler ve Asyalılık
ABDdeki terörist saldırıların ardından İşçi Partisi dünya analizini ve Asyalılık konseptini daha da geliştirdi.
İşçi Partisi Genel Başkanı bir TV kanalında katıldığı tartışma programında ve Aydınlık Dergisi’nin o haftaki başmakalesinde konuya yaklaşımını açıkladı.
Önce mantık dizgesini özetlemeye çalışalım:
1. ABD yönetimi saldırıyı “savaş” olarak nitelemiştir. Demek ki karşısında “devlet” veya “devletler” vardır. (ABD denizaltılarının harekete geçirilmesi ve nükleer silahlardan söz edilmeye başlanması da ek kanıtlar oluşturuyor.)
2. Ki zaten ABDyi beyninden vuran böylesi “büyük” bir saldırıyı ancak “büyük” güçler gerçekleştirebilir. (Sadece ABDde bulunmayan başkalarının da -Çin ve Rusya kastediliyor- sahip olduğu bir “teknoloji” gerekiyor). Söz konusu “büyük” güçler ABDye ihtar veriyor: Ayağını denk al! Hem de bunu “göstere göstere” (!) yapıyorlar.
ABD Kuzey Irakta kurduğu kukla devleti ilan etmenin eşiğindeydi ve Ortadoğuda İsrail ile birlikte savaş dümesine basıyordu. ABDye dur uyarısı yapıldı.
3. Atlantik-Asya kamplaşması günceldir. Atlantik cephesinde ABD-Avrupa arasındaki çelişmeler bir alt başlıktır. Washington düşmanı “Asya” olarak tarif etmektedir. Baş hedefleri Çin Rusya Türk cumhuriyetleri ve Türkiyedir.
ABDnin resmi olmayan “başıbozuk devletler” listesinde Çin ve Rusya hatta Türkiye de bulunuyor.
4. Asya kalesi 1996 yılında Çin Rusya Kazakistan Kırgızistan Özbekistan Tacikistan arasında oluşturulan Şanghay İşbirliği Örgütünde somutlanmaktadır. (Türkmenistan gözlemci Koreler ve Pakistan katılmak için başvurdu. Hindistan bir şekilde dahil () ve bu ittifak yakında doğu Avrupayı kucaklayacak (). Hem ekonomi ve hem de güvenlik boyutu var; “başka bir deyişle silahlı bir dayanışma” (). Daha da ötesi: “Anayasası aynı bizim MGK bildirileri gibi etnik bölücülüğü dinci gericiliği ve ABDnin güdümündeki uluslararası terörü hedef almaktadır.”
(x)
1. ABD yönetiminin saldırıyı neden “savaş” olarak nitelediğini biliyoruz. Çünkü bir yerleri “bombalayacak”. Bushun ilk açıklamasında “bu terörist bir saldırı” deyip ardından hemen “yok yok bu bize açılmış bir savaş” demeyi tercih etmesinin nedeni açık. Ortaasya hatta belki Ortadoğuda kimi harita değişikliklerinin hesabını yapan ABDnin “savaş” ilan etmesi gereki-yordu.
2. ABDnin Çin ve Rusyaya savaş açacağını bugün dünyada telaffuz eden kimse yok. Çünkü böyle bir ihtimal yok. Rusya ve Çin de ABDye yönelik saldırıları kınayarak bu ülke ile son dönem yaşadıkları “diplomatik” gerginlikleri hafifletmiş oldular. İsteyerek ya da mecburiyetten… Sorun kaynakları günceldir ancak yeni dünya dengeleri tarif edilecekse trend “yakınlaşma” yönündedir.
“ABDye ayağını denk al” uyarısını Çin ve Rusya yaptıysa bunu hiç “çaktırmadan” yapmış olmalılar. Çünkü bu yönde hiçbir işarete rastlanmadı. O halde bu “göstere göstere” neyin nesi oluyor Belli değil…
Bir de bu uyarıyı yapma nedeni olarak gösterilen iki başlık var. Akla ziyan bu iddiayla birlikte tabloyu somut hale getirecek olursak: Rusya ve Çin ABDnin Ortadoğu ve K.Irak politikaları nedeniyle onu uyarmak ihtiyacı duyuyor ve Dünya Ticaret Merkezine 2 Pentagona 1 uçak bindiriyorlar. Rusya ve Çinin ABD ile uyuşmazlık başlıkları başkadır. Ve Rusya ve Çinin ABDye yaptıkları bu “uyarı” öncesinde ortadoğu ve K.Irak ile ilgili bir gündemleri olmamıştır.
3. Atlantik-Asya kamplaşması bir fantezidir. ABD emperyalizmi son saldırılarla birlikte Avrupasından Rusyasına Çininden Ortadoğusuna mevcut tüm pürüzleri temizleme fırsatı yakaladığına inanmaktadır. Kalıcı bir “çözüm”den bahsetmiyorum ancak ABD Körfez Savaşından beri bir türlü sağlayamadığı uluslararası onay mekanizmalarını işletmeyi becermiştir.
Burada satır arasında geçen Washingtonın hedefleri arasında Türkiyenin de bulunduğu iddiasına ise söyleyecek bir şey bulamıyorum pragmatizmin sınırlarını aşmaktadır. (Bu iddianın detaylandırılmış biçimi başka bir yerde yer alıyor aşağıda açılacak).
Resmî olmayan “başıbozuk devletler listesi”ni ise “resmî” ve cismi olmadığı için tartışma olanağı bulunmuyor.
4. Asya kalesinin somutlandığı söz konusu örgütsel birliktelik bugüne dek uluslararası alanda hiç bir etkinliğine rastlanmayan bir oluşumdur. Buraya katılmak isteyen diğerleri ve örgüt mensuplarına atfedilen dayanışma ve işbirliği başlıkları ile ilgili iddialar gerçekten merak uyandırıcıdır. Şanghay İşbirliği Örgütü faaliyetlerini son derece gizli bir biçimde ve günü geldiğinde asıl darbeyi indirecek (ilk darbeyi görmüş olduk) biçimde mi organize etmektedir
Türkiye-ABD karşıtlığına dönelim…
Perinçeke göre Türkiye; K.Irak Kıbrıs ve Ege konularında ABD ile papazı bulmuş ve ABD Savunma Bakanına resti çekmiştir: K.Irakta bir Kürt devleti kurulmasını “savaş nedeni” sayacağını ilan eden Türkiye artık ABD ile karşı karşıyadır.
Restorasyon döneminin belli bir aşamasında ABD ile ilişkilerde gevşeyen vidalar sıkılmıştır. Türkiyenin son dönemde AB ile ilişkileri olsun IMF ve Dünya Bankasıyla ilişkileri olsun hep ABD himayesinde ve “dayanışma” içinde yürütülmektedir. Bunun aksi bir “realite” ancak komplolar alemindeki kurgularda varolan sanal bir gerçeklik olabilir. Kıbrıs Ege ve K.Irak gibi başlıkları ise ABD Türkiye adına çözmeye çalışmaktadır. Elbette kendisi için de uygun olacak bir formülasyon aranışı içinde. Ancak bölgede ABDnin maşası haline geldiği her somut durumda yeniden ortaya çıkan bir Türkiye için Washingtonın düşmanı olduğu iddiası zavallı bir iddiadır. Ancak ısrar sürmektedir.
“Yeni ortaya çıkan tabloda ise derhal ABD karşıtı ittifak içinde” yerini alması gereken Türkiyeyi parlak bir gelecek bekliyor.
“Atlantik çağı bitti. Uygarlığın yeni merkezi artık Asyadır. Hâlâ ateşler içinde yanan Pentagonun dumanları ve emperyalizmin gümbür gümbür yıkılan kulelerinin toz bulutları arasından bu büyük gerçek görünüyor. Yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye de oradaki yerini alıyor. Bizi komşularımızla ve Asya ile düşman konumlara düşürme tertipleri yerle bir olacak.
Türkiye Kuzey Irak Kıbrıs ve Egede direnecek ve kazanacak. ABD bu cephelerde de yenilgiye uğradı.
Türkiyenin ufku açılmıştır.” 7 [PERİNÇEK Doğu]
Neyse ki buradan sonra Türkiye içinde “başka senaryoları” olan güçler olduğunu da öğreniyoruz ve ABD ile köprüleri atmış ve geleceği parlak Türkiye tablosunda İşçi Partisine niye ihtiyaç olacağı sorusu gereksizleşiyor. Neyse ki…
Buna göre: Türkiyede Pentagoncular vardır ve bu güçler Türkiyenin önemini yanlış bir biçimde pazarlayarak ABD yanında savaşa sokmaya çalışacaklardır. İP uyarıyor:
“ABDnin macerasını paylaşmak Türkiye için çok kanlı ve çöküşle sonuçlanacak bir faturadır. Türkiye petrol boru hatları bekçiliğini kabul edecek olursa büyük bir yıkımla karşılaşacaktır. Hiçbir hainin gücü Türkiyeyi böyle bir felâkete sürüklemeye yetmez. Türkiye Irak İran ve Suriye ile çok iyi ilişkiler geliştirmeye başladı. Irak kapısını açtı bu ülkeye dış satım yeniden milyarlarca dolara tırmanmaya başladı. Türkiye Çin ile çok yönlü bir dostluk geliştiriyor; Rusya ile birlikte Karadeniz Askeri Gücünü kurdu.” 8 [PERİNÇEK Doğu]
Benim gözlediğim bu Pentagoncu ve hainler biraz fazla kalabalık ve fazla güce sahipler. Türkiye burjuvazisinin asker ve sivil temsilcileri dört bir ağızdan bu senaryoyu dillendiriyorlar. Ama Perinçekin sıraladığı adımları atanlar da aynı “güçler” değil mi Hangi siyaset kime ait Hangi özneler neyi savunuyor ve icra ediyor İP hangi siyaseti savunuyor ve İPin savunduklarını kim icra ediyor Türkiye iyi yola girmişse İPe neden gerek var Girmemişse bu Pentagoncular sanıldığından daha mı etkin
Belirsizdir… Belirsiz kalması işleri kolaylaştırmaktadır.
Belirgin hale getirmeye çalışalım.
İşçi Partisi Ağustos ayı başında Mesut Yılmazın kuyuya attığı taşın ardından başlayan “ulusal güvenlik” tartışmalarında Genelkurmayın 7 Ağustos çıkışını coşkuyla karşıladı. İP Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın “28 Şubatın Cumhuriyet Devriminin dinci gericiliğe karşı mücadelede kararlılığını ortaya koyduğunu 7 Ağustosun da bu programa emperyalizme karşı mücadele boyutunu kazandırdığını” söyledi ve şunları ekledi: “28 Şubat Cumhuriyet Devriminin ikinci atılımıydı 7 Ağustos bu atılımın önemli bir aşamasıdır”.
Evet Cumhuriyet Devriminin bugün mevcut olduğu saptanan tek ayağı Genelkurmaydır.
“Cumhuriyet Devrimi iktidarının temel kurumları şunlardır:
Bir: Mafya ve tarikat güçlerinin değil halkın iradesini temsil eden bir meclis.
İki: Atatürkün Altı Ok programını uygulayan devrimci bir hükümet.
Üç: Cumhuriyet Devrimi mevzisinde bir ordu.
Dört: Örgütlü halk.
Bugün Cumhuriyet Devriminin yalnız Ordusu vardır diğer üç ayağın inşa edilmesi önümüzdeki acil görevdir.
Parlamento çoğunluğu Dünya sermayesinin ve irticanın güdümündedir.
Ankaradaki yönetim IMFye bağlıdır ve mafya-tarikat ortaklığının çıkarlarını temsil etmektedir.
Halk örgütlerinin çoğu çeşitli mekanizmalarla ve “Sivil Toplum” edebiyatıyla Batılı emperyalist devletler tarafından denetim altına alınmıştır.” 9 [PERİNÇEK Doğu]
Peki bu Genelkurmay değil midir ki, 28 Şubat itibariyle Türkiye’de “göstere göstere” istediği adımları atan. Meclisteki partileri parmağında oynatan ve hükümetleri değiştiren. En fazla güvenilir kurum olarak halk nezdinde kredisi sınırsız olan. Bu Genelkurmay değil midir, içeride burjuvazi adına yürüttüğü operasyonlara paralel olarak Türkiye’nin uluslararası alandaki yerini sağlama almak için doğrudan “Dışişleri bakanlığı” gibi faaliyet gösteren. AB sürecini desteklediğini defalarca deklare eden, Pentagon’la Türkiye’ye füze yerleştirmenin planlarını yapan…
Bu Genelkurmaydır.
O halde “Cumhuriyet devriminin ordusu”nun Türkiye burjuvazisinin temel iktidar organı olduğunu saptamak durumundayız. Çünkü yukarıda sıralananlar Türkiye burjuvazisinin siyasal programıdır. Bir süredir Türkiye burjuvazisi adına siyasi temsilcilerini kenara iterek bu programı icra eden de Asker Partisidir.
Türkiye Cumhuriyetinin iktidarının temel kurumlarındandır.
Belirsizlikler biraz çözüldüyse, bir iki soruyla yazıyı bitirmek istiyorum. (Doğru yanıtın tek bir seçenek olması gerekmiyor)
o Türkiye ile karşı karşıya geldiği söylenen ABD, 1998 sonbaharında başlayan ve 1999 Şubatı’nda sona eren -büyükölçüde CIA tarafından yürütülen- Abdullah Öcalan operasyonuyla neden Türkiye’ye (hatta yıllardır Kürtlerle doğrudan savaşın içinde bulunan Genelkurmay’a-Cumhuriyet devriminin ordusuna) “kıyak” atmıştır
a) Şanghay İşbirliği örgütünün tehditlerine dayanamamıştır.
b) Aslında CIA Cumhuriyet devriminin ABD’deki ayağıdır.
c) Yükselen şöven dalga ile Öcalan’ın idam edileceğinin hesabını yapan ABD, bunun ardından Kürtlere destek vererek bir ayaklanma çıkartmayı planlamıştır. Cumhuriyet devriminin ordusu bu tezgahı bozmuştur.
d) “Sen beceremedin, ben yaptım” diyerek Cumhuriyet devriminin ordusunu rencide etmek, yıpratmak istemiştir.
o Asya odağının, ABD’ye verdiği uyarının ardından Atlantik egemenliği sona erdiğine göre dünya tablosu nasıl değişecektir?
a) Dolar yasaklanacak, ruble yeni para birimi olacaktır.
b) K.Irak’ta Kürt devleti ilan edilemeyecek, Türkiye Musul’u alacaktır. Yeni dünyadaki yerini de böylece alacaktır. Kriz petro-rublelerle çözülecek, dolar hesabına alışmış Pentagoncular ülkeyi terkedecektir.
c) Dünyanın yeni ezilenleri Atlantik ittifakı içinde olacağından işler biraz karışacaktır.
d) Ortadoğu’da Jiang Zemin, Vladimir Putin, Ariel Şaron ve Yaser Arafat’ın katıldığı barış görüşmeleri süreci başlayacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- www.ip.ogr.tr Halkçı Devletçi Ekonomi Programı.
- www.ip.org.tr “Gerici Avrupa İlerici Asya” Teori Eylül 2001 S.140
- PERİNÇEK Doğu www.ip.org.tr “Kemalist devrimin stratejik kimlik beyanı: Asyalıyız” Teori Eylül 2001 S.140.
- PERİNÇEK D. a.g.m.
- a.g.m.
- a.g.m.
- PERİNÇEK D. www.ip.org.tr “Mavi kuvvetler yenildi” Aydınlık 16 Eylül 2001 S.739.
- PERİNÇEK D. a.g.m.
- PERİNÇEK D. www.ip.org.tr “Cumhuriyet devrimi iktidarı projesi”.