“Bağımsızlık ve Sosyalizm Mücadelesi” diye bir başlık koymuştum. İki nedenle değiştirdim: Birincisi, sözdiziminden kaynaklanabilecek bir karışıklıkla ilgili. Mücadelenin “bağımsızlık ve sosyalizm” için verileceği ya da verilmekte olduğu anlaşılabilir. İlk bakışla sınırlı kalsa bile, böyle bir anlam karışıklığına yol açmamak gerekir. Bizim ülkemizin geçmişinde böyle bir dönem olmuştur, uzunca bir dönem. Mücadelenin hedefini anlatan bu iki sözcüğe bir üçüncüsü, “demokrasi” de eklenmiş ve bunlar için, mücadele edildiği söylenmiştir. Daha doğrusu, bu noktada ciddi bir ayrışma yaşanmış ve “bağımsızlık ve demokrasi” için mücadele edileceğini, burada kazanılacak kalıcı başarıdan, başka bir anlatımla, bu hedeflerin eksiksiz ya da hemen hemen eksiksiz biçimde gerçekleştirilmesinden sonra, sosyalizmi hedef alan mücadelenin gündeme geleceğini söyleyenler ortaya çıkmıştır. Sosyalizmden farklı ya da onun içermediği anlamları ortaya koyduğu düşünülen bu iki sözcüğün önemi öylesine öne çıkmıştır ki böyle bir önemin mücadelenin kendisinde ve adlandırılmasında bir farklılık gerektirmediğini, bunun yanlış olacağını ileri sürenler bile, hedefleri vurgulayan bir adlandırma yaparken üç sözcüğü bir arada ve “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” sıralamasıyla, birincilerin önceliklerinden etkilendikleri izlenimini verecek biçimde kullanmışlardır. Bunun yarattığı sakıncalara ileride değineceğim.
Başlığı değiştirmemin ikinci nedeni, ilkinden büsbütün farklı sayılmaz. Bu yazıdaki niyetim, bağımsızlık vurgusunun, ayrı ve öncelikli bir hedef olarak değil sosyalizm mücadelesi sırasında savunulacak ve ancak bu mücadele ile elde edilebilecek, bugünün koşullarında başka türlü ulaşılması mümkün olmayan bir kazanım olarak ortaya konulması gerektiğini anlatmak. O yüzden aslolanın sosyalizm için mücadele etmek ve bunu açıkça dile getirmek olduğunu, daha başlığı yazarken anlatmanın ya da çağrıştırmanın doğru olacağını düşündüm.
Eski “üçleme”nin ortasında yer alan “demokrasi” sözcüğünün ise artık iyice kirlenmiş olduğu kanısındayım. Bu kirlenmenin geçmişi, birkaç yüzyılla anlatılabilecek kadar eskidir. Hem emekçi kitleler hem de sosyalizm mücadelesi açısından böyledir. Emekçi kitleler, çok uzun bir süredir, sadece geri kapitalist ülkelerde değil “ileri” olanlarında da, demokrasi adına sömürülmeyi ve baskı altında tutulmayı yaşayıp durmuşlardır. Buradaki “adına” sözcüğü yanlış bir çağrışıma yol açabiliyor; sanki gerçek demokrasi bu değilmiş de, gerçeğine ulaşıldığında böyle olmayacakmış… Benim bunu demek istemediğim çok açıktır sanırım. Ancak, bir ölçüde de buradan hareketle, önüne “milli” ya da “ileri” türünden sıfatlar getirilerek, emekçilerin on ve yüz yıllardır yaşayıp durduklarından çok farklı bir demokrasinin olabileceği ve bu uğurda mücadele etmek gerektiği anlatılmak istenmiştir. Oysa, demokrasi budur işte, gerçeği sahtesi, ilerisi gerisi pek fark etmez: İşçi sınıfı ve emekçi kitleler sömürü ve baskı altında yaşarlarken bunun bir özgürlükler dünyası olduğuna inandırılırlar. Değişen ya da değişebilecek olan, sadece, sömürü, baskı ve inandırılmanın biçimleri ile şiddetidir. Epey eskiden beri biliyor olmamız gerekir; demokrasi, bir devlet biçimidir ve her devlet biçimi serbestlik ile kısıtlamayı hoşgörü ile zoru kapsama ile dışlamayı birlikte içerir. Bunların şiddet ve biçimleri de farklı, dolayısıyla önemli olmakla birlikte, asıl belirleyici olan kimlere ve hangi amaçlarla uygulandığıdır.
Öte yandan, “demokrasi”, sosyalizm mücadelesi açısından da kirlenmiş bir sözcüktür. Çok uzun bir süre, dünyanın hemen her yöresinde, demokrasi yahut demokrasiyi geliştirip ilerletme amacıyla sosyalizm mücadelesi ikinci plana, hatta gündemin dışına itilmiş, görülmesi imkansız bir uzak hedef olarak unutulup gitmiştir. Sosyalizm için mücadele edenlerin bunu unutmaları, öyle sıradan, bağışlanabilir, “insanlık hali” sayılabilir bir zayıflık değil, ölümcül bir unutkanlıktır.
Bu konuda çok yazmış biri olarak, sözü uzatmayı doğru bulmuyorum. Bütün yazdıklarım içinde en “abartılı” bulunabilecek birkaç satırı hatırlatarak ve tekrarladığıma göre görüşümü değiştirmediğimi belirterek, bu giriş bölümünü kapatmakta yarar var.
“Sosyalizm dünyaya bir kez daha gelecek ve dönüşsüz bir biçimde egemen olacaksa eğer bunun belki de birinci koşulu ‘demokrasi’nin bütün anlam ve anlatımları ile eski dünyanın egemenlerine ve savunucularına terk edilmesi olacaktır. Eşitlik özgürlük kardeşlik ortaklaşma paylaşma katılma… Yeni dünyayı anlatmak için kullanılacak sözcükler bunlardır ve bunların ‘demokrasi’ ile ilgisi yoktur. Bunlar varsa ‘demokrasi’ yok demektir; ‘demokrasi’nin olduğu yerde ise bunlar bulunmamaktadır. ‘Bu kadar çok söz pek uzun konuşmada ve yazmada güçlük yaratır’ denilecek olursa da tümünü birden anlatan bir sözcüğü bulmak gerekecektir” 1 .
Saygınlığını koruyan sözcük: Bağımsızlık
Gerçekten öyle midir, “bağımsızlık” sözcüğü saygınlığını koruyor mu? Bu sorunun ilk yanıtı, yukarıda yazılanlardan sonra, “göreli olarak koruyor” olmalıdır. “Demokrasi”ye göre hâlâ çok saygındır. Emperyalizmin bugünkü görünümünden başka bir anlamı olmayan “küreselleşme”nin bütün ideolojik, politik, kültürel saldırılarına karşın, bağımsızlık, uzak durulması açıkça öğütlenebilecek insanların toplumların ülkelerin sıkılarak ya da utanç duyarak sahiplenebilecekleri bir kavram durumuna getirilememiştir. Olsa olsa, bir sözüm ona gerçekçilik ile bağdaşmadığı ileri sürülebilmiş; yerini “karşılıklı bağımlılık” diye ve herkesin yararına olduğu ileri sürülerek haklılaştırılan bir kaçınılmazlığa bıraktığı söylenmiştir; git gide daha ısrarla da söylenip durmaktadır. Oysa, aynı adlandırmayı kullanarak bile söylense, bu karşılıklı bağımlılık denilen durumun, hep üstün ya da egemen konumda olanların yararına işlediği, insanlar ve ülkeler tarafından defalarca yaşanmakta; en iyimser bakış açısıyla, “bağımlı kılınanlar”ın, kaçınılmaz olduğu ileri sürülen bu durumdan herhangi bir kalıcı iyilik sağlayamadıkları görülmektedir. Dolayısıyla, bütün küreselleşmeci propagandanın etkisi, “bağımsızlık iyi ve onurlu bir durumdur ama ne yazık, ki dünyanın gerçekleri değişti, yapayalnız ortada kalmamak için yeni gerçeklere uyum göstermek gerekir” diye özetlenmesi mümkün bir çaresiz kabulleniş anlatımının çok fazla ötesine geçememektedir.
Şu son satırlardaki soyut ve kapalı görünen anlatımı sürdürmenin anlamı yok. Daha açık olarak yazılabilir.
Bağımsızlık sözcüğünde anlatımını bulan kavram, “demokrasi” söz konusu olduğunda ortaya çıktığını yukarıda belirttiğimiz iki yönlü kirlenmeye uğramamıştır. Bağımsızlık diye diye ve bunu söylemekle yalancılık edilmiş olmadan, emekçi insanların ezildiği, sömürüldüğü olmamıştır. Gerçek ve tutarlı bir bağımsızlık yolu, izleyenleri, emekçi kitlelerin ezilmesine ve sömürülmesine götürmemiştir. Öte yandan, kısa dönemler dışında, “bağım-sızlık” uğruna sosyalizm mücadelesinden vazgeçmenin önerildiği ve gerçekleştirildiği de olmamıştır. Burada, her ne kadar, “demokrasi”nin hep önde olmasının “bağımsızlık” kavramı için bir geride ve temiz kalma şansı yarattığından söz edilebilirse de, sonuç olarak, paradoksal bir olumlu katkı ortaya çıkmıştır: Tutarlı bir bağımsızlık tavrı, sosyalizmi unutturan bir sevdaya dönüşmemiştir. Hatta, zaman zaman, tam tersine emperyalizmden bağımsız kalabilmenin tek yolunun sosyalizm olduğunun görülebilmesine yol açmıştır.
Bunun nedenlerini araştırmak, bu yazının amaçları arasında yer almıyor. Ancak, bu nedenlerden biri üzerinde durmak yazının geliştirilmesine yardımcı olacak.
Bağımsızlık nereye çıkar?
Geçmişte, sosyalizmden başka bir yere çıkmasının çok zor olduğu anlaşılmıştır. Şöyle anlatmak, belki daha doğru olacaktır: Kendisiyle tutarlı ya da kendisine sadık kalacak olursa, sosyalizmden başka yere çıkması, mümkün değildir. Başka yere çıktığında, bağımsızlık olmaktan da çıktığı görülmüştür.
Bugün için ise aynı saptamayı daha büyük bir açıklıkla yapmak mümkündür: Emperyalist sistemin bağımsızlıkçılığa göz yumması, olasılık dışıdır. Dolayısıyla, bağımsızlık düşüncesinin varolması ve eyleme dönüşmesi, ancak emperyalizm karşıtlığı ile olabilirlik kazanabilir. İlkinin varlığı, ikincisine açık ve kesin olarak karşı çıkmaya bağlıdır.
Emperyalizme karşı olmak, bugün için, çok açık bir kimlik sorunu ya da göstergesi durumuna gelmiştir. Emperyalist dünyanın en yüzsüz ve aynı anlama gelmek üzere, en “medyatik” liderlerinden Clinton’un ülkemiz topraklarını kirletmesini izleyen günlerde yapılmış bir değerlendirmeden aktarmak istiyorum:
“Türkiye solunun bir kişiliği yok şu anda. Bir toplumsal kimliği yok. Bunu oluşturma sürecinde anti-emperyalizm son derece büyük bir olanak sağlıyor. Ve önümüzdeki dönemde anti-emperyalizm Türkiye solunun sosyalist hareketinin belki de ilk gündem maddesi olacak. Nasıl olacak? Birincisi, başka başlıklardan çok daha kapsamlı bir şekilde, emperyalizm başlığı Türkiye’de sınıfsal bir aidiyetle girdi gündemimize. Bakın, burjuva aktörlerin tek birisi anti-emperyalist bir çizgiyi bırakın, anti-emperyalist demagojiyi oynamaya bile kalkmadı. On beş güne bakın. Türkiye’nin temel aktörleri, askerler, sosyal demokratlar, muhafazakarlar, dinci gericilik, faşist hareket bunlardan bir tanesi, hani hafifçe de olsa kişilikli bir konumlanış içine girmedi, giremedi” 2 .
Giremez; çünkü, bağımsızlık temasının somut, güncel hedef ve söylemlerin dışında anlam kazanma olasılığı kalmamıştır. Bağımsızlık demek, emperyalist-kapitalist sistemin nüfuz alanının dışına çıkmak, onun öngörmediği ve cevaz vermediği amaçların peşine düşmek demektir artık. Aynı yerden aktarmayı sürdürüyorum:
“(…) bu işin sınıfsal aidiyeti çok açık bir şekilde ortadadır. Yani, herhangi bir burjuva aktörün, düzen içi herhangi bir gücün anti-emperyalizme oynamaya bile kalkmayacağı ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu herkes bu çizgiye getirilmiştir” 3 .
Bunun böyle olması, ilk bakışta sanılabileceğinin tersine, bir sakınca, dezavantaj ya da güçlük değil, yeterince ve doğru biçimde değerlendirildiğinde, bir kolaylık yahut imkandır. Güçlük olarak düşünülmesi, şuradan gelebilir: Emperyalizm karşısında bağımsızlık yanlısı olmanın sınıfsal kimlikle çok sıkı ilintili bir duruma gelmesi, öyle herkesin, herkes derken sınıfsal kökeninden ve konumlanışından az çok bağımsız olarak her kişinin, topluluğun, örgütün emperyalizm karşıtı bir tavır alışını güçleştirir; dolayısıyla, bağımsızlıktan yana alabildiğine geniş, kalabalık, sayıca çok güçlü bir taraf, bir cephe yaratılamaz. Ayrıca küreselleşme, bir yanıyla, ideolojik anlamda her yana yayılan emperyalizm olarak ele alındığında, ideolojik egemenlik öne çıkarıldığında, o herkes tanımına girenleri önce zihinsel olarak kıpırdayamaz, karşı çıkamaz duruma getirmiştir. Böyle bir durum da çok geniş kapsayıcılığı olan bir bağımsızlık cephesi oluşturmayı iyice güçleştirir, hatta imkansızlaştırır.
Peki, bu gerçekten bir dezavantaj mıdır? Bağımsızlıktan yana olmak kendi başına bir amaç, başka yönelişlerin yokluğunda sürdürülemez, belki de hiç gerçekleştirilemez bir yol olmaktan çıkmışsa bu, sosyalizm mücadelesi açısından bir kolaylık yaratmaz mı? Yaratır; çünkü, aslolan sosyalizmi gerçekleştirmek, bunun için mücadeleyi bir sürü önkoşulun, ara aşamanın gerçekleşmesinden sonraya ertelememek ise, emperyalizme bağımlılıktan, onun sömürü ve baskısından kurtulmanın tek yolunun ya da seçeneğinin sosyalizm oluşu, bunun savunusunu ve mücadelesini yapanlar açısından eşi bulunmaz bir nimettir.
“ (…) günümüz Türkiyesi’nde daha kapsamlı bir siyasal toplumsal projenin şemsiyesi altında olmadığı sürece ya da daha kapsamlı bir siyasal toplumsal projenin dolayımı olmadığı sürece bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist bir kitle hareketi olabileceğine inanmıyorum, bir; bu doğrultuda bir aydın hareketi ya da düşünsel hareket olacağına inanmıyorum iki. (…) Şöyle ya da böyle, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, sınıfsız-sömürüsüz bir Türkiye, sosyalist bir Türkiye projesiyle ilişkilenmemiş bir anti-emperyalizmin, bununla ilişkilenmemiş bir bağımsızlıkçılığın olabileceğine inanmıyorum” 4 .
Çulhaoğlu dostumun, herhalde hâlâ buna inanıyor olabileceklere yönelik belli bir incelik ve tevazu ile “inanmıyorum” dediği, aslında, bir inanç konusu olmanın ötesinde, artık apaçık olduğunun söylenmesi gereken bir gerçekliğin saptanmasıdır. Üstelik bu, sadece Türkiye için değil, hemen hemen her yer için geçerlidir.
Anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm
Bir zamanlar, bundan yirmi beş otuz yıl kadar önce, emperyalizm karşıtlığının kapitalizmden hiç söz edilmeden, sanki kapitalizm bambaşka bir gerçeklikmiş gibi öne sürülmesinin hem bilimsel hem siyasal açıdan anlamsız ve yanlış olduğunu anlatmak için epeyce uğraşılmıştır. Şimdi, yeniden o döneme göndermeler yaparak bazı hatırlatmalarda bulunmanın gerekli olduğunu sanmıyorum. Yine de, eski tartışmalara dönmeden birkaç değinme yapılabilir.
O değinmelerden önce ya da onların başında, yazılışı on yıla yaklaşan, ancak işaret ettikleri ile çok daha yakın bir güncellik taşıyan bir saptamayı hatırlamak yerinde olacaktır.
“Anti-emperyalizm ile anti-kapitalizm de zaman zaman dost ve çok zaman da düşman iki kardeştirler. Türkiye solunun altmışlı yıllar pratiğinin sonlarına doğru düşmanlık yanı ağır bastı; öyle hatırlıyorum. Bu, o sıralarda netlikle çözümlenemiyordu; Kürt Cephesi’ndeki gelişmeler eksik kalan netliği tamamlıyor.
‘Milli’ yanı çok ağır basan bir anti-emperyalizm zorunlu olarak anti-kapitalizmden uzaklaşıyor. Her unsuruyla Kürt bir anti-emperyalist mücadelenin, hiç kuşku yok, millilik yanı tam, ancak anti-kapitalist yanı eksiktir; sonuca da yavaş yavaş yürüyeceğini ve çok zaman da hiç ulaşamayacağını düşünebiliyorum. Anti-kapitalist yanı canlı bir anti-emperyalist mücadelenin ise ‘sınıfi’ yanının yüksek olacağını, ancak, milli yanında eksikliklerini ezen ulusun devrimci hareketiyle kapatacağını kabul etmek zorunluluğunu görüyorum. Daha radikal bir içerik taşıyor ve zahmetli de olsa, sonuca ulaşmasını çok daha kesin görebiliyorum” 5 .
Şimdi, devam edilebilir.
Bağımsızlıktan yana olmanın, onu savunmanın emperyalizm karşıtlığı ile mümkün olduğu, herhalde, üzerinde söz söylemeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. Sorun ya da karışıklık bundan sonra başlıyor. Bağımsızlık yanlısı olmak, aynı anlama gelmek üzere, emperyalizme karşı çıkmak, kapitalizmi hiç söz konusu etmeden mümkün olabilir mi? Ancak, iki biçimde, ya da iki ön kabulü varsayarak, olabilir.
Bunlardan birincisi, kapitalizmle ilişkisi olmayan, ondan tümüyle farklı ya da onun dışında bir emperyalizm olgusunu varsaymaktır. Bugün, kapitalizmden ayrı bir emperyal düzen ya da yaklaşımdan söz etmek, ister sol içi ister sol dışı olsun, her türlü inandırıcılığını yitirmiştir. Bunu gerçek dünyada bir karşılığına işaret ederek ileri sürmek imkanı kalmamıştır. Yayılmacılığı ve/veya saldırganlığı vurgulanarak hedef gösterilebilecek ne bir “totaliter, baskıcı, komünist” vb. dünya vardır, ne de bir “sosyal emperyalizm”. Bu tür argümanların sol içinden ve dışından ileri sürülmesinin, herhangi bir somut anlamsal karşılık yaratması mümkün değildir.
Bu noktada bir parantez açılabilir. Parantez açmaktan, şu andaki akılyürütmemizin tümüyle dışında değil, ana doğrultusunun dışında, ama onu güçlendirici bir destek aramak anlamında söz ediyorum. Sınıf düşmanlarını ölümüne korkutan, öteki düşmanlarını ise alabildiğine saçmalamaya zorlayan bir güce erişmiş sosyalizmin, kendi yıkımını kesinleştiren ölümcül yanılgılarından biri, saldırgan olmayan bir emperyalizmin ve/veya kapitalizmin var olabileceği ve onunla barışçıl ilişkilerin sürekli kılınabileceği düşüncesiydi. O kadar ki, bu düşünce, tarihin yaşayabilirliği kanıtlanan ilk sosyalist devrimini gerçekleştirmiş partinin birinci dereceden sorumlusu tarafından, o devrimin yetmişinci yıldönümünde dile getirilebiliyordu. Dostlarını kişiliksizce boyun eğmek ile hüzün dolu bir acıyla tepki göstermek arasında bir salınıma, düşmanlarını ise herhalde zil takıp oynamaya yönelterek:
“İlk soru, savaş tehlikesinin başlıca kaynağı olan emperyalizmin doğası ile ilgilidir. Dış faktörlerin sosyal sistemin doğasını değiştiremeyecekleri bilinen bir gerçektir. Fakat dünyanın bugün erişilen gelişme aşamasında, karşılıklı bağımlılık ve bütünleşme düzeyinde, emperyalizmin doğasını etkilemek ve onun en tehlikeli boyutlarını engellemek mümkün müdür?
Bir başka deyişle, sadece egemen sınıfların çıkarını ve kapitalist sistemin temeli olan benmerkezci yasaların işleyişi ile ortaya çıkan yıkıcı etkilerin alanını kısıtlamak için, evrensel insani değerlerin en büyük önceliğe sahip olduğu bütünsel dünyada işleyen yasalara güvenilebilir mi?” 6
Olumlu yanıtları önceden varsayan, en azından, olumlu yanıt verme olasılığını gönülden isteyen bu soruları aktarmaya devam etmeden önce, ne yazık ki “yoldaş” Genel Sekreter’in “Yeni düşünce biçimimiz, silahsızlanma çerçevesinde kapsamlı bir uluslararası güvenlik sistemine ihtiyaç olduğunu ve böyle bir sisteme erişmenin mümkün olduğunu kanıtlamamıza yardım etmiştir. Şimdi kanıtlamamız gereken ise bu amacın gerekli ve uygulamaya geçirilebilir olduğudur. Biz istenen etkiyi rekabet, çelişkiler ve çatışan çıkarlar yoluyla yaratabilecek, güçlerin karşılıklı etkileşim yasalarını ortaya çıkarmalıyız. Bu bağlamda, Leninist açıdan bakarak ve Leninist kuramı kullanarak birtakım önemli soruları sormaya başlamalıyız.” diye konuya girdiğini vurgulamakta yarar var. Demek, “leninist açıdan bakarak ve leninist kuramı kullanarak” konuşmak böyle oluyormuş. Ayrıca, yukarıda aktardığımız ilk soruda, “karşılıklı bağımlılık ve bütünleşme düzeyi” diye olumlu bir vurgu yapılarak dünyada kapitalizm ile sosyalizmin “bağımlılık ve bütünleşmesi”nden söz edilmesine, “evrensel insani değerlerin en büyük önceliğe sahip olduğu bütüncül dünya” yanılsamasının gerçekten akıl almaz bir biçimde benimsenmesine değinmeden geçmiş olmayalım.
Genel Sekreter olumlu yanıtlanması için duacı olduğu sorularına devam ediyor:
“İkinci soru da birincisiyle bağlantılıdır: Kapitalizm militarizmden kurtulabilir ve ekonomik ortamda onsuz iş görebilir ve gelişebilir mi? Ekonomiyi sivil üretime doğru değiştirmek için Batıyı dönüştürme prog-ramları hazırlamaya ve karşılaştırmaya çalışmak, bizim açımızdan çılgınca bir aldanma değil mi?
Üçüncü soru: Kapitalist sistem, şu anda yaşamını sürdürmesi için gerekli etkenlerden biri olan yeni sömürgecilik olmadan yapabilir mi?
Bir başka deyişle, bu sistem, önceden kestirilemeyen sonuçlarla dolu Üçüncü Dünya ile adaletsiz ticaret pratikleri olmaksızın işlev görebilir mi?
Bununla ilgili bir başka soru: Dünyanın karşı karşıya bulunduğu korkunç tehdit konusundaki bilincin, bu bilinçliliğin Batı’nın yönetici seçkinlerinin üst kademelerinde bile ilerleme sağladığını görüyoruz pratik politikalara dönüşeceği yolundaki umudumuz ne kadar gerçekçidir?
(…) Başka sözcüklerle anlatılacak olursa, sorun, kapitalizmin kendisini nükleer silahlardan arınmış bir dünyanın koşullarına, yeni ve adil bir ekonomik düzenin koşullarına, iki dünya sisteminin entelektüel ve ahlaki değerlerinin dürüstçe karşılaştırılacağı koşullara uydurup uyduramayacağımızdır. Bunlar yararsız sorular değildir. Tarihin önümüzdeki onyıllarda nasıl bir gelişme göstereceği, bu soruların yanıtlanış biçimine bağlı olacaktır” 7 .
Son cümleyi sürdürecek olursak, bu soruların nasıl yanıtlandığı görülmüş ve tarih, yanıtları bilinen bu soruları ortaya atarak bütün bildiklerini unutan bir aymazlık sergileyenleri süpürücü bir gelişme göstermiştir.
Bu epeyce uzun parantezi açmadan önce, kapitalizmden hiç söz etmeden bağımsızlıktan yana olmanın, mümkün ama tutarsız biçimlerinden ilkine değiniyordum. İkincisi ise herhangi bir ülkede kapitalizmin emperyalizmden, onun uluslararası ya da dikkate değer dayanaklara sahip biçimde öne sürülen nitelemeyi kullanarak söylersek, uluslarötesi düzeninden bağımsız olabileceğini düşünmektir. Kapitalizmin herhangi bir ülkede ya da bölgede gelişmesinin kendisini önceleyen bölgelerdeki kapitalist gelişmeye dolayısıyla erken yola çıktığına göre emperyalist aşamaya ulaşmış olan kapitalizme görece sürekli bir karşıtlığa dayanması hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Çok uzun bir süredir, bu imkansızlık çok daha açık bir görünüm kazanmıştır. Emperyalist sistem, her anlamda en uzaktaki kapitalist gelişmeyi bile kendisine bağımlı kılacak bir düzeye genellikle iç dinamikler için kullanılmış deyişle, bir iç kenetlenmeye ulaşmış durumdadır.
“Uzunca bir süreden beri, ucuz hammadde alımı ve bunların mamul madde olarak geriye satılması, emperyalist sömürünün temel halkası olmaktan çıkmıştır. Özellikle son onyıllardaki emperyalist sermaye yayılması, tek başına sermayenin aşırı birikimi ile açıklanamaz. Geçmişte fazlasıyla tartışılan tek yanlı bağımlılık tezleri tümüyle geçersizleşmiştir. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin bugün vardığı noktada, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri de kapsayan tek bir emperyalist-kapitalist zincirden ve bu zincirin halkaları arasındaki karşılıklı ilişkiden söz etmek gerekmektedir. Ülkeler ve ülke gruplarını kapsayan bölgeler, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine, işgücünün fiyatlandırılmasına ve sermayenin temel sektörler arasındaki dağılımına göre uluslararası işbölümündeki yerlerini almaktadır. Yine uluslararası işbölümünün derinleşmesi, sermaye ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını içermeyen ‘bağımsız’ ulusal kalkınma modellerini tarihsel anlamda geçersizleştirmiştir” 8 .
Bugün yeryüzünde emperyalizmin karşısında ekonomik, politik, askeri gücüyle varlığını sürdürüp geliştiren, bir çekince, bir göz dağı oluşturan sosyalizm gerçekliği yoktur. Böyle bir dünyada emperyalist-kapitalist sistemden açık bir kopuşu içermeyen ya da öngörmeyen yönelişlerin, gerçeklik kazanmasının güçlüğü bir yana, tasarlanabilme olasılığı da çok düşüktür. Bu tür yönelişler, daha tasarım aşamasında, yeterince açık bir kopuş öngörüsünü barındırmak durumundadır. Karşısındaki en büyük tehlike konusunda açık bir tercihi ya da tutumu belli olmayan bir programın, bırakalım yakın ve uzak destekçilerini, bizzat hazırlayıcıları için bile kayda değer bir inandırıcılık taşıması kolay değildir.
“Anti-emperyalist dinamizmin ete kemiğe bürünmesi için öncelikle sosyalist, yani kapitalizmden köklü bir kopuşu temsil eden mevzilerin oluşmasını beklemek gerekecektir. Bu elde yokken, yerel burjuvazilere anti-emperyalizm atfetmek, aslında tek tek bu ülkelerin ulusalcı sol kesimlerinin kendi sınıf uzlaşmalarının yolunu açmaları anlamına gelir. İşin ilginç ya da acı tarafı anti-emperyalist kimliğe ilişkin herhangi bir şansa sahip olmayan yerel burjuva sınıfların emperyalizmin küreselci basıncı karşısındaki tutumları, olsa olsa pazarlık ederek teslim olmaktır ve bu nesnellik ulusal sol akımın ölümle sonuçlanması kaçınılmaz bir hastalıktan muzdarip olduğunu ifade eder.
Söylendiği gibi bir kuşak ülke bugün emperyalizmin yeniden paylaşım politikalarının nesnesi durumundadır. Ve bu “merkez ülke-sömürülen/bağımlı ülke” ayrışmasının, emperyalizm ile ulus devletler arasındaki çelişkiyi körükleme gücü artmış değil azalmıştır. Böyle bir ‘ilerici ulusalcılık’ reel sosyalizm döneminde çözüm anahtarlarına sahipti ve dolayısıyla bugüne oranla daha büyük bir öneme de sahipti” 9 .
Bağımsızlığa çıkan sorular
Ancak, bütün bunlar eksiksiz bir biçimde geçerli olmakla birlikte, dolayısıyla bunları temel alarak, bugün bir başka noktayı öne çıkarmak gerekiyor. Yine, uzunca bir aktarma yapmama izin verilmesini diliyorum:
“Bilimsel açıdan anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmin birliği ve aynılığı tartışılamaz. Bilimsel açıdan tartışılamaz olan siyasi açıdan doğru değildir. Anti-kapitalizm doğrudan sosyalizme yönelişi ifade etmeyebilir, anti-emperyalist bir konumlanış kapitalizm karşıtlığından uzak durabilir. Dolayısıyla, komünistlerin anti-emperyalist mücadeleye vurgu yapmaları bir dizi düzlemde ele alınmalıdır. Bu düzlemlerden ilki, bilimsel olarak tartışılamayacak olanla örtüşmektedir. Sosyalizm mücadelesi emek-sermaye çelişkisini bütün boyutlarıyla kucaklar. Boyutlardan bir tanesi uluslararası dinamiklere hükmeden emperyalizm olgusudur. Emperyalizmle mücadele boyutu olmayan bir sosyalist iktidar mücadelesi veya anti-kapitalist mücadele söz konusu bile olamaz. Bir diğer düzlem ise sınıflar mücadelesine dair tarihselci yaklaşımımızın bütünlüğünden yoksun tepkilerin toplumda ortaya çıkma olasılığıdır. Sosyalizm mücadelesinin bu parçalı anti-emperyalist tepkilerden her durumda zarar göreceğini düşünmek son derece aptalcadır. Söz konusu parçalanmayı pozitif bir enerjiye dönüştürmek komünistlerin görevidir. Üzerinde durulması gereken bir diğer düzlem ise emperyalist ülkeler ile bağlı ülkeler arasındaki gerilimlerde ortaya çıkacak sürtünme noktalarıdır. Bu noktalar dikkatli bir biçimde izlenmeli, sosyalist mücadelenin bu sürtünme noktalarına siyasal açıdan yoğunlaşması sağlanmalıdır” 10 .
Bugün, Türkiye denilen ülkede, başka ülkelerde nasıl olabileceği tartışmasına girilmeden söylenirse, “bağımsızlık mücadelesi” bir siyasal program olarak kendi başına herhangi bir anlam ve geçerlilik taşımıyor. Zaten böyle bir mücadele de yok. Ancak, emperyalizm karşısında bağımsızlık, emekçilerin tarihsel ve güncel çıkarları açısından ete kemiğe bürünmüş bir anlam kazanmış durumda. Sıradan bir emekçi, biraz yaş yaşamış, dolayısıyla bir ölçüde kıdem almış olmak ve bir parça akıl erdirmeye çalışmak koşuluyla, yaşadığı ülkenin iplerinin dışarıda oluşunun kendi çaresizliğini pekiştirdiğini görebiliyor. Pek çok örneği verilebilir, kendi yaşantılarımdan bir aktarma yapmak istiyorum. Geçenlerde ekonomi konusunda olabildiğince “teknik” bir eğitim vermem istenen kalabalık bir işçi grubundan bir dinleyici, “Bütün bunları başımızdan atarak kendi bildiğimiz gibi çalışıp üretsek daha iyi olmaz mı?” diye sormuştu. “Mecbur muyuz bu adamlara bu IMF’cilere, şunlara bunlara? Şimdiye kadar hep tamam dedik, daha bir hayrını görmedik.” Tam bu sözcüklerle olmayabilir; ama bu kadar naif ve içtendi. Daha önemlisi, olup biteni kavramaya başlarken açıklayamadığı bir şaşkınlık ve çaresizlik duyuyor olmasıydı.
Artık bir emekçiye, sözgelimi, özelleştirmenin içini yakan bir söz ve alabildiğine canını acıtan kendisine yönelik bir saldırı olduğunu anlatmak zor değildir; hatta, kimi durumlarda, bunu anlatmaya bile gerek yoktur. Ecevit haksız değildir; ne yapmışlarsa, özelleştirmenin iyilik ve erdemlerini anlatmayı başaramamışlardır ya da bu konuda ulaşabildikleri başarı düzeyi yeterli olmaktan çok uzaktır. Ayrıca, bu özelleştirme denilen olgunun çeşitli bağlantılarını göstermek de bir güçlük olmaktan çıkmaya başlamıştır. Emperyalist dünyaya bağımlılık sürdükçe, bu tür kötülüklerden kurtulmak yerine yenilerine katlanmaktan başka çare kalmamaktadır. “IMF’nin istediği bu, onunla Amerika arasında sıkı bir ilişki olduğu anlaşılmıştı zaten, son zamanlarda medeniyet, ilerleme, zenginlik getirecek diye söylenip duran Avrupa da mı hep aynı şeyleri istiyor, nedir?” Ortalama bir emekçinin kafasında bu tür soruların, kuşkuların, oluşmaya başlamış kanıların yer etmekte olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Öte yandan, bir emekçi, özelleştirmeyi sadece kendi çalıştığı kuruluş için söz konusu olduğunda mı sorun edinecektir? Bireysel çıkarların ötesine geçilip sınıfsal çıkarların gözetilmesiyle yetinilmeyerek birtakım “ulusal” kaygılar da gündeme getirilecek midir? Örneğin, Türk Hava Yolları, telekomünikasyon, petrol vb. alanlarda özelleştirmelerin gerçekleştirilebilmesi büyük yabancı tekellerin devreye girmesini gerektirecektir. Bu durumda, “sermayenin yerlisi yabancısı olmaz” mı denilecektir, yoksa, stratejik sektörlerdeki yabancı egemenliğinin görünen ve görünmeyen tehlikeleri mi vurgulanacaktır?
Televizyon yayıncılığında başlayan yabancı ortaklıkların bütün medya kuruluşlarına, git gide kültürel üretimin öteki alanlarına yayılması, nelere bağlanabilir ve ne tür sonuçlara yol açabilir?
Birtakım başlıkları, öncelik sırasına koymadan, saymaya devam edelim. Diyelim, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)… Türkiye tarımında kapitalistleşmeyi son noktasına ulaştıracak bu projenin, yakın gelecekte, birçok önemli sonucu gözle görülür duruma gelmeye başlayacaktır. Bir örneği aylarla anlatılabilecek kadar kısa bir süre önce Van yöresinde ortaya çıkan, emperyalist çevrelerin açık ve yakın ilgisi, bu sonuçların arasında ve başlarında yer alıyor. Ürün deseninde ortaya çıkacak esaslı değişikliklerden toplumsal ve insani ilişkilerdeki yeniliklere kadar pek çok konuda, “su kayağı yapan Kürt köylüsü” fantezilerinin sahiplerinden başka yaratıcılık gösteren olmayacak mıdır?
Türkiye’nin Balkanlar’daki artan rolü hangi hesaplara oturmaktadır ve nereye kadar gidebilecektir? İsrail ile gelişen ilişkiler daha ne kadar gelişebilecek ve bizim halklarımız ve yakın komşuları açısından hangi anlamlara uzanabilecektir? Kafkasya ve ötesine yönelen atılganlığın kökenleri nerededir ve olası uzantıları neler olabilecektir? Sözgelimi, artık gülünç bir efsane haline gelen Bakü-Ceyhan petrol boru hattı işinin gerçekleşme olasılığı ve koşulları neler olabilir ve “bir de olursa”, herkesin cebi para mı dolar ya da paralar kimin cebinde, yükler kimin sırtında istiflenir?
Bu tür sorular, ülke gündeminde ve emekçilerin kafalarında, her birinde farklı biçimlerde de olsa, kısa zamanda hızla çoğalacaktır. Ancak, sorular soru olarak kaldıkça ve biriktikçe, yönlendiriciliğini, kışkırtıcılığını yitirir; iç karartan, boğuntu veren bir bulamaca dönüşür; böylece, hangi yolla olursa olsun unutarak ya da aldatıcı yanıtlara, yalanlara inanarak da olsa onlardan kurtulmak, başlıca kaygı durumuna gelir. Bu durumun ortaya çıkıp çıkmayacağı, büyük ölçüde, sosyalizm mücadelesi verenlerin kararlılığı, yeteneği ve gücü ile ilgilidir. Böyle bir yetenek ve güç ise gökten inmeyecektir elbette; bütün bu soruların emperyalizm karşıtlığına ve bağımsızlığa çıktığının, bunların da ancak ikirciksiz bir sosyalizm yönelişi ile gerçekleşebileceğinin görülüp gösterilmesinden kaynaklanacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- ODMAN Mesut Her Zaman Sosyalizm YGS Yayınları İstanbul Mayıs 2000 s. 285.
- Cemal Hekimoğlu’nun konuşması Anti-em-peryalist Mücadelenin Güncelliği içinde Gelenek Yayınevi İstanbul Mart 2000 s. 24.
- A.g.e s. 25.
- Metin Çulhaoğlu’nun konuşması a.g.e. s. 29-30.
- KÜÇÜK Yalçın Emperyalist Türkiye Başak Yayınları Ankara Temmuz 1992 s. 80.
- GARBAÇOV Mihail Yolumuz Ekim’in Yo-lu Öncülerin Yoludur Dönem Yayıncılık Ankara 1987 s. 47.
- A.g.e. s. 48.
- Sosyalizm Programı ve Temel Siyasi Tezler İkinci baskı Gelenek Yayınevi İstanbul Temmuz 1998 s. 13.
- GÜLER Aydemir “Emperyalizm Rekabet Bloklaşma ve Kriz: Yüzyıl Sonra Yeniden” Gelenek Ekim 2000 sayı 63 s. 37.
- HEKİMOĞLU Cemal, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, Gelenek Yayınevi, İstanbul, Kasım 2000, s. 216