Giriş
Nedenleri ve belirlenimleri çerçevesinde anlayabiliyoruz olmakta olanı; olmakta olana hazırlanabilmemizi sağlayan şey de bu “nedensellik-belirlenim” çerçevesinde kurduğumuz bütün oluyor. Tarihselcilik buna denk düşüyor. Amaçsız ve olasılıklara bürünmüş olana şüpheyle; yapmakta olduğumuz “dönüştürme” eylemine güvenle bakmamızı sağlıyor.
Yapısalcılar tarihe hiç iyi gözle bakmadılar analizlerini tarihsel bir çerçeveye oturtmayı “bilimsel bir hata” olarak gördüler. Geçmiş zamana dair yazıyorum; çünkü ne yapısalcımız kaldı ne de iddialı temsilcileri bulunabiliyor artık. Olguları ardışık değil senkronik olarak anlamayı tercih ediyordu yapısalcılar. Tarih yapısalcılara yeterli açıklayıcılıkta bir bütün olarak görünmedi çünkü ardışık bir iskeleti vardı; yapısalcılık tarihe bakarken sadece bu iskeleti gördü.
Yapısalcılık derken Althusser’in etkilenimindeki marksistlerle ilgileniyoruz. Postyapısalcılık ise kökenlerini yapısalcılıkta bulsa da kökenlerini ve bütünlüğü reddeden bir akım oldu; sadece Althusser ve marksizm kökenli olmadı.
Olguları birbirinden görece bağımsız (özerk) olarak görmeye ve göstermeye çalıştılar. Tarih yapısalcılara beklediklerini verememişti; sadece beklemede kalanlara tarih hiçbir zaman beklediklerini vermedi. Tarihin dışına düşmüş gibi düşündüklerinden düşüncelerini tarihin dışına düşmüşlük belirlediğinden karamsardılar. Marksizm karamsarlıkla yeniden üretilemez yapısalcı marksizm bu yüzden eksikli oldu. Yapısalcılar tarihe yandan baktılar ileriye ve önlerine yeterince bakmadılar.
Bu çalışma daha çok geriye doğru bir bakışı içeriyor. Altusser ve ardıllarının çizgileri de çalışmanın ana hattını oluşturuyor. Althusser ve ardılları denirken esasen yapısalcı ekolden yola çıkarak postyapısalcılığa yolu açan veya oraya kayanlar kastediliyor. Bu kapsam içerisinde şu isimlere “başat” konumlar verilecek: Althusser Poulantzas ve Laclau. Bu isimler sayıldığı için sanılmasın ki çok içeriden bir yöntem tartışması yapılacak. Bazı kritik noktalara değinmeyi ve bu noktalardan yapısalcılığa ve ardıllarına dair bir gelişim çizgisi çıkarmayı deneyeceğiz.
Yapısalcılığa doğru
Yapısalcılık yapı-özne tartışmasında yapının özneye üstün olan veya özne tarafından belirlenemeyen “özerk” yanlarını vurgulayan bir anlayış olarak karşımıza çıkıyor. Bu yaklaşım ilk olarak Ferdinand de Saussure’ün “Genel Dilbilim Dersleri” adlı kitabında üretiliyor. Gösterge ile gösterilen arasında bir uyumsuzluk bulunduğu saptamasından yola çıkarak dilin tarihsel olarak oluşmuş özerk bir bütün meydana getirdiği iddiası yapısalcılığın temelindeki iddia olu-yor. Burada göstergeden kastedilen bir nesne veya şey için kullanılan isimdir. Bu nesneye dair yapılan adlandırma veya adlandırmaların nesnenin tam anlamıyla karşılığı olamayacağı ise tezin kendisi oluyor.
Söz konusu kitap Saussure’ün ölümünden sonra yayımlanıyor. Yani Saussure’ün kendisi bu konuda hiç etkin olmuyor. 1950’li yıllarda Claude Levi-Strauss yapısalcılığı antropoloji alanında uyguluyor. Böylece Levi-Strauss’un yapısalcılığın ilk taşıyıcılarından biri olduğu söylenebilir. Levi-Strauss’un ardından Michel Foucault’nun deliliğin ve klinik tıbbın tarihlerine dair incelemelerinde yapısalcı yöntemden esinlendiği görülüyor.
Buraya kadar adı geçen yazarlar bu yazının dışında kalan bir çizgiye oturu-yorlar. Aslen marksizm ile -okumuş olabilirler- bir ilişkileri bulunmuyor.
1960’lı yılların başlarında Cezayir kökenli Fransız marksist Louis Althusser Marx okumalarına dair yapısalcı eleştiriler içeren yazılar yazıyor. Daha sonra bu yazılarını Marx İçin (Pour Marx) başlığı altında yayınlıyor. Yapısalcılığın marksizmle tanışması böyle oluyor ve bizi ilgilendiren de bu etkilenim içerisindeki marksistler ve onların eyledikleri oluyor. Buradan sonra bu akımı Jorge Larrain’in kullandığı bir adlandırmayla “Althussercilik” olarak niteleyeceğiz.
Althusser Poulantzas ve Laclau marksizmin temel ilgi alanlarından olan devlet ideoloji politika ve sınıflar eksenlerinde ürettikleri düşünceler ile ilgiyi hakediyorlar.
Poulantzas ilk çalışmalarını Althusser çevresindeyken kaleme alıyor. Laclau da kendi ilk dönem çalışmalarını oluşturan tartışmaları Poulantzas’ın tartışmaları üzerinden yürütüyor. Yapısalcı marksizm; kabaca Althusser Poulantzas ve Laclau çizgisi ile karakterize oluyor. Poulantzas 70’li yılların ortalarında yapısalcı yaklaşımı terkediyor ama son döneminde de marksizme bağlı kalmaya çalışıyor bazı uzaklaşmalarla birlikte. Laclau ilk döneminde marksist ve yapısalcı iken 70’li yılları postyapısalcılar güruhu içinde bitiriyor ve sonra da “postmarksist” oluveriyor. Althusser 1970’li yılların ortalarına doğru üretkenliğini ve etkisini kaybediyor. Yukarıda da sözü edilen ve Althusser’in tartışmaya başladığı başlıklar nelerdi sorusunu yanıtlamadan önce Althusser’in nasıl bir dönemde çalışmalarını şekillendirdiğini görebilmek için döneme dair kısa bir döküm yapmak yerinde olacaktır.
Althusser’in dünyanın pek çok yerinde tanınmasını sağlayan eseri Marx İçin 1965 yılında yayınlanıyor. Althusser Fransız Komünist Partisi (FKP) üyesi bir filozof iken bu yapıtıyla marksizmin yeniden -ama neredeyse dışından bir yerden- tartışılmasına giden yolu açıyor.
Kısa tarihçe
İkinci Savaş sonrası dönem ve özellikle de 1950’li yıllar ve 60’lı yılların ilk yarısı kapitalizmin yaşadığı en büyük genişleme dönemlerinden biridir. Bu yıllarda Avrupa’da savaş sonrası yeni bir kuşak yetişiyor ve bu kuşak kapitalizmin krizleriyle henüz tanışık olmayan bir kuşak. Çok şey istiyorlar ve istediklerini almak için ön saflara yerleşmiş görünüyorlar. ‘68’de tepe noktasına ulaşan kitle hareketleri bu kuşağın eseri oluyor.
Karşı çıkılan kapitalizm mi o pek belirgin değil; daha ziyade sistemin baskıcı sonuçları gibi görünüyor. Daha iyi bir dünya için acele ediliyor fakat özlenen düzen nasıl tanımlanacak sorusuna verilen cevaplar kızıldan yeşil-sarıya doğru yavaş yavaş kayıyor.
Bu soruyu tarih boyunca komünistlerden daha iyi cevaplayan olmadı. Fransız komünistleri ise bu soruyu kitleleri sosyalizme taşıyacak şekilde cevapla(ya)madı. Savaş sonrası Avrupalı komünistlerin perspektifleri değişmiştir…
“Soğuk savaşın gevşemesi Avrupa komünist partilerinin üzerindeki misyonların hafiflediğini hissetmeleri ve elbette kitle hareketlerinin yükselmesiyle birlikte 60’larda Avrupa’da gerçekten yeni bir ortam doğdu” 1 . [ÇULHAOĞLU Metin]
SBKP’nin 20. Kongresi’nin Stalin ve “putlaştırma” başlığındaki girdileri Avrupalı komünistlerde bir gevşeme yaratıyor. Stalin üzerinden başlayan tartışmalarla birlikte Batı solu Stalin üzerinden değerlendirdiği SSCB’yi “projektörünün” dışında tutuyor 2 . SBKP’nin Avrupa soluyla arası giderek açılıyor. Kapitalizmden uzaklaşma eğiliminde olan kitlelerin sosyalizme sağlam kanallardan ulaşma şansı da buna bağlı olarak azalıyor.
Ne de olsa SSCB tepeden inmecidir! Bu bağlamda belirleyici bir tartışma Pekin-Moskova ayrışması üzerinden ortaya çıkıyor. SSCB’den uzaklaşmak Mao’ya yaklaştırıyor.
Batı solunun yavaş yavaş Sovyetler’den uzaklaştığı bir dönemden bahsedi-yoruz. Sovyetler için de bir uzaklaşma söz konusu. 1960’lı yıllar başladığında bu uzaklaşma kendi mantıksal sonuçlarını veriyor ve artık Batı solu Sovyetler haricinde bir örnek aramaya başlamış oluyor. 60’lı yıllarda özellikle gençliği en çok etkileyen olay ‘59’daki Küba Devrimi ve “Fokoculuk” oluyor. Avrupa’nın solcu gençleri Küba başta olmak üzere “Üçüncü Dünya”ya yüzünü dönüyor.
1968 yılı her türlü arayış sahibi için bir dönüm noktası oluyor. Fransa’daki ayaklanmalar işçi sınıfının dışından (ama müstakbel sınıf üyeleri içinden) başlıyor. Öğrencilerin işçilerden önce sokaklara dökülmesi öncü sınıf nitelemesiyle ilgili bazı sorular yaratıyor. Aynı vakitlerde Çin’de Proleter Kültür Devrimi adıyla başlayan hareket Avrupalıların ilgisini bu yöne çeviriyor.
Burada bir katalizörden daha bahsedilebilir: Prag müdahelesi. Yine aynı yıl Çekoslovakya’nın başkenti Prag’da yaşanan “sistem karşıtı” ayaklanmanın bastırılması için Sovyetler Birliği’nin verdiği destek “özgürlük karşıtı” bir eylem olmakla itham ediliyor. 1968 Çekoslovakya olayı (itici kuvvet) ve Proleter Kültür Devrimi (çekicileşen kuvvet) Çin’e doğru olan eğilimleri iyice kuvvetlendiriyor.
Kapitalizm halen süren son daralma sürecine 60’ların sonu ve 70’li yılların başında girerken bir dönem de kapanmak üzeredir. Bu yıllarda Proleter Kültür Devrimi çekiciliğini yitiriyor ve Avrupa’da üç diktatörlük rejimi tarihe gömülü-yor: İspanya Portekiz ve Yunanistan. İşçi sınıfı ise bu vakte kadar bekleyenleri hayal kırıklığına uğratıyor. ‘68’le birlikte umut bağlanan öğeler birer birer yitip gidiyor.
Burada Batı solunun hakim siyasal argümanlarına dayanak olan konjonktürü hatırlatmakta yarar var. Yukarıda kabaca çizilen çerçeve kaygan bir konjonktürü ifade ediyor. Konjonktür yapısalcı marksistlerce gayet tutulan bir kavram oluyor. Bu kavramı popülerleştiren konjonktür ise yukarıda tarif edilen konjonktür olu-yor. Konjonktürün değişimi onları da değiştiriyor. Marksizmlerini 60’lı yılların abartılmış umutlu havasında bu konjoktüre yönelterek üretiyorlar. “Konjonktürel marksizm” marksizmi kısıtlı anlamayı getiriyor. Marksizmin bütünleyici sistemini bazı kısıtlara uğratmak marksizmi budamak anlamına geliyor. Özerklik ve konjonktür vurgusu bütünlükten uzaklaştıkça Batı solu da marksizmden uzaklaşıyorlar. Marksizm böylesi bir darlıkta kaldıkça yeniden üretilemiyor. Sonuç; ya iddiaların yitirilmesi (Althusser) ya da marksizmden “kopuş” (Laclau) oluyor. Marksizm yapısalcılıkla uyuşmuyor. Büyük boy geliyor.
“Genel olarak” yapısalcılık ve Althusser: Neden anti-tarihselcilik?
“20. Kongre’den sonra her yerde olduğu gibi marksist ve komünist aydınlar arasında da açıktan açığa sağcı bir dalga yayılmaya başladı. (…) İşte bu koşullar altında 1960 yılında kendimi ‘rastlantı’ olarak diyelim bir tartışma içinde buldum Len Pensee dergisi Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya’da ‘Genç Marx üzerine’ yazılmış yazıları Fransızca’ya çevirip yayınlıyordu. (…) Marksist teoriyi bir ‘insan felsefesi’ marksizmi teorik hümanizm olarak gösteren sağ-idealistlere karşı; marksist bilim ve felsefenin alttan alta pozitivist (olgucu) ya da subjektivist (öznelci) bir anlam karışıklığına sürüklenmesine karşı; sağın ve solun historisizmine karşı; maddeci diyalektiğin evrimci bir indirgemeyle ‘Hegelci’ diyalektiğe kaydırılmasına karşı ve genel olarak burjuva ve küçük burjuva konumlarına karşı her şeyi patavatsızlıklara yanlışlıklara düşmeyi bile göze alarak ne olursa olsun deyip birkaç can alıcı fikri savunmaya kalkıştım…” 3 [ALTHUSSER Louis]
Althusser bunları 1972’de yazmaktadır. Althusser’in kaygıları açıktır ve bilimsel kaygılardan çok aceleciliğini de haklı çıkaran ideolojik kaygılarla yazmaya girişmiştir. Althusser’in ilk makaleleri yukarıdaki amaçlarla birlikte karışık bir ortamda oluşuyor. Şöyle söylenebilir: 1960 yılında marksizm adına doğru düzgün bir üretim yapılmamakta marksizm ve Marx ilk dönem eserlerindeki vurgularla anılmaya çalışılmaktadır. Althusser bu durumda ortodoks bir yorum geliştirmeye çalışıyor. Marksizme bulaştırılmaya çalışılan burjuva ve küçük burjuva yorumlarla mücadele etmek kuramsal yazılarındaki ilk amaç oluyor. Lakin ortodoks bir yorum için sağlam dayanakların olması gerekiyor. Althusser’in “hatalara düşmek pahasına” dediği durum sağlam dayanakların oluşmadığına dair bir ipucu oluyor.
1960 yılında ayrışmaya dönüşen Sovyet-Çin anlaşmazlığı da bir başka belirleyen olarak Althusser’in “Marx İçin” ve “Kapital’i Okumak” adlı kitaplarındaki siyasi arka planı oluşturuyor 4 .
Bu iki belirleyen arasında bir öncelik sırasını yapmak gerekmiyor. Althusser’in yaptığı şöyle özetlenebilir: Marksizmi burjuva argümanlardan uzaklaştırmaya çalışırken FKP’nin Çin karşısındaki Sovyet yanlısı tutumunu örtük bir şekilde eleştirmek. 1960’lı yıllar Sovyetler Birliği’nin Avrupa’daki geleneksel komünist partiler üzerinde halen etkili olduğu yıllardır. FKP ayrışmada Çin karşıtı bir konum alıyor. Lakin Sovyetler’in etkili olması bu partilere (ne yazık ki) bir katkı yapamıyor. Marksizm yorumlarındaki kısırlık SBKP içerisinde de geçerli gibi görünüyor. Althusser FKP üyesi olmakla birlikte partinin ayrışmadaki tutumunu benimsemiyor. Bu rahatsızlığın etkisiyle oluşan veya beslenen Çin’e dönük sempati Althusser’in yaklaşık on yıllık siyasi rotasını belirliyor. Althusser marksizme dair bu kısırlığın oluşturduğu boşluğu doldurma işine soyunuyor.
Althusser ve çevresinin bu işe giriştiklerinde karşılarına aldıkları eğilimler şöyle özetlenebilir: Marksizmin hümanist ve “tarihsici” yorumları. Tarihsici kavramı Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorilerindeki gibi “kendiliğinden sosyalizme varan” indirgemeci bir tarih anlayışı için geliştirdikleri bir adlandırmadır. Bu yorumları “Tarihin kendinde bir erekle hareket ettiği ve nihai olarak sosyalizme varılacağı”na dair eski tantanaların yenilenmiş versiyonları oluşturuyor. Buna tarihsicilik diyorlar fakat karşılarına aldıkları “tarihselci” tezler oluyor. “Hatalara düşülüyor” farkına varılmıyor. Tarihselciliğe karşı geliştirilen tezler ise dönemin moda akımı olan yapısalcılıkla içiçe geçilerek üretiliyor. Tarihselci determinizmin yerine “yapısal üstbelirlenim” geliyor. Yapısal üstbelirlenim aynı zaman dizininde (yani eşzamanlı) birlikte bulunan yapıların karşılıklı etkileşiminden oluşan ve yapının varlığını belirleyen durumun tanımı oluyor. Ard-zamanlı anlayışın (yani tarihselciliğin) karşısına konulan ve temel tezlerin türediği “ilk günah” budur. Hümanizm ise tarihi insanın veya insanların yaptığına dair muğlak bir anlayış oluyor. Tarihi yapan insanlar değildir deniyor ye-rine yapısal belirlenim geliyor.
Önemli bir eleştiri de ekonomizme yöneltiliyor. Ekonomizm altyapı belirle-nimli siyaset oluyor. Yerine üstyapının da belirleyici olduğu durumlar konulu-yor. Üstyapının belirleyiciliği işçi sınıfına değil muğlak bir kitleciliğe yönelen Çin devrimine gönderme yapmak ve SSCB’yi eleştirmek amacıyla vurgulanıyor. Bu belirleyicilik içinde “ideoloji” kavramına özel bir rol veriliyor. Bu bağlamda aslında yapısalcı değil “üstyapısalcı” oldukları söylenebilir.
Çin’de Proleter Kültür Devrimi bittiğinde yapısalcı yaklaşım eski iddialarıyla varolamıyor. 1970’li yılların ortalarından itibaren bu sistem henüz “oluşma aşamasındayken” çöküyor. Geriye bir üstyapı vurgusu kalıyor ki onu da eline geçiren bir garip “marksizm” oluşturuyor. Bunun ardından marksizmden özgürleşiliyor: Laclau Mouffe vb. ile postmarksizm geliyor.
Sistem içinde özel bir yeri olan ama belirleyiciliği son kertede ekonomik altyapıya bırakan üstyapının teorideki evriminde Althusser’in DİA’larından başlayan bir süreç izleniyor.
Althusser ve DİA’lar
Althusser’in giriş yaptığı önemli bir mesele “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA) başlığında oluyor. DİA’lar insanların nasıl olup da yaşadıkları sisteme “ikna edilebildiklerini” açıklamaya çalışıyor.
Bu tartışmaya altyapıya nazaran üstyapı vurgulanarak geliniyordu. Özeleştiri Öğeleri’nde tarihin nihai olarak “ideal” bir düzene sosyalizme doğru akmadığı yazılıyordu. Böyle bir yaklaşım tarihselciliğin indirgenmiş bir hali olarak tarihsicilik olarak adlandırılıyordu. Peki kapitalizmin yıkıma doğru gitmemesini sağlayan neydi Ya da kapitalist üretim ilişkilerinin sürekli yeniden üretimi nasıl oluyordu
“… büyük bir bölümünde hukuki-siyasal ve ideolojik üstyapı yoluyla sağlanır” diyen Althusser üstyapı kurumlarını da baskı aygıtları ve devletin ideolojik aygıtları olarak ayırıyor ve bu iki aygıt aracılığıyla “zor ve ideoloji” ikilisinin değişen ağırlıklarda uygulandığını yazıyordu. Devletin baskı aygıtları “zor kullanarak” işlerken DİA’lar “ideoloji kullanarak” işliyordu 5 .
DİA’lardan kastedilen çoğunlukla kamu alanından ziyade özel alanda bulunan dini DİA eğitimsel DİA hukuki DİA vb. yapılar olarak sıralanıyor ve işçi sınıfı için üretim sürecinin dışındaki her alana yayılan bir aygıtlar topluluğu kastediliyor.
DİA’ların bir diğer özelliği de şudur: Devletin baskı aygıtları merkezi bir komuta sisteminde örgütlenmiş bir bütün iken “DİA’lar arasındaki birlik egemen ideolojiyle egemen sınıfın ideolojisiyle çelişkili biçimde sağlanır” 6 .
Devletin baskı aygıtları olarak Hükümet Yönetim Ordu Polis Mahkemeler Hapishaneler vb. sayılıyor. DİA’lar başlığında partiler sistemini kasteden bir “siyasal DİA” bulunuyor. Partiler ve sendikalar doğrudan ve birebir DİA tanımına sokulacak cinsten değil. Sosyalist mücadelenin alanları olacaklarından dolayı sadece DİA değiller; eksiklik hangi sendika hangi parti sorusunun cevapsız kalmasından kaynaklanıyor.
DİA’lar baskı unsurunu barındırmayan (barındırıyorsa da minimal düzeyde barındıran) yapılar oluyor ve üretim sürecinin dışındaki her alana girebiliyorlar. DİA’ların sistemin sürekliliğini sağlarken kullandıkları “yakıt” ise ideoloji oluyor. Bu işleyişin doğasında ikna ve rıza yatıyor. Kapitalist sistemde böyle işliyor en azından yazarın yaşadığı kapitalizmde. İkna meselesi yeni değil ve bazı sosyalistlerde yanılsamalar yaratabiliyor. Kapitalizm iktidarını her yerde bulunan DİA’larındaki ideoloji üretimiyle egemen ideolojinin üretimiyle sağlıyorsa ben de gider o iktidarın uzantısını o DİA’da sıkıştırırsam kapitalizmi silahsızlandırma yoluna girmiş olmaz mıyım Bu karikatürizasyonu canlandıranlar olmamış mıdır Althusser’in vurguları “devlet iktidarına” dönük değil incelediği DİA’ların top oynattığı düzlemde yayılmış bir iktidar anlayışına yol açabiliyor.
DİA soyutlamasının ideolojiyi kavramakta ve işleyişi açıklamakta getirdiği kolaylıklara karşın “Batının ekonomik potansiyelini elinden alın bakın arı ideoloji mi zor mu ön plana çıkıyor” 7 diye de hatırlatmak istiyorum.
Peki bu aygıtların yakıtları olan ideoloji nasıl bir ideoloji kimin ideolojisi “Egemen ideoloji egemen sınıfın ideolojisi” 8 denmekle birlikte egemen sınıf tanımlanmıyor. Althusser amacını “genel bir ideoloji” teorisi çerçevesinde tarif ediyor 9 . Bu minvalde ideoloji tanımına yönelirken ideolojilerin son kertede sınıf mücadelesi tarafından belirleneceği doğrusundan yola çıkarak Marx’ın “İdeolojilerin tarihi yoktur” önermesini yazıyor. Bunu yazarken tarihin tasnif edici yanından uzak durarak genel bir teori yazmayı amaçlıyor. Ancak Marx bu alıntının içinde geçtiği “Alman İdeolojisi”nde burjuva ideolojisinden bahsediyor. Yani Althusser genel ideoloji tanımlamaları için yanlış bir kaynağa başvuruyor. Devamında da ilginç bir noktaya geliyor. “İdeolojilerin tarihi yoktur”dan sonra Freud’a gelip “Bilinçdışı ebedidir” alıntısıyla çakıştırıyor.
Bilinçdışı ebedidir demek bilinçdışının da bir tarihi olmadığı anlamına geli-yor (Freud’un bilinç-bilinçdışı ayrımında bilinçdışı bilinçli hareketleri de belirleyen bir yer tutuyor. Bilinçdışının öğeleri olan bilinçaltı ve super-ego arasındaki gerilimler bilincin oluşacağı zemini yaratıyor. Burada da bir altbelirleyen ve üstbelirleyen tartışması mevcuttur). Althusser Freud alıntısından sonra ideolojiyi “Bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini temsil eden” 10 bir şekilde tanımlıyor. Bu tanımlama ideolojinin safi yanılsama olduğu iddiasından biraz daha ileridedir. Yanılsama gerçek varoluş koşullarıyla kurulan ilişkilerdeki öznelliğe taşınıyor (çok uzağa değil yani). Burada hangi varoluş koşulları sorusu Althusser’in “genel” yaklaşımıyla yanıtsız bırakılıyor. Althusser kapitalist ve sosyalist sistemlerin insanları ideolojiler (ya da bilimdışı şeyler) aracılığıyla yarattığı yanılsamalarla sisteme bağladığına inanmaktadır. SSCB karşıtlığına dayanan bu yaklaşım Althusser’in bilim anlayışında da bulunuyor. Althusser “İdeolojinin tarihi yoktur”dan çıkarak Freud’un “Bi-linçdışı ebedidir” önermesine geliyordu. Bu denklemin ardından ideolojinin bireysel pratiklerle yeniden üretiminin üzerinden devam ediyor. “İdeoloji bireyleri özneler olarak adlandırır” 11 .
“Öznenin emirlerine özgürce boyun eğsin yani kendi tabiyetinin eylem ve hareketlerini ‘tek başına tamamlasın’ diye birey özgür özne olarak çağrılır. Tabiyet altına alınmaları yoluyla ve tabiyet altına alınmaları için vardır ancak özneler” 12 . [ALTHUSSER Louis]
Birey-özneler yaratan bir ideoloji. Bu birey-özneler özneleşirken ideolojiye tabi olarak ideolojinin gereklerini yerine getirirler. İbadet gibi. Bu tanımlama mitolojideki yılan başlı Medusa’yı anımsatıyor. Medusa’nın gözlerine bakan kişi o anda taş oluyor. Althusser seslenme pratiğini aktarırken hep işini başaran ideolojilerden ve seslenmeye açık insanlardan bahsediyor. Althusser’in Freud’a yaklaşan tanımlamaları için:
“… Althusser ideolojinin işleyişini açık ve kesin olarak insani öznelliğin oluşumuyla ilgili olarak kavramlaştırdı böylelikle marksist toplumsal kavramı psikodinamik ve psikoanalizle birleştirdi” 13 . [THERBORN Göran]
Bu birleşme ne kadar gereklidir ve ne kadar verimli olur bilemiyorum; lakin marksist kavramları tikel bireysel alanlarda kullanmaya kalkmanın marksizmle arayı açmaya yol açabileceğini görebiliyorum. Bu tikel ve dar alanlarda marksizm büyük beden geleceğinden bir diğer aşamada marksizm yerine “başka başka” (belki marksizmi de dışlayan) yöntemler aranışına ya da yöntemsiz serbest atışlara yol açabiliyor. Therborn devamında daha önemli şeyler söylüyor:
“İkincisi ideolojiyi maddi toplumsal matrislerin içine işlemiş toplumsal bir hitap ya da ‘seslenme’ süreci olarak ele almakla ideolojiyi bir fikir ve düşler toplamı olarak gören gelenekle ilgisini kesmiş oldu” 14 . [THERBORN Göran]
İdeoloji başlığını özetlersek: DİA’lar devletin baskıdan ziyade ikna edici ve kapsayıcı bir yol izleyen ideoloji ile egemen sınıfın ideolojisi ile üretim biçiminin yeniden üretimini sağlarlar. Bu DİA’lar daha çok üretim sürecinin (işyeri fabrika vb.) dışında işlevlidirler. DİA’ların yaydığı egemen sınıfın ideolojisi bireyleri “özne”ler olarak adlandırır ve kendisine tabi kılar. İdeoloji seslenerek kendine eklemlediği “birey-öznelere” şunu söyletir: “İdeolojinin içindeyim” 15 .
Althusser hıristiyan dini ideolojisinin işleyişini aktarırken birey-özneyi tanrıyla eş kılan ideolojiye şunu söyletir: “Amin.”
Jorge Larrain “İdeoloji ve Kültürel Kimlik” adlı kitabında Althusser’i yolunun sonuna kadar izliyor. İdeolojiye yaklaşımını birkaç bölümde ve bilim-ideoloji karşıtlığı vurgularının değişimi ekseninde inceliyor.
“Başlangıçta L. Althusser kendisini bir marksist olarak zor bir sorunla karşı karşıya bıraktı: İdeolojinin rolünü ekonomik temelli-üstyapısal bir paradigmanın içinden açıklamaya çalıştı ama aynı zamanda ekonomik indirgemecilikten kaçınmak istedi” 16 . [LARRAIN Jorge]
Bu denklemin yanında bir de bilim-ideoloji karşıtlığı “problematiği” vardı ki çözülmesi en uzun süren sorunu yarattı. Althusser’in bireyleri yanılsamalarla “özgür özneler” yanılsamalarına sürüklediği için ideolojinin doğru bilgi veremeyeceğini iddia ediyordu. Larrain bu ideoloji anlayışını “negatif ideoloji” olarak tanımlıyor. Althusser’in çizgisinde ağırlıklı bir yer tutan bu anlayıştan uzaklaşmasıyla oluşturduğu ideoloji tanımını da leninist buluyor. Negatif ideoloji anlayışından uzaklaştığı dönemlerde Althusser eski popülerliğini yitirmiş ve halen eski ideoloji anlayışıyla anılmaktadır. Larrain Althusser’i aktarıyor:
“‘Ona göre proletarya ideolojisi’ kitleleri diğer ideolojiler gibi etkileyen (bireyleri özneler olarak değerlendirerek) ancak tarihsel deneyimleri ‘özümsemiş ve bilimsel çözümlemelerin ilkeleriyle aydınlanmış’ çok özel bir ideolojidir” 17 . [LARRAIN Jorge]
Althusser bunları 1978 yılında İngilizceye çevrilmeyen bir makalesinde ifade etmiştir.
“Althusser’in düşüncesinin özgün ve ayırdedici özelliği ideoloji ve bilim arasındaki karşıtlığı oradan kaldırdığında kısmen kaybolmuştur. Diğer yandan Althusser’in ilk ideoloji kuramının alıcı bulmasının nedeni kuramın 1960 ve 1970’lerin ilk yıllarında çok moda olan yapısalcı temalarla açık bağlantısıdır” 18 . [LARRAIN Jorge]
Althusser ile ilgili bölümü burada bitirerek Poulantzas’a geçelim.
Poulantzas’ta devlet ve sınıflar
Nicos Poulantzas ilk eserlerini Althusserci bir anlayışla kaleme alan bir marksist. Faşizm kapitalizmde sınıflar ve devlet biçimleri devlet iktidarının biçimleri gibi başlıklarda geniş sayılabilecek bir külliyata sahip. Yapısalcı marksistlerin temel siyasal ilgi alanı olan Mao ve Çin Poulantzas için de ilk eserlerinde belirleyici yer tutuyor.
Poulantzas ilk kitabı olan “Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar”dan itibaren “teori” ağırlıklı yazma eğilimine sahipti. Teori ağırlıklı derken “teori olarak teori” (bkz. Althusser) diye açıklanabilen yapısalcı marksistlerin teorisist sapmasından bahsediyoruz. Poulantzas’ın kuramsal çizgisinin tamamına nüfuz eden bir yaklaşım FKP’nin siyasal stratejilerinin eleştirilmesi eğilimidir. İlk kitaplarında FKP’yi karşısına alan dışardan ve soldan bir eleştiri varken zamanla bu eleştiriler (her zaman için gizli olmak kaydıyla) FKP’nin içinden ve soldan bir hale geliyordu 19 .
Bu bölümde Polantzas Althusser’i takiben ilerlediği çizgide ele alınacak ve devlet konusundaki değerlendirmelerine kısa bir giriş yapılacak.
Poulantzas’da devlet sorunu
Bu başlığın kapsamına neredeyse Poulantzas’ın yazdığı her şey giriyor. Özel olarak FKP’nin siyasal stratejilerinin ağır bir kuramlaştırmayla eleştirilmesinden oluşan bu metinler Maocu çizgiden uzaklaştıktan sonra belirgin bir şekilde FKP stratejilerinde kuramsal olarak boş kalan yerlerin doldurulması işlevini üstleniyor. Kuramsal eleştirinin siyasal eleştiriden temel farkı bir eylem içermeyen durgun saptamalardan meydana gelmesi.
Poulantzas daha çok devletin yapısı üzerinde çalışıyor. Poulantzas’ın devlet kuramları ayrı bir çalışmanın kapsamını dolduracak kadar geniş bir alanı tarıyor. Bu yazıda bunların hepsini ele almak mümkün değil ancak genel eğilimlerini açıklamaya çalışabiliriz.
Poulantzas’ın devlet kuramlarının en açık hali Miliband’la giriştiği “kapitalist devlet” başlıklı tartışmanın metinlerinde bulunuyor. Poulantzas genel olarak Avrupa komünist partilerinin özel olarak FKP’nin “siyasal stratejilerine” temel olan devlet kuramları tartışıyor. Bu tartışmalarda diğer yapısalcılara nazaran daha ortodoks bir çizgi izlediği söylenebilir. Eleştirilerinde genel olarak “ekonomist-tarihsici-indirgemeci” diye nitelediği tezleri karşıya alıyor.
FKP’nin “anti-tekel ittifak” stratejisini devleti burjuvazinin tekelci fraksi-yonuyla bütünleşmiş “nesnel” bir aygıt olarak tanımladığı için reddediyor. Sosyal demokratların devlet anlayışında devleti sınıflar mücadelesinin üstünde düzenleyici-hakem olarak gören anlayışı devletin özerkliğini karıştırdığı için eleştiriyor. Temelde devleti bir araç-nesne olarak gören anlayışa ve de (sınıflara karşı) dışsal bir öznel konum yükleyen anlayışa karşı çıkıyor. “Devlet aygıtı; özel ‘kollarının’ ilişkisinin özgül bir içsel birlik oluşturduğu ve büyük ölçüde kendine özgü bir mantığa dayanan nesnel bir sistemi meydana getirir” 20 diyor. Bu tanımlamadan birkaç yıl sonra daha açık olan şu ifadeyi kullanıyor:
“Devlet’in (…) bir ilişki veya daha belirgin olarak mücadele eden sınıflar arasındaki iktidar ilişkisinin bir şekillenmesi olarak görülmesi gereklidir” 21 . [POULANTZAS Nicos]
Devamında bu tanımla özne ve nesne-araç olarak anlaşılan devlet arasındaki sahte açmazdan uzaklaşıldığının altını çiziyor. Bu tanımda devlet dinamik bir iktidar ilişkisini oluşturan sınıflarla aynı düzlemde ele alınıyor. Eleştirilen yaklaşımlardaki “sınıf mücadelesinin dışındaki devlet” anlayışından daha gelişkin bir tanıma varılıyor. Poulantzas’ın temel önermelerinin başta geleni devletin (siyasal düzeyin) ekonomik altyapıya “görece özerkliği” oluyor. Althusserciliğin temel önermelerinden olan bu önermenin ilk yapıtlarındaki belirsiz kullanımına dair yöneltilen eleştirilerden sonra Poulantzas cevaplıyor:
“… göreli özerklik ifadesindeki göreli tanımı burada devlet ve hakim sınıflar arasındaki ilişkiyi kastetmektedir (yani hakim sınıfla ilişkisinde görece özerk)” 22 . [POULANTZAS Nicos]
Bu özerkliğin somut olarak sınıflar mücadelesinin “konjonktürel” bir ana-lizinde saptanabileceğini yazıyor. Burada kastedilen “somutluk” “ne kadar” ve “nasıl özerk” sorularının yanıtı oluyor. Kabalaştırma riskini göze alarak özetle-meye çalışırsak: Poulantzas’ta devlet bir üstyapı aygıtı olarak “görece özerkliğe” sahiptir. Ekonomik altyapıyla devlet arasındaki ilişki bu görece özerklik hesaba katılarak düşünülmelidir. Devlet aygıtı iktidara sahip değildir; Poulantzas’ta iktidar sınıflar mücadelesinin devlet üzerinde açığa çıkan bir durumudur. Devletin çıkarlarına hizmet ettiği hakim sınıflar bir iktidar bloğu oluşturur ve bu hakim sınıflar hegemonik sınıf yönetici sınıf ve hakim sınıflar olarak bazı bölümlere ayrılır. Poulantzas’ın burada kabaca aktarmaya çalıştığım görüşleri Miliband ve Laclau ile yürüttüğü tartışma sürecinde belirginleşen görüşleridir. Genellikle düzeltilmiş ve yeniden düzenlenmiş kuramının “temiz” bir halidir. Poulantzas bu süreçte bir özeleştiri sürecinden de geçiyor. Maoculukla bağlarını koparmış yapısalcılıkla arasına mesafe koymuş ve kendi eleştirisinde ilk eserlerindeki sınıf mücadelesi vurgusunun diğerleri tarafından anlaşılamadığını yazmıştır. Diğer bir çok kavramlaştırmasının kuramsal olarak “ağır” olması ve kullandığı dil nedeniyle yeterince anlaşılamaması gibi…
Poulantzas’ta DİA’lar
Poulantzas söz konusu tartışmalar sürecinde Althusser’in DİA’lar hakkındaki tezlerini de birkaç farklılıkla benimsiyordu. DİA’larla ilgili olarak yazdıkları tartışmaların başlangıcına rastlıyor. Poulantzas DİA’ların gündeme gelişini Fransa’daki 1968 olaylarına bağlıyor 23 .
“Fransa’daki veya başka yerlerdeki öğrenci hareketleri bugünkü okullar ve üniversiteler için bu tezi (Althusser’in DİA’larını) destekliyor” 24 . [POULANTZAS Nicos]
Poulantzas ek olarak Altusser’in DİA’ları tanımlarken devletin baskı aygıtlarıyla DİA’lar arasında muğlak bıraktığı ilişkiyi “İdeolojik aygıtların yıkılmasının önkoşulu onları koruyan Devletin Baskı aygıtının yıkılmasıdır” vurgusunu yaparak tamamlıyor. Bu ekten sonra da baskı aygıtlarını parçalayarak ve DİA’ların varlığına dokunmadan sadece işlevini değiştirmenin sosyalist kuruluşu sağlamayacağını vurguluyor. Buradan proletarya diktatörlüğü ve kültür devriminin gerekliliğine varıyor. Poulantzas’ın DİA’larla ilgili bu yorumları yukarıda bahsedilen özeleştirisinin (dolayısıyla Maocu çizgiden ayrılmasının) öncesine rastlıyor.
Poulantzas ve sınıf
Poulantzas sınıflarla ilgili çözümlemelerini yaparken neleri gözönüne alıyordu Çalışmalarında “ekonomist-tarihselci” yaklaşım her zaman temel belirleyenlerden olma özelliğini taşıyor. Bir de FKP stratejilerinde yer alan belirsiz sınıf kapsamları. İşçi sınıfı ve burjuvazi dışında kalan katmanların nasıl bir tanımının yapılması gerektiği sorusunu cevaplamaya çalışıyor.
1960’lı yıllarda “muhalif” hareketlerin başını çeken üniversite öğrencileri aynı zamanda ilerleyen yılların müstakbel “emeğini satarak yaşamak zorunda kalan” kesimlerini oluşturuyorlar. Bu kesimler ve daha nicesinin oluşturduğu kesimlerin işçi sınıfına yakınsayan ve ıraksayan yönelimleri nasıl bir tanıma kavuşturulacak
Poulantzas içinde bulunduğu yapısalcı-üstyapıcı yaklaşımın bu alandaki en kapsamlı üretimini gerçekleştiriyor. İşçi sınıfının ve diğer toplumsal sınıfların sadece üretim ilişkilerinde bulundukları konumların tanımlama yapmak için yeterli olmadığını vurguluyor 25 .
“Üretim biçimlerinin düzeylerinin karşılıklı somut bileşiminin etkileri (…) sınıf bölünmeleri sınıf kaynaşmaları kısacası sınıfların bir üstten bir alttan belirlenen olguları serisini özgül kategorilerin oluşumunu vb. doğururlar” 26 . [POULANTZAS Nicos]
Burada kastedilen kapitalist üretim biçiminde temel sınıflar dışındaki katmanların üretim sürecindeki rollerinde sadece ekonomik yapıdan yani altyapıdan kalkarak çözümleme yapılamayacağıdır. Kapitalizm feodal üretim biçimi “artıklarını” da kendine eklemlemiştir. Burada feodallerin büyük toprak sahiplerinin (saf) kapitalist burjuva oldukları söylenemez bu kesimler politik ideolojik belirlenime de tabidirler. Poulantzas bu teorik metninde kapitalizmin bir diğer üretim biçimini kendine “eklemlerken” o üretim biçimini kökten değiştiren (tarımda makinalaşmanın yaptığı gibi) etkilerini hesaba katmıyor. Yukarıdaki alıntının devamında Marx’ın “büyük toprak sahiplerini” yanlışlıkla “saf” kapita-list üretim biçiminde bir sınıf olarak kavradığını yazarak eleştiriyor.
Burada Marx’ın kastettiği ve Poulantas’ın pas geçtiği bir noktayı hatırlayalım. Marx’ın yukarıda geçen kullanımı en belirgin olarak Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde vurgulanıyor. Programda yer alan “tek üretici güç emektir” maddesine cevaben Marx toprağın da bir üretici güç olduğunu vurguluyor; bu sebeple büyük toprak sahiplerini de kapitalistler arasında değerlendiriyordu. Marx’ın genel olarak aldığı biçimler Poulantzas’da “saf” olarak alınıyor.
Poulantzas’ın derdi kapitalizmi kuramsal düzeyde “saf” bir şekilde çözümlemek oluyor. Bu yaklaşım ne kadar bilimsel olursa olsun bir zorlamaya varabili-yor. Kapitalizmde nerede ve nasıl saf bir biçim tanımlanabilir Fransa’da mı
Yukarıdaki yaklaşımın bir uzantısının da “saf proletarya” aranışı olacağını eklemek gerekiyor. Poulantzas kapitalizmde sınıfların çözümlenmesinde alttan belirlemenin (üretim ilişkilerinde bulundukları konum) yanında bir de üstten belirlemenin (ideolojik-politik) konulması gerektiğini yazıyor. Lakin metinde alttan belirleme olgusu “alttan alta” kayboluyor. Poulantzas bu tanımlamalarında hangi toplumsal bölümlerin toplumsal güç oluşturabileceği üzerinde duruyor. Toplumsal güç oluşturabilmenin ölçüsü ne olmalıdır
“Üretim süreci içindeki konumun üretim ilişkileri ile olan bağlantısının diğer düzeylere (üstyapısal kurumlar devlet aygıtı vb.-ed.) yeterince etkinlikle yansımasının bu var olmayı sağladığını söyleyebiliriz” 27 . [POULANTZAS Nicos]
Alıntıda geçen yeterli etkinlik kavramı Poulantzas için toplumsal güç oluşturabilmenin ölçüsünü oluşturuyor. Poulantzas bu kavramla bir sınıfın veya toplumsal bölümün devlet veya siyasal yapı için bir kullanıma sahip olmasını kastediyor. Bu tanımını takip eden sayfalarda 19. yüzyıl Fransası’nda Bonapartizm’in kendisini küçük çiftçilerin temsilcisi olarak göstermesini aktarıyor ve “Bonapartizm küçük çiftçileri bu yapının içinde toplumsal güç olarak seçip sınıf biçiminde oluşturmuştur” 28 diyerek devam ediyor. Burada küçük çifçilerin toplumsal gücü “kendiliğinden” değil “yukarıdan” politik kullanıma sokulmaları vasıtasıyla oluşturdukları anlaşılıyor. Alttan belirlenen “küçük çiftçilerin” toplumsal yapısı Bonapartizm’in farkedeceği yeterlilikte etkin oluyor. Bonapartizm’in müdahaleleriyle bu kesimler seçik sınıf yani belirgin bir toplumsal sınıf haline geliyorlar. Poulantzas’a göre bu etkinliğin (yeterli etkinlik) o sınıfın özgün politik örgenleşmesini veya kesin ifadesiyle “özgün” bir ideolojisini oluşturmuş olması ise hiç gerekmiyor.
“Bir sınıf veya fraksiyonun politik uygulamasının olması ile o sınıf veya fraksiyonun ‘yeterli etkinlikler’ ile politik uygulama düzeyinde yansıması farklı şeylerdir: Bir sınıf veya fraksiyon ‘yeterli etkinlikler’ ile politik uygulama düzeyindeki yansıması iledir ki ancak içinde bulunduğu bir oluşumda sınıf veya özerk fraksiyon olarak işlev görebilir” 29 . [POULANTZAS Nicos]
Poulantzas yeterli etkinlikler kavramıyla “kendinde sınıf” kategorisine yapısalcı bir yanıt üretmeye çalışıyor. Yeterli etkinlik sınıfın yapısında bulunan veya onunla birlikte varolan bir şeyi değil sınıfın üstyapıdaki etkisini anlatıyor. Yani sadece üstyapıda etkileri olan bir sınıf üstyapı tarafından belirlenerek varolabiliyor. Etkiler üstyapı tarafından farkedilmeyi ifade ediyor.
Altta kalan sınıfların egemen sınıfların “proleterleştirme” girişimine direnmeleri de yeterli etkinliklerle birlikte varlık koşulu sayılıyor. Poulantzas bütün bunları proletarya dışındaki sınıfsal bölümlerin tanımı (bilimsel tanımı) için yapıyor.
Poulantzas’ın “yeterli etkinlik” kavramlaştırmasıyla ilgili olarak Miliband’ın “Bu ne biçim analiz” sorusuna verdiği yanıttan aktarıyorum. Yukardaki tanımlamalar için kapitalizmde temel olmayan sınıfların belirlenmesini anlatmaya uğraştığını aktardıktan sonra işçi sınıfı için:
“… Birincisi çağdaş kapitalizmde işçi sınıfı bütünleşmiştir veya yok olmuştur şeklindeki düşünceler. Amacım devrimci siyasal örgütü ve ideolojisi olmadan bile işçi sınıfının özerk ve belirgin bir sınıf olarak varolmaya devam edeceğini çünkü bu durumda bile varlığının siyasal-ideolojik düzeyde yeterli etkiler sonucu yansıyacağını göstermekti. (…) Sosyal Demokrasinin tam anlamıyla gösterdiği gibi (yeterli etkiler) belirgin bir sınıf (işçi sınıfı) varolmaya devam edecektir; çünkü bu da işçi sınıfıyla özel bağları bulunan bir işçi sınıfı olayıdır” 30 . [POULANTZAS Nicos]
Bu alıntıdan sonra Poulantzas’ın anlayışı belirginleşiyor. Yeterli etkinlik olarak anılan etkiler altyapının üstyapıdaki semptomları (belirtileri) oluyor. Sınıflar tanımına böylesine semptomatik bir yerden giriliyor. Sosyal demokrasi varsa işçi sınıfı da var demek oluyor. Sonuçlar üzerinden düşünülüyor. Yapısalcı yaklaşımda psikanalizden alınarak kullanılan “semptomatik okuma” anlayışı tam olarak bu oluyor.
Poulantzas’ın yukarıda değindiğimiz yaklaşımları 1968’de yayınlanan “Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar” adlı kitabında soyut bir şekilde ortaya konulan yaklaşımlardır. Daha sonraki çalışmalarında bu soyut kurgularını somut olarak aktarmaya çalışıyor.
Poulantzas “tarihsicilerin devrimci siyasal örgütü ve ideolojisi” olmadan bile varolacak olan bir işçi sınıfı tanımı yapmaya çalışırken tarihselcileri kastetmektedir (En başta da Lukacs’ı). “Kendinde sınıf” kategorisinin nesnel ve bağıl; “kendisi için sınıf” tanımının özerk ve bağımsız bir tanım içinde bulunması Poulantzas’ı rahatsız ediyor. Poulantzas “kendinde sınıfın” “kendisi için sınıfa” dönüşümünün şartlarının kendiliğinden ve birden ortaya çıkacağının savlandığını düşünüyor. Ardısıra Hegel (tarihsicilerin atası oluyor) Lukacs (yapısalcıların baş belası oluyor) ve onlarla birlikte “gençliğindeki yanılsamalarıyla” Marx eleştirilebiliyor.
İşçi sınıfının ve diğer ara katmanların tanımlanmasıyla ilgili tartışmalar FKP’nin stratejilerindeki işçi sınıfı tanımlarındaki kuramsal boşlukların doldurulması amacını güdüyor. Hatırlatırım bu tartışmalar FKP’nin “anti-tekel ittifak” stratejisiyle ortaya çıktığı dönemlerde yapılıyor.
“Yalnızca geleneksel küçük burjuva tüccarların esnafın ve zanaatkarın sınıfsal durumu değil öncelikle ‘yeni orta sınıflar’ ya da ‘ara katmanlar’ ücretli ticaret ve banka çalışanları büro ve hizmet işçileri belli meslek grupları- yani ‘beyaz yakalı’ ya da ‘üçüncü sektör’den işçiler de oldukça yoğun tartışmalara konu olmuştur. (…) Poulantzas ‘halk ittifakını doğru bir temel üzerinde kurmak’ açısından kuramsal çalışmayı vurguluyor” 31 . [WOOD Ellen Meiksins]
Kısaca Poulantzas’ın “yeterli etkinlikler” tanımının yaptığı şey işçi sınıfının üretim sürecinin ve ilişkilerinin dışında bir yerde tanımlanması oluyor. Bu alanın dışına çıkıldığında sömürü ilişkilerinin de dışına çıkılabiliyor ve sömürü ilişkilerinin dışında bir yerde bu ilişkilerin yansımaları üzerinden bir sınıflandırma başlıyor.
Bu alanda önümüze yukarıda geçen ara katmanlar çıkıyor. İşçi sınıfının tek başına olduğu yerde değil de kalabalık içinde tanımlanması dolaşım ilşkilerinin de buna dahil olması demek oluyor. İşçi sınıfının bu alanda tanımlanmasıyla sınıfın tanımı daraldığı gibi diğer katmanlarla arasındaki ayrımlar da silikleşebiliyor. Poulantzas bunu yapmıyor ama yapılmasını olası kılıyor. Poulantzas’ta sınıf vurgusu olmakla birlikte Wood’un belirttiği üzere başka kapıları da açıyor.
“Bu grupları ara katmanlar olarak gri bir şekilde bırakma yanlısı FKP’ye karşın ‘sınıflar dışı katmanlar olamaz’ diyor Poulantzas ama önemli olan nokta bu sınıfsal konumun işçi sınıfı içinde bulunamayacağıdır. Başka bir deyişle Poulantzas dar şekilde tanımlanan bir işçi sınıfı olmayan halk grupları arasındaki ittifaka ilişkin Avrokomünist anlayışa daha açık seçik bir marksist kuramsal destek aramaktadır” 32 . [WOOD Ellen Meiksins]
Poulantzas FKP’nin siyasal stratejisini “yanlış kuramda” temellendirilmesini eleştirerek ve “doğru-düzgün kuram” üreterek halk ittifakı stratejilerini doğru siyasal strateji mi yapıyor Poulantzas’ın “sorun”u çözümü kuramsal olarak sınıf dışı katmanlar olamayacağından herkesin beğendiğini seçebileceği bir sınıflar karmaşası yaratmak oluyor. Kuramsal olarak işçi sınıfı bu katmanların dışında burjuvaziyle birlikte temel sınıflardan biri olmaya devam ediyor. FKP Poulantzas kadar marksist olmuyor. Halk gibi bir güç elde iken Fransa’nın “tekelci ve komprador burjuvazileri” Fransa’yı sömürürken ne gerek var “saf işçi sınıfına”. Saf olmaya gerek yok tabii.
Poulantzas kapitalizmde sınıf konumlarını tanımlarken “doğrudan artı-değer üretimini” belirleyici parametre olarak kullanıyor. Sadece artı-değerin üretimine katkıda bulunmak yeterli olmuyor.
Poulantzas “Mühendisler ve teknisyenlerin durumunu anlamak için üretken emek ayrımı dışında özel kimi işlevleri (işçilerden artı değeri çekip alma işlevi) kol emeği-kafa emeği ayrımını ve politik ideoloik parametreleri de tanımlayıcı düzeyde devreye sokar” 33 . Böylece işçi sınıfı kapsamının dışında kalan “ticaret reklamcılık pazarlama muhasebe bankacılık sigortacılık sağlıkçılar mühendisler teknisyenler”den oluşan geniş kesim “yeni küçük burjuvazi” olarak kuramsal ifadesine kavuşuyor 34 .
Gelinen noktada işçi sınıfı partisi bu kesimleri kendi yanına çekmek için ideolojik mücadeleye ağırlık vermek zorundadır. Sınıf kapsamı daraltılmış saf bir sınıf elde edilmiştir ve bunun yanında (sanki işçi sınıfı çantada keklikmiş gibi) diğer kesimlerin kazanılmasına yönelinir. Bu sınıfların mücadeleye katılması sürecinde “işçi sınıfı partisi” nelerden taviz verir ne yapar ne eder belli olmu-yor. Daraltılan sınıf kapsamında sınıfın “tarihsel” çıkarları da daralır. Bu çıkarlar yeni küçük burjuvazi için çekici kılınmak üzere budanmak zorunda kalınır. Poulantzas bu konudaki çekincelerini eleştirdiği sosyal demokrat partilerde işçi sınıfının ara katamanlarla küçük burjuvaziyle kaynaştırılmış bir tanımına karşı getiriyor. Kendi kuramsal çabaları ise bu kaynaşmayı kuramsal düzeyde ortadan kaldırıyor…
Poulantzas’ın sonuçları işçi sınıfını artı-değeri doğrudan üreten sınıf olarak sömürü ilişkileri içine “sömürülen” kesimleri de bu tanımın dışına taşıyor. Sınıf tanımı daralıyor ve tanımın dışıda kalan geniş emekçi kesimleri “ideolojik-politik” belirleyiciliğin ağırlığı altında kalıyor. Poulantzas bu çalışmalarıyla üstten belirlenimin nihai sonuçlarına kapıları açıyor.
Geçmişe mazi derler: “Genç Laclau”da ideoloji ve politika
Poulantzas FKP’nin ara katmanlar olarak tanımlayıp kuramsal olarak “muğlak” bıraktığı kesimlere sınıfsal aidiyet bulmak ve “halk ittifakını” bu tanımlanmış sınıfsal kökenlerden yola çıkarak kurmak yanlısıydı. Kısacası her tabakaya veya ideolojik bir araya gelişe bir sınıfsal aidiyet bulmak gibi bir çabası vardı.
Poulantzas’ın bu çabasının kuramsal önemini Laclau şöyle aktarıyor:
“Sınıfın belirlenmesinde ideoloji ve siyaset de araya girer dolayısıyla küçük burjuvazinin sınıfsal birliği üretim ilişkilerindeki fraksiyonların ideolojik ve politik düzeyde aynı etkileri göstermesi ile sağlanır” 35 . [LACLAU Ernesto]
Yani küçük burjuvazinin (ara katmanlar olarak anılan) yeni kesimleriyle birlikte sınıfsal birliğini üstyapıdaki etkilerinin aynı (veya benzer) olması sağlamaktadır. Poulantzas’ın yeterli etkinlikler yaklaşımıyla üretim ilişkilerinde farklı yerlerde bulunmalarına rağmen küçük burjuvazinin üstyapıda aynı etkiyi göstermesi sonucuna varılıyor. Laclau bu çabayı her ideolojik öğeye (üstyapıda etkileri olan şeyler) bir sınıfsal aidiyet yüklenmesinden dolayı eleştiriyor 36 . Temelde FKP stratejisine kuramsal temel bulmaya çalışan Poulantzas’ın yaklaşımı Laclau için fazla indirgemeci oluyordu. Laclau FKP’nin ara katmanlar formülünü yetersiz buluyor ama Poulantzas’ın sandığı kadar de yanlış bulmu-yordu. Laclau’ya göre FKP’nin bu belirsiz kuramsal yaklaşımı: “Bu kesimlerin ideolojik ve politik pratiklerine sınıfsal olmayan bir çelişkinin hakim olduğu sezgisini yansıtmaktadır.” Laclau FKP’nin stratejisini bu anlamıyla -sınıf çelişkisi dışında bir çelişkinin varlığını hissetmesi anlamında- olumluyor. Peki bu sınıfsal olmayan çelişki ne idi
“Kapitalist toplumdaki genellikle ‘orta sınıflar’ ‘ara tabakalar’ kategorisinde ele alınan toplumsal bileşiklere baktığımızda ekonomik ilişkiler alanına girişteki çeşitliliğe rağmen ortak bir özellik gösterdiklerini görürüz: O toplumdaki egemen üretim ilişkilerinden kopuklukları. Bu onların egemen blokla olan çelişkilerinin hakim üretim düzeyinde değil o toplumsal formasyonda egemenlik sistemini oluşturan politik ve ideolojik ilişkiler düzeyinde ortaya çıkması anlamına gelir. (…) bu bir sınıf çelişkisi değildir. Bu da bu kesimlerde halk kimliğinin sınıf kimliğinden daha önemli bir rol oynaması demektir” 37 . [LACLAU Ernesto]
Poulantzas’ın sınıf tanımlamaya çalıştığı yerde Laclau “halk” görüyor. Şöyle de söylenebilir: Poulantzas’ın “kuramsal” olarak sınıf tanımı bulmaya çalıştığı kesimler için Laclau “ideolojik” ortaklığa vurgu yapıyor. Her iki yaklaşımın da ortaklaştığı nokta işçi sınıfının dar olarak tanımlanması oluyor. Laclau buna itiraz etmiyor işçi sınıfının dışında kalan kesimlere sınıfsal aidiyet bulunmasına itiraz ediyor. Laclau’ya göre “halk” olarak tanımlanabilen bu kesimlerde bir sınıf çelişkisi belirleyici olmuyor. Halkın belirleyici çelişkisi ise iktidar blokuyla olan çelişkisi oluyor: Halk-iktidar bloğu şeklinde bir çelişki tanımlanıyor. Laclau bunları yazarken hâlâ bir sınıf çelişkisini de göz önünde bulunduruyor 38 . Genç Laclau’nun çelişkileri şöyle görünüyor: Bir yanda emek-sermaye çelişkisi temelinde sınıfsal çelişkiler; diğer yanda halk-iktidar bloğu çelişkisi.
Laclau bu iki alanı nasıl tanımlıyor?
Laclau kapitalizmde temel sınıflar olmayan (feodal toprak sahipleri ve küçük burjuvazi) eklenen sınıfların kapitalizm koşullarında bir antagonistik çelişki üretmediklerini yazıyor. Bu kesimlerin kapitalizmde sınıflar mücadelesine göre konumları için “Sınıflar mücadelesi değil mücadele içinde sınıflar vardır” şeklinde bir açıklama getiriyor. Temel sınıf çelişkisi dışındaki sınıfsal oluşumlar emek-sermaye çelişkisinin oluşturduğu mücadele alanının içinde ama bu temel çelişkiye dışsal ek olarak tanımlanıyor. Bunları yazarken sınıfların kendilerini mücadele içinde kuran yapılar olduğunu vurguluyor. Sınıf antagonizması olmayınca sınıf ideolojisi de olmuyor:
“Bu tür antagonizma aracılığıyla ezilen kesimler kendilerini bir sınıf olarak değil ‘ötekiler’ egemen iktidar blokuna ‘karşı olan’ hakkı yenilen (underdog) olarak özdeşleştirebilirler” 39 . [LACLAU Ernesto]
Bu nokta dananın kuyruğunun sancıdığı nokta oluyor. Sınıfsal çelişkilerin dışında kalan kesimlerin vurgulanan özellikleri “ötekileri oluşturmaları ve iktidara karşı olmaları” şeklinde karşımıza çıkıyor. Laclau sınıf çelişkisini net bir şekilde daraltırken Poulantzas’ın dar sınıf tanımına bağlı kalıyor. Bunun ardından sosyalist mücadele iki ayrı mücadele alanına ayrılıyor: Birincil çelişki sınıf çelişkisi diğeri ise çelişkiyi yaşayanların “halk” olarak adlandırıldığı bir başka çelişki oluyor 40 .
Üstyapısalcı yaklaşımın (farkında olarak veya olmayarak) üretim dışı alanlara ağırlık vermesiyle karakterize olan anlayışı Laclau’da son “marksist” kalıntılarını yaşıyor. Sosyalist mücadeleyi iki ayrı alana ayırıyor. Birinci alan sınıf çelişkileri alanı; ikinci alan “ötekilerin” halkın alanı oluyor. Birinci çelişki emek-sermaye çelişkisi olurken ikincisi popüler demokratik alana yansıyan “halk-iktidar bloğu” çelişkisi oluyor.
Laclau metninde sınıflar mücadelesi alanından popüler demokratik alana doğru yönelen kaymayı başlatıyor. Bunu sınıf mücadelesi alanında her şey yo-lundaymış gibi yapıyor. Daha doğrusu “o” alana hiç girmiyor; varsayıyor kabul ediyor. Sınıflar ve demokrasi ayrıştırılıyor. Bu ayrımın hangi tarafına ağırlık ve-rilirse o tarafın tanımına giriliyor. Laclau hesabını demokrasi üzerinden yapıyor aslen işçi sınıfının yapması gerekenleri açmaya çalışıyor özünde sosyalist mücadele adına demokratlaşıyor.
“Bu ara sınıfların demokratik mücadelenin doğal arenası olduğu ve aynı zamanda gördüğümüz gibi siyasi sınıf mücadelesinin en mükemmel alanı olduğu anlamına gelir. Çünkü bu ‘halk’ ve ‘sınıflar’ arasındaki özdeşleşmenin gündeme geldiği noktadır” 41 . [LACLAU Ernesto]
Laclau ara katmanları demokratik mücadele alanında tanımlıyor ve faşizmin iktidara gelişinde küçük burjuvazinin en önemli rollerden birini oynamış olmasından dolayı bu alanı önemsiyor. Kapitalizmin krizlerinin çözüldüğü yerin bu alan olduğunu vurguluyor. Buradan yola çıkarak da faşizmin başarıya ulaşmasını işçi sınıfının popüler-demokratik alanını terketmesine bağlıyor 42 . İşçi sınıfının popüler-demokratik alanı terketmesinin nasıl bir şey olduğunu uzunca anlatıyor. Bu alandaki mücadelenin nasıl bir mücadele olduğu ne gibi araçlarla yürütüldüğü konusuna geliyoruz.
Burjuvazinin ikidarını hegemonyasını sağlarken en büyük başarısı “Ülkedeki popüler ve demokratik kültürün birçok öğesinin kendi sınıf ideolojisine değişti-rilemez bir şekilde bağlı olduğu yollu -bir çok devrimcinin de paylaştığı- yarattığı konsensüsten (onay) ötürüdür” 43 .
Laclau işçi sınıfını kendi hareketi içinde her şeyi belirleyen olarak alıyor. Sorunu ele alışında ne Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi (ASDİP) var ne de Alman Komünist Partisi (AKP). ASDİP geleneğinden bağımsız bir işçi sınıfı hareketi Laclau’nun vurguladığı alandan bilinçli olarak uzaklaşıyor gibi bir görüntü oluşuyor. Laclau’da sınıfın öncü partisi parti özne gibi kavramlar bulunmuyor. Bu şekilde işçi sınıfına hatalı hareket etme hakkı veriliyor. Faşizmin iktidara gelişinde çok ciddi nesnellikleri de kendi adına kullandığı bir dönem için işçi sınıfı ne kadar hatalı bulunabilir
Laclau’nun son alıntısına dönersek: Yazılanlar uygulamalar bağlamında doğru oluyor. Burjuvazinin hegemonyasını kurarken kullandığı ideolojiler tamamen burjuva ideolojisine indirgenemezken burjuva ideolojisine bujuvazi tarafından eklemleniyor. Laclau haklı olarak bu eklemlemenin devrimcilerin de onayıyla mümkün olabildiğini yazıyor. Laclau bu minvaldeki değerlendirmelerini Nazi Partisi’nin işçi sınıfını eklemler ve “sınırlandırırken” kullandığı demagojiyle açıklıyor:
“Nazi söyleminde bir Alman işçi Alman olarak ve işçi olarak adlandırılıyordu fakat müsaade edilmeyen şey işçilerin Alman halkınn tarihi çıkarlarının hakiki temsilcisi olduğu gibi iddialardı” 44 . [LACLAU Ernesto]
Nazi Partisi’nin “halk” üzerine kurduğu söylemin net bir aktarımı oluyor. Naziler “ulusal” söylemi kendi ideolojik söylemine eklemlerken bu ulusallığın içindeki adlandırmaları devre dışı bırakıyor. Laclau bunu görüyor ama bu örnekten “halk içinde işçi sınıfı” gibi adlandırmaların nasıl riskler barındıracağını çıkarmıyor. Laclau’nun ayırmış olduğu mücadele alanları bu riski yaşıyor. Popüler demokratik mücadeleye yüklenildiğinde işçi sınıfının tarihsel misyonu nasıl adlandırılacak Laclau bu noktayı açık bırakıyor.
Laclau’nun halk-iktidar bloğu çelişkisindeki öğelere geri dönüyoruz. Halk “Anlaşılabilirliği sadece üretim ilişkilerinde olmayan politik ve ideolojik egemenlik ilişkilerinin toplamına da dayanan bir çelişkinin kutuplarından biridir” 45 . Halkın çelişkinin kutbu olması demek halkı iktidar bloğunun da belirlemesi demek oluyor. İktidar bloğunun dışında oluşan ideolojik ve politik yapılanmalar halkın bir parçası oluyorlar. İktidar bloğu ise neredeyse tamamen ekonomik ilişkilerdeki “sömüren” konumuyla tanımlanabilirken halk tanımında ideoloji ve politik tanımlamalar devreye giriyor. İktidar bloğu burjuvazinin kesimlerinden oluşuyor. Poulantzas’ın devlet kuramında egemen sınıf yöneten sınıf hakim sınıf tanımlarıyla varolan ama “burjuva” olan kesimlerden oluşuyor.
Laclau ekonomik belirlenimleri ideolojik belirlenimlerinin yanında “ikincil” sayarak ara katmanları halka dahil ediyor. Halkı ekonomik belirlenimi kesin olan ama ideolojik ve politik olarak da belirgin olan burjuva iktidar bloğuyla çelişki içerisinde tanımlıyor. Laclau’nun sorunu ele alışında burjuvazinin “aslen kendine ait olmayan” ideolojileri kendine aitmiş gibi göstererek (eklemlemesi ile) oluşturduğu “onay” (konsensus) ile oluşan hegemonya burjuva iktidarının karakteristiği oluyor.
İktidar bloğu hegemonya ve onay. Gramsci’yi hatırlamak gerekiyor. Laclau düşüncesi Gramsci’den çok şey alıyor. (*)
Halk-iktidar bloğu çelişkisi üzerinden yürütülecek mücadelenin özgün bir aracı bulunuyor: Popüler Demokratik Adlandırmalar (PDA). PDA’lar popüler-demokratik alandaki çelişkinin taşıyıcılarını (muhataplarını ezilenleri) özneler olarak kuran bir seslenme biçimi oluyor. Bu alan sınıf çelişkilerinden görece özerk olarak sunulduğundan PDA’lar da bireyleri sınıf çelişkileri üzerinden kurmuyor: “PDA’lar sadece hiçbir siyasal içeriğe sahip olmamakla kalmaz aynı zamanda en belli başlı ideolojik mücadele alanıdır” 46 .
Bu tanımlama ideoloji kuramına Laclau’nun öncülleri olan Althusser ve Poulantzas’a göre yenilikler getiriyor. Laclau Althusser’in ideoloji kuramının temelindeki bilim karşıtlığını ve dolayısıyla ideoloji için “yanlış bilinç” yaklaşımını reddediyor. Poulantzas’ın “sınıf içeriğini” zorunlu kıldığı yaklaşımı da “aşıyor.” Laclau’nun ideoloji anlayışı mücadele alanında kuruluyor ve sınıfsal içeriklerden görece özerkleşiyor. Laclau daha çok popüler-demokratik alandaki ideolojik mücadeleden bahsediyor yazılanlar da bu alana dahil oluyor. Bu yeniliklere karşın aile hastalığı Laclau’da da devam ediyor; özne kategorisi ideolojilerin kurduğu bir şey olmaya devam ediyor daha da ağırlaşarak…
Laclau en başa ideolojik mücadeleyi koyuyor. Bu noktaya gelirken burjuva ideolojisinin popüler-demokratik ideolojileri kendine bağlamadaki başarısını tersten olanaklı hale getirmeye çalışıyor. İdeolojik mücadelede popüler-demokratik öğelerin bulunduğu alan bu mücadele için geniş bir kapsam yaratı-yor. Burjuvazinin halkın onayıyla kendisine eklemleme işini Laclau proletaryanın da yapabileceğini yapması gerekenin bu olduğunu vurguluyor. Proletaryanın bu alanda çalışırken PDA’ları kullanarak hegemonyayı tersten kurması gerekiyor. Proletarya PDA’lar vasıtasıyla ideolojileri kendisine eklemlemelidir diyor. Bu bağlamda Poulantzas’ın “Marksizm-leninizm proletaryanın ideolojisidir” tezini aktarıyor ve eksik buluyor.
“Marksizm-leninizm işçi sınıfı ideolojisinin içinde en çok bir öğedir. Oysa özellikleri söz konusu topluma bağlı olan işçi sınıfı aynı zamanda ‘halk’ın da bir parçasıdır ve bu nedenle popüler-demokratik bir adlandırmaya da karşılık verecektir” 47 .
Laclau proletarya denildiğinde halkın parçası olarak anlıyor ve bu konuda çok iyimser düşünüyor. Popüler demokratik alanı proletarya açısından tanımlamaya çalışırken karşı tarafı (burjuva ideolojisini) hesaba katmıyor 48 . Laclau işçi sınıfı ideolojisine genişleyen bir alan tanımlamaya girişiyor. Poulantzas’ı popüler-demokratik alanı görmemek ve “her ideolojik öğede sınıf aidiyeti” bulmaya çalışmakla eleştiriyor. Laclau yavaş yavaş “sınıf temeli görmeme” yoluna giriyor. Bu konuda karşı tarafın da mücadele ettiğini unutarak yapıyor bunu…
“Bizim ileri sürdüğümüz perspektifte ise sınıf belirlenimi alanı da-raltılmış olmasına karşın sınıf mücadelesi alanı büyük ölçüde genişletilmiştir çünkü şimdiye kadar burjuva ideolojik söylemin kurucu öğesi olarak görülmüş bir çok öğe ve adlandırmayı devrimci ve sosyalist bir ideolojik söylem içerisinde bütünleştirme imkanını açmaktadır” 49 . [LACLAU Ernesto]
Sınıf daralıyor mücadele genişliyor; niteliği sınıfsallıktan uzaklaşıyor.
Laclau’nun ideolojik mücadele öğeleri
Bu başlıkta birkaç öğeye değinmek gerekiyor. Özne kavramına ve bu mücadelenin nasıl yürütüleceğine bakıyoruz. Laclau’nun net cevapları bulunuyor: “Bir ideolojik söylemin birleştirici ilkesini oluşturan şey adlandırılan ve böylece de bu söylem vasıtasıyla oluşturulan ‘özne’sidir” 50 . Bu tanım Althusser’in özne tanımına uyuyor. Althusser Marx’ın üretim için kullandığı “genel olarak üretim” başlığına gönderme yapıyor.
“Bu incelemenin konusu her şeyden önce maddi üretimdir. Toplum olarak üretimde bulunan bireyler -bundan dolayı da toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi işte hareket noktamız” 51 . [MARX Karl]
Üretimin sürekliliğini (üretim-tüketim-dolaşım) sağlayan ve toplumsal olarak belirlenmiş bireylerin üretimi Marx’ın hareket noktası olurken Althusser’in incelediği maddi üretim değil ideolojinin üretimi ve ideolojinin belirlediği bireyler oluyor. Maddi üretim sürecindeki bireyleri Marx aracılar olarak kullanıyor. Althusser de ideolojiler içindeki aracıları (taşıyıcıları) özne olarak tanımlıyor. Tam da Laclau’nun aktardığı gibi ideolojiler tarafından seslenilerek (adlandırılarak) oluşturulan “özneler”; birey-özneler.
Birey-özneler Althusserci ideoloji anlayışının temeli oluyor. Althusserci özne anlayışı bu oluyor. Söylemler (ideolojiler) bu bireylere “seslenerek” (Althusser’in aktarımıyla “hey sen ordaki” şeklinde) bireyleri öznelere çeviriyor ve aynı zamanda kendisine tabi kılıyor. Bu yolla ideolojiler maddi alanda varoluyorlar ve maddi bireyde kendilerini üretiyorlar. Althusser’in birey-öznesi “yanılsamaya uğrayarak” varoluyor çünkü Althusser’de ideoloji yanlış bilince eşitleniyor.
Laclau’nun farkı buradadır. Laclau’da birey yanılsayan birey değil ideolojinin taşıyıcısı olarak kurulan bireydir. Althusser’in girmediği bir alana giren Laclau bu özneler olmadan söylemi (ideolojiyi) varolmuş saymıyor.
Şimdi ideolojinin öznesinin tanımından ideolojik mücadeleye geçebiliyoruz. Bu öznelerde maddileşen (ayakları yere basan) ideolojinin “eklemleme” işlevine geliyoruz. Sözünü ettiğimiz boyut (ideolojik mücadele ve eklemleme) bireyleri aşan bir boyut oluyor. Proletaryanın veya burjuvazinin bir ideolojiyi eklemlerken onu tüm karakteristikleriyle almadığını aktarıyor ve bu konuda Poulantzas’dan aktarıyor: “Dönüşüm burjuva öğeleri temel öğeleri itibariyle feodal olmaya devam eden bir ideolojiyle birleşmesi demektir” 52 . Bunun ardından Poulantzas’ın “sınıfsal aidiyet” vurgularını keyfi göndermeler olarak eleştiriyor.
Laclau doğru yöntem olarak “kendi başına ideolojik öğelerin sınıfsal aidiyeti bulunmadığını” ileri sürerek sınıfsal ifadenin “… ancak bu öğelerin somut bir ideolojik söylem halinde eklemlenmesi sonucu oluşacağını” iddia ediyor 53 . Sınıf kimliğini söylemde kurmak denilen yaklaşıma tüm bu yazılanlar sebep oluyor. Yukarıda söylemin öznelerini yaratarak maddileşmesi ve ardından bu öznelerin biraraya gelişleriyle söylemleri eklemlemeleri yoluyla bir sınıf kimliği oluşturacağı ifade ediliyor. Gayri ihtiyari olarak yılların metni aklıma geliyor:
“Burada yazılan şu: “Başlangıçta kelâm vardı!”
Daha burada duraksıyorum!
Kim devam etmeme yardım eder?
(…)
Birden bir çıkış buldum, tin bana yardım etti, (Hegel olmasın?-yn)
Ve kaygısızca yazabiliyorum
Başlangıçta eylem vardı!” 54 [GOETHE]
Laclau’ya dönüldüğünde Laclau’nun işi yokuşa sürdüğü görülüyor. Aslında Laclau’nun ilerleyen yıllardaki macerası yokuş aşağı saldığını gösteriyor. Kimin kurduğu belirtilmeyen söylem bir insanlar kitlesine “malum” oluyor ve onları ideolojik olarak biraraya getirip onlara bir “sınıf kimliği” bahşediyor. Bu bahşedilenin (söylem yoluyla kurulan tavrın) sınıf kimliği olacağı da şüpheli. Popüler-demokratik alan bir olasılıklar alanı olarak görülüyor 55 . Burada belirginleşen “söylem”in işlevi iyice somutlanıyor. Soru ve cevap ikisi bir yerde. “İdeoloji nasıl dönüşür? Cevap: Öznelerin üretimi ve söylemlerin eklemlenmesi/dağıtılması suretiyle yürütülen sınıf mücadelesi yoluyla” 56 . Laclau ideolojik öğelerin sınıfsal içeriğe sahip olmamasında direniyor. Sınıfsal içeriğin mücadele sürecinde oluşacağını vurguluyor. Sınıfsal aidiyeti “sınıfsal öz” olarak okursak Laclau’nun karşısına tarihselcilik çıkıyor. Sınıfların mücadele içinde kurulacağına itiraz etmiyoruz ama mücadeleyi kapitalizmin miladından (tarih sahnesine çıkışından itibaren) alırsak sınıflar mücadelesinin ve sınıfların tarihi bir yönü bulunduğu ve bu tarihin “deneyimler” denilen birikimleri kapsadığı görülüyor. Mücadeleye girerken (burada olmayan bir şeyin yaratılması kastedilmiyor) bazı belirlenimlere sahip olduğumuzun gözönünde bulundurulması gerekiyor…
Laclau mücadele alanını genişletiyor doğru şeyleri söylerken bile bastığı toprak pek sağlam durmuyor. Eklemleme amacıyla girilecek alanın eklemleyip geri yollamasının mümkün olduğuna çok az değiniyor. “İdeolojilerin tarihi yoktur” tezine bu anlamda “Sınıfsal aidiyetler de olmak zorunda değildir” önermesini ekleyerek ideoloji tanımını biraz fazla rahatlatıyor. İdeolojilerin bağıl (kendi dışında) bir tarihi var ve bu başlıkta; hangi sınıf tarafından hangi araçla ve nasıl tarih sahnesinde temsil edildikleri sorularının tarihte cevapları bulunuyor. “Eklemlenmenin” bu anlamda ideolojilerden daha tarihi bir yönü bulunuyor bir eylemi ifade ediyor.
İdeolojik mücadeleyi “eklemleme” mücadelesi olarak görmek bağlamında devreye sokulması gereken araçlar var. Bunlar yapısalcıların (aslen üstyapısalcıların Althussercilerin) pek sevmediği birinin vurguladığı araçlar oluyor. Doğrudan söylersek Lukacs ve “Tarih ve Sınıf Bilinci”nden bahsediyoruz. Popüler-demokratik alana girerken tarih ve sınıf bilincinden dahası bir “leninist özneden” yoksun olan işçi sınıfının bu alandan anlamlı bir çıkış bulması olanaklı olmuyor.
“Proletaryanın eninde sonunda tarihi çıkarlarını görebileceği umudu yeterli bir devrimci liderlik olmadığı için proletaryanın alelade devrimci görevleri bile yerine getiremediği tarihi felaketler düşünüldüğünde çok sığ kalıyor” 57 . [MANDEL Ernest]
Laclau bu anlamda proletaryayı popüler-demokratik alana “söylem belirleye mevlam kayıra” şeklinde salmayı düşünmektedir. Proletaryanın ve proletarya partisinin kendine eklemlemesi mümkün olmayan ve pek de gerekmeyen ideolojiler bulunuyor (Burada tarihsel çıkarlar ve tarihsel görevlerle çakışmayan ideolojiler kastediliyor).
Türkiye için restorasyon dönemi düşünülürse bir kısım sol partilerin “eklem yerlerinin” ne hale geldiği anımsanabilir. Dinci-gerici ideoloji kendi burjuva partisiyle özgürlük ve demokrasiyi kendine eklemlerken bunların en şahin savunucuları olan partiler “omurgasızlık” hastalığına yakalanıyorlardı.
Yukarıda Poulantzas’ın saf sınıf tanımı için bu kadar saf olmamak gerek demiştik. Popüler-demokratik alana girmeye niyetli olanların girerken ideolojik saflıklarını garantiye almaları gerekiyor. Ama “Zaten tarihi yok bu ideolojinin” saflığına da düşmemek gerekiyor. Abartarak tamamlarsak proletaryanın tarihi ve sınıf bilinci onun ve partisinin omurgası oluyor; bu bağlamda düşünülmesi gerekiyor. İdeolojilerin “son kertede” bir tarihleri bulunuyor.
Postyapısalcılık üzerine kısa değiniler: Postyapısal kapsam
Postmodernizm postmarksizm yapıbozum gibi başlıklar aralarında bazı ayrımlar bulunmakla birlikte postyapısalcılığın kapsamına giriyorlar. Postyapısal olmaları sayılanların her birinin bir alanda yapısalcılığın sonuçlarına varmaları ve bu sonuçlar üzerinden yapısalcılığı reddetmelerinden kaynaklanıyor. Genel olarak yapısal olan ve olmayan “bütünlük” ve bütünlükle ilgili ne varsa reddediliyor. Bu yapının da reddi oluyor. Bütünlüğün yerine parçalar konuluyor ama bu parçalar neredeyse atomik denilen cinsten oluyor. Parçalar ancak içinde anlamlı olabildikleri bütünlükten bağımsız (hatta “özerk”) ele alınarak parça-bütün diyalektiğine giden yollar kapatılıyor. Bu noktaya çok özen gösteriliyor; parçanın (tikel olanın) bütünle ilişkisini vurgulayabilecek olan neredeyse her şey konunun dışında tutuluyor. Parçaların birbiri ile ilişkisi (bütünlükten uzaklaşmak için) karşıtıyla (karşıt kavramla) ilişkisi olarak alınıyor. Karşıtıyla ilişkisi içersinde ele alınan parça (a ve a olmayan- “öteki”) indirgenemez bir düzeye geldiğinde denklem tamamlanıyor. Bu ikilik arasında diyalektik bir ilişki kurulmuyor bu karşılıklı duruma “farklılığın indirgenemez doğası” deniliyor taraflarından 58 . “Ya o” “ya da bu” şeklinde yaklaşılamıyor çünkü farklılığın indirgenemez doğasının alanında bulunuyoruz. Kararsızlık belirsizlik buradan türetiliyor.
Marksizmde özne kavramını düşünün. Ardından “özneyi” sınıflar mücadelesinden tarihten sınıf bilincinden kısaca “onu” anlamlı kılabilecek tüm bağlarından koparın ve tek başına düşünün. Elinizde sadece bir kelime kalıyor. Kelime veya birey… Özne (a olan) olarak kalan bireye anlam yüklemeye kalktığınızda postyapısalcı (veya özel olarak yapıbozumcu) size “Onu kendi haline bırak” diyor. Anlam taşımayan özne kelimesinin veya bireyin karşısına bir de “öteki” koyuluyor. Özne ve öteki şeklindeki temel karşıtlığa ulaşıyorsunuz. Burada “öteki”nin anlamı özne olmayan (a olmayan) oluyor. Burada devreye “karar-sızlık” sokuluyor. Kararınızı hangisinden yana oduğuza dair kararınızı ancak statükoya onay vererek yapabiliyorsunuz. İkiliği kabul etmelisiniz (demokrasi var). Birini “ötekine” karşın öne çıkartırsanız bir diktatör olup çıkıyorsunuz. “Öteki” kavramı ezilen yönetilen azınlık olan sömürülen her şeyi kapsıyor. Dikkatli olun her biri diğerine karşı “öteki” konumuna gelebiliyor. Toplumu bölmeyelim lütfen “ortak müşterekler”de inecek var.
Marksizmin bütün büyük kavramları bu yalıtılmayla anlam kaybına uğruyorlar. İktidar yerelleşiyor özne bireyleşiyor. Büyük çaplı olarak kullanılan kavramlar küçük çaplarda anlamsızlaşıyor. Bu indirgemeden sonra “Büyük yöntemlerin (anlatıların) çağı kapandı” deniliyor.
Postyapısalcı düşüncenin karakteristikleri bunlar oluyor. Bütünlükten uzaklaştıkça düşünce varolamıyor aslında akıl erozyona uğruyor. Bütünden parçaya inilirken tam bir budama gerçekleştiriliyor ardından da anlamsızlığa geliyoruz. Bütünlüğü budanıp tek başına bırakılan bir kavramdan nasıl bir anlam bekleni-yorsa… Mantıkları böyle kurulunca bizim aklımızdaki “bütünlükçü mantık” onları anlamaya yetersiz kalıyor.
Bu anlamda postyapısalcılarla çok farklı yelerde duruyoruz. Biz aklımızı kullanmaya kalktıkça “post”lar “nereden biliyorsun” diyerek itiraz yükseltiyor onlar aklı çok baskıcı bir kavram olarak anlıyorlar. En azından bizim aklımızı… Bu sebeple postyapısalcılığı “içerden” ele almak pek anlamlı olmuyor. Postyapısal alanda akıl bulunmuyor (geçmiyor) dışardan gözlemek gerekiyor. Akıl var mantık var. Onların parçaladığını toplayarak ilerlemek gerekiyor. Toplamak derken tüm artıklar kastedilmiyor.
Öne çıkan birkaç isim
Postyapısal yaklaşımın savunucuları en başta Derrida ve Foucault oluyor. İkisi de yapısal kökenden geliyor ve postyapısallaşıyorlar. Laclau ile Mouffe bilinen diğer iki isim oluyor. Foucault “kavramları tikelleştirirken” Derrida bütüne kuşkuyla bakmanın ve nihayetinde onu reddetmenin (parçalamanın) propagandasını yapıyor. Metinlerin (bütün hal) anlamlarını bulabilmesi için sonuna kadar parçalanması (tikel) gerektiğini iddia ediyor. Buna yapıbozum deniliyor. Bu parçalamayı bir bütünleme tabii ki izlemiyor.
Siz neye “doğru” derseniz Derrida (ve tilmizleri) ona “eğri” diyor. Her doğrunun (mikro boyutta veya sonsuzda) eğri bir yanı bulunduğundan Derrida haklı çıkıyor. Böylece sizin “maskenizi düşürerek” yalancı yaparken sizin doğrunuzun (eğri yanından hareketle) hiç de doğru olmadığını vurguluyor. Sonra da “Doğru olamaz mutlak yoktur mutlak bir indirgemedir” diyor. Biraz garip bir şekilde en basit felsefi önermelerle oradan oraya sıçrayarak sizi nasıl da altedi-yor. Bir bütünlük anlayışı bulunmadığından her şeyi bir ordan bir burdan çala çırpa karşınızda oyun oynuyor. Gayri ihtiyari “Ne yapıyorsunuz, neden yapıyorsunuz?” denildiğinde: “Akla yönelen sorular soruyorum, kuşku yaratmak için” şeklinde cevaplar veriyor 59 . Tarihte hiçbir zaman soru sormanın akla saldırı olarak algılanmadığını söylüyor.
Sorular cevapları bulmak için icat ediliyor. Sadece kuşkulanmak için filozoflara ihtiyaç antik çağda duyuluyor. Dünyayı yorumlamaktan bile kaçarak (“Bütün yorumlar yanlış yorumdur”-Derrida) nasıl filozof olunuyor bilinmiyor. Postyapısalcıların kesin olan bir şeyleri olmuyor.
Arkaplanda olanlar
Althussercilerin sanki “üstlerine yıkılacakmış gibi” kurguladıkları bir yapı vardı. Yukardan belirlenen hegemonyayla varolan bu yapı tarihsel bütünlüğünden yalıtılarak kuruluyordu. “Karabasan” gibi kurulan bu yapının tarihsel dayanakları yok muydu Althusser’in iddialılığını “konjonktürel” olarak Çin’deki Proleter Kültür Devrimi’nin Fransa’daki popülerliği ile çakışan ‘68 hareketine bağlayabiliyoruz. Asıl tarihi destek dışarıda oluyor Mao’da. Althussercilerin bu dayanaklar ve ciddi zorlamalarla kurmaya çalıştıkları “yapı”; ‘68 hareketlerinin ve Çin Devrimi’nin gündemden düşmesiyle birlikte yıkılmaya başlıyor. Postyapısalcılığın burada yapısalcılığa “Düşene bir tekmede sen vur” şeklinde katkıları oluyor. Yani yapısalcılığın bütünleyemediğini iyice dağıtmak postyapısalcılığa nasip oluyor.
Değiştirilen kavramlar
Althusserci kavramlar bu yıkımla birlikte birer birer reddediliyordu. Poulantzas Althusser’in ideoloji kavramına sınıfsal aidiyetini katarak doğru bir şey yaparken genç Laclau “sınıfsal aidiyetleri” fazla belirleyici buluyor ve ideoloji kavramının yerine yavaş yavaş Foucault’dan kaptığı “söylem”i yerleştiriyordu.
İdeoloji kavramının sınıfsal çağrışımlarına önlem olarak -sınıf da bir bütünlük olduğundan- “ideoloji” yerine belirsiz bir “söylem” kavramı yerleşiyor. Söylem kavramı sınıfsal bir anlam taşımıyor. Sınıflar gibi bir bütünlük üzerinde çalışmı-yor daha küçük (tikel) alanlarda çalışıyor. Söylem birey-özneleri tikel-özneleri eklemliyor ve böylece küçük bütünler oluşturuyor (muhalif “öteki” adacıklar). Ama söylemler bu bütüncükleri iktidara yöneltmiyor. Yönetenlere baskı yapmak için siyasal öznecikler kuruyor.
Söylemin doğası belirsiz alanlarda (Genç Laclau’nun popüler-demokratik alanı gibi) işlemesi oluyor. Belirsiz olan ve belirsiz kalan her şey postyapısal düşüncede saygı görüyor. Belirleme ve kesinliğe yönelen her yaklaşımdan uzak duruluyor (Yapısalcıların tarihsel ve dikey olan her şeye karşı gösterdiği vampirin haç’a olan tepkisi cinsinden tepkinin bir varyantı olarak postyapısala devroluyor).
Yapısalcılığın mirasları
Postyapısalcılık tarihselciliğin öncülüğün her anlamıyla reddi olarak yapısalcılığın devamı oluyor. Tarihten konjonktür soyutlayarak bütünlüğü orada arayarak “özerk” parçalar kurmak yapısalcılıkla varoluyordu. Postyapısalcılık bu “özerklikleri” iyice dilimleyerek özerkleştirmelere devam ediyordu. Yapısalcılığın bilim vurgusu ve mutlak hakikat arayışları da postyapısalcılara becerilemeyen misyonlar olarak devroluyor ve bu anlamda reddediliyorlardı.
Althusser’in amaçsız tarih tanımı “postmodern” teoride “olmayan geleceğin” kurucu öğelerinden oluyor.
Yapıbozumu ve siyaset: Kimin için?
Yukarıda özetlenen bütünü parçalayarak oluşturulan parçaya iniş yolunu hatırlayalım. Önce parçaya anlamını veren bütünle bağları koparılıyor. Bu kopuk haliyle anlamsızlaşan parçalar karşıtlarıyla çelişerek bir kararsızlık yaratıyordu. Hangi taraf Cevaplanamayan bu soru için olgun Laclau’ya göre:
“… siyasi bir toplumu mümkün kılan gerilimi karar verilemezlik ve karar oluşturur” 60 . [MOUFFE Chantal]
Ne kararı Karar burada felsefi bir kategori olarak alınıyor. Laclau bir marksist iken daha somut ve daha siyasi ifadelerle çalışıyordu. Yukarıda bıraktığımız noktadan sonra önce “Foucault etkisiyle” söylem kategorisini genişletmiş son zamanlarında da “Derrida etkisiyle” siyasetsiz bir dil kullanmada uzmanlaşmıştır. Laclau burada siyasi bir toplumu kararsızların toplumuna indirgiyor.
“Siyaset özellikle de demokratik siyaset çatışma ve bölünmelerin üstesinden hiçbir zaman gelemez. Amacı her çatışma ve çeşitlilik bağlamı içinde birlik kurmaktır bir ‘onlar’ karşısında bir ‘biz’ oluşturmakla ilgilenir” 61 . [MOUFFE Chantal]
Laclau’nun yapıbozumcu yaklaşımıyla ürettiği siyasetin teorisi “Herkesi kucaklayan ne yardan ne serden geçen” bir anlayış üretilmesiyle sonuçlanıyor. Her kesimi kapsayabilmek için onları bağımsız (ve anlamsız) parçalar haline getirmek gerekiyor sonra da devreye söylemi sokarak hasat toplanıyor. Bu anlayışta sınıf şeklinde biraraya gelişlerin bir anlamı bulunmuyor işçi sınıfı ta-rihsiz belirsiz olasılıkçı bir anlayışın yardımıyla diğer olası siyasallaşabilecek (olması gerekmiyor) kesimler arasında eşitlerden biri haline getiriliyor.
Laclau “Yapıbozum (a) yapısal karar verilemezlik alanını genişleterek ve (b) böylece kararı karar verilemez bir zeminde alınan bir şey olarak gören teoriye yer açarak siyaset teorisine can alıcı bir dayanak noktası oluşturuyordu” 62 diyor. Belirsiz zemin belirsiz dönüşüm can alıcı noktalar oluyor. Laclau İdeoloji ve Politika’dan sonra “harikalar diyarı” gibi bir yere varıyor. Belirsizliğe olan ihtiyacını felsefi olarak anlaşılmaz bir dille yüceltiyor. Bir pragmatizm teorisyeni olan Rorty Derrida-Laclau ortaklığı için şöyle diyor:
“Ben Laclau’nun yazılarından birçok şey öğrenmeme rağmen yine de onun Derrida’nın siyasi faydasını fazla büyüttüğünü ve böylece solcu siyasi tartışmaların talihsiz bir biçimde aşırı felsefileşmesine yol açtığını düşünüyorum” 63 . [RORTY Richard]
Aşırı felsefileşme anlamsızlaşma belirsizlik vb.. hepsi var. Hatta yazılanların abartılı süslü olması gereksizlik kokması gibi şeyler de var. Bunları genel olarak yapıbozumcuları zamanı ziyan eden gevezeler olarak görmekte bile sakınca yok. Siyasetle işi olanın hiçbir fayda çıkaramayacağı tonla yazın… Eylemsizlik felsefesi…
Sonuç için: Sivil topluma çıkan sokak
Althusser’in işçi sınıfını dışarıdan ve yukarıdan belirleyen bir yapılar bütünü olarak DİA’lar bahsini açması işçi sınıfından uzaklaşacaklar için bir kapı oldu. Poulantzas’ın işçi sınıfını tanımlarken “az ama öz”cü yaklaşımı ise işçi sınıfının dışındaki alanın öneminin artmasına hatta abartılmasına sebep olarak “sınıfsız siyaset” yaklaşımına yol açtı.
Bu iki kapının eşiğinde Laclau önce işçi sınıfı için bu “sınıfsız” alanlar üzerinde “hegemonya” kurmaya kalktı. Tanımı daralmış belirleyenleri ise kendi alanının dışına taşınmış bir işçi sınıfı için böyle bir uğraşı fazla uzun ömürlü olmadı. Eşikte fazla durmayan Laclau yanına Mouffe’u da alarak o eşiği aştı marksizmi terketti ve “sivil toplumcu” siyaset alanına girdi. İkisi birlikte Grams-ci’den devralınan hegemonya gibi kavramları sınıfsızlaştırıp dolayısıyla belirsiz-leştirerek sivil toplumcu siyasetin “duayenleri” olma yoluna girdiler.
Kapitalist toplumda sınıf çelişkilerini “önemsiz” diğer çelişkilerle eşit düzeyde görenler için “toplum” burjuva toplumu olarak değil sömürü düzeni olarak değil her şeyin olabileceği bir belirsiz bir toplum olarak görünür. Bu belirsizlik (Laclau ve Mouffe’a göre “olumsallık”) onların gerçeği haline gelir. Burjuvazinin kapitalist toplumu onların gerçeği olur. Kapitalizmi belirsiz olasılıklar çerçevesinde görenler “sosyalist stratejiler” yazamazlar kuramazlar. Onların misyonu değişmiştir.
Burjuvazinin hegemonyasının kurulması için bir belirsizlik ortamı gerekebilir. Bu kararsızlık belirsizlik halleri “radikalleşen demokrasi”ye olanaklar açı-yor. Sınıfsal ayrımlar sınıflar mücadelesi her öbeği bir potada eritmenin en büyük düşmanı oluyor fazla belirgin olması dolayısıyla…
“Derrida’nın sözleriyle demokrasi her zaman ‘gelecek olan’ karar verilemezliğin her yanına sindiği ve içerdiği söz verme misyonu sonsuza kadar açık tutulan bir şey olacaktır” 64 . [MOUFFE Chantal]
Belki de sadece bu alıntı yeterliydi: Hiçliğe olan metafizik inanç. Bir belirsizlik bu kadar iyi tanımlanabilirdi. Belirsizlikten öte olmayan bir şey sadece inancı var. Yapıbozum ve siyasetin ortaklaştığı nokta toplumu “antagonistik” olmayan çelişkiler üzerinden bölüp bu çelişkilerin “öteki” kavramıyla adlandırılması olu-yor. Bu biraz da uydurma çelişkilerin bir ucunda ötekiler bulunuyor (azınlıklar homoseksüeller yeşilciler yeşilaycılar hayvan hakları savunucuları vb.) Onları reddedemiyorsunuz bu eyleminiz Derrida’nın tanımındaki ne olduğu belirsiz (ama olmadığı kesin olan) demokrasiye uymuyor. Bu bölmeyi yaparken sınıfsal çelişkilerden yola çıkmayın da nereden çıkarsanız çıkın. Çelişkili bir bölme yaptıktan sonra da bunları bazı olası biraraya gelişlerde toparlayıp baskı unsuru haline getiriyorsunuz. Kısacası kapitalizmin belli sınırlar içerisinde tutulması için gerekli olan sivil toplum adacıkları tanımlanıyor. Bu projenin işleyebilmesi için kapitalizmin “iyi hallerinde” olması gerekiyor. Olmayan ekonomik refahı; sivil toplum hareketlenmesi de söylem falan da kuramıyor.
“… postmodernizmin neoliberalizmin felsefi mantığı neoliberalizmin ise postmodernizmin ekonomik mantığı haline geldiği söylenebilir” 65 . [LARRAIN Jorge]
Bu kadarı yeterli oluyor: Laclau-Derrida Ltd. misyonu belirginleşiyor. Neo-liberalizmin yeniden üretiminden sorumlu “refah toplumu” aydınları.
Ekonomik belirlenimin reddiyle başlayan yapısalcı marksizm yorumları üstyapının belirleyiciliğine işaret ederken haklı oldukları kadar bütün belirleyiciliği oraya atfetmekle de ipin ucunu kaçırıyorlardı. Altını da üstünü de birden anlamak gerekiyordu.
Althusser ve Poulantzas yapıtlarıyla ve yaptıklarıyla ne kadar hatalı uçlara yöneldilerse de burjuvaziye hizmet vermediler.
Althusser’in sahneye çıkışında marksizmi burjuva ideolojisinden marksizme ithal edilmeye çalışılan kavramlardan arındırmak gibi bir amaç vardı. Burjuva kavramlardan -mesela “insan” kavramına yapılan vurgular- uzaklaşmanın yo-lunu bu kavramların oluştuğu ideolojik ortamı reddetmekte buluyordu. Bu reddiyesini bilime yapılan bir vurgu izliyordu.
Marksizmi arındırmak veya ideolojik olarak arınmış hale getirmek ancak siyasal mücadeleyle olabilecektir. İdeolojiyle ilişkili diye siyasetten kaçılınca gi-rilen mecralar biraz yabanıl orman havası taşımaktaydı. Bilim veya felsefenin ideolojiden bağımsız olduğu varsayıldığında hatta bu bilimi ideolojinin karşısına koyarak yapıldığında riskli alanlara girilmesi kaçınılmazdı.
Poulantzas sınıf vurgusunu ve tanımını yukarıdan yaparak işe başlamıştı. Gramsci’yi yeniden ele alan bir siyaset teorisine de girmişti. Bunları yaparken “iktidar” vurgusunu uzunca bir süre korudu. Öznesiz iktidar vurgusu ise uzun yaşamadı; Poulantzas da…
Açılan kapılardan girenlerin vardıkları sonuç burjuvaziyle ters yönden eklemlenmek oldu. Laclau’nun vardığı nokta bu oldu. Althusser ve Poulantzas’ın ise bu yönde gitmelerini önleyen bir komünist kimlikleri vardı.
Dipnotlar ve Kaynak
- ÇULHAOĞLU Metin ”Avrupa Solu: Uzaktan Gözlemler” Gelenek S.17 s.43.
- a.g.m. s.44.
- ALTHUSSER Louis John Lewis’e Cevap Verso yay. 1987 s.59.
- ANDERSON Perry Marksizm’de Tartışmalar Göçebe yay. 1998 s.152
- ALTHUSSER Louis İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları İletişim yay. 1989 s.29.
- a.g.e. s.32.
- HEKİMOĞLU Cemal “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında” Gelenek S.3 s.35.
- ALTHUSSER Louis a.g.e. s.32.
- a.g.e. s.40.
- a.g.e. s.43.
- a.g.e. s.50.
- a.g.e. s.60.
- THERBORN Göran İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı İletişim yay. 1989 s.16.
- THERBORN G. a.g.e. s.16.
- ALTHUSSER L. a.g.e. s.54.
- LARRAIN Jorge İdeoloji ve Kültürel Kimlik Sarmal yay. 1993 s.89.
- LARRAIN J. a.g.e. s.97.
- LARRAIN J. a.g.e. s.97.
- WOOD Ellen Meiksins Sınıftan Kaçış Akış yay. 1992 s.40
- POULANTZAS Nicos-MILIBAND Ralph-LACLAU Ernesto Kapitalist Devlet Sorunu İletişim yay. 1990 s.30.
- a.g.e. s.161.
- a.g.e. s.155.
- a.g.e. s.33.
- a.g.e. s.36
- POULANTZAS Nicos Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar Belge yay. 1992 s.64-65.
- a.g.e. s.65.
- a.g.e. s.71.
- a.g.e. s.72.
- a.g.e. s.89.
- POULANTZAS N. vd. a.g.e. s.149.
- WOOD E.M. a.g.e. s.43.
- a.g.e. s.45.
- Poulantzas’dan akt. MERT Ali Gelenek S.58 s.66.
- aynı yerde.
- LACLAU Ernesto İdeoloji ve Politika Belge yay. 1985 1. Baskı s.122.
- a.g.e. s.125.
- a.g.e. s.124.
- a.g.e. s.115.
- aynı yerde.
- aynı yerde.
- a.g.e. s.125.
- a.g.e. s.135.
- a.g.e. s.120.
- a.g.e. s.131.
- a.g.e. s.116.
- a.g.e. s.118.
- aynı yerde.
- HEKİMOĞLU Cemal “Ne Yapmalıcı”lar Kitabı Gelenek yay. 1994 s.22.
- LACLAU E. a.g.e. s.119 (dipnot).
- a.g.e. s.108.
- MARX Karl Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Sol yay. 1993 s.219
- LACLAU E. a.g.e. s.102.
- a.g.e. s.109.
- GOETHE Faust Öteki yay. 1998 s.52-53.
- LACLAU E. a.g.e. s.119.
- a.g.e. s.118.
- Ernest Mandel’den akt. HEKİMOĞLU Cemal a.g.e. s.11.
- LARRAIN J. a.g.e. s.142.
- Derrida ile yapılan röportaj Toplum-Bilim Derrida özel sayısı.
- MOUFFE Chantal Yapıbozum ve Pragmatizm içinde Sarmal yay. 1998 s.58
- a.g.m. s.12.
- LACLAU E. a.g.e. içinde s.83.
- RORTY R. a.g.e. içinde s.114.
- MOUFFE C. a.g.e. s.26.
- LARRAIN J. a.g.e. s.165.