Uluslararası işbölümü çerçevesinde az gelişmiş ve orta gelişkinlikte kapitalist ülkelerin tarımsal üretime yönlendirildiği doğrudur. Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerin hedefi, hiçbir zaman, tarımsal ürün ihtiyaçlarını tamamen az gelişmiş kapitalist ülkelerden temin etmek olmamıştır.
Olamaz da zaten. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin önüne tarıma dayalı kalkınma modellerinin konması, sanayileşmeden alıkonmaları ile birlikte düşünülmelidir. Diğer yandan, tarım makineleri, tohum, ilaç, gübre üreten tekellerin kârlarını artırma güdüsü, bu ülkelerin modern tarım girdileri ile tanışmasına yol açmış, ancak çoğu örnekte tarımsal yapılar toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda anlamlı bir dönüşüm geçirmemiştir. Aksine, kaynaklar boşa harcanmıştır.
Örneğin Türkiye’de tarımsal üretim açısından en ciddi gelişmelerden biri 1950’lerden itibaren traktör kullanımının yaygınlaşması olmuştur. Traktör kullanımına paralel olarak yeni alanlar tarıma açılabilmiş, üretim artışı sağlanmıştır. Ancak “her eve bir traktör” sloganıyla süren atılım, aynı zamanda muazzam bir kaynak israfına da yol açmıştır. Üstelik doğru ürün seçimi başta olmak üzere bir dizi başlıkta mesafe kat edilmeden tek başına mekanizasyonun ya da GAP’ta çok sıcak biçimde yaşandığı üzere tek başına modern sulama tekniklerinin tarımda sıçrama yaratması mümkün olmamaktadır.
Coğrafi konumu nedeniyle Japonya’yı 1 özgün bir örnek olarak değerlendirme dışı bırakırsak, ne ABD ne de Avrupa ülkeleri tarımsal üretimde hiçbir zaman tamamen dışa bağımlı olmamış, kendi kendine yeterliliklerini büyük oranda korumuşlardır.
Elbette hedeflenenin “kendi kendine yeterlilik”ten ibaret olduğu düşünülemez. Kendi kendine yeterlilik hedefinin kapitalist gelişimle sıkı bir bağı bulunmaktadır. Kapitalist üretim tarzı ulusal ölçekte bir iç pazara yaslanır. Kapitalizmin gelişebilmesi için, emek gücüyle birlikte, emek gücünün yeniden üretimi için gerekli ürünlerin de pazara çıkması gerekir.
Burjuva iktisadının en büyük üfürmelerinden biri olan “karşılıklı üstünlükler teorisi”ne göre, gelişkin kapitalist ülkelerin daha avantajlı oldukları sınai üretimde, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin de daha avantajlı oldukları tarımsal üretimde yoğunlaşması beklenir ve doğru olan da budur. Oysa emperyalist ülkeler sadece sınai üretimde değil, tarımsal üretimde de ilk sıraları paylaşmaktadır.
Tarımsal ürün ticaretine baktığımızda da aynı tabloyla karşılaşırız. Dünyanın önde gelen tarımsal ürün ihracatçıları ABD ve Avrupa ülkeleridir. 2
Elbette bu söylenenler, emperyalist ülkelerin, başta tarımsal kaynaklar olmak üzere az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını talan etmedikleri, özellikle tarımsal üretim gibi emek gücü kullanımının yoğun olduğu alanlarda sömürü olanaklarını sonuna kadar zorlamadıkları anlamına gelmiyor. Cazip olan sadece ucuz emek gücü değil. Başka ülkelerin topraklarını ve diğer doğal kaynaklarını hoyratça kullanma fırsatı da sonuna kadar değerlendiriliyor. 3
Yukarıda da belirtildiği gibi emperyalist ülkelerin büyük bölümü kendi kendine yeterli olma hedefinin ötesine geçmiş; net tarımsal ürün ihracatçıları haline gelmiştir. GSMH ve toplam istihdam içinde tarımın payı 4 çok düşük olsa da ABD, Kanada ve AB ülkelerinin tarımsal üretimi, dünya tarım üretiminin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.
Emperyalist yönelimler doğrultusunda Türkiye tarımı yıkıma götürülürken alkış tutan, tarımdan vazgeçmenin gelişme yolunda önemli bir adım olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri nokta tam da bu işte.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde tarımın GSMH ve toplam istihdam içindeki payını örnek gösterenler, söz konusu ülkelerdeki tarımsal üretimin büyüklüğü, teknoloji düzeyi, verimlilik gibi parametreleri pas geçip Türkiye’nin tarımı küçülterek gelişebileceğini öne sürüyorlar. Tarımın ekonomi içindeki payını azalttığımızda, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olmaktan kendiliğinden kurtulacağımız iddia ediliyor. İşi tarımsal üretimden vazgeçme noktasına kadar götüren bu akıl yürütmenin elbette ciddiye alınır bir yanı bulunmuyor. Ancak ne yazık ki ülkemizde bu akıl yürütmeyle konuşan, hatta kitap yazan insanlar bulunuyor. 5
Yanlış anlaşılmasın. Aklı başında hiçbir komünist Türkiye’deki tarımsal yapının bugünkü gibi kalmasını savunmaz; savunamaz. Aksine sosyalist Türkiye’de tarım nüfusunun azaltılması öncelikli hedeflerden biri olacaktır. Kolektif toprak mülkiyeti ve mekanizasyonla tarımda verimlilik, dolayısıyla tarımsal üretimde artış sağlanırken tarımda istihdam edilen işgücü de hızla azalacaktır. İnsanlığın ulaştığı bugünkü teknolojik gelişme düzeyinde dünyanın herhangi bir yerinde hâlâ doğanın denetiminde, aklı toprakla güneş arasına sıkışmış insanların bulunması trajiktir.
ABD ile AB tarımı korumuyorlar mı?
Emperyalist ülkelerin izlediği tarım politikaları, tarıma verilen önemi fazlasıyla göstermektedir. Tarım, hem ABD’nin hem de AB ülkelerinin en korumacı davrandıkları sektörlerden biridir. ABD, Avrupa’yla kıyaslandığında “köylülük” probleminden azade olmanın avantajını da kullanarak tarım sorununu çok erken halletmiştir.6
Avrupa ülkeleri söz konusu olduğunda ise tek bir gelişim çizgisinden söz etmek doğru olmaz. İngiltere’nin kapitalistleşme süreciyle İspanya’nınki arasındaki farklar tarımsal yapılarına da yansımıştır. Ancak Avrupa Birliği sürecinin ilk adımlarından biri, ortak bir tarım politikasının geliştirilmesi olmuştur. Ortak Tarım Politikası (OTP) ile AB ülkeleri tarımsal üretimde tamamen korumacı bir çizgi izlemiştir. İç pazar başta değişken vergiler olmak üzere gümrük duvarlarıyla korunurken ihracat da sübvanse edilmiştir.
ABD de iç piyasada kendi üreticilerini desteklerken dış rekabete karşı sıkı koruma önlemleri uygulamaktadır. İç piyasada, AB tarafından kullanılan müdahale fiyatına benzer bir “güvence fiyatı” (loan price) ile ürünlere satış güvencesi sağlanmaktadır. Bunun yanı sıra uzun yıllar “hedef fiyat” uygulamasıyla iç piyasa fiyatının hedef fiyattan düşük olması durumunda aradaki farkı gidermek üzere üreticilere bütçeden ödeme yapılmıştır.
Ayrıca stoklama primlerine ve ekim yapılmayan alanlar için özel ödemelere de başvurulmuştur. 1996 yılında imzalanan “Tarım Senedi” ile destek yapısı büyük ölçüde değişse de “güvence fiyatı” hâlâ geçerliliğini korumakta dış rekabete karşı gümrük tarifeleri uygulanmakta, ABD menşeli tarım ürünlerinin dünya pazarlarındaki payının artması için ihracat sübvansiyonları sağlanmaktadır.
1947 yılında imzalanan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ile gümrük tarifeleri, miktar kısıtlamaları ve sübvansiyonlar sınırlandırılarak malların serbest dolaşımının sağlanması hedeflenmiştir; ancak işin doğrusu, hedeflenen ABD mallarının serbest dolaşımının sağlanmasıdır…
Savaştan zarar görmeden çıkan, üstelik savaş boyunca da büyümesini sürdüren ABD, savaşın ardından, yıkılan Avrupa başta olmak üzere yeni pazar olanaklarının üstüne bu hamleyle atlamıştır.
Sınai ürünler GATT kapsamına girmiş, ancak tarımsal ürünler, özellikle ABD ve Avrupalı emperyalistlerin korumacılıktan taviz vermemesi nedeniyle ancak 1980’li yıllarda müzakere konusu olmaya başlamıştır. ‘80’li yıllarda tarımsal ürünlerin müzakere konusu haline gelmesinin temel nedeni emperyalistler arası rekabettir. AB dünya tarım ticaretinde önemli bir rakip haline gelerek ABD emperyalizmini rahatsız etmiştir. ABD kendi koruma önlemlerinden taviz vermeden, hatta AB’yle rekabet edebilmek için ihracata ek sübvansiyonlar getirerek, AB’deki destekleri azaltmaya dönük girişimlerde bulunmuştur.
1980’li yıllara kadar ABD tarımsal ürünlerde yüzde 50’lik payla dünya ticaretinin hakimiyken ‘80’lerden itibaren AB de iddialı hale gelmiştir. Ortak Tarım Politikası’yla sağlanan desteklerin ürünü olarak artan üretim, birliğin ihracatını artırmasını mümkün kılmıştır. 1980 yılında ABD’nin birliğe tarım ürünleri ihracatı 9.6 milyar dolarken, 1985 yılında 5.2 milyar dolara düşmüş, 1986 yılında İspanya ve Portekiz’in üyelikleriyle beraber 6.6 milyar dolara çıkmıştır. Bugün de hemen hemen aynı seviye korunmaktadır. Ancak aynı dönemde AB’nin ABD’ye gerçekleştirdiği ihracat 2 milyar dolardan 5 milyar dolara çıkmıştır.
AB ABD’ye şarap, bira gibi işlenmiş tarım ürünleri ile et ve süt ürünleri satarken, ABD AB’ye yağlı tohumlar ve hayvan yemi başta olmak üzere temel tarım ürünleri ihraç etmektedir. Özellikle yağlı tohumlar, ABD’nin en önemli ihracat kalemini oluşturmaktadır. AB’nin Ortak Tarım Politikası çerçevesinde yağlı tohum üretimini teşvik etmesi ve desteklemesi sonucunda ABD’nin ihracatı azalmış, 1980’li yılların sonlarında ABD ilgili GATT birimlerine AB hakkında iki kez şikayet başvurusunda bulunmuştur.
Aynı dönemde AB üçüncü ülkelerle ticarette de ABD için önemli bir rakip haline gelmiştir. Buğday üretiminin artmasıyla 1987 yılından itibaren AB dünya pazarının yüzde 15’ine hakim olmuştur. ABD’nin payı ise yüzde 48’den 30’a gerilemiştir.
AB’nin kaydettiği gelişme karşısında, ABD tarımsal destek harcamalarını artırmak zorunda kalmıştır. 1980 yılında 5 milyar dolar olan tarımsal destek harcamaları 1986 yılında 25 milyar dolara ulaşmıştır. ‘80’li yıllarda ABD, “İhracatı Geliştirme Programı” ile ihracatı sübvanse edip, başta Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere AB’nin pazar payının yüksek olduğu ülkelerde pazar payını artırmıştır.
Bu dönemde iki emperyalist güç arasındaki rekabet tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesine yol açmıştır. Bu durumdan diğer tarım ürünleri ihracatçısı ülkeler de ciddi biçimde etkilenmiş bu ülkeler “Cairns Grubu”7 adı altında bir araya gelmiş ve tarımsal ürünlerin GATT kapsamına alınması için baskı uygulamaya başlamıştır.
GATT’ın 1986 yılında başlayan ve 1994 yılına kadar süren “Uruguay Round” müzakerelerine tarım ürünleri de dahil edilmiştir. ABD, Uruguay Round’a “sıfır seçenek” (zero-option) adı verilen bir öneri sunmuştur. Bütün tarım desteklerinin 1986 yılından itibaren 10 yıllık geçiş dönemi sonrasında kaldırılmasını öngören bu teklif, Cairns Grubu tarafından da desteklenmiştir. Buna karşın, AB’nin Kuzey Avrupa ülkeleri ve Japonya’yı da arkasına alarak öneriye karşı çıkması görüşmeleri kilitlemiştir. Ancak Uruguay Round’un sonunda, yani Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulduğu 1994 yılında bir tarım anlaşması imzalanabilmiştir.
1995 yılında yürürlüğe giren DTÖ Tarım Anlaşması’nın çerçevesi 1992 yılında ABD ile AB arasında imzalanan Blair House Anlaşması ile çizilmiştir. Bu anlaşma, AB’nin 1992 yılında MacSharry reformlarını gerçekleştirmesinin ardından imzalanmıştır. Yani iki emperyalist güç arasında sağlanan uzlaşma bir “dünya” anlaşması olmuştur.
DTÖ Tarım Anlaşması, tüm tarife dışı engellerin gümrük tarifelerine dönüştürülmesini ve bu tarifelerin de aşamalı olarak indirilmesini,ihracat sübvansiyonlarının sınırlandırılmasını ve tarım sektörüne yönelik desteklerin azaltılmasını öngörmektedir.
ABD kendi destek sistemini ve koruma önlemlerini de tehlikeye atacak girişimlerde bulunurken öncelikle rekabet gücüne güvenmektedir. AB’nin son 40 yılda sergilediği gelişmeye rağmen, ABD birçok açıdan hâlâ üstün konumdadır. AB, rekabet gücünü esas olarak uyguladığı tarım politikasına yani topluluk bütçesinden saçtığı paralara borçludur.
Tarımda bir liberalizasyon sürecine girilmiş olmasından, emperyalist ülkelerin destek ve koruma uygulamalarından tamamen vazgeçecekleri sonucunu çıkarmak doğru olmaz. Bu ülkeler, bir yandan yeni ürün ve ambalaj standartları gibi tarife dışı engellerle kendi pazarlarına girişi zorlaştırmaya devam ederken, kolaylaştırıcı uluslararası düzenlemelerle istedikleri pazara gireceklerdir. Kendi aralarındaki rekabet ise sürecektir.
OTP’ye neden ihtiyaç duyuldu?
Avrupa’da Ortak Tarım Politikası’na neden ihtiyaç duyulduğu sorusunu yanıtlamak için öncelikle Kömür ve Çelik Birliği’yle başlayıp Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Topluluğu ve en nihayet Avrupa Birliği’ne uzanan entegrasyon sürecine neden ihtiyaç duyulduğunu hatırlamak gerekiyor.
Entegrasyon düşüncesi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıktı. Avrupalı emperyalistler, savaştan ekonomik olarak güç kaybederek çıkmakla kalmadı, aynı zamanda sosyalist ülkelerin kuşatmasıyla karşı karşıya kaldı. Titrek Avrupa burjuvazisinin kendine güvenini sağlamak ve yüzünü sosyalizme dönen Avrupalı emekçilerin aklını çelmek için önce ABD yardımları geldi. Daha sonra yine ABD’nin de desteklediği entegrasyon girişimleri başladı. Bir yandan, Avrupalı emperyalistler güçlerini kapitalist rekabet izin verdiği ölçüde birleştirip egemenliklerini konsolide etmeye girişti. Diğer yandan, başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerde merkezi planlamanın sonuçlarını izleyen Avrupa işçi sınıfının “yanlış” mecralara kaymasını engellemek üzere sosyal devlet uygulamalarına hız verildi.
Entegrasyon sürecinde öncelik verilen hedef, ortak bir pazarın oluşturulması olmuştur. Bu doğrultuda topluluk üyeleri arasında malların serbest dolaşımı gündeme gelmiştir. Sanayi mallarının gümrük birliği çerçevesinde serbest dolaşımı sağlanmıştır.
Her ülkede farklı tarım politikaları uygulanıyor olması ise, gündeme ortak bir tarım politikası oluşturma fikrini getirdi. Kullanılan müdahale mekanizmalarındaki farklılıklardan ötürü, ülkeler arası koordinasyonun tarım sektöründe yeterli olmayacağı düşünülerek, fiyatlar ve müdahale yöntemlerinin ortak bir politika aracılığıyla belirlenmesine karar verildi.
Ortak Tarım Politikası, Almanya’nın Fransa’ya tavizi olarak da düşünülebilir. Sanayi mallarının serbest dolaşımının Almanya’ya sağladığı avantaja karşılık olarak Ortak Tarım Politikası ile tarımsal desteklerin finansmanı da ortaklaştırılmıştır.
Roma Anlaşması ile çerçevesi çizilen Ortak Tarım Politikası, üye ülkelerin ilk “ortak” politikasıdır. Bu politika, gümrük birliğine dayalı bir ekonomik bütünleşme modeline değil, üye ülkelerin tarım politikalarının bir ortaklık çerçevesinde yönetilmesine dayanır.
Uygulanmaya başladığı 1962 yılında topluluk üyesi altı ülkenin dahil olduğu OTP, bugün tüm AB üyelerini kapsamaktadır. 40 yıl içerisinde emperyalistler arası rekabetteki değişiklikler ve AB’nin değişen tarımsal hedefleri doğrultusunda OTP de “reform” başlığı altında değerlendirilebilecek çeşitli değişikliklere uğramıştır. Başlangıçta temel hedef, tarımsal üretimi artırmak ve temel ürünlerin tümünde topluluğun kendi kendine yeterli hale gelmesini sağlamaktı. Ancak ilerleyen yıllarda destek ve koruma önlemleriyle artan üretim “şarap gölleri” ve “tereyağı dağları” doğurunca, üretimi sınırlandırmak, OTP’nin en önemli başlıklarından biri haline geldi.
Başlangıçtaki haliyle ele alındığında bile karmaşık bir uygulamalar toplamı olan OTP, 40 yıl boyunca gerçekleşen değişikliklerle birlikte iyiden iyiye karmaşıklaşmıştır. Neredeyse her ürün için ayrı bir piyasa düzenlemesine gidilmiş olmasının, hem üye ülkeler arasındaki hem de tek tek ülkelerin tarım kapitalistleri arasındaki rekabetten kaynaklandığını vurgulamak yeterli olacaktır. Örneğin Almanya ve Hollanda gibi ülkeler destekler için bütçeye daha az katkıda bulunmaya çalışırken, kalabalık tarımsal nüfusa sahip ve küçük ve orta ölçekli tarım işletmelerinin yaygın olduğu İspanya ve Fransa gibi ülkeler hem bütçeyi artırmak hem de daha fazla koruma önlemi sağlamak uğraşındadır. Bunlara tarımsal ürün fiyatlarını ve dolayı-sıyla işgücü maliyetlerini düşürme çabaları gibi daha genel eğilimler ve farklı ürünler için daha fazla destek alma çabaları (tahıla süt ürünlerine verilenden daha fazla destek verilmesi yönünde yürütülen lobi faaliyetleri gibi), aynı ürünü üreten üreticiler arasındaki rekabet gibi daha dar yönelimler de eklenebilir.
Ortak Tarım Politikası, ortak piyasa düzenlerine yaslanmaktadır. Tarım ürünlerinin hepsinin aynı üretim ve pazarlama koşullarına tabi olmadığı gerekçesiyle farklı sistemler oluşturulmuştur. Kullanılan destek ve koruma mekanizmaları üründen ürüne farklılık göstermektedir. OTP’nin ilk uygulanmaya başladığı yıllarda üretilen ürünlerin yüzde 50’si ortak piyasa düzenleri kapsamında yer alırken, bu oran ‘70’li yıllarda yüzde 70, ‘80’li yıllarda ise yüzde 91 olmuştur. Bugün patates dışında tüm tarım ürünleri ortak piyasa düzenlerinden birinin kapsamında yer almaktadır.
Üretim düzeyleri, istihdam oranları ve AB bütçesindeki paylar incelendiğinde, en önemli ortak piyasa düzenlerinin, ekilebilir ürünler (tahıllar, pirinç, proteinli bitkiler, yağlı tohumlar) sığır-dana eti, süt ve süt ürünleri düzenleri olduğu görülür.8
Piyasa düzenlerinin her birinde farklı müdahale ve koruma yöntemlerinin kullanıldığını söylemiştik. OTP’yi oluşturan bu düzenleri üç kategoride sınıflandırmak mümkün. Birinci kategoride iç pazarda müdahale alımları yoluyla desteklenen ve dış rekabete karşı da prelevmanlar (değişken vergiler)9 aracılığıyla korunan ürünlerin piyasa düzenleri yer almaktadır. Ortak piyasa düzenine tabi olan ürünlerin yüzde 70’i bu kategori kapsamında yer almaktadır.
İkinci kategoride sadece dış rekabete karşı koruma sağlayan piyasa düzenleri yer almaktadır. Ürünlerin yüzde 25’i bu kategoriye dahildir.
Üçüncü kategoride ise ürünlere doğrudan yardım sağlayan piyasa düzenleri bulunmaktadır. Bu sonuncu kategori 1992 reformlarına kadar geçerli olabilmiştir. GATT çerçevesinde topluluğun ithalat vergilerini artırmama ya da sıfır vergi oranı uygulama taahhüdünde bulunduğu, yani korunmayacak olan ürünler bu kategoridekiler olmuştur.
Ortak Fiyat Politikası
OTP’nin en temel unsuru, tarım ürünleri için bütün üye ülkelerde geçerli olacak ortak fiyatların belirlenmesidir. Belirlenen fiyatların korunması için iç piyasada ürünler aynı araçlarla desteklenirken, dış ülkelerin rekabetine karşı da ortak korunma yöntemleri kullanılır. Söz konusu destek ve koruma sistemi için gerekli harcamalar ise ortak bir fondan karşılanır (Tarımsal Yönlendirme ve Garanti Fonu – FEOGA). İlk uygulanmaya başladığı yıllarda Avrupa Ekonomik Topluluğu toplam bütçesinin yüzde 90’a yakın bölümünü oluşturan fon bugün 45 milyar euro civarında (bütçenin yaklaşık yarısı).
Destek harcamalarının ülkeler arasındaki dağılımı incelendiğinde yüzde 23’lük payla en fazla yararlanan ülkenin Fransa olduğu görülmektedir. Fransa’yı yüzde 14’le Almanya, yüzde 13’le İtalya yüzde 11’le İspanya izlemektedir.
Ortak fiyat politikası, iki temel unsura dayanmaktadır: Hedef fiyat ve müdahale fiyatı. Bu fiyatlar Konsey tarafından belirlenmektedir.
Hedef fiyat10 , tavan niteliğindeki fiyattır; topluluk içerisinde tarım üretiminin en düşük seviyede olduğu bir bölgedeki toptan fiyat esas alınarak belirlenir. Örneğin tahıllarda bu bölge Almanya’nın Duisburg bölgesidir. Hedef fiyat her yıl pazarlama dönemi öncesinde açıklanmaktadır.
DTÖ Tarım Anlaşması gereğince, 1996 yılından itibaren AB, tahıllar ve sığır etin-de hedef fiyat uygulamasına son vermiştir.
Müdahale fiyatı, taban fiyatıdır. Piyasa fiyatları bu seviyeye düştüğünde, müdahale kuruluşları, kendilerine getirilen ürünleri bu fiyattan satın almak zorundadır. Her yıl hedef fiyatla aynı zamanda belirlenir. Müdahale fiyatı, topluluk içerisinde tarım üretiminin en yüksek olduğu bir bölgedeki toptan fiyatlar esas alınarak belirlenir. Örneğin yine tahıllar için bu bölge Fransa’nın Orleans-Ormes bölgesidir.
OTP’nin ilk uygulandığı yıllarda, müdahale fiyatı sınırsız miktarda alım için kullanılmaktaydı. Ancak “dağlar” ve “göller”in oluşumu üzerine, önce kotalar gündeme gelmiş, ardından da müdahale fiyatlarında indirime gidilmiştir. Yapılan reformlar sonrasında müdahale sistemi ilk dönemlere göre oldukça esnek hale gelmiştir.
Üçüncü ülkelere yönelik fiyat politikaları ise çift yönlüdür. Üçüncü ülkelerden ithal edilen mallara karşı koruma uygulanırken, ihraç edilen ürünler sübvanse edilir.
DTÖ Tarım Anlaşması öncesinde ithalatta eşik fiyat uygulaması söz konusuydu. İthal edilen ürünlerin fiyatları, prelevman, yani değişken vergi uygulanarak hedef fiyata yakın bir düzeye getirilmekte ve böylece iç pazar korunmaktaydı. İhracatı teşvik etmek içinse ihracat iadesi (restitution)11 kullanılıyor; dünya fiyatlarının müdahale fiyatlarının altında olması durumunda ihracatçılara aradaki farka eşit bir prim ödeniyordu. Özellikle müdahale sisteminin doğurduğu stokları eritmek üzere bir dönem ihracat önemli ölçüde teşvik edilmişti. Bütçede müdahale alımlarının maliyetinin yanına bir de ihracat iadeleri eklenmişti.
DTÖ Tarım Anlaşması sonrasında üçüncü ülkelere yönelik fiyat politikaları önemli değişikliklere uğramıştır. 1995 yılında tarife dışı engellerin gümrük tarifelerine dönüştürülmesi sonucunda prelevman ve değişken vergi uygulamaları kaldırıldı. Yerlerine eşdeğer gümrük tarifeleri uygulanmaya başladı.
DTÖ Tarım Anlaşması’yla ihracat sübvansiyonları da sınırlandırılmıştır. Bu çerçevede 1996-2001 yılları arasında AB’nin sübvansiyon harcamaları yüzde 36 oranında, sübvansiyonlu ihracat miktarı ise yüzde 21 oranında azaltılmıştır. Yeni ihracat sübvansiyonları kullanılması da yine DTÖ Tarım Anlaşması’yla yasaklanmıştır.
Tarife dışı engellerin gümrük tarifelerine dönüştürülmesi, koruma mekanizmalarından vazgeçilmesi ya da koruma düzeyinin azaltılması anlamına gelmemiştir. Örneğin ithalata uygulanan gümrük tarifeleri, yine müdahale fiyatı ile ithal ürünlerin fiyatları arasındaki fark baz alınarak belirlenmektedir.
“Tereyağı dağları”, “şarap gölleri” ve reformlar
Tarımsal üretimi artırarak “arz güvenliği”nin sağlanması, Ortak Tarım Politikası’nın temel hedeflerinden biri olarak tarif edilmişti. AB, destek ve koruma mekanizmalarıyla ‘70’li yıllardan itibaren net tarımsal ürün ihracatçısı haline gelmiştir. Bu dönemde emperyalist ülkelerin dünya tarım pazarındaki hakimiyeti de belirgin bir biçimde artmıştır.
Destek mekanizmasının ortaya çıkardığı en önemli sorun sınırsız alımların yarattığı stoklar olmuştur. Toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda değil, iç pazarı koruma ve dünya pazarında hakimiyet kurma hedefleriyle artırılan tarımsal üretim, Avrupalı emekçiler tarafından finanse edilmiştir. Buna, destek mekanizmasından en fazla yararlanan kesimin büyük toprak sahibi kapitalistler olduğunu eklemek gerekiyor. Ancak stoklar çok fazla artınca, dünyanın pek çok yerinde insanlar açlıktan ölürken, emperyalist AB, tarımsal üretimi sınırlandırmak için reform üstüne reform gerçekleştirmiştir.
İlk reform girişimi 1968 yılında topluluğun tarım politikasından sorumlu komiseri Sicco Mansholt tarafından hazırlanan “Mansholt Planı”dır. Söz konusu planda topluluğun tarım ürünleri tüketiminin arz ölçüsünde artmadığı saptanarak, üretimin azaltılması (5 milyon hektarlık bir alanda ekimin durdurulması), küçük işletmelerin yerini büyük kapitalist işletmelerin almasına yönelik bir düzenlemeye gidilmesi ve tarımda işgücünün azaltılması (hedef olarak 5 milyon çiftçinin üretimden vazgeçmesi konmuştu) öneriliyordu. Bu ilk reform planı çok köklü değişiklikler içerdiği eleştirisiyle kabul edilmemiştir.
İkinci reform planı, İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın topluluğa üye olmasıyla gündeme gelmiştir. Bu genişlemeyle birlikte topluluk, dünya tarım ve gıda ürünleri ticaretinin yüzde 35’ini gerçekleştirmeye başlamıştır. Aynı zamanda genişlemeyle birlikte topluluğun tarıma elverişli toprakları yüzde 50, tarım işletmesi sayısı ise yüzde 15 oranında artış göstermiştir. Genişlemenin ardından 1973 yılında “Ortak Tarım Politikası’nın İyileştirilmesi” başlıklı bir memorandum yayınlanmıştır.12
Bu memorandumda sadece bazı ürünlerin destek fiyatlarının indirilmesi gerektiğine dikkat çekilmiş, somut bir öneride bulunulmamıştır. 1975 yılında “Ortak Tarım Politikası’nda Mevcut Durum Değerlendirmesi” başlıklı bir başka rapor hazırlanmıştır. OTP’nin 1962 yılından itibaren bir muhasebesinin yapıldığı raporda, bütçe harcamalarının giderek artması başta olmak üzere sorunlar tespit edilmiş ancak çözüm önerilerine yer verilmemiştir.
Bu raporlar sonrasında, AB ilk olarak tüketimi artırıcı uygulamalara başvurmuştur. Ancak, buğdayın hayvan yemi olarak kullanılmasını teşvik etmeye dönük primler, süt ürünleri için sağlanan tüketim desteği vb. de ek maliyet getirmiştir.
İzleyen rapor ise yine yaratıcı bir başlık taşımaktadır: “Ortak Tarım Politikası Üzerine Düşünceler”. 1980 yılında hazırlanan rapor, önceki raporlardan farklı olarak birtakım çözümler önermektedir. Söz konusu raporun İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın üyeliği öncesinde ve bu ülkelerin üyeliğiyle birlikte bütçeden alacakları paylar hesaba katılarak hazırlandığına dikkat çekmek gerekiyor.
Bu raporun ardından 1981 yılında hazırlanan “Avrupa Tarımının Yeni İlkeleri” başlıklı raporla ilk kez sonsuz miktarda ürün için garantili fiyat uygulamasından vazgeçilmesi gündeme gelmiştir. “Garanti Eşiği” adı verilen uygulamayla, üretim fazlası bulunan ürünlerin bir bölümünde bir maksimum üretim eşiği tespit edilmiştir. Bu ilk “tedbir”in uygulamasında pek başarılı olunamamıştır.
Herhangi bir rapora konu olmadan 1984 yılında alınan ani bir kararla “süt kotaları”nın belirlenmesi, gerçek anlamda ilk reform uygulaması olmuştur. Destek ve stoklama harcamalarının yaklaşık yüzde 40’ının süt ürünleri için yapılıyor olmasından hareketle kota uygulaması yürürlüğe konmuştur. Her üye ülke için belirli bir süt üretim kotası saptanmış ve üye ülkelere, ülke kotalarını ulusal üretim birimleri arasında paylaştırma hakkı tanınmıştır. Süt kotaları ile süt üretimi azaltılmış, ancak bu “başarı”dan hareketle diğer sektörler için de kota uygulamasına gidilmemiştir. Bunun yerine her sektör için farklı önerilerin yer aldığı “durum” raporları hazırlanmıştır. “Yeşil Kitap” bunlardan biridir. Yeşil Kitap’ta sıkı fiyat politikası izlenerek fiyatların indirilmesi ve kotalarla üretimin azaltılması önerilmiştir. Yeşil Kitap’ı Delors Planı izlemiştir.
1986 yılında İspanya ve Portekiz’in üye olmasının getirdiği “yük”e dünyada tarım ürünleri fiyatlarının düşmesinin ve doların değer kaybının getirdiği ihracat harcamalarındaki artış eklenmiştir. 1988 yılında “bütçe dengeleyicileri”ne yaslanan en kapsamlı reform paketi hazırlanmıştır. Ortak bütçeden yapılan tarım harcamaları katı kurallara bağlanmış ve üretimin garanti edilen eşiği aşması durumunda verilen desteklerin otomatikman azalmasını düzenleyen bütçe dengeleyicileri uygulamaya konmuştur.
1990’lı yıllarda gündeme gelen reformlar ise GATT’a ve DTÖ Tarım Anlaşması’na uyum amacını taşımaktadır. Her ne kadar DTÖ Tarım Anlaşması’yla sonuçlanan sürecin mimarı ABD olsa da, bu anlaşmanın hükümlerinin belirlenmesinde ABD’yle birlikte AB’nin de belirleyici rol oynadığı unutulmamalı. Yani ortada emperyalistlerin kendi istekleri dışında belirlenen birtakım kurallar var, onlar da bu kurallara uymaya mecbur kalıyor, diye düşünülmemeli. Aksine bu anlaşmaları, emperyalistler arası uzlaşmaların ürünleri olarak görmek doğru olur. Elbette güç dengelerine bağlı olarak karşılıklı kimi tavizler vermek zorunda kaldıklarını da atlamadan.
GATT’tan DTÖ Tarım Anlaşması’na uzanan süreçte, ABD’nin de “sıfır gümrük vergisi” önerisini gündeme getirmek gibi zorlamaları sonucunda 1992 yılında MacSharry reformları gündeme geldi. Bu reformlarla, destek fiyatlarının indirilmesi üreticilerin uğrayacağı gelir kayıplarının telafisi için “telafi edici ödemeler”e başvurulması ve reformların “ek tedbirler” adı verilen yapısal reformlarla desteklenmesi öngörülmüştür. MacSharry reformlarından sonra da 1995 yılında DTÖ Tarım Anlaşması’na uyum düzenlemeleri yapılmıştır.
Son olarak DTÖ yeni tur müzakerelerine dönük olarak “Gündem 2000” adı verilen kapsamlı bir raporla OTP’nin yeni amaçları belirlenmiştir. Rekabet edebilirliğin ve kalitenin artırılması gibi hedeflerin yanında en dikkat çekici olan, “tarım alanın-da AB mevzuatının sadeleştirilmesi” hedefidir.
Genişleme Süreci ve OTP
OTP kapsamında 40 yıl boyunca kendi iç eşitsizliklerini13 bile büyük ölçüde koruyan AB, genişleme sürecine ortak bir tarım politikasının getireceği yükleri minimize ederek girmeye çalışıyor.
10 aday üyenin katılımıyla birlikte AB nüfusunun yüzde 29 oranında artarak 470 milyona yükseleceği, tarıma elverişli alanların yüzde 44 oranında artarak 200 milyon hektara ulaşacağı hesaplanıyor. AB’de tarım sektöründe çalışan işgücünün aktif nüfusa oranı yüzde 5 düzeyindeyken, 10 aday ülkenin ortalaması yüzde 27 civarında.
Genişleme sürecine dönük olarak geçtiğimiz aylarda Avrupa Komisyonu üyesi Fischler tarafından Gündem 2000 raporundan hareketle yeni bir rapor hazırlandı. “Fischler Reformları” olarak anılan raporda, genişleme sürecine dahil olan ülkelerin, destek mekanizmasının büyük ölçüde dışında bırakılması hedefleniyor. Reform paketine göre yeni üye ülkelerin çiftçilerine yapılacak destek ödemeleri eski üyelerin çiftçilerine yapılan ödemelerin dörtte biriyle sınırlandırılırken, toplam destek bütçesinin de azaltılması öngörülüyor. OTP bütçesinin 2006 yılına kadar en fazla 50 milyar euroya ulaşması hedefiyle birlikte düşünüldüğünde, Avrupalı emperyalistlerin yeni üyelere sembolik aktarımlar dışında kaynak aktarmak niyeti taşımadığı görülüyor. Ayrıca aynı paket, her yıl yüzde 3 indirimle AB üyesi 15 ülkenin yararlandığı desteklerin de önümüzdeki 10 yıl boyunca azaltılmasını içeriyor. Aslında, DTÖ Tarım Anlaşması gereğince bu indirimin zaten yapılması gerekiyor.
Bu arada, “Tarım ve Kırsal Kalkınma Alanında Özel Katılım Programı” (SAPARD) ile aday ülkelerin tarımlarına yön verilmeye çalışıldığı ve modernizasyon çalışmalarına destek olunduğu iddia edilmektedir. Ancak 2000-2006 yılları arasında verilmesi öngörülen toplam 520 milyon euroluk yardım, en fazla bu ülkelerin OTP kapsamında sağlanan desteklerden mahrum bırakılmaları karşılığında verilen bir sadaka olarak düşünülebilir.
Genişleme sürecinin muhatabı olan ülkelerin kaybı sadece OTP fonundan az yararlanmaları olmayacak. Üyelik ve OTP’yi kabul etmeleriyle birlikte tek tek ülkelerin kendi tarımlarını destekleme şansları da ortadan kalkacak. Bugün AB üyesi olan ülkelerin ürettiği ürünlere göre düzenlenmiş bir koruma mekanizmasının yeni üye olacak ülkeler için ne kadar faydalı olacağı ise son derece tartışmalı.
Ayrıca iç pazarda destek sisteminden daha fazla yararlanan eski üyelerin fiyatları müdahale fiyatlarına yakın bir noktaya çekmeleri, yeni üyelerin birçok üründe üretimden vazgeçmek zorunda kalmasına yol açacaktır. Sadece fiyat değil üretim kotaları da önemli bir sorun olacak. Yeni üyeler tahıl üretimi başta olmak üzere AB içinde rekabet edebilecekleri birçok üründe de üretim kotasıyla karşı karşıya kalacak. Örneğin AB üyeliğine kota sürpriziyle adım atan Yunanistan, zeytinyağı kotaları nedeniyle üretimini potansiyelinin çok altında tutmak zorunda kalmaktadır.
AB üyeliğiyle birlikte 10 ülkenin tarım sektörü, emperyalist tekellerin yağmasına açılmış olacaktır. Büyük bölümü sosyalist ülkelerden oluşan aday ülkeler, tohum, gübre ve ilaç tekellerinin dayatmalarına maruz kalacaktır. Sosyalizm döneminin tüm kazanımları sıfırlanacaktır .
OTP ve Türkiye
Olası bir üyelik durumunda Türkiye için de bu reform paketindeki kurallar geçerli olacak. AB, yeni üyelere dönük tarımsal destekleme ödemelerini sınırlı tutmak konusunda kararlı. Her genişleme sürecini OTP’de köklü sayılabilecek dönüşümlerle karşılayan AB, en köklüsünü de bu sefer gerçekleştirmeye hazırlanıyor.
Türkiye, tarımsal ürün ticaretinin önemli bir bölümünü Avrupa ülkeleri ile yapmaktadır. Tarım ürünleri ihracatının yüzde 50’ye yakın bölümü AB ülkelerine yapılmakta, ithalatın da yüzde 40’a yakın bölümü yine AB ülkelerinden sağlanmaktadır.
Ancak AB’nin Ortak Tarım Politikası ile Türkiye’nin uyguladığı destek ve koruma mekanizmaları arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Türkiye kapitalizminin “tarım reformu” adı altında gerçekleştirmeye çalıştığı tasfiye sürecinin bir bacağı DTÖ Tarım Anlaşması’na bir bacağı da AB Ortak Tarım Politikası’na basmaktadır.
Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği Anlaşması tarım ürünlerini kapsamamaktadır. Ancak bazı ürünlerde karşılıklı gümrük vergisi muafiyetine ya da vergi indirimine dayanan tavizler söz konusudur. AB’den Türkiye’ye yapılan tarımsal ürün ihracatının yüzde 33’ü, Türkiye’den AB’ye yapılan tarımsal ürün ihracatının ise yüzde 70’i taviz kapsamında yer almaktadır. GATT’ın “karşılıklılık” ilkesi gereğince 1998 yılından sonra taviz kapsamındaki AB ürünlerinin oranı artmıştır. Bu oranların ihraç edilen ürünlerin toplam tutarı üzerinden değil, ihraç edilen ürün sayısı toplamı üzerinden hesaplandığını belirtelim. AB’nin ihraç ettiği ve taviz kapsamında yer alan ürünler içinde tahıl, et ve süt ürünlerinin bulunduğunu söyledikten sonra Türkiye’nin bu ürünleri ithal etmeye başlamış olmasına şaşırmamak gerekiyor. Ayrıca Türkiye ile AB arasındaki tarımsal ürün ticaret dengesi son yıllarda Türkiye aleyhine bozulmuştur.
Ortak Tarım Politikası’nı değişen entegrasyon anlayışına göre yeniden biçimlendiren Avrupa Birliği, tarım sektörü söz konusu olduğunda, diğer aday ülkeler gibi Türkiye’ye de yağmadan fazlasını sunmamaktadır. AB üyeliğinin Türkiye tarımı için çıkış olacağını öne sürenler açıkça yalan söylemektedir.
DTÖ ve AB dayatmalarının sonucu, zaten kendi kendini besleyemez hale gelmiş olan Türkiye’nin daha fazla açlığa mahkum edilmesi olacaktır. Oysa Türkiye tarımının çıkışı vardır. Sosyalist Türkiye’de tarım sektörü toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden örgütlenecek ve ne emekçiler aç kalacak, ne de kır emekçileri perişan olacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- Japonya tarımsal ürün ihtiyacının büyük bölümünü ithalat yoluyla karşılamaktadır. 2000 yılı itibariyle 62 milyar dolar olan tarımsal ürün ithalatında ABD ve AB ülkeleri önemli bir yer tutmaktadır. Bkz. Dünya Ticaret Örgütü Yıllık Raporu 2001; www.wto.org.
- Dünya tarımsal ürün ihracatının yüzde 37’si ABD, Kanada, Fransa, Hollanda ve Almanya tarafından gerçekleştirilmektedir. Bkz. a.g.y.
- McDonald’s yüzünden yağmur ormanlarının başına gelenler hatırlanabilir.
- ABD’de tarımın GSMH içindeki payı yüzde 5, toplam istihdam içindeki payı yüzde 2’dir; AB’de ise GSMH içindeki payı yüzde 1.7, toplam istihdam içindeki payı ise yüzde 5’tir.
- Mehmet ALTAN, “Köylü”ler Ne Zaman Manşet Olur?, Zaman Kitap, İstanbul, Haziran 2001.
- ABD’ye İngiliz deneyimi ve birikimi taşınmıştır. ABD özelinde tarımın kapitalistleşmesinden, bir transformasyondan değil, tarımda kapitalist ilişkilerin transferinden söz etmek daha doğru olur. Elbette bu avantajın yanına uçsuz bucaksız topraklarının sağladığı avantajı da eklemek gerekir.
- Hâlâ bir “baskı grubu” olarak varlığını sürdüren Cairns Grubu, aralarında Avustralya, Arjantin, Brezilya, Kanada ve Yeni Zelanda’nın da bulunduğu 14 tarım ürünleri ihracatçısı ülkeden oluşuyor.
- 1999 yılında ekilebilir ürünler ortak düzeninin bütçedeki payı yüzde 47, sığır-dana eti ortak düzeninin payı yüzde 17, süt ve süt ürünlerinin payı yüzde 7 olmuştur. Bkz. Ebru EKEMAN, 21. Yüzyıl’ın Eşiğinde Avrupa Birliği’nde Ortak Tarım Politikası, İKV Yay., İstanbul, Eylül 1999.
- Prelevmanlar, 1995 yılında DTÖ Tarım Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra, yerlerini ithalat vergileri-ne bırakmıştır.
- Farklı piyasa düzenlerinde “hedef fiyat” yerine, aynı anlama gelmek üzere, “yönelim fiyatı”, “norm fiyat” ya da “temel fiyat” terimleri kullanılabilmektedir.
- İhracat iadesi ile vergi iadesi karıştırılmamalı. Vergi iadesi, bir tür vergi muafiyetidir. Oysa ihracat iadesinde, ihracatçıya, dünya fiyatı ile AB içindeki müdahale fiyatı arasındaki fark ödenmektedir.
- Mansholt Planı’nın gördüğü tepkiden ötürü uzun süre reform yerine, “yenileme”, “iyileştirme”, “değişiklik” gibi sözcükler kullanılmıştır.
- OTP için bütçeden ayrılan payın büyük bölümü, Fransa da dahil olmak üzere kuzeydeki ülkelerin ürettiği tahıl ve süt ürünleri gibi ürünlere harcanmıştır. Birliğe sonradan katılan İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin “reformlar” ve “kotalar”la karşılandığı da düşünüldüğünde iç eşitsizliklerin nasıl korunduğu anlaşılacaktır. Keza sınırsız üretim desteği varken küçük ölçekli işletmelerin aldıkları payla büyük kapitalist işletmelerin aldığı pay arasında sonsuz fark bulunduğu da açık.