Bu yazı yazılırken Arjantin emekçilerinin isyanını televizyonlar gösteriyor ve Türkiye’nin Arjantin’den ne kadar farklı olduğu sermayenin kalemşörleri tarafından anlatılıyor, yazılıyor. Dünya kapitalizminin bu iki zayıf halka adayı ülkesinde yaşanan ekonomik krize tepkiler farklı biçimlerde veriliyor. IMF’nin dediklerini yapmakta “geciken” Arjantin sermayesi bir yanda; dediklerini harfiyen yerine getirdik diye övünen ve Türkiye’nin artık AB’ye kapağı atacağından iyice umutlanan Türkiye sermayesi diğer yanda. Yaşanan bu gelişmeler altında, iki ülkenin farklılıklarını karşılaştırmaktan ziyade ülkemizdeki işçi sınıfının bu krize verdiği tepkinin neden çok cılız kaldığını incelemeye çalışacağım.
2001 yılı şubat ayı başında Başbakan Bülent Ecevit ile Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in MGK toplantısında tartışmalarıyla başladığı düşünülen krizin aslında, sermayenin emeğe saldırı politikalarını hayat geçirmek ve 90’lardan bu yana çok şişen finansal sektörü yeniden yapılandırmak için çıkarıldığı daha önce yazıldı. Diğer yandan AB’ye girişe engel olduğu düşünülen devletin bu halinin, yeniden yapılanma ve ekonomik alandan tamamen çekilmesini sağlama açısından da bir olanak taşıdığı fark edilmiş durumda. Türkiye burjuvazisi bir yandan “mahvolduk bittik” edebiyatını her yerde yaparken diğer yandan tekelleşmenin önünün açılması ve kendi iç hiyerarşisinin yeniden düzenlemek için krizi bir fırsat olarak değerlendirmekten de geri kalmıyor. Kısaca krizin sermaye açısından avantajları daha fazla ön plana çıkmış durumda ve o da bunu elinden geldiğince değerlendirmeye çalışıyor.
Krizin emekçilere saldırı amacıyla çıkarıldığını ve bir yanıyla da çıkarılan onca gürültüye rağmen suni bir yan taşıdığı bundan önceki Geleneklerde vurgulanmıştı.1 Türkiye sermayesi uzun zamandır Türk lirasının çok değerlendiğini ve devaülasyon yapılması gerektiğini dile getirmekteydi. Bu devaülasyonun nasıl ve ne zaman yapılacağı esas sorundu. 2000 yılında medyanın “boş hayaller” bombardımanın sonucunda tüketim inanılmaz boyutlara tırmandırıldı. Özellikle kredi kartıyla satışlar ve tüketici kredileriyle işçi sınıfı geleceğe yönelik borçlandırıldı.2 Medyanın da desteğiyle yaratılan bu sahte cennet havasının çok uzun sürmeyeceğinin farkında olunmasına rağmen nasıl sona ereceğini merak ediyor ve devaülasyon yapılacak tarihi 2001 yılı olarak öngörüyorduk. Hepimizin tahmini 2001 yılının ilkbaharında bir devaülasyonun yapılacağı yönündeydi. Kriz ise, bu beklentinin öncesinde siyasal alanda yaşanan bir gelişmenin üzerinden hükümete yönelik bir güven bunalıma dönüştü. Küreselleşen sermayenin Türkiye’de bulunan sıcak parasının da hızlı bir şekilde yurtdışına çıkışıyla birlikte Türkiye ciddi bir biçimde borçların geri ödenmesi sorunuyla karşı karşıya kalmış oldu. Hükümete yönelik güven bunalımını göreceli olarak aşmak için Kemal Derviş’in ABD tarafından ülkemiz ekonomisinin başına gönderilmesi sermayeyi bir nebze rahatlatmış oldu. Bu rahatlama ile birlikte son on yıldır yapılması gereken reformlar mecliste -sermayenin siyasi temsilcilerine, ABD destekli Kemal Derviş tarafından dikte ettirilerek- yasallaştırıldı. 1999 yılında yaşanan deprem döneminde hükümet çok hızlı bir şekilde Sosyal Güvenlik Yasası’nı meclisten geçirmiş, deprem travmasından yararlanmış ve işçi sınıfına yönelik saldırı için her türlü aracı kullanabileceğini göstermişti. Yine bu dönemde bir taşla çok fazla kuş vurma heveslisi sermaye sınıfı, krizi bahane ederek sınıfa saldırıyı her noktada gerçekleştirmiş ve çoğu başlıkta krizinin sağlamış olduğu havadan yararlanarak ciddi bir mesafe kaydetmiştir.
Krizden önce, sermaye sınıfının özellikle ihracata yönelik üretim yapan kesimlerince reel ücretlerin çok yüksek olduğu ve bunun uluslararası piyasalarda rekabet güçlerini azalttığı sürekli vurgulanıyordu. Bu dönemde asgari ücret dolar bazında 200 dolar civarında seyretmekteydi. Kriz sonrasında yapılan devaülasyonla birlikte şimdi asgari ücret 90 dolar civarına çekilmiş durumda. İşçi sınıfının emek gücünü yeniden üretmesi için yani ölmemesi için sermayenin öngördüğü ücret 90 dolar. Kriz bahane edilerek yapılan saldırı sadece bu boyutta kalmadı. Krizin en temel sonucu kapanan fabrikalar, ücretsiz izinler ve özellikle başta finans sektörü olmak üzere bütün sektörlerde işten çıkartmalar oldu. Krizin başından bu yana kayıtlı olan 1 milyon işçi işsiz kaldı, kayıtsız işsizin ne kadar olduğu ise ancak tahmin edilebiliyor.
Bu kriz sonucunda, yukarda belirttiğimiz rakamları veri alarak, bu güne kadar toplam işgücünün yüzde 30’una yakınının işsiz kaldığını söyleyebiliriz. İşsizlik ve reel ücretlerinin düşmesinin dışında çalışan işçilerin aldıkları ücretler düşürüldü ve belli sosyal haklarından vazgeçmek zorunda bırakıldılar. Çalışan kesimin ancak yüzde 6’sını oluşturan sendikalı işçiler ise, daha önceden yapmış oldukları toplusözleşmelerin yeniden düzenlenmesini kabullenmek zorunda bırakıldılar. Sermaye her zaman yaptığını tekrar yaptı; sınıfa ölümü gösterip sıtmaya razı etti. Ölüm olarak işçi sınıfına yedek işgücü ordusuna dahil olabileceklerini gösterip, işçi sınıfının yaptığı mücadeleler sonucu elde etmiş oldukları belli kazanımları teslim etmek zorunda bıraktı. Bütün bu yaşananlar karşısında işçi sınıfı belli yerel tepkiler vermesine rağmen, bu, ülke çapında bir eylemlilik halini alamadı ve genel olarak işçi sınıfı hareketsiz kaldı. Bu hareketsiz kalışın iki önemli belirleyeni olduğunu düşünüyorum: Birinci olarak solun belki de gereğinden fazla değer verdiği sendikal yapılar. İkinci olarak ise, üstünde çok fazla dur(a)madığımız işçi sınıfının yapısal özellikleri.
Türkiye işçi sınıfının çok dar bir bölmesi sendikalarda örgütlü olarak bu krizi karşıladı. Sendikalı işçiler bağlı bulundukları sendikaları genel ve güçlü bir mücadeleye zorlamaktan ziyade daha fazlasıyla işsiz kalma korkusundan kaynaklanan, çalışma hakkını korumayı ön plana çıkardı. Çalışma hakkını korumak için de sermaye sınıfına kazanımlarının bir kısmını bırakmak zorunda kaldı. Bütün bunlar olurken sendikacılar her şeyden daha fazla, “İşçi bunu istiyor. Bugün temel mücadele başlığı, işçinin çalışma hakkını korumaktır” söyleminin arkasına sığınıp, sermayenin dümen suyunda olduklarını bir kez daha göstermiş oldular. İşçiler bağlı bulundukları sendikalar üzerinden konfederasyonları krize karşı daha aktif bir mücadelenin yapılmasının gerekliliğini değişik zeminlerde ifade etmelerine rağmen sendikal bürokrasi genel tepkisini her zamanki biçimde vermiş; “fedakarlık yapalım evet ama bu fedakarlıklar bütün kesimlerce paylaşılsın” demiş, sonrasında ise işçi sınıfının tepkisini soğuracak yerel eylemlikleri ön plana çıkarmışlardır.
1980 öncesi dönemden sendikaların mücadelelerinde neler yapabileceğini iyi bilen ve dersini iyi çalışmış olan sermaye sınıfı son yirmi yıldır sendikal bürokrasiyi kendine bağlamış ve hareket alanını kısıtlamıştır. Sendikacılar devletten ve sermayeden bağımsız bir sendikacılık yapmak yerine “çağdaş sendikacılık” diyerek, “küreselleşmenin getirdiği yeni anlayışlar” diyerek zaman geçirmiş ve kendi konumlarını güçlendirmişlerdir. Bu süreçte sendikal yapılar yeni çok fazla işyerini örgütleyememiş daha çok daha önceden örgütlü bulunan işyerlerini elde tutmaya ve “işverenleriyle” uyumlu bir politika yürütmeye çalışmışlardır. İşçi sınıfının içinde siyasallaşan ve ön plana çıkan komünist ve devrimci işçileri, “işverenin” politikalarına uyum sağlamak için her defasında tasfiye etmişlerdir. Bu çabanın sonucunda sendikalardan sosyalist siyaset iyice uzaklaştırılmış ve sendikalar tamamen düzen içi kurumlar haline dönüştürülmüştür. Sendikal alana ilişkin yaptığımız bu değerlendirmeler bütün sendikaları kapsamamaktadır. Sendikal alanda bütün bu saptamaların dışında sınıfın onurunu kurtaran, sınıf sendikacılığını anlayışındaki sendikalar kendi güçleri oranında belli kazanımlar elde etmişlerdir. Fakat bütün bu kazanımlara rağmen sınıf hareketinin bütününü belirleyebilmekten uzak kalmışlardır. Sosyalist özneler ‘89 Bahar Eylemleri’nden sonra sendikal alanı çok fazlasıyla önemsemiş, sınıfa yönelik politikalarını daha çok bu kurumsallığı biçimlendirmek üzerinden kurgulamışlardır; fakat son on yılda bu alanda istenilen hedeflere yönelik fazla bir yol kat edilememiştir. Özellikle sendikal alanda yaşanan bu son on yıllık süreç, sosyalistler tarafından ortaya çıkarılan sınıfı dönüştürecek enerjiyi soğurmuş ve yapının kurumsallığının içerisinde bir mücadele gündeminden başka bir şey bırakamamıştır.
Bugün sendikaların yönetimlerinde olan yönetici kuşaklar iki dönemde ciddi bir siyasal canlanmayı yaşamışlar ve bu dönemlerde yakaladıkları siyasallıkla hareket etmeyi sürdürebilmişlerdir.
Bu dönemlerden ilki olan ve çok yoğun bir siyasallıkla belirlenen ‘70’lerin sonundaki mücadelelerin içinde yetişen kuşak artık son demlerini yaşamaktadır. ‘89 Bahar Eylemleri’yle siyasallaşan daha genç bir kuşak ise süreç içerisinde iyice sisteme entegre olmuş ve yeni bir dinamizm yaratmaktan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Bu iki kuşağın dışında önemli bir sendikal kadro birikimi üretemeyen sendikal yapılar, daha siyasal bir hareketlilik içinde olan faşist ve gerici sendikal çıkışlar karşısında geri çekilmişler yönetimleri paylaşmışlar ya da sendikadan tasfiye edilmeyi göze almışlardır.
MHP, özellikle Ülkü Ocakları’ndan ‘80’lerin sonunda örgütlemiş olduğu liseli genç işsiz kesimini süreç içerisinde Ülküm-Der gibi yapılar üzerinden o yerelliklerdeki devlet ve sermaye kurumlarıyla uyumlu bir biçimde işyerlerine yerleştirmiş, sonrasında sendikalar yapıları ele geçirmekte ve yönetmekte ciddi bir olanak olarak elinde tutabilmiştir. Yine İslamcı hareketlerin ‘90’ların başında yakalamış oldukları siyasal çıkış, istesek de istemesek de işçi sınıfı içerisinde bir karşılık bulmuş, bu karşılığın sonucunda “badem bıyıklı” bir işçi kuşağı işyeri temsilciliklerine ve yönetimlere gelebilmiştir. Sosyalistlerin bazı kesimleri başlarda yaşadıkları politik aymazlıktan dolayı İslamcı sendikacıları, faşistlere karşı bir ittifak unsuru olarak görmüş ve belli sendika yönetimlerinde beraber yer alabilmişlerdir. Bu denemeler uzun süreli olamamış süreç içerisinde faşist-gerici ittifakına dönüşerek gericilerin anti-komünist bir mücadele için yetiştiklerini, sermayenin uşağı olduklarını tekrar hatırlamalarıyla mantıksal sonucuna ulaşmıştır.
‘80 sonrasında sosyalist siyasetin ülke nezdinde bir toplumsallık elde edememesinin sonuçları ağır olmuş özellikle işçi sınıfının iki genç kuşağı önemli ölçüde faşistlere ve gericilere taban olmuşlardır. Son yirmi yılda sermaye sınıfı bilinçli ve programlı bir şekilde sınıfı parçalamış, işçi sınıfına müdahale edebilecek sosyalist siyaseti uzak tutmayı becerebilmiş ve yeni gelen işçi kuşaklarını kendisinin yetiştirdiği faşistlere ve İslamcılara sunmuştur. Bu iki kesim de işçi sınıfına seslenirken sosyalist mücadelenin yaratmış olduğu birikimden aşırdıkları taleplerle sınıfa yaklaşmışlar ve sınıfın taleplerinin önünü kesmeyi başarmışlardır. Bütün bunların sonucunda işçi sınıfının onlarca yıllık mücadelesinin sonucunda elde etmiş olduğu kazanımlar birer birer kaybedilmiş ve sermayenin korkacağı bir sınıf duruşundan hızlıca uzaklaştırılmıştır.
Özellikle örgütsüzlük sınıfa hakim kılınmaya çalışılmış sınıfın en doğal örgütlenmesi olarak görülen sendikalar bile gerçekte sanal örgütler haline getirilmişlerdir. Doğal olarak bu sanal örgütlülükler de kendilerini sermayenin restorasyon politikalarına uygun bir biçimde sivil toplum örgütlerine dönüştürmüşlerdir. Bu dönüşümü isteyen ve sağlayan sendikal bürokrasinin kendisi artık konum olarak bir mesleki duruma denk düşmekte ve sendikacılığı bir meslek haline getirmektedir. Bu tür sendikacılığın düzen cephesindeki ifadesi artık “işçiyi satma mesleği” olarak kaydedilmeli ve ilerde bir işkolu olarak Çalışma Bakanlığı tarafından dikkate alınmalıdır.
Sendikacılık alanında bu kriz dolayımıyla tartışmamız gereken bir diğer nokta ise önderlik ve sınıfın kazanımlarının genişletilmesi konusunda yapabilecekleridir. Türkiye gibi kendiliğinden hareketlenmelerin çok az rastlandığı ülkelerde kitleyi harekete geçirmek için önderliklerin varoluş biçimleri çok önem kazanır. Türkiye işçi sınıfı mücadelesine baktığımızda bugüne kadar kazanılan bütün hakların, bu önderliklerin sınıfı belli talepler doğrultusunda harekete geçirmesi ve süreç içerisinde doğru bir strateji izlenmesi sonucunda elde edilen kazanımlar olduğunu görüyoruz. Bir diğer yandan bu önderliklerin illa ki bir siyasal yapı tarafından belirlenmesi gerekmiyor, sınıfın içinden çıkmış ve işçi davasına inanmış dürüst sendikacılar, işçi önderleri olmaları mümkündür. ‘60-‘70 arası dönem böyle örneklerin görülebildiği bir dönemdir ve yapılan mücadeleler sonucu kazanımlar yasal düzlemlere kadar taşınmış bazı yasa maddeleri o direnişin adıyla anılır olmuştur.3
Türkiye işçi sınıfının en özgül mücadele birikimini sağlayan bu dönemde, işyeri örgütlenmelerinin ve işyeri sendikacılığının getirdiği sınıf ile aynı gündemi yaşama hali, mücadelenin ilerletilmesinde ve hakların elde edilip işçi sınıfının kazanç hanesine yazılmasında ciddi bir deneyim oluşturabilmiştir.
Bu dönemde özellikle sermaye sınıfının kontrolü dışına çıkabilen, sosyalizmden etkilenmiş bir sendikal önderlik Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) inşa ederek Türkiye işçi sınıfının biçimlenmesine etkide bulunmuş ve geri dönüşsüz şekilde bazı tartışmaların kapatılmasını sağlayabilmiştir. 15-16 Haziran süreciyle bir dönemi kapatan işçi sınıfı, bir güç olarak ülkenin gündemini belirleyebileceğini göstermiş ve kendi tarihi içerisinde en ileri eylem biçimlerinden birini yaratarak sonraki dönemlere ciddi bir deneyimi aktarmıştır. ‘70-‘80 arasında işçi sınıfı ile sosyalist hareket aynı kanalda daha yakın akabilmeyi becerebilmiş, sınıfın siyasallaşması ve sosyalist hareketle iç içe geçme şansı doğru şekilde kullanılmıştır. İşçi sınıfı bu süreç içerisinde mücadele biçimlerinde değişik deneyler oluşturmuş fakat yaşanan siyasal sürecinde etkisiyle bunu bir sonraki kuşağa aktarmakta zorlanmış, 12 Eylül süreciyle ciddi bir kesintiye uğramıştır. Bu mücadele ve birikimlerin onu yaratan kuşakla beraber bir fiziksel tasfiye yaşaması, Türkiye solunun işçi sınıfının mücadelesinin daha ileri bir noktaya taşıyamamasındaki temel sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Yaşanan son krize işçi sınıfının cılız bir tepki vermesinin ikinci nedeninin, yapısal özelliklerinden kaynaklandığını yukarıda belirtmiştik. Türkiye’de işçi sınıfının oluşumu ve gelişimi ile birlikte belli özellikleri, işçi sınıfımızın hareket ve mücadele etme özelliklerini belirlemektedir. Bundan dolayı bu bağlamda işçi sınıfının temel özelliklerini bir miktar açmaya çalışacağım. İşçi sınıfının modern bir sınıf olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde sahneye çıktığını biliyoruz. Daha sonrasındaki süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki dönemde modern anlamıyla bir işçi sınıfının oluşmaya başladığını söylememiz mümkün, ama siyasi etkisinin çok cılız kaldığını da biliyoruz.
‘30-‘50 arasındaki dönemde ise, işçi sınıfın göreceli olarak genişlediğini söyleyebiliriz ancak, yaşanan konjonktürün zorunluluklarından dolayı belirleyici öznelerden biri olamamıştır.4
‘50-‘60 döneminde, işçi sınıfının görece daha örgütlü bir kimlikle var olabildiğini görüyoruz. Bu örgütlülüğü sağlayan sendikal yapı kuruluşundan itibaren sermaye sınıfının uluslararası deneyimi göz önüne alınarak biçimlendiriliyor. İşçi sınıfını denetlemenin sermaye sınıfı adına yerine getirilen en önemli görev olduğu hiç bir zaman unutulmuyor, Türk-İş bunun için kuruluyor ve kuruluşundan itibaren de bu “görev” yapıyı belirliyor.
Sermaye sınıfının iktidar olmak için işçi sınıfını her zaman kontrol altında tutması gerektiği bilincinde hiçbir zaman zaaf gözlenmiyor. Emperyalist ülkelerle birlikte kendisine benzeyen ülkelerin sermaye sınıfının deneyimlerinden yararlanmayı hiçbir zaman ihmal etmiyor. Sermaye sınıfı bu ülkede kendi gelişimini sonradan sağlamış olsa bile varlığını neyin tehdit edebileceğinin tarihsel olarak farkında, kendi örgütlülük bilincini hiç bir zaman kaybetmiyor ve bu nedenle de işçi sınıfının kendi kontrol alanı dışındaki örgütlenme deneyimlerinden inanılmaz biçimde çekiniyor. Bu tür örgütlenme deneyimlerini ya baştan yok etmeye çalışıyor ya da süreç içerisinde kendi kontrol alanındaki yapılara benzetiyor. Bunda ne kadar başarılı olduğu son yirmi yıldaki sendikal yapılardan test edilebilir diye düşünüyorum. Sermaye sınıfı, bütün bu dönemlerde kendisini “sevimli” göstermeye çalışmasına rağmen işçi sınıfına yönelik kendi sınıf kinini hiç bir zaman eksiltmiyor ve her yeni konjonktürde yeniden değişik biçimlerde sergileyebiliyor.
Türkiye sermaye sınıfının bu bilinç gelişkinliğinin karşısında işçi sınıfı bir bilinç bulanıklığı sergiliyor. Bu bilinç bulanıklığında işçi sınıfın modern bir sınıf olarak sahneye çıkarken köylülüğün temel bazı ideolojik belirlenimlerini üzerinde taşıyor olmasının payı var.
1923-60 dönemini bir yana koyarsak, kitlesel halde köyden göçlerin başladığı ve köydeki işgücünün kente aktığı dönem, 60’lı yılların başından itibaren hızlanıyor. Sermaye sınıfının ticaret dışında sanayie yönelmesiyle birlikte ortaya çıkan fabrikalar bu dönemde daha çok İstanbul’da yoğunlaşıyor. İstanbul’da Topkapı-Merter, Kağıthane deresi, Kartal hattı olarak tanımlanacak üç noktada yoğunlaşan sanayi aynı zamanda kendi işçi sınıfını da beraberinde yaratıyor. İlk kuşak işçi sınıfı denebilecek bu kuşak, en yoksul köylü kesiminden oluşuyor ve yoksul alevi köylülüğün ağırlığını da içinde barındırıyor. Artık köyünde geçinemeyen bu kuşak işçi sınıfının geride bıraktığı çok fazla bir toprak bulunmuyor, var olanlar da akrabaları tarafından işletiliyor ve en fazlasıyla yılda bir, bayramlarda kışlık yiyecek yardımı olarak geri dönüyor.
Fabrikalara yakın yerleşim merkezlerinde yeni mahalleler kurulmaya başlanıyor. Bu dönemde Nurtepe, Gültepe, Çeliktepe yeni gelen işçi sınıfının yerleşim alanları oluyor. Köydeki yaşam kültürünü çok fazla dönüştürmeden şehre taşıyabiliyor birinci kuşak işçi sınıfımız. Şehre yerleşme sonrasında özellikle yerel dayanışma ön plana çıkıyor. Bu dönemde işe girmek ve sonrasından yine kendi memleketinden fabrikaya işçi almak hemşehrilik dayanışmasını pekiştiriyor. Varolan yerel dayanışma duygusu aynı zamanda fabrika içinde belli bölünmelere sebebiyet veriyor ve sermaye sınıfı her zaman bu bölünmelerden yararlanıyor.
İlk kuşak işçi sınıfının köylülüğün en yoksul kesiminden olması aynı zamanda köye geri dönüşte zorluğu da beraberinde getiriyor. Bu kuşaktaki işçi sınıfının mücadeleci yönlerinin gelişkin olmasının en önemli nedenlerinden birinin yoksul köylülüğün hayatını sürdürebilmek için doğa ile giriştiği çetin mücadele duygusu ve bu nedenle gelişen direncinin/dayanıklılığının olduğunu sanıyorum. Hayatını köydeki şartlarda sürdüremediğini, nesnelliğin de zoruyla anladıktan sonra şehre gelip işçi sınıfına dahil olduğunda bu özelliklerini sürdürebilmiştir. Aynı zamanda doğa ile giriştikleri bu mücadelede tek başınalıktan daha ziyade köy olarak belli bir dayanışmayı üretebilmeleri (imece vs.) ve birbirlerine sahip çıkabilmeleri yine sonraki süreçte mücadelenin ilerletilmesinde önemli bir işlev görmüştür.
Bu noktada Batıdaki işçi sınıfıyla Türkiye’deki işçi sınıfının oluşum aşamasındaki önemli bir farka işaret etmek gerektiğini düşünüyorum. Batıda sanayi devrimi yaşanırken gerekli işgücü yine köylülüğün modern bir sınıfa dönüştürülmesiyle gerçekleşmişti. Bu dönüşümün önemli belirleyenlerinden biri serfin “özgürleşmiş” olarak işçi sınıfına dahil olmasıydı. Toprakta çalışan serf, toprağı bırakıp kente gittiğinde artık geri dönecek bir yeri bulunmadığını biliyordu. Yaşanan bu dönüşüm aynı zamanda kapitalizmin işçi sınıfını yaratırken önemli bir avantajıydı. Toprağa geri dönemeyen ve modern işçi sınıfına dahil olan yeni işçi kuşağı kendisine yöneltilen saldırılara bir dönem sonra ciddi tepkiler vermeye başladı. Bunda artık aslolan modern bir sınıf olarak emek gücünden başka sunacak bir şeyinin olmayışı ve hayatını sürdürebilmek için bir işte çalışma zorunluluğuydu. Türkiye’deki işçi sınıfının öncülü olan köylülük (Kürt yoksul köylülüğünü ayırarak söylüyorum) yaşamını sürdürebilecek ufak da olsa bir tarım arazisine ya da orman köylüsü olarak belli bir orman arazisine sahipti. Batıdaki işçi sınıfını oluşturan köylülükten bu fark ülkemizin işçi sınıfını oluşturan özgüllüğü olarak önemsenmelidir diye düşünüyorum. Bu ilk kuşak işçi sınıfın döneceği bir köy ve toprak parçası her zaman mevcuttu ve bu her zaman sermaye sınıfının bir avantajı olarak bir yere yazılıydı.
İşçi sınıfının ‘60-‘80 arası oluşan kuşağı, yukarıdaki belirlenimlerin altında belli bir mücadele birikimini yarattı. Bu dönemde yaratılan mücadelenin Batıda olduğu gibi bir sınıf kültürü yaratamayışı da yukarıdaki belirlediğimiz, bir kuşak olarak köylülükten hızlıca modern bir sınıf haline dönüşme çabasının sınırlarından kaynaklanıyordu. Bu dönemde yaratılan dayanışmada aile ve mahalle dayanışması önemli bir yer tutuyordu. İşçi sınıfının yaşadığı mekanlar fabrikalara yakın olduğu için herhangi bir olay geliştiğinde mahalle fabrika ortaklığı çok hızlı sağlanıyordu. Fabrikada çalışan işçilerin eşleri ve çocukları çok hızlıca eylemlere müdahil olabiliyorlardı. Bütün bu eylemlerdeki kazanımları elde etmek için bir bütün olarak hareket ediliyor, gerektiğinde canlar veriliyordu. Eylemlerin sonunda kazanılan bu hakların üzerinde kan olduğu o dönemdeki işçiler tarafından bir sonraki döneme aktarılıyordu. Bu deneyim/bilgi aktarımı, işçi sınıfının bilincinde düşmanın kim olduğu ve ona karşı kinini her zaman üretebilmesi gerektiği fikrini sağlamış oluyordu.
Bu dönemde oluşan işçi sınıfının bir diğer özelliği yine köylülükten devraldığı aile dayanışmasının ön planda olmasıydı. İlk zamanlar ailede bir tek kişi çalışırken zamanla ailenin diğer fertleri de çalışmaya başlamış ve aile ekonomisine katkıda bulunmuşlardır. Bu yeni çalışmaya başlayan aile fertleri işçi sınıfının yeni unsurlarını oluşturmuş ve ailenin herhangi bir işten çıkarılmada ya da sağlık nedeniyle çalışamama durumunda, yaşamını idame ettirebilmesini sağlamıştır. Aile halinde yaşama aynı zamanda, süreç içinde barınma ihtiyacını karşılamak için gecekondusunu geliştirmiş, ‘80’lerden sonra kentin iyice genişlemesiyle birlikte apartmankondu denebilecek biçimde her çocuğuna bir ev sağlayabilecek hale gelebilmiştir.
‘80 darbesi ile birlikte sermaye işçi sınıfının mücadele birikimini yok etmek için inanılmaz bir saldırıya geçmiş, elinden sendikal hakları almış, ücretleri düşürmüş, sosyal haklarından mahrum bırakmıştır. Sermaye aynı zamanda işçi sınıfının siyasallaşan öncü üyelerini fiziki olarak tasfiye etmiş, mücadele birikimlerini daha ileriki kuşaklara taşıyacak bu kesimi sınıftan ayrı tutmayı başarmıştır.5
Fabrikalarını sanayi şehirlerinin gelişmesi ve genişlemesiyle beraber başka kentlere taşımışlar ve çalışan işçileri işten çıkarıp daha genç ve deneyimsiz bir işçi kuşağını çalıştırmaya başlamışlardır. Bu yeni dönemdeki işçi sınıfı birinci kuşak işçilerinin çocuklarıyla beraber yine gerçekleşen köyden göçlerle birlikte oluşmuştur. Bu dönemde özellikle fabrikalar görece zengin köylülüğün olduğu alanlara kaydırılmıştır. Buna örnek olarak İzmit’in bir bütün olarak sanayi kenti haline gelmesi, Bursa’nın otomotiv dışında çok ciddi işçi sınıfını istihdam etmesi, İzmir ve çevresinde gelişen sanayi, Çukurova’nın tarım bazlı bir sanayileşmeden daha farklı sanayi sektörlerine geçmesi, Denizli ve Manisa’nın işçi sınıfının yoğunlaşmaya başladığı kentler haline gelmesi gösterilebilir.
Özellikle ‘80 sonrasında gelişen tekstil, turizm ve inşaat sektörleri ciddi şekilde işçi sınıfını genişletmiştir. Bu sektörlerdeki işçi sınıfı yine köyden göçlerle sağlanmakla beraber, sermaye, özellikle tekstilde ve konfeksiyon sektörü fabrikaları köylere hızlı ulaşım sağlanabilecek yerlere açarak işçi sınıfını köylerinde bırakmış ve ücretleri düşük tutmayı sağlamıştır. Bu konuda önemli bir örnek olarak Trakya bölgesi ele alınabilir. Trakya bölgesinde şehirleşme oranları çok yükselmemiş işçi doğrudan köyden devşirilmiştir. Köyde oturan ve yaşayan işçi sınıfı dönemsel olarak işte çalışmakta ve sosyal haklardan mahrum bırakılmaktadır. Köyde yaşayan aile hem tarımsal üretimden bir gelir elde etmekte hem de ailenin diğer bireylerinin fabrikada çalışarak elde ettiği geliri ortaklaştırmaktadır. Bu durum sadece tekstil sektöründe yaşanmamış aynı zamanda turizm sektöründe de yine doğrudan köylülük, dönemsel olarak turizmde istihdam edilerek işçi sınıfı oluşturulmuştur. Bu sektörlerin en sonuncusu inşaat sektörü ise, yoksul kürt köylülüğünün yoğun olarak çalıştığı bir sektör olmuş ve yine dönemsel bir istihdam sağlanmıştır. İnşaat sektöründe çalışmadığı dönemlerde işçiler köylerini dönmüş ve işe çağırılacakları zamanı beklemişlerdir.
Bütün bunların yanında işçi sınıfının uzun yıllardır istihdam edildiği sektörlerde esnek üretim süreçleri üzerinden sınıf parçalanmış ve hareketsiz kalmasını sağlamak için sermaye elindeki tüm araçları kullanmıştır. Özellikle ihracata yönelik üretim yapan sektörlerde uluslararası rekabete uygun bir işçi sınıfını yaratılmaya çalışılmış görece yüksek ücretlerin verildiği ve sendikal örgütlüğün olduğu sektörler de bunlar olmuştur. Buralarda çalışan işçi sınıfı ayrıcalıklı konumundan dolayı hak arama mücadelesinde geri durmuş fakat son yaşanan krizle birlikte bütün bu ayrıcalıklarından mahrum kalmaya başlamıştır. Bu sektörlerde çalışan işçiler daha çok birinci kuşak işçi sınıfının çocukları olmalarından kaynaklı daha kentli bir hayat sürdürüyor olmaları ve köyle bağlantılarını daha da azaltmış olmasına rağmen tamamen kopmamış olması yine kriz döneminde belli bir direnme avantajı sunmuştur.
Özellikle ‘80 sonrasında sermaye işçi sınıfı içinde herhangi bir dayanışma duygusunun öne çıkmaması için bireyciliği ve köşe dönücülüğü ön plana çıkarmıştır. İşçi sınıfına yönelik ideolojik bombardımanında “herkesin kendi bacağından asılacağını” işlemiş, beraber çalıştığı işçi arkadaşı işten atıldığında kendisinin atılmamayı becerdiği için sevinmesi gerektiğini belletmeye çalışmıştır. Siyaset gibi kurumlardan uzak durması gerektiğini siyasete bulaşan işçinin işsiz kalacağını göstermeye çalışmış, işçi sınıfını korku sınırlarını tekrardan çizmeye çalışmıştır. Bütün bu korkulanlar, bu krizde daha önceden duyarsızlaştığı için kendi gemisini kurtaran kaptan olmaktan mutluluk duyan işçilerimizin başına gelmiş ve şaşırmışlardır. Sermaye sınıfının son yirmi yıldır gerçekleştirdiği ideolojik bombardımanla oluşturmaya başladığı ideolojik tortu tabakası, çatlamaya başlamıştır.
Son yaşanan krizle birlikte bütün sektörlerde çalışanların önemli bir kısmı işsiz kalmış olmasına rağmen çok ciddi bir hareketliliğe girişmemiş/girişememiştir. Bundan işçi sınıfının Türkiye’ye özgü yanlarının ciddi bir payı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, aile biçiminde yaşamanın getirdiği dayanışma duygusu ve direnme hali uzun bir süre işsiz kalmayı kaldırabilmesine yardımcı olmaktadır. Diğer yandan bunun da bir süresinin olduğunu bilmemiz gerekiyor işçi sınıfının bu dayanışmacı biçimi eninde sonunda elindeki belli birikimlerin bu dönemde harcanmasından da kaynaklanıyor ve son bir senelik süreçte bu birikimler ciddi biçimde azalmış ve tükenme durumuna gelmiş halde.
Şehirde yaşayan ve işsiz kalan işçi sınıfı en son olarak dönebileceği bir yeri olduğunu düşünüyor, dönebileceği bu yerin köyünden başka bir yer olmadığını biliyor. Bu güne kadar kriz nedeniyle işsiz kalan ve özellikle niteliksiz işlerde çalışan işçi sınıfının büyük oranda olmasa da bir kısmının geçici bir süre de olsa köylerine dönmüş olduğunu söyleyebiliriz. Geri dönmeyen kısmının ise, kaderlerine boyun eğip krizin geçmesini beklediklerini, kredi kartları borçlarını tasfiye etmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Diğer yandan atomize olmuş ve dayanışmadan yoksun işçi ailelerinin hayatlarında ise çok ciddi bir tepkinin biriktiği de bir gerçektir. Bu ailelerde, sağlık başta olmak üzere bütün harcama kalemlerinden kısılmış ve geçici işlerden kazanılan ücretlerle hayat sürdürülmeye çalışılmaktadır. Tüm bu saptamalarımızdan işçi sınıfımızın krize karşı ciddi bir dayanıklılık geliştirdiğini, bu krizi atlamaya çalıştığını, kapitalist sisteme ciddi bir güvensizlik ve tepki üreterek beklediğini söyleyebiliriz.
Bütün bu geliştirilen dirençlere rağmen sınıfın artık patlama noktasına geldiğini söylemek önümüzdeki dönemin gelişmeleriyle ve siyasal özne olarak bizim yapacaklarımızla mümkün olacaktır diye düşünüyorum. İşçi sınıfımızın bu krizle birlikte ciddi bir tepki oluşturmasına rağmen bunu eylemli bir hale dönüştürmesi yukarda bahsettiğim nedenlerden ötürü kısa vadede olanaklı görünmüyor. Türkiye gibi kitlesel kendiliğinden hareketlenmelerin az görüldüğü ülkelerde oluşan tepkinin dönüştürücü bir dinamiğe dönüştürülmesi, ancak ve ancak o sınıfa önderlik edecek siyasal yapılanmaların ön açmasıyla mümkündür. Bugüne kadar yapılan mücadelelere bakıldığında her zaman işçi sınıfının içinden çıkmış bir kuşağın onu daha ileriye taşımak için gücünü ortaya koyduğu bilinmektedir. Bugün ne sendikalarda ne de bunun dışında sınıfın tepkisini açığa çıkarabilecek bir işçi önderi kuşak bulunmaktadır. TKP olarak tespit ettiğimiz ve bu güne kadar defalarca altını çizdiğimiz yeni siyasal bir işçi hareketinin yaratılmasının zorunluluğu bugün krizle beraber daha iyi anlaşılmaktadır.
Bugün işçi sınıfının genç ve mücadeleci bir kuşağını kazanmak ve işçi sınıfı mücadelesini ileriye taşıyacak hale getirmek tarihsel bir görev olarak biz komünistlerin önünde duruyor. Bu görevin hakkını vermekte olduğumuzu Sınıf Tavrı işçi okullarından başlayarak gösteriyoruz. Bunun yeterli olmadığını görüyor sınıf hareketini yeniden kuracak/biçimlendirecek bir kuşağın önümüzdeki dönemde kendisini bir hareket olarak örgütlemesi gerektiğini ve sınıfın bütün bölmelerine sirayet etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Medyada Arjantin emekçilerinin sokaklara fetheden tepkileri karşısında, “bizim ülkemizde böyle gelişmeler olmaz” diyerek sırıtan sermaye ve onun temsilcilerine önümüzdeki dönemde işçi sınıfımızın neler yapabileceğini göstermemiz gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- ARMAĞAN Dünya, “Bu Kriz Neden Farklı?”, ÇAĞLAYAN Ergun, “Kriz: Bu Düzenin Diğer Adı”, Gelenek 66, Ağutos 2001. Bu iki yazıda krizin nedenlerinin kapsamlı bir incelemesi bulunmaktadır.
- 2000 yılında yaratılan sahte cennet havasının işçi sınıfını borçlandırmak ve yaşanacak krizde hareketsiz kalmasını sağlamak açısından önemli bir araç olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
- Örneğin, Kavel direnişinin zaferle sonuçlanmasından sonra, iş yasalarında yapılan yasal düzenlemedeki bir madde “Kavel maddesi” olarak anılır.
- 1946 yılındaki çok partili yaşama geçiş sürecinde yaşanan kısa süreli sendikal örgütlenmeler ve açık sosyalist siyasal partiler dönemini de burada belirtmek gerekiyor. Bu dönemde sosyalistler sınıf içinde belli bir örgütlenmeyi çok hızlı biçimde sağlamış ama çok kısa sürede baskı ve yasaklar gelmiştir.
- Kavel Kablo olarak bilinen deneyim bu bakımdan önemli bir örnektir: Kavel kablo işçisi 60’lardan 80’lere kadar hiçbir işçinin atılmamasını sağlamış ve önemli bir kazanımı işçi sınıfı hanesine yazmışlardır.