“Böyle bir soruyla başlayarak en bayağısından bir oldu-bitti tezgahlamış oluyorum. ‘Lenin’i okumalı mı?’ sorusu devre dışı kalıyor ‘sosyalizm mücadelesinde ille de okumak gerekiyor mu’ diye düşünenlerin muhtemelen canı fena halde sıkılıyor.
Sosyalizm mücadelesine omuz vermek için ille de okumak gerektiğini düşünmüyorum. Ancak partinin sosyalizm mücadelesinde okumayı teşvik etmesi gerektiğini, sosyalizm mücadelesinin okumayı özendirmesinin zorunlu olduğunu, komünist bir partinin kadro standartlarında, koşullar ne olursa olsun, kitap kurtluğunun kritik bir yere sahip olduğunu biliyorum. Lenin’i okumadan, hem öyle arada sırada değil, sıkça ve sindire sindire okumadan kitap kurdu olunamayacağını da…”
Erokomünizmin etkisi altında kalan bir partinin yayın organında yazsaydım, herhalde söze böyle girerdim. Marksist klasiklerin, ama özellikle Lenin’in yazdıklarının öneminden bahsedenlere acıyarak bakanlara inat…
Gerçi Avrupa Birlikçilerimiz, yeni solcularımız, Erokomünizm’den feyiz alanlarımız; işte bunlardan Türkiye solunda bir hayli çok. Onlar da uzun bir süredir Lenin okumuyorlar. Nice badire sonrasında hâlâ kitaplıklarında bulunuyorsa geçmişte altını çize çize okudukları Devlet ve İhtilal onlara değil de -varsa- “anne babalarından daha ileride” olmaya kararlı komünist evlatlarının işine yarayacaktır ancak.
Biliyorum yarıyor da…
Ancak kitapla arası hoş olmayan, solcunun da pek az okuduğu bir ülkede mücadele ediyoruz. Lenin tekelleşen yayıncılığın dümen suyuna giren kitapçıların raflarına giderek daha zorlu mücadeleler sonucu konabiliyor. İnatçı kitap satıcıları ise, marksist klasiklere ani talep artışı olduğunda sevinerek “eğitim var galiba” yorumunu yapıyorlar. Komünist hareket genç kadrolara doğru uzandıkça sakallıyla ihtiyar depolardan gün ışığına çıkma fırsatı buluyor.
Bundan 30 yıl, 20 yıl öncesine göre daha yabancı gözler tarıyor Lenin’in yazdıklarını.
“İyi şeyler yaptığı muhakkak; bir de önemli ama…”
Evet, böyle bir ortamda Lenin’i okumalı. Lenin’i yalnızca yeniler değil, eskiler de okumalı. 12 Mart’ta ya da 12 Eylül’de veya hayırsız bir dostun “haftaya getiririm”inde yitip giden olmazsa olmaz kitaplar bir bir saptanmalı. Teorik tutarlılık ve üretkenlik bina inşaatına benzemediği için “çok okuduk onları, temelimiz sağlamdır” kolaycılığına kaçmamalı.
Hem ne Marx-Engels, ne Lenin tek bir “ders kitabı” bile yazmamışlar ki… Klasik müzik ve cazı popüler müzik türlerinden ayıran budur; her defasında yeni şeyler yakalarsınız. Marksist klasikler de böyledir. Kendi hesabıma Lenin’in kitaplarına düştüğüm notlara bir sonraki okumalarımda genellikle “bu ne yahu” diye şaşırmışımdır.
Lenin’i sofistike göstermek filan değil amacım, sadece şunu anlatmak istiyorum:
Lenin heyecandır. Lenin okurken öğrenirsiniz, Lenin okurken coşarsınız, Lenin okurken tarih olur bugüne sarılırsınız. Sen çok yaşa Lenin…
Lenin’in düşüncesi ve mücadelesi yaşarken, yaşayan komünistlere başka şeylerin yanı sıra onu okumak düşüyor.
Peki Lenin’i nasıl okumalı?
Çok konuşmuş, çok yazmış…
Deniyor ki çok konuşmuş, çok yazmış (çok koşuşturmuş, çok uğraşmış…) ama az yaşamış. Bunu diyenler haklılar bir bakıma. 54 yaş, burjuva politikasında gençlik yılları sayılmaya devam ediyor hâlâ. Oysa Lenin, 54 yıla çok şey sığdırdı. Sovyetlerde gerçekleştirilen baskılardan bir tanesine göre 45 cilt eser bıraktı bizlere.
Daha uzun yaşasaydı hiç fena olmazdı ama… Yaptıklarına bakılırsa, Lenin çok yaşamış. Sen çok yaşa(dın) Vladimir İlyiç!
Aslında 45 cilt bir yazar için fazla sayılmaz. Lakin unutmamalı ki, Lenin’in mesleklerinden yalnızca bir tanesi yazarlık. Hatta Marx’tan farklı olarak Lenin’e, profesyonel anlamda yazar demek oldukça güç. Yayın kurulunda yer aldığı onca dergiye gazeteye rağmen…
Okur açısından bakıldığında da… Pek fazla sayılmaz. 45 cildin bir bölümü konuşma, mektup, genelge ya da kısa mesajlardan (önemsiz değiller ama!) oluşuyor. Yazı olarak kaleme alınmış olanlar içerisinde de Lenin tarafından baştan sona bir kitap olarak tasarlanan çalışmaların sayısı oldukça sınırlı.
Demek ki, “Lenin’i nasıl okumalı?” sorusundan türetilecek ilk soru “Lenin’i okurken nasıl tasnif etmeli?” oluyor. Bütün Eserler genellikle tarihsel bir sıra takip ediyor. Dolayısıyla sözgelimi “Sol” Komünizm‘i okurken, o sıralar Lenin’in yazdığı mektupları, makaleleri de görme şansınız oluyor. Ancak ben şu ana kadar Lenin’i cilt cilt baştan sona okuyana rastlamadım. Zaten Bütün Eserler hâlâ yabancı dil bilenler için bir ayrıcalık olmayı sürdürüyor.
Bir diğer alternatif ise Lenin’in zaten kitap olarak tasarladıklarını ayrı -ki bunlar genellikle bağımsız birer kitap olarak yayınlanırlar- okumak, bunun dışında başta Sovyetler Birliği olmak üzere, değişik ülke ve yayınevlerince ortaya çıkartılan derlemelere başvurmak. Lenin’in çalışmalarından, çeşitli başlıklarda on binlerce değişik derleme kitap basıldı dünyada ve Türkiye’de. Tarım Sorunu Üzerine, Din Üzerine, Gençlik Üzerine, Kadın Sorunu Üzerine gibi…
Nazım’a el uzatmak gafletinde bulunan Yapı Kredi Bankası acaba bir gün “Lenin’in telif haklarını satın aldık” dese nasıl bir derleme çıkarırdı acaba Finans Kapital Üzerine…
Neden olmasın?
Her neyse, Yapı Kredi Bankası’na akıl öğretmeyi bırakalım ve Lenin derlemelerinin zayıf yönlerine değinelim. Lenin’in yazı tarzı kesinlikle pedagojik değil, siyasaldır. Bu nedenle örnek olsun Lenin’in 1894’den 1922’ye kadar toprak sorunu üzerine yazdığı bütün makale ve kitapları bir araya getiren bir derleme okurdan yalnızca ciddi bir ön birikim değil, aynı zamanda kesintisiz bir uyanıklık da talep edecektir. Çünkü bu tür bir derlemede Lenin’in görüşlerindeki değişimi yakalamak mümkündür de, bu değişimi gündeme getiren zaman dışındaki faktörleri anlamak pek mümkün değildir. Lenin’in düşüncesinde siyasal sorunlar birbirleriyle sürekli etkileşim içindedir. Onları diğerlerinden ayrı ele almaya kalkmanın maliyeti ağır olacaktır. Dahası siyasal sorunlarla örgütsel gündem arasında ciddi bir örtüşme vardır. Bu anlamda Lenin’in Birinci Dünya Savaşı sırasında emperyalizm üzerine yazdığı bir makale ulusal sorun konusunda bir yoldaşına yolladığı mektuptan ya da Petrograd Komitesi’ne giden bir talimattan ayrı düşünülemez. Sovyetler Birliği’nde hazırlanan Lenin derlemelerinde bu sorun kısmen çözülmüş ve kitaplar bazen insana “bu makalenin ne ilgisi var kadın sorunuyla” dedirtecek geniş bir kapsamda hazırlanmıştır.
Ancak yine de, sorun bütünüyle ortadan kalkmış olmamaktadır. Çünkü her ne olursa olsun, 1903’te yazılan uzunca bir makalenin ardından, ondan tam sekiz-dokuz yıl sonra aynı konuda kaleme alınan bir başka yazıyı okurken tarihsel bağlamı kaçırmamak için oldukça ciddi bir ön birikime sahip olmak gerekmektedir.
Bütün bu sıkıntılardan kısmen kurtulmanın yolu, Lenin’in daha fazla önem taşıyan çalışmalarını merkeze koyarak gerçekleştirilecek dönemsel analizlerdir. Elbette Lenin’in çalışmalarını önem derecesine göre sınıflandırmak kimi açılardan öznel ve bir noktadan sonra yakışıksız bir şeydir. Buna rağmen, gerek şu ana kadar özel bir önem atfedilmiş, gerekse üzerinde çok fazla tartışılmış metinlerden hareket edilebilir. Örneğin hiç kimse “ben Lenin okuyacağım” diyen birisinin elindeki listede Ne Yapmalı?, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Nisan Tezleri, Devlet ve İhtilal, Bolşevikler İktidarı Ellerinde Tutabilirler mi?, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Sovyet İktidarı Nedir?, Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı vb. yazmasını yadırgamayacaktır.
Bu sıralananlardan dört tanesi Lenin tarafından kitap olarak tasarlanmamıştır. Nisan Tezleri çok kısa bir metindir ve başka yazı ve konuşmalarla desteklenerek derleme bir kitap haline getirilmiştir. Diğer ikisi son derece kritik önem taşıyan makale ya da broşürlerdir. Bu tür makale, konuşma ya da broşürlerin sayısı elbette çoğaltılabilir. Ancak önemli olan, pivot noktasına yerleştirilecek kitap ya da makaleleri iyi seçmektir. Yukarıda saydıklarıma bu açıdan bakıldığında her birisinin belli bir kırılma ya da sıçrama noktasına denk düştüğü fark edilecektir. İşte her bir noktanın tarihsel arka planının ve Lenin’in verili tarihsel koşulda nasıl bir öznel konumlanış içerisinde olduğunun araştırıldığı, diğer aktörlerin tutum ve yaklaşımlarını sergileyen metinlerin karşılaştırıldığı ve Lenin’in aynı dönem yazdıkları ve dediklerinin tarandığı bir çalışma tarzı…
Doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. Bazı kitapları arka arkaya, onların hangi tarihte yazıldıklarını merak bile etmeden, alt çize çize okumak çok sık karşılaştığımız ve bir yerden sonra yarar getirmeyen bir yöntemdir. Bir yerden sonra diyorum, çünkü marksist kadroların kendi gelişimlerinin belli bir evresine kadar alt çizerek, ezberleyerek, “ustalar böyle diyormuş” diyerek, yazılanlara belli bir kutsallık yakıştırarak okumaları zararlı değil, yararlıdır. Analitik düşünme yeteneği ancak zaman içerisinde gelişir ve bu zaman diliminin dogma ya da şemalardan bütünüyle arındırılması mümkün değildir.
Buraya kadar yazılanları az sonra küçük bir gezintiyle somutlamaya çalışacağım. Ama buraya kadar yazılanların somut bir göreve işaret ettiğini söylemeden de edemeyeceğim: Marksist klasikler için bir okuma kılavuzu ortaya çıkarılması gerektiğini düşünüyorum.
Lenin ne zaman ‘otorite’ oldu?
Sanıyorum Lenin’i okurken ilk dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi, onun öznel durumudur. İlyiç’in gençlik yıllarından itibaren hırslı bir siyasi kişilik sergilediği ve bulunduğu topluluklarda hep liderliği zorladığı, öne çıktığı bilinmektedir. Bu açıdan 1890’lardaki Lenin ile sonraki yıllarda herkesin tanıdığı ihtilalci arasında özel bir farklılıktan söz etmek mümkün değildir. Ancak Lenin’in hemen işin başında kendisini bir siyasi otorite olarak kabul ettirdiğini düşünmek için de hiçbir neden yoktur. Onun Rus devrimci hareketinde hissedilir bir ağırlığa sahip olmaya başlamasına, daha da önemlisi bu ağırlığı iyice artırarak baskın bir özne olmasına yol açan bazı hassas dönemlerin yaşandığı unutulmamalıdır.
Bu gelişim çizgisi önemlidir, çünkü yapabilme yeteneğine haiz ve başkaları adına karar vermek, üretmek gibi misyonu olan bir ihtilalcinin yazıp söyledikleri ile temel amacı varolanı eleştirmek, gerçekleri yakalamak ve “doğrulara işaret etmek” olan bir marksistin kaleme aldıkları arasında ciddi bir ayrım vardır.
Dar anlamda teorik üretim ile siyasetçi arasındaki geçişimsizlik de buradan kaynaklanmaktadır. Siyasetçi, en teorik başlıklarda bile, ele alınan başlığın siyasal kullanılabilirliğini hesaba katmak zorundadır.
Yanlış anlaşılmasın, Lenin’in ilk dönemlerinin teorisist olduğunu kesinlikle ileri sürmüyorum. Anlatmak istediğim şu: Her zaman siyasetçi yanı öne çıkan Lenin’in eserleri, o eserlerin etkileme gücüne veya bir başka deyişle sahibinin otoritesine bağlı olarak içerik açısından bazı dönüşümler geçirmişlerdir.
Sözgelimi Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? adlı narodizm eleştirisi, arkasında bu türden bir güç olmaksızın, 1894 yılında kaleme alınmıştır. Bu kitabın marksist literatür içerisinde çok kritik bir yere sahip olmadığı açık. Eser henüz 24 yaşını süren Lenin’in kendi siyasi çizgisini bulmasına yardımcı olmuş, işçi okuma grupları arasında dolaşan yüzlerce metinin yanına eklenmiştir. Kitabın birkaç ay içerisinde ikinci baskısının yapılması ise, yalnızca Lenin’in parlak dehasına değil, o yıllarda Rus devrimci hareketinin çok üreten, çok tartışan, çok arayan bir yapıya sahip olmasına bağlanmalıdır.
Bir şey daha var… Lenin’in en önemli avantajlarından birisi, siyasi mücadeleye Rus marksizmin henüz kurumsallaşmadığı, yeni yeni şekillenmeye başladığı bir sırada girmesidir. Yani, Rus toprağında devrimci hareket müdahale edilmeye açık durumdadır.
Ne var ki, bütün kıvraklığına, üretkenliğine rağmen, Lenin’in müdahale gücü ve etkisi o yıllarda sınırlıdır. Yazılarını bu sınırları bilerek ama bu sınırları parça parça etmeye dönük muazzam bir istek ve enerjiyle kağıda dökmektedir.
Sürgünde kaleme aldığı Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri başlıklı broşür, Lenin’in Rus marksistleri arasında önemli bir aktör haline gelmeye başladığını gösterir. Çünkü burada Lenin sınırlı da olsa, benden bize evrilmeye başlamış, yol gösterici bir tarzı tercih etmiştir. 1899’da yayınlanan Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi ise Lenin’in bir marksist olarak (henüz daha bir lider olarak değil) ağırlığını artırıcı bir çalışmadır. Yukarıda verdiğim listede yer almamasının nedeni -o kadar da- önemli olmaması değildir. Bu çalışma Lenin’in bir ihtilalci önder olarak siyaset alanına girişini hemen öncelemektedir. Biraz da bu nedenle sonrakilere göre yöntemsel titizlik siyasal kaygıların önüne geçmekte, kitap, içinde bulunulan legal marksizm evresinin ruhuna uygun bir nesnelci-pozitivist yan taşımaktadır.
Nitekim, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi ile hemen birkaç yıl sonra bolşevizmin müjdecisi olarak karşımıza çıkan Ne Yapmalı? arasında uyumdan çok kopma söz konusudur. Ne ki bu kitabın yazıldığı ve basıldığı 1901-02 yıllarından 1905’e kadar geçen süre boyunca da Lenin’in Rusya işçi sınıfı hareketinde lider konumunda olduğunu söyleyemeyiz. Bu, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) İkinci Kongresi’ni içine alan (aslında bu kongre gerek içerik, gerek katılımcıların niteliği, gerek Lenin’in varlığı gerekse sonrasında yaşananlar hesaba katıldığında RSDİP’in ilk kongresi olarak değerlendirilebilir) bir dönemdir. Dönem üç aktörü öne çıkartmıştır. Plehanov, Martov ve Lenin. İkinci Kongre’de seçilen ama hayata geçme fırsatı bulamayan İskra’nın yazı kurulunu da oluşturan bu üç marksist arasında Lenin aykırı, zorlayıcı ve inisiyatif alandır ama, henüz devrimci hareketin tarihinin merkezine yerleşmemiştir.
Onu bir lider haline getiren, Birinci Rus Devrimi’nin başlarında, 1905 Nisanı’nda bolşeviklerin artık ayrı bir parti olarak davrandıkları RSDİP Üçünü Kongresi’dir. Bu kongrede Lenin, partinin doğal önderi olarak hareket etmiş, oturumlarda mutlak ağırlığını koymuş ve kendi etrafında daha sonraki gelişmelere damga vuracak bir örgütlenme (bu örgütlenme zaman zaman bir kadro yoğunluğuna daralsa da) yaratmıştır.
Bundan böyle diğer iki otoritenin etki alanı hiçbir zaman Lenin’inki kadar geniş olmamış, Plehanov saygınlığını yitirmeye başlamış, Martov ise otoritesini menşeviklerin diğer önde gelenleriyle (sözgelimi Akselrod’la) paylaşmış ya da paylaşmak durumunda kalmıştır.
Artık Lenin daha fazla dinlenen, daha fazla okunan, en önemlisi daha fazla inanılan birisidir. Bu nedenle henüz oldukça erken bir dönemde, 1907’de Bütün Eserleri basılmaya başlanmış, karşı devrimci bir döneme girilirken gündeme gelen bu girişim daha ilk cildinde soruşturmaya uğramıştır. 12 Yıl adını taşıyan dört ciltlik bu derleme Çarın polisi tarafından “aşırı tehlikeli” bulunduğunda Lenin 37 yaşındadır.
Ve artık Lenin yalnızca Rus despotizmi için değil, Avrupa sosyal demokrasisi için de “aşırı tehlikeli” fikirlere sahiptir.
Ama onun uluslararası bir otorite olması için Rusya’dakinden daha fazla süreye ihtiyacı vardır.
1900’lerin başında (ve sonraki 10-15 yılda), marksizmin uluslararası otoritesi Karl Kautsky’dir.
Ne Yapmalı?‘yı yazarken Lenin’in en fazla etkilendiği kişi Kautsky’dir. Bu ilginçtir. Aslında ortada iki ilginçlik vardır. Ne Yapmalı? Almanya’da yazılmıştır. Bizdekilerden hatırlayın, insanlar genellikle göçtükleri ya da geçici olarak sürgüne gittikleri ülkelerin koşullarından fazlasıyla etkilenirler. Örneğimizde durum bunun tam tersidir. Lenin’in öncü parti fikrini, o sırada işçi sınıfı hareketinin ciddi bir kitleselliğe ulaştığı, öncü değil de kitle partisi modelinin -hem de başarılı bir biçimde!- hayata geçirildiği bir ülkede geliştirmesi gerçekten ilginçtir. Unutmayalım ki, aynı koşullar 6-7 yıl öncesinde Engels’e Alman proletaryasının bir partiye bile ihtiyaç olmaksızın iktidara aday olduğunu yazdırmıştı.
Ancak Lenin hayatı hep başkalarına göre baş aşağıya okumuş, alışılmış yaklaşımları elinin tersiyle itmiştir. Herkes Almanya başta olmak üzere, Avrupa’da devrimin adım adım ilerlediğini söylerken, Lenin 1871 Paris Komünü’nden beri Avrupa’da karşı devrimin kol gezdiğini yazmaktadır. Pek muhtemel ki, Münih’te yanı başındaki bazı Rus devrimcileri Almanya’daki özgürlüklere gıpta ile bakarken o Almanya’da burjuvazinin giderek daha güçlü bir biçimde iktidara yerleşmesinden, işçi sınıfının tepesine çöreklenen bürokrasiden ve Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (ASDİP) bir düzen partisi olma yolundaki ilerleyişinden kaygı duyuyordu.
Peki bu tabloda Kautsky’nin nasıl bir yeri var? Alman sosyal demokrasisi reformizm sularında dolaşırken, “büyük otorite” Kautsky’i Lenin neden kendisine yakın hissediyor?
Bu sorulara yanıt verirken Kautsky’nin Alman marksistleri arasındaki konumuna daha yakından bakmak gerekmektedir. Her şeyden önce Kautsky o yıllarda, Alman işçi hareketinde devrim fikrinden tamamen vazgeçen Bernstein’la hesaplaşmak konusunda neredeyse tek tabancadır. Karl Liebknecht (ki hiçbir zaman teorik bir kimliğe sahip olmadı) ve Rosa Luxemburg’un devreye girmesi için henüz daha zaman vardır. Kısacası Almanya’daki gidişattan canı sıkılan Lenin’in Kautsky’i önemsemesi için yeterince neden vardır.
Ancak Lenin Kautsky’i yalnızca önemsememekte, aynı zamanda ona saygı duymaktadır. Saygının bu sıra dışı Alman marksistinin işçi sınıfı hareketinin ihtiyaçlarına ilişkin ilkesel yaklaşımından kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Kautsky ekonomik mücadele-siyasi hedefler ilişkisinde Lenin’i heyecanlandıracak ölçüde siyasetçidir. 1900’lerin başında henüz legal marksizm döneminden tam olarak çıkmamış olan Lenin için, Kautsky’nin stratejik zayıflıkları değil, onun bu teorik konumlanışı dikkat çekicidir ve bu kimseyi şaşırtmamalıdır. 1
Bu teorik konumlanışın belki de en kritik halkasını Lenin Ne Yapmalı?‘ya taşıdı. “İşçi sınıfına dışarıdan bilinç götürme” perspektifi İlyiç’in düşüncesine yalnız Kautsky’nin yazılarını okurken değil, onunla yaptığı sohbetlerden sonra iyice yerleşti.
Orada durmadı elbette…
Lenin Rusya’yı ve yurt dışındayken gelen yeni verileri hesaba kattı, Almanya’yı ve o dönem herkesin uluslararası proletaryanın temel gücü olarak değerlendirdiği Alman sosyal demokratlarını göz önüne aldı. “İşçi sınıfına dışarıdan bilinç götürme” perspektifini tamamen farklı bir bağlam içerisine yerleştirdi ve aslında Kautsky’i Almanya’da işçi hareketinin neredeyse içinden çıkılamayacak kapsamdaki sorunlarıyla baş başa bıraktı. 2
Şimdi konumuza geri dönebiliriz: Lenin’in otoritesi ne zaman Rusya sınırlarının ötesine çıktı?
Bu soruya yanıt verirken belki de soruyu dönüştürmekte yarar var: Rusya ne zaman dünya işçi sınıfı hareketi açısından çok önemli bir ülke haline geldi?
Benzer sorulara Marx ve Engels’ten kimi aktarmalarla yanıt vermeye kalkmanın etkisi doğal olarak sınırlıdır. Rusya’nın özel olarak dikkat çekici hale gelmesiyle, dünya devrim sürecinin merkezi -ya da ağırlık noktası- olması arasında ciddi bir farklılık vardır.
Kabul etmek gerekir ki, ne 1905 Devrimi, ne 1914-15 yıllarında Lenin’in Avrupa sosyal demokrasisini karşıya alan çıkışları, ne de 1917 yılında yaşanan devrim günleri Rusya’yı dikkat çekici bir ülke olmanın ötesine taşımıştır. Hatta Ekim Devrimi’nin kendisi bile, ancak birkaç ay sonra Avrupa’nın diğer bölgelerinde devrimin gecikmekte olduğu ortaya çıkmaya başlayınca gözlerin Rusya’ya çevrilmesini sağlayabilmiştir.
Fazla önem verilmeyen bir ülkede, Lenin de olsanız uluslararası bir ağırlık kazanmasınız. Lenin’i okurken bunu hesaba katmak zorundayız. Çünkü bütün dik kafalılığına, marksizmin canlı ve yeni koşullara hazırlıklı kılınması gerektiğine ilişkin berrak düşüncesine rağmen -hatırlayalım; daha 1898’de “marksizm tamamlanmış bir olgu değildir” diye yazıyordu- Lenin 1914’e kadar Avrupa soluna karşı son derece iyi niyetli ve alıcıdır. Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra yaşadığı hayal kırıklığı ise kısa sürede büyük bir öfkeye, hatta kine dönüşmüştür. Sosyal demokrat önderliğin emperyalist merkezlerde kendi burjuvalarına destek çıkarak savaşın günahına ortak olmaları ile birlikte Lenin, mücadelesini uluslararası platforma taşımaya karar vermiştir. Ne var ki, bu öfkenin etkisi Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki devrimci marksist gruplar (bunlar kesinlikle azınlıktadır) ile sınırlı kalmıştır.
Ama savaş ve kaos sürüyordu. Bunalımın giderek bütün Avrupa’yı, hatta dünyayı sarması Lenin’in Avrupa soluyla hesaplaşmak konusundaki kararlılığını pekiştiriyordu. Proletaryanın devrimci görevlerin altından kalkabilmesi için onun önünü tıkayan sosyal demokrat önderliğin otoritesinin sarsılması gerektiğini düşünen Lenin için hedef çok açıktı: Kautsky.
Arkasına aldatılmış geniş yığınları, burjuvaziyle işbirliğinin yarattığı devasa olanakları ve uzun bir süre boyunca en önde gelen marksist düşünce adamı olmanın rahatlığını alan bu hedef Rus devriminin önderi için hiç de kolay değildi. İlk büyük salvo atışı, Rusya’daki özgün devrim döneminde (Eylül 1917) geldi. Sonsözde kitabını tamamlayamamış oluşunu “yapmak, yazmaktan daha güzel ve yararlıdır” diyerek devrimci görevlere koşuşuyla açıklayan 3 Lenin, Devlet ve İhtilal‘de ikircikli ve bazı başlıklarda çekingendir. Biraz da bu nedenle kitabın devlet konusunda yazılmış en önemli marksist metin olduğu düşüncesine kesinlikle katılmıyorum. Hemen bir yıl sonra basılan Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky ve onun hemen öncesinde yeni devletin karakteri üzerinde de duran Sovyet Hükümeti’nin Acil Görevleri (Nisan 1918) broşürü, konuyla ilgili daha atak, daha açık ve daha somut bir yaklaşımın ürünüdür.
Zaten yazarının Devlet ve İhtilal‘i devrimden sonra tamamlamayıp, büyük ölçüde aynı konuda -ve aynı hedefe karşı!- yeni bir kitap yazmaya karar vermesi çok şeyi açıklamaktadır. Peki çok önemli tezler içermesine rağmen Devlet ve İhtilal’in göreli sorunu nedir?
Devlet ve İhtilal‘in konumuzla ilgili üç sorunu vardır. Bunlardan ilki, tamamen nesnel bir kısıtla ilgilidir. Bilindiği gibi, Marx ve Engels 1871 sonrasında ne zaman (ve pek az) proletarya diktatörlüğü, ya da geçiş devletini gündeme getirseler hep Paris Komünü’nü referans göstermek zorunda kaldılar. Komün, işçi sınıfı iktidarı açısından biricik örnek olduğu sürece bu böyle devam etti. 1917’de Devlet ve İhtilal‘i yazarken Lenin’in de elindeki tek örnek, tarihsel değeri pratik değerini çok aşan Paris Komünüydü. Oysa Komün işçi sınıfının iktidarına ilişkin kapsamlı sorunları birkaç aylık ömrüne sığdıran, bu anlamda gerçekten cüretli ama veri sunma açısından riskler taşıyan bir deneydi. 4
1917 Ekim Devrimi, başından itibaren (yani henüz kendisine ömür biçilirken) teorik ve pratik düzlemde Komünü fersah fersah aşan bir örnek olarak, devlet -ama özellikle proletarya diktatörlüğü- tartışmalarına yeni veriler sunmuştur.
Devlet ve İhtilal‘in ikinci sorunu Kautsky ile ilgilidir. Dikkatli bir okur, Lenin’in Kautsky’nin otoritesini sarsmaya çalışırken büyük bir gerilim yaşadığını yakalayacaktır. Diğer kitaplarında pek az rastlanan ihtiyatlılığın arka planında teorik risk almama kaygısının yattığı kolaylıkla görülmektedir. Kitabın kurgusunda da Lenin’in çubuk bükücü tarzına alışkın olanları şaşırtacak bir denge arayışı, hatta iki uç tarif ederek kendisini merkeze koyma çabası söz konusudur. Devlet konusunda Avrupalı marksistlerin reformist tezlerini çürütürken aralara anarşistlere dönük pasajların yerleştirilmesi, pekala bu bağlamda açıklanabilir.
Üçüncü sorun tam da buradan türetilebilir. 1917 yılında Lenin marksizm üzerine zorlu bir hegemonya mücadelesine girişmiş ve Devlet ve İhtilal‘i bu mücadelede bir araç olarak tasarlamıştır. Devrimci marksizm ile o güne kadar harekette belirleyici olan marksist ortodoksi arasındaki bir kavgadır bu. Unutulmamalıdır ki, Kautsky yalnızca yetenekli, kalemi kuvvetli bir marksist değil, aynı zamanda gücünü kimi marksist metinlerden alan kıvrak bir siyasetçiydi de. Marksizmin heyecan verici birikimi ile İkinci Enternasyonal oportünizmi arasında hiçbir bağ olmadığını söylemek ancak korkakların işidir. Lenin’i önemli kılan, onun adını Marx’ın yanına yazdıran şey de zaten budur: O marksizme emperyalizm döneminde çalınacak renk konusunda büyük bir mücadele vermiş, 20. yüzyılın başından beri örtülü olarak süren bu mücadeleyi Ekim Devrimi’nin arifesinde en kritik evreye taşımıştır. Bu anlamda Devlet ve İhtilal ihtiyatlı bir meydan okumadır. Marksizmin Kautsky ve benzerlerinden çalınması, egemen marksizm yorumlarının karşısına gücünü yükselen devrimden alan ihtilalci marksizm anlayışın konması çok büyük bir hedeftir. Bu hedef doğrultusunda Marx ve Engels’in yazılarına ilişkin zaman zaman apolojist (çünkü aynı yazılardan Kautsky hiç de yabana atılmayacak argümanlarla teslimiyet, hatta ihanet için gerekçe üretmektedir) bir tutum geliştiren Lenin, çok değil bir yıl kadar sonra Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin prestijini arkasına alarak çok daha isabetli bir atış yapmıştır. Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky‘de marksizmin üzerindeki baskının da hafifletildiği ve Lenin’in 1914’ten beri fırsat kolladığı intikam anını iyi değerlendirdiği söylenebilir.
İntikam sözü ağır mı kaçıyor? Hiç sanmıyorum. Adı geçen kitap, neredeyse yazılanların önemini örtecek kadar saldırgandır ve gerekli gereksiz hakaretlerle süslenmiştir. Birazdan “Lenin’in her şeyine öykünelim de üslubuna değil” şeklinde başlayacağım bölümde bolşevikler arası ilişkilerin Lenin’in eserlerine nasıl yansıdığına değineceğim. Ancak Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky‘de Lenin, alışılmışın ötesinde sinirli ve bitiriciyse eğer, bunu Kautsky ile girdiği (kendi değil devrimci marksizm adına) zorlu otorite kavgasına bağlamamız gerekiyor.
Sinirini ise bırakalım başkaları açıklasın:
“Bunun Lenin üstündeki etkisi korkunç oldu. (Sosyal demokratların emperyalist savaşa karşı tutumu kastediliyor-y.n.) İlkin inanamadı. Haberi Alman partisinin organı Vorwarts’de okuduğunda, Hükümet düzmecesi sandı. Derken Pilekhanov’un Paris’de Rus sürgünlerini Fransız ordusuna yazılmaya itelediğini öğrendi. İlkin, ‘Pilekhanov da davaya ihanet eder mi hiç!’ deyip durdu kendi kendine derken, orduda subaylık etmişliğine verdi bu hareketini. En sonunda da, Marx’la Engels geleneğinin düşünsel alandaki kalıtçısı olan, onca saygı duyduğu Karl Kautski’nin Marksist hareket adına yüzkarası bir alay safsatayı diline dolayıp yurtseverlik davasına yem oluşunu sineye çekme zorunda kaldı. İkinci Enternasyonalin önderleri harp hükümetlerinde koltuk kapmak için birbiriyle yarışıyordu. (…) Pilekhanov yurt savunması üzerine vaaz vermeye Lausanne’a geldiğinde, Lenin karşısına dikilir, sesi sakin, ama heyecandan sapsarı olmuş bir yüzle, eski ustaya veriştirir, elini sıkmaz, yoldaş yerine koymaz. Kautski’yi de şimdiye dek hiçbir eski silah-arkadaşına söylemeye dilinin varmadığı hakaretlerle yerin dibine sokar ne ikiyüzlülüğünü, orospuluğunu, ne ödlekliğini bırakır.” 5
İnsan Lenin siyasetçi Lenin’e karşı!
Lenin’in her şeyine öykünelim de, üslubuna değil. Lenin’i nasıl okumalı? başlıklı bir yazıda bu türden bir uyarı yapmakta yarar görüyorum. Çünkü Lenin hemen her zaman -az önce verdiğim örnekteki kadar olmasa da- sert ve kırıcıdır. Dünyada ve Türkiye’de “devrimcilik bunu gerektirir”, “biz salon devrimcisi değiliz”, “siyasette nezaket olmaz” gibi gerekçelerle Lenin’in düşünce ve eylemini tersyüz edip, bir tek bu saldırganlığı devralanların yalnız kendilerine değil, genel olarak marksist literatüre kötülük ettiklerini söylememiz gerekiyor.
Tartışma, hatta polemik olmadan marksizmin ortaya çıkan yeni sorunlara hakim olması mümkün değildir. Ama en sert, en acımasız polemiklerde bile biçimin içeriği aşmamasına özen göstermek gerekir. Lenin’de biçim içeriğin öldürücü silahı olurken, onun özentilerinde biçim içeriği öldürmektedir (tabii içerik diye bir şeyden söz edebiliyorsak).
Burada örnek vermeye gerek yok. Lenin’in tek bir kitabını okumak bile, konumuz açısından yeterlidir. Onun kitaplarından, makale ve konuşmalarından keyif alan birisi olarak, insanları kolay gözden çıkarttığını hissettiren sataşmaların ve genellikle pek incelik göstermeksizin dile getirilen ağır itham ya da alayların bu eserleri daha değerli yaptığını söyleyemeyeceğim.
Ancak sorunun edebi olduğu sanılmamalıdır. Asıl sıkıntı bolşevikler -ve onlarla zaman zaman yol arkadaşlığı yapan diğer marksistler- arasındaki ilişkilerin dostluk boyutundaki zayıflıklardır. Her biri kalbur üstü devrimciler olan bu insanların birbirlerine bu kadar çok hain, dönek, korkak, deli, satılmış, yalancı, ikiyüzlü, sahtekar, ahmak dediğini ciddiye alacak olursak Rus devrim tarihinin yalancılarla hainlerin, satılmışlarla ahmakların, korkaklarla ikiyüzlülerin birleşip ayrı düşmelerinin tarihi olduğunu sanabiliriz. Böyle değildir elbette. Rus devrim tarihi, hain, ahmak ve diğer sıfatların taşıyıcılarından daha fazla iyi, inanmış kararlı, devrimcilerin tarihidir.
İşte bu tarihte Lenin hemen her aktör için “bir şey”(!) demiş, yine hemen herkesten “bir şey” işitmiştir. Bu tür şeylerin altı değil üstü çizilmelidir. Örneğin bolşeviklerin zarif Kültür Komiseri Lunaçarskiy, Lenin öyle yazdığı için “budala” değildir. Tıpkı Lenin’in Gorkiy’nin saptamasına rağmen asla “tımarhane kaçkını” olmadığı gibi…
İşin ilginci Lenin benim bildiğim kadarıyla partinin Merkez Komite üyelerinden en az Malinovskiy’e laf etmiştir. O da ne yazık ki, önde gelen bolşevik kadrolar içerisindeki tek polistir!
Peki bu tahammülsüzlüğün arkasında ne vardır? Neden bolşevik hareket yoldaşlık hukukunun üzerine dostluk hukukunu yerleştirememiştir? Lenin bunu bir zayıflık olarak gördüğü için mi içindeki insanı devrimciler arasındaki ilişkilerde denetim altına almıştır?
Bu sorunun yanıtına yine Wilson’un yardımıyla ulaşabiliriz:
“1914 Ağustosu’nda Kurupskayayla Cracow’daydılar, Kırasnik savaşından yitiklerin getirilişini pencereden seyrettiler. Genç kadınlarla anaların sevdiceklerini o ölüler ve can çekişenlerin arasında bulma korkusu içinde, sedyelerin yanı sıra, nasıl deli gibi koşuştuklarını gördüler. Lenin’in yazılarında insancıl duyguların dile getirildiğine pek rastlanmaz. Bu olağanüstü yaşam öyküsünün en garip, belki de Lenin’e en yakışır olaylarından biri de cenaze töreninde yer aldı: Kurupskaya kısa söylevine şöyle başladı: ‘Yoldaşlar, Vladimir İlyiç’in tabutu başında beklediğim bu son günlerde, bütün yaşamı gelip geçti gözlerimin önünden; size söylemek istediğim şey şu: Bütün işçileri, bütün ezilmişleri canı gibi severdi. Ama hiç kimseye söylemedi bunu, ben de söylemedim. Böylesine yaslı bir an olmasaydı gene de söylemezdim.’ Lenin’in kimseye söylememiş oluşu bir yana, üstelik biz de yeni yeni anlamağa başlıyoruz bunu. Lenin öfkeyle başlar söze, ‘eyleme geçelim’ diye bitirir. (…) O, bütün devrimcilerin en erkeğidir çünkü ağlamaz hiç; davranışının özü sabırsızlıktır.” 6
Bütün devrimcilerin en erkeği… Kitabın aslı elimde yok; bunda pek muhtemelen Can Yücel’in küçük de olsa bir katkısı vardır. Yıllar sonra Duygu Asena’yı kızdıracağını öngörmüş olsa gerek!
Ama oraya hangi sözcüğü koyarsanız koyun, ister katı, ister yürekli, ister başka bir şey, sonuç değişmez: Lenin, kişiliğinin bazı yönlerini siyasetinde örtmek için özel bir çaba sarf eder. Bir ölçüye kadar, bu sosyalizm mücadelesinin bir kuralı olmak zorundadır. Sınıf mücadelesinin acımasız mantığı, insan ilişkilerini merkeze taşıyan, devrimci örgütü bir sosyal ortama çeviren duyarlılıkların mümkün olduğunca törpülenmesini gerektirir.
Bir ölçüye kadar…
Bir ölçüye kadar, çünkü siyasi mücadele güvene ihtiyaç duyar. Devrimci kadroların birbirlerine sırtlarını dönebilme rahatlığına ulaşmaları, birbirleri ile hesapsız tartışma özgürlüğüne kavuşabilmeleri, daha da önemlisi kolektif bir kültür geliştirebilmeleri için belli bir dostluk hukukuna dayanmaları neredeyse zorunludur. Derin bir dostluk, tıpkı aşk gibi irrasyonel bir yan taşır elbette. Ama sosyalizm mücadelesinin insanlarını tarif ederken herhalde ilk aklımıza gelen onların rasyonel oldukları değildir.
Hatta hiç değildir!
Dostluklar, barındırdıkları bu irrasyonellik ile mücadelenin hoyratlığını emecek, yoldaşların birbirini tolere etme yetilerini geliştirecektir.
Lenin’in bunu özellikle tercih etmediği anlaşılıyor. Bunu vurgulamak istiyorum, çünkü bolşevikler arası ilişkilerdeki bu eksiklik kimileri tarafından tek başına, (Rus ikliminin etkilerini bir yana koyarsak) hareketin lideri Lenin’in kişilik özelliklerine, hırsına, kavgacılığına, sabırsızlığına bağlanabiliyor. Oysa Rus ya da Batılı, hemen bütün kaynaklarda İlyiç’in insan ve doğayla olan sıcak ilişkisi tasvir ediliyor. Psikolojik değerlendirmeler yapacak değilim, ancak Lenin’in “siyasetin gücünü zayıflatacak” ne varsa, onlardan kurtulmak, hiç değilse onları kontrol altına almak için çabaladığını düşünüyorum. Örnek olsun çok düşkün olduğu müziğe bakış açısında bunu görmek mümkündür:
“İnsanlar ne harikalar yaratabiliyorlar! (…) Fakat ne yazık ki çok müzik dinleyemiyorum, sinirlere dokunuyor; insan böyle tiksindirici bir cehennemde yaşayıp da böylesine güzel şeyler yaratabilen insanlara sevgi dolu saçmalıklar söylemek, onların başını okşamak istiyor. Fakat bugün insan kimsenin başını okşamamalı çünkü insanın elini ısırırlar; kafalara vurmak, acımadan vurmak, idealiniz her türlü zor kullanmaya karşı durmak olsa bile. Hım, hım çok güç bir iş.” 7
Böyle dediğine inanmak gerekiyor ve pek muhtemel ki, benzer bir yaklaşımı dostlarına yaklaşımında da sergiliyor.
Kapitalizm Lenin’in uykularını kaçırmıştır. Örnek olsun Kapri’de yukarıdaki iç dökmenin muhatabı Gorkiy ve İtalyan köylülerle balık avlayıp çocuklar gibi neşelendikten sonra kendisini yiyip bitirmiştir. Bu av partilerinde adı “Dirin dirin”e çıkmıştır, zokayı yutan balığın misinayı germesini çağrıştırarak… İşte Lenin’in hayatı böyle özetlenebilir: Sömürü ve zulüm sürekli vurmakta, Lenin’i uyarmaktadır: Dirin dirin!
Acele etmeli dirin dirin…
Bir şeyler yapmalı dirin dirin…
Dirin dirin Lenin…
Bu yazıyı yazarken Krupskaya’nın anılarını tekrar karıştırdım. Lenin’in hayat arkadaşı, can yoldaşı da işin bu kısmının farkında ve daha önemlisi bundan örtülü biçimde şikayetçi. Aşağı yukarı Ne Yapmalı?‘nın yazıldığı döneme denk gelen Münih macerasını anımsarken Krupskaya, neredeyse her gün görüşen İlyiç, Zasuliç ve Martov arasındaki ilişkilerin pek derin olmadığını özellikle vurguluyor. İlginç değil mi?
Kısa bir süre sonra bolşevik-menşevik ayrımı ile birlikte rakip olacak Lenin ve Martov bir önceki yüzyılın sonlarından itibaren çok yakın arkadaşlar. Krupskaya ve başka kaynaklar Martov’un Lenin açısından en değerli kişi olduğunu hatırlatıyorlar.
Lenin’in yazılarında bunu görmek mümkün müdür? Daha doğrusu Lenin’in, hani o biraz irrasyonel dediğimiz türden bir dostluk ilişkisini yazıp çizdiklerinden çıkarmak kolay mıdır?
Tamam Lenin hep Martov’u yeniden kazanmayı düşlemiştir, buna açık kapı bırakmıştır. Ama bunu yaparken öne çıkan yine siyasetin mantığıdır. Daha önce de yazdım, yalnız Lenin değil bolşevikler ve genel olarak Rus devrimcileri bir bütün halinde birbirlerine en ağır hakaretleri ettikten sonra yol arkadaşlığına soyunmuşlardır.
Daha sonra yaşananlar bu yolun yoldaşlık için pek uygun olmadığını göstermiştir. Birbirine onca lafı çakan adamlarda bu laflar bir iz bırakmıyorduysa eğer, durum pek vahim. Ancak anlaşılıyor ki, iz filan değil yüreklerde büyük yaralar açılmış…
İşte bu nedenle diyorum ki, Lenin’i okurken bu hoyratlığın altını değil üstünü çizelim. Sonra ödlek diye not aldığınız birisi 1920’lerde Kızılordu komutanı olarak çıkıverir karşınıza!
Lenin’in siyaseti devrimdir
“Evet, yoldaşlarını övdüğünü sık sık duyardım. Ve hatta, rivayete göre kendisinden pek hoşlanmayanlar hakkında bile onların başarılarının hakkını vererek konuşurdu.
L.D.Troçki’nin organizasyondaki yeteneklerini övüp göklere çıkarması beni şaşırtmıştı. Vladimir İlyiç hayretimi fark etti.
‘Evet biliyorum, ona karşı ilgim hakkında birçok şeyler uyduruluyor. Ama olan bir şey varsa, vardır; olmayan da yoktur bunu da biliyorum. Doğrusu, askeri uzmanları örgütlemeyi çok iyi biliyordu.’
Sustu ve sonra yavaş sesle ve keyifsizce devam etti: ‘Fakat buna rağmen bizimkilerden biri değil! Gerçi bizimle birlik, fakat bizimkilerden değil. Haris biri. Onda kötü bir şeyler var…'” 8
Burada Lenin’in siyaseti, onun ihtilalci karakteri konusunda epeyce ipucu var. Devrimci siyaset, devrimi aramak, iktidarı aramak, onu zorlamak demektir. Lenin sonuna kadar güvenmediği, kaygı ve kuşku taşıdığı ama yeteneklerine neredeyse hayranlık duyduğu çok sayıda insanla birlikte dünyayı dönüştürmeye soyunmuştur. Doğal ve kaçınılmaz olan budur. Ama doğal ve kaçınılmaz olanı hem kolaylaştıracak, hem de koruyacak olan ihtilalcinin etrafındaki güvenlik kuşağıdır. İhtilalin evlatları “ne yapalım kapitalizmin insanları bu” diyerek işin içinden çıkamazlar. Dolayısıyla Lenin’in Trotskiy için neden “bizden değil” dediği çok açıktır; ancak “bizden olanlar” konusunda ne kadar açık olduğu tartışmalıdır.
Rusya’da, yalnız Rusya’da değil bütün dünyada kapitalizm, onun çürütücü etkisini iyice güçlendiren emperyalizm Lenin’e bu mesele üzerinde düşünme zamanı bırakmadı. Vladimir İlyiç’i büyük ama çok büyük yapan, onun düşünce ve eylemine damga vuran arayıştı: Devrim!
Lenin kapitalizmden bir an önce kurtulmak gerektiğine inanıyordu. Bunun için çalıştı, bunun için yazdı, bunun için konuştu. Kadroları devrim kantarında tarttı, birleşme ve ayrılık sarmalını devrime bağladı. Hiçbir zaman “en marksist” olmayı düşünmedi, devrime ve iktidara yöneldi, marksizmi bu yönelişte bir kılavuz olarak gördü bu nedenle çok önemli ve yaratıcı bir marksist oldu.
Yazdıkları bu yönelişi hissetmeden, bu yöneliş merkeze konmadan asla anlaşılamaz. Yazdıklarından bu yönelişe girmeden tat alınamaz, bu yönelişe girme kaygısı taşımadan Lenin okumaları hiçbir işe yaramaz.
Leninizm için çok şey söylenmiştir. O “proletarya diktatörlüğünün teorisi”dir; “emperyalizm çağının marksizmi”dir; “öncü parti fikri”dir… Leninizm bütün bunlardır ve bütün bunlarla birlikte, “sosyalist iktidar”cı bir teori ve pratiktir.
Kimileri için garip gelmiştir, ancak Stalin’in Lenin’e yakıştırdığı “Rus ataklığı ve Amerikan pratikliği” tam da budur. Lenin hiçbir zaman bir pragmatist olmamıştır, tam tersine o ilkelerin adamıdır; ilkelerinin düzenini pek iyi ve pek devrimci bir biçimde kurmuştur. Bu anlamda teori pratiğinin ayağına dolanan, onu geriye çeken ya da sınırlayan bir unsur değil, tam tersine onu ileri iten, ona ufuk açan ve çoğu kez onu cesaretlendiren bir özelliğe sahip olmuştur.
“Sovyet iktidarı” meselesini burada bir örnek olarak kullanabiliriz. Bolşevizmin iktidarla tanışmasında 1905 Devrimi sırasında ortaya çıkan, sonra 1917’nin ilk aylarında yeniden dirilen Sovyet tipi örgütlenmenin çok özel bir yere sahip olduğu biliniyor. Ek olarak Sovyetler meselesi sosyalist devrim teorisinin devrimci durum, ikili iktidar gibi bileşenlerini ve işyeri-mahalle gerilimini de yakından ilgilendiriyor. Konunun Rusya ile sınırlı olmadığı, evrensel bir karakter taşıdığı konusunda ise, neredeyse bütün ciddi marksistler anlaşmış durumdalar.
Özeti, Sovyetler, marksist-leninist teorinin can alıcı başlıklarından birisi. Ancak Lenin’in olaylara yaklaşımı, hele hele bir devrim güncel hale geldiyse, yerleşik düşüncelere -bu düşünceler kendisi tarafından geliştirilmiş olsa da- dayanmaz.
Bu nedenle 1917 yılının Nisan ayında ayağının tozuyla, henüz daha tren istasyonundayken “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganının altyapısını kuran Vladimir İlyiç’in hareket noktası iyi kavranmalıdır. 9 Neredeyse bütün bolşevik kadroları “delirdi herhalde” diye düşünmeye iten ünlü Nisan Tezleri‘ni dikkatle okursanız burada yer alan bazı ayrıntıların değil, leninizmin merkezinde duran bir başka teorik önermenin her şeyi belirlediğini görürsünüz: “Bütün İktidar Sovyetlere“, çünkü bir devrimci durumda proletarya partisinin görevi emekçi sınıflara devrim için önderlik etmektir. Lenin Rusya’da zaman kaybetmeksizin iktidara yönelmek gerektiği kanaatindedir. Hazırlıklar bu yöneliş sırasında yerine getirilecek, zaaflar iktidar için gerçekleşecek sıçramada ortadan kaldırılacak…
Burada belirleyici olan, ya da teorik kalkış noktası, Sovyet iktidarı değil işçi sınıfının iktidarı almasıdır. Böyle olmasaydı, 1917 yılının ortalarında Lenin bir ara “Sovyetler iktidarı gönüllü bir biçimde burjuvaziye teslim ediyor artık Bütün İktidar Sovyetlere sloganı geçerliliğini yitirmiştir” derken iktidar hedefinden vazgeçerdi. Oysa Lenin yaz sıcağında bolşevik iktidardan, daha doğrusu bolşeviklerin önderlik ettiği bir proleter iktidardan söz etmektedir. Yani Sovyetleri devre dışı bırakan bir sosyalist iktidar! Kısa bir süre sonra Sovyetler iktidarın fethi için yeniden uygun hale geldiğinde “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganına geri dönülmüştür.
Görülüyor ki, Lenin devrim için düşünen, devrim için harekete geçen birisidir. Onun kitabında çaresizlik yoktur. Alman yetkililerin yardımıyla mühürlü bir tren vagonuyla yolculuk etmeyi göze alacak kadar “benim Rusya’ya dönmem gerek” diye düşünen, parti yetkili organlarında görüşülmesini beklemeden sosyalist devrim hedefini tren garında ilan eden 10 Lenin, küçük şemalarla, kalıp ya da aforizmalarla anlaşılacak birisi değildir. Devrimci siyasette şemalara, kalıp ya da aforizmalara yer vardır, bu yer önemli bir yer de olabilir, ancak onlar üzerinden Lenin’i anlayamaz Lenin’i okuyamazsınız.
İyisi mi Lenin’i devrim için, sosyalist iktidar için okuyalım… Krupskaya’ya aşkını görünmez mürekkeple yazılmış mektupla açmak zorunda kalan; içindeki insanı dışarı çıkartmamak için nice acılara katlanan; bugün emperyalist barbarlığın hükmettiği koşullarda artık zamana karşı yarışan emekçi sınıflara mükemmel bir miras, düşünce ve eylemin dönüştürücü gücünü bırakan bu usta ihtilalcinin laf kalabalığına, “en gerici sendikalarda bile çalışmak gerek” gibi önermelere hapsedilmesine olanak tanımayalım.
İyi müzik yapanların kafasına kafasına vurmayı ise hiç düşünmeyelim; bolşeviklerin Merkez Komitesi toplantılarından önce piyano çalıp şarkı söylediklerini, Paris günlerinde Lenin’in en sevdiği kaçamakların iyi değil de sıcak müzik yapılıp dans edilen kabarelere gidip “Hurra!” diye bağırmak olduğunu, her zaman onun öğrencisi olmakla övünen Stalin’in hayata kapıları kapatıp arya dinleyerek veda ettiğini bilelim. Lenin’den müziğin hasta edici yanı üzerine bilgi alan Gorkiy’e gelince… Bu büyük sanat adamının Komünist Enternasyonal’in açılış törenlerine konuk olan, birçok besteciye ilham kaynağı haline gelen cazı 1930’da “bu müzik insanı sapıklaştırıyor” gerekçesiyle hastalıklı ilan ederek Sovyet müziğine büyük bir kötülük yaptığını lütfen bir yere not edelim!
Dipnotlar ve Kaynak
- Legal Marksizm döneminin “resmi” ya da “kaba” leninizm yorumlarında neredeyse yok sayılması veya Lenin’in taktik zekası ile açıklanması son derece yersiz bir koruma refleksinin ürünüdür. Aslında bu şekilde korunmaya çalışılan Lenin değil, leninizmin karikatürleştirilmiş halidir. Pyotr Struve başta olmak üzere marksizmden esinlenen bazı liberallerle ortak hareket etme düşüncesi, Rusya’da devrimci işçi sınıfı hareketinin Avrupalı reformist zihniyetten kopuş öncesindeki en ilginç ve renkli kesitine denk düşmektedir. Burada yeri değil ama ben bu kesitin bolşevizmin doğumu açısından neredeyse zorunlu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Legal Marksizm’e dönük eleştirel bir tutum bu zorunluluğu hesaba kattığı sürece leninizmin kutsallığına hiç de halel getirmeyecektir!
- Lenin’in Ne Yapmalı’da “işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıma”dan çok daha önemli, hatta devrimci mücadele açısından yaşamsal tezler ileri sürdüğünü ve onun düşüncesinin şu “bilinç taşıma” meselesine asla indirgenemeyecegini Ne Yapmalı’cılar Kitabı’nda elimden geldiğince anlatmaya çalışmıştım. HEKİMOĞLU Cemal, “Ne Yapmalı’cılar Kitabı”, Gelenek yay., 2000, Üçüncü Baskı.
- LENİN Vladimir İlyiç, “Devlet ve İhtilal”, Bilim ve Sosyalizm yay., 1978 çev.Süleyman Arslan, s.159.
- Paris Komünü’nün proletarya diktatörlüğünün birkaç on yıla hatta daha geniş bir zaman dilimine yayılabilecek görevlerini ardı ardına gündeme getirmesi yukarıda geçerken düştügüm “tarihsel değer-pratik değer” notunu zorunlu kılmaktadır.
- WILSON Edmund, “Lenin Petrograd’da”, Ağaoğlu yay., 1967, çev. Can Yücel, s.504. (Gelenek’in yayın yönetmeni olarak diğer yazıları öncesinden okumak şansına sahibim. Bu sayıda gördüm ki Türkiye Komünist Partisi’nde tek seslilik tehlikeli bir düzeye ulaşmış! Aydemir durmuş durmuş tıpkı benim gibi yıllar öncesinden kalma bu kitaba başvurmayı 2002 yılına bırakmış. Burada “aklın yolu birdir” demek saçma kaçar lakin “Can Yücel çeviride tektir” demekte sakinca yoktur. İsimlerdeki yaratıcılığını bir kenara koyarsak bu kitabın sırf onun anısına okunmaya değeceğini söyleyebiliriz. Ne dersiniz Yücel’in çevirdiği zaten belli oluyor degil mi?)
- WILSON, a.g.e., s.505.
- GORKIY Maksim, “Lenin’den Anılar”, Ortam yay., İkinci Baskı, 1980, s.68.
- GORKIY Maksim, a.g.e., s.73.
- Bazı kaynaklarda Lenin’in daha trenin içinde Pravda’yı çıkaran ekibi azarlamaya başladığı anlatılıyor. Doğru olsa gerek. Lenin bu… Eline tutuşturulan çiçekle yumuşayacak değil ya!
- Parti yetkili organları… Lenin burada da işini sağlama almakta ve “yeni bir parti kurmalıyız” demekte!