Dev beyaz harflerle DEVRİM… ODTÜ Stadyumu’na ismini veren yazıyı bilmeyen var mıdır? Tribünlere atılmış imza, okulun her ziyaretçisine gösterir kendini. DEVRİM yazısı bir imzadır. Hafızalarda kapladığı yer yalnızca bugün değil, yarın da anlamını yitirmeyecek bir dönemin, ülke tarihinde düzenden ilk defa kitlesel olarak kopan gençliğin imzası.
ODTÜ DEVRİM Stadyumu’nun yüz metre ötesinde bir de salon vardır. Geniş, rahat ve pembe koltuklu, çok gösterişli olmamasıyla aslında sosyalizme münasip, bin kişilik bir salon. Burası bir kaç yıl önce, bir kongre merkezinin parçası, Ankara’nın da en büyük salonlarından biri olarak inşa edilmiştir. Salonun ismi DEVRİM değildir. Zaten aydın gençler, emekçiler için yapılmamıştır. Rahat pembe koltuklar, Süleyman Demirel’in, Avrupa Birlikçi ideologların, şirket yöneticilerinin dinleyicileri içindir. Kürsü, bizim için değil onlar içindir; Kemal Derviş içindir.
Kemal Derviş içindi. Bir kış sabahı, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı’nın konuşmasını dinlemek üzere salona yerleşen komünist öğrencilerin akıllarından işte bu geçmekteydi. Karşılarındaki düzen temsilcisinin sakin sesini, aynı sükunetle dinlemekteydiler…
“Masal anlatıyorsunuz!” Salon birden karışıverdi. Kemal Derviş’in yüzüne çarpılmaya başlayan sözler, aslında ne kadar üzerine düşünülüp taşınılmış, iyi tasarlanmış ifadelerse, akşam haberlerini seyreden emekçilere de o kadar doğal ve kendiliğinden bir tepki olarak yansıyacaktı. Salonda yükselen mikrofonsuz ama güçlü ses, “helâl olsun”ları hakkıyla toplarken, son derece heyecanlı, ama aynı zamanda sakin ve planlıydı. Planlıydı çünkü, genç bir komünist olarak yalnızca komünistleri değil, tüm salonu ve tüm gençliği temsil etmekte olduğunun farkındaydı.
Medyası, bakanı ve korumalarıyla Türkiye burjuvazisinin verdiği açığı ve sonrasında yaşadıkları afallamayı, genç komünistler bir kış sabahı işte böyle, sonuna kadar değerlendirdiler. Hem de bu sayede, geçtiğimiz sene Bergamalılara, onurlu sanatçılara ve sosyalist hocalara kürsüsünü vermiş olan Büyük Salon, artık yeni bir kimlik kazanmış oldu tüm Türkiye nezdinde.
Bir stadyumu, bir salonu, bir ili, bir kuşağı devrimcileştirmek…
Okuyacağınız yazı, üniversiteli genç komünistlere dair. Okullarda yeni bir kimlik, yeni bir kuşak yaratmaya uğraşanlara dair. Geleneğe sahip çıkan, onu yeniden üretenlerin hikayesi…
Çıkış noktamız
Eşitsiz gelişim yasası, kapitalizmin gelişim sürecinde yapısında biriktirdiği eşitsizliklere, daha önemlisi bu yoğunlaşma noktalarının kapitalizmin sınıf düşmanının kullanımına açılabilecek niteliklerine işaret ediyor. Lenin’in formülasyonu sınıf hareketinin gelişimi ve sınıfın siyasal örgütlenmesi konularında, Marksizme daha önce sahip olmadığı bir bakış açısı kazandırıyor, nesnellik tahlili ve strateji üretiminde yeni öncelikler öneriyor; önermekle de kalmıyor, dayatıyor.
Üretilen strateji ve örgüt-siyaset-hareket denklemleri üzerinde eşitsiz gelişimin bu basıncı karşısında iki olasılık mevcut: Yanlış kurulan denklemlerin basıncın altında ezilmesi ya da doğru kurulan denklemlerin çelişkilerin eşitsiz birikimini ezici bir güce dönüştürmesi.
Öte yandan, eşitsiz gelişim formülasyonu siyaset üretiminde hazır bir araç sunmamaktadır. Aksine nişan alma konusunda kritik tavsiyelerde bulunmakta, ancak uygun silah, barut ve mermi teminini özneye bırakmaktadır. Öznenin yaratıcılığına, hatta hayal gücüne… Çünkü dönüştürülecek nesnelliğin barındırdığı eşitsizliklerden yararlanmak için bu gerekli araçların üretimi mutlak bir yaratıcılığa ihtiyaç duymaktadır. Bir başka deyişle eşitsiz gelişimden faydalanma modeli, şabloncu düşünüş biçimleriyle taban tabana bir zıtlık sergilemektedir.
Ancak eşitsiz gelişim kavramının kullanım şartları, bu yaratıcılık ihtiyacıyla da sınırlı değildir. Eşitsiz gelişimin somut karşılığı bütün ile parçalar arasında dönemsel olarak ortaya çıkan çelişkilerdir. Dolayısıyla strateji üretirken sergilenen faydacılık da nihayetinde parçanın geçici olarak kazandığı özelliklere yaslanacaktır. Kısacası kurulan strateji de dönemsel ve kısmîdir. Uzun vadeyi ve bütünü dönüştürmeyi kapsayan hedefi ihmal, bir risk olarak belirmekte ve sürekli bir uyanıklığı zorunlu kılmaktadır: Siyasal işlevselliği gözeten bir yaklaşımın, ön tıkayıcı bir oportünizme dönüşmesine imkan tanımamak için.
Bu yazıda, TKP’li Öğrencilerin son on senelik pratiği ele alınacak. Ancak amaç sadece genel bir tarih anlatımında bulunmak değil; odak noktasına, çalışmayı yakından tanımış ve takip etmiş olanların teyit edeceği jakoben karakter de yerleşmeyecek. Yazıda asıl vurgu, yukarıda bahsedilen gereksinimlerden yaratıcılığa, siyasal kıvraklığa ve bütünsel hedeften kopmamaya yapılacak.
Hangi gençlik?
Öğrenci hareketinin nesnel bir tarif ve tasviriyle başlayacağız. Ancak önce bir noktayı belirtmekte fayda var: Ele alacağımız konu eşitsiz gelişim açısından incelenmeye son derece uygundur. Bu bir yanıyla yapısal özellikleri sayesindedir. Öğrenci gençlik, bir yandan sınıflar üstü niteliği ile kendi içinde bir türdeşlik arz etmekteyken öte yandan kökeni itibariyle sınıfları kesen, gelecek kurguları ve olanakları ciddi ölçülerde farklılaşan bir nüfus olarak belirgin bir heterojenlik de taşımaktadır. Bunların yanı sıra, öğrenci gençliğin işçi sınıfı dahil toplumun diğer kesimleriyle kurduğu ilişkilerdeki zenginlik de yine konumuzu eşitsiz gelişim açısından ilginç hale getirmektedir. Hatta bu nitelikler öğrenci çalışmasına, sınıf çalışmasında sınıf içi farklılaşmalardan yararlanma zorunluluğunu da aşan ölçüde, eşitsizliklerden yararlanma olanağını ve aynı zamanda ihtiyacını dayatmaktadır. Kısacası Leninist öznenin üniversitelere hangi noktadan hitap edeceği ve dahası üniversitelerin yüzünü işçi sınıfına nasıl bir açıyla çevireceği, son derece önemli tercihlerdir.
Gençlik tarifine dönecek olursak, daha önce Gelenek’te sıkça yapılmış kimi tespitlerin üstünden geçmenin de faydalı olacağını düşünüyoruz. Gerçi son on beş sene içinde Türkiyede öğrenci hareketinin görmezden gelinemez bir değişim yaşadığı, hem genel öğrenci karakterinin, hem de solun ve komünistlerin üniversitedeki konumlarının ciddi ölçüde farklılaştığı ortadadır. Buna karşın, gençliğin genel karakterine ve hareketin Türkiyedeki geleceğine dair on beş sene önce Gelenek’te yapılan değerlendirmeler halen geçerliliklerini koruyor.
Öznel olarak kazanılan yeni mevziler ve karşılaşılan yeni olanaklar ise, bu tespitleri gözden geçirmeyi değil, bunlardan yeni sonuçlar çıkarmayı dayatmıştır. Siyasal bir bakış açısının yanı sıra bilimsel bir titizliğin ürünü olan bu değerlendirmelerin geçerlilikleri, zaten ancak kapitalizmin öğrenci gençliğe bugünkünden apayrı bir toplumsal rol yüklemesi ya da Türkiye kapitalizminin ciddi yapısal dönüşümler geçirmesi ile zayıflayabilirdi.
Nesnellik tarifine başlarken ilk değinilecek nokta, daha önce çok kez yapılan bir vurgunun tekrarı olacak: Kapitalizmde “gençlik hareketi” adı altında tarif edilebilecek dinamikler, toplumsal ve siyasal olarak öğrenci hareketine denktir; aynı anlama gelmek üzere emekçi gençliğin biyolojik yaş ortaklığı üzerinden öğrenci gençlikle aynı kategoride değerlendirilmesi siyasi açıdan anlamlı sonuçlar doğurmayacaktır. Gençliğin, toplumsal sorumluluğun üstlenildiği dönemin arifesi olduğu şeklindeki tarif genel olarak geçerliyse ve eğer insanın üretim sürecinde üstlendiği rol, toplumsal sorumluluğun en kritik öğesini oluşturmaktaysa, emekçi gencin ilk elden kendisini ifade edeceği toplumsal alanın, sınıfın içi olması doğaldır. Buna karşın objektif olarak üretim sürecinin dışında üretim sürecine hazırlanan konumu ile öğrenci kesimin “gençlik” kapsamında değerlendirilen nitelikleri görece daha fazla taşıması da aynı derecede doğaldır.
Üretim sürecinin dışındaki bu “toplumsal sorumluluk üstlenmemiş” konum, öğrenci gençliğin ana özelliklerini de belirlemektedir. Bu özelliklerin yansımalarının olumsuz ya da olumlu oluşu göreli bir durumdur. Nihayetinde bu da toplumsal süreçlere müdahale eden öznelerle ilgilidir. Daha sonra derinlemesine ele alacağımız bir mesele olan, öğrencilerin üretim süreci ve emekçi kitlelerle arasındaki hem somut hem de kültürel mesafe, bir sorun kaynağı olabilmenin yanı sıra aslında öğrencilere aydın potansiyelini bağışlayan temel niteliktir.
Gençliği önemli kılan
Herhangi bir ülkede orta sınıf ve hatta burjuva sınıfı mensupları arasından devrimci önderlerin kendi sınıfına “ihanet” edenlerin çıkmasının görülmedik bir olay olmamasının önemli bir sebebi, öğrencilik sırasında gerçekleşen kopuştur. Kapitalizmin görece daha az kurumsallaşabilmiş olduğu Türkiye gibi zayıf halka adaylarında bu daha da çarpıcı bir gerçektir.
Yine buna paralel bir durum, akademinin mevcut toplumdan göreli yalıtıklığı, fakir ve geri bir topluma müdahale arzusunun okullarda yoğunlaşmasına, solun okullarda ideolojik-kültürel hegemonya tesis etmesine uygun koşulları sağlamaktadır. Özellikle de kapitalizmin geç geliştiği ülkelerde emperyalist hiyerarşi içinde yükselme yönündeki doğal çabalarına eşlik eden teslimiyet, ilerleme olanaklarını gören, kalkınma ideolojisi ile beslenen ve ülkede uygulaması olmayan ileri teknolojileri tanıyan öğrencileri ileri çeken bir yan taşımıştır. Bu yan aynı zamanda “okuyan adamlara” kapitalizmin daha pürüzsüz işlediği ülkelere göre daha saygın bir toplumsal statü, beraberinde de topluma hitap olanağı ve önemli bir ideolojik rol kazandırabilmiştir.
Dolayısıyla, özellikle zayıf halka adaylarında öğrenci gençliğin bu derece öne çıkabilen ideolojik işlevinin komünist hareketçe değerlendirilmemesi söz konusu olamaz. Dahası bu ideolojik işlevin siyasi ve örgütsel ayakları da örülerek en etkili hale getirilmesi bir ihtiyaç olarak kendini dayatır. Kısacası iktidara uzanan süreçte -ve hatta sonrasında da zayıflayarak devam etmek üzere- öğrenci gençliğin bir devrimci dinamik olarak tarifi zorunludur.
Öte yandan yüzeysel bir bakışla yukarıda çizdiğimiz tablonun Türkiye’de solun gelmiş geçmiş çoğu bileşeni için ortak bir değerlendirme olduğu öğrenci gençliğin bir devrimci dinamik olarak tarifinin bir yenilik içermediği yorumu yapılabilir. Buna karşı iki uyarımız olacak: Birincisi, eğer kapitalist kültürün yegane alternatifinin sosyalist mücadele kültürü olduğunu kabul ediyorsak, öğrenci topluluğunun yerleşik bir bağımsız kültüre kalıcı bir ilerici ideolojiye kendi başına ulaşmasının veya bunu yaşatmasının mümkün olamayacağını da kabul etmek durumundayız. Bu nitelikler, ancak komünist öznenin himayesi altında ve ondan beslenerek temin edilir ve korunur.
Bağlantılı biçimde öğrenciler nihayetinde içinde varoldukları toplumun dinamiklerine tabidir. Öğrenci gençliğin, toplumun geri kalanıyla arasındaki sürekli nüfus sirkülasyonunu da hesaba katarsak, toplumsal gidişatın tamamen dışına çıkamayacağını atlayamayız.
Söz konusu tabiyet ilişkisi, öğrenci gençliğin dinamizminin, işçi sınıfıyla aynı ya da benzer kefelere koyulamamasının sebeplerinden biridir. Ne yazık ki bu gerçeklerin tamamen kavranması mümkün olamamıştır: Gençlik yeterince tanınmadığı için değil, sınıf, iktidar ve öncülük anlayışından ve tabii bu konuları ele alırken mutlak bir ihtiyaç duyulacak eşitsiz gelişim kavrayışından yoksun olunduğu için.
Bir nesnellik tasviri: Apolitizm tercihi
Şu ana dek soyut düzlemde yaptığımız nesnellik tarifini bu noktadan sonra somut renklerle bezemeye başlayacağız. Bu nesnellik tasviri, öğrenci hareketinin son yirmi yılını belirleyen genel dinamikleri ele alıyor ve böylece, TKP’li Öğrencileri değil, söz konusu örgütlü siyasetin içine doğduğu ve değiştirmeye koyulduğu ortamı betimliyor olacak. Önce nesnelliği genel hatlarıyla tarif edip, müdahalenin niteliğini ve aldığı sonuçları bu tablo üzerinde kontrastı artırarak inceleyeceğiz. Böylece, başta bahsettiğimiz “siyasi yaratıcılık” ve “bütünsel hedeften kopmama” vurgularını da en çarpıcı biçimde yapmamız mümkün olacak.
Her ne kadar TKP’li Öğrenciler pratiği son on yıla ait bir olguysa da, son on yılı belirleyen genel dinamiklerin son yirmi yılı belirleyenlerden çok farklı olmadığı tespit edilebilir. Örneğin Yarın dergisi, on beş yıl önce üniversitelerin bozulan karakterine dair yaptığı değerlendirmeyle bunu -en kritik sayılabilecek bir noktada- teyit etmektedir: Yaygınlaşan apolitizm. Elbette sol bastırılırken sağa açılan ciddi alanları ihmal etmemekteyiz, ancak ana eğilimin politikadan uzaklaştırmak olduğu da yadsınamaz.
Üniversiteli solu veya solun üniversitelerdeki halini sonraya bırakmak üzere önce burjuvazinin bu tercihinin sebeplerini ve sınırlarını kısaca inceleyebiliriz. Dünya kapitalizmiyle beraber Türkiye kapitalizminin de üretimden uzaklaştığı bir dönemden bahsediyoruz. İşsizliğin sürekli artış eğiliminde olduğu bu dönemde, işsizliği gizlemek için kapasitesi sürekli artırılan yüksek öğrenim kurumlarından mezun olduktan sonra işsiz kalma korkusu derinleşen öğrencilere, doğal olarak Türkiye burjuvazisinin bir vaadi, göstereceği bir hedef, dolayısıyla sunacağı bir siyaset de yoktur. Siyaseti yoktur ama korkuları da aynı ölçüde yoğundur. 1960’larda kendi kalkınmacı ideolojisinin uygun koşullarda nasıl kendi aleyhine biçimler alabildiğine, okula bulaşan siyasetin nasıl bir dert olabildiğine dair yeterli deneyim biriktirmiştir.
Bu genel yönelimden farklı kimi örnekler de var elbette: 1980 sonrasının Türk-İslam sentezciliği, Kürt düşmanlığı veya türban gündemi gibi. Ancak bu başlıklar üniversitelere yansırken Türkiye burjuvazisi uzun vadeli açılımlar değil dönemsel hesaplar peşindeydi. Sonuçta bu gündemlerin açılması genel apolitizm tercihini çelmedi. Bu anlamda burjuvazi, öğrenci gençliğe 1930’lardan 50’lere olduğu gibi düzenin açılımlarının birincil destekçisi, edilgen bir ideolojik yeniden üretimin öznesi olarak rol biçmeye çalışmamıştır.
Tabii burada bir şerh düşebilir ve bireyciliğin, apolitizmin de birer ideoloji olduğunu hatırlayabiliriz. Üretmekten ve geleceği planlamaktan uzaklaşan bir gençlik, aslında işçi sınıfı dahil toplumun geri kalan kesimleri için yine bir “örnek” teşkil etmektedir. Okur-yazarlık kültürünün zayıflamasından gençlerin okul ve meslek seçme kriterlerini yitirmelerine kadar… Uzun vadeye yayılmış bir kriz döneminde uzun vadeli düşünme olanakları zayıflamış bir burjuvazinin kendine benzettiği genç kuşaklar.
Restorasyonun dolduracağı boşluk
Ancak nesnel olarak, sıraladığımız düşünce ve davranış kalıplarının son tahlilde pozitif değil negatif olgular olduğu ve ortaya ciddi bir ideolojik-kültürel boşluk doğduğu fark edilebilir; özellikle de görece geçim derdi tâli öğrenciler için böylesi bir boşluk daha yoğundur.
Restorasyon süreci olarak tanımlanan geçtiğimiz yılların öğrenci gençliğe asıl yansıması, türban gündeminin ötesinde, bu başlıkta karşımıza çıkar: Söz konusu süreç ile ivme kazanan emperyalizmle daha yakından ilişkiler geliştirme çabası her alanda güçlendikçe, bu boşluğu doldurmak büyük ölçüde emperyalizmin kültürüne ve emperyalist ideolojiye nasip olmuştur. Üniversitelerde yaygınlaşan İngilizce hazırlık sınıflarından Avrupa Birliği (AB) Çalışmaları Bölümlerine, “üniversiteli gazetesi” Radikal’in hayasız Avrupa Birlikçiliğinden “bu ülkeden kurtulma” hayallerinin daha da meşrulaştırılmasına kadar…
Bu boşluk doldurma ihtiyacının yalnızca üniversitelerde burjuvazinin siyasi emniyet kaygısından kaynaklandığı ise zannedilmemelidir. Doğrusu, Türkiye burjuvazisi, ideolojik olarak -Türkiye kapitalizmine olmasa da- emperyalizme kazanılmış bir öğrenci gençliğin kendi açısından önemli işlevler üstlenebileceği konusunda belli bir bakış açısı ile hareket etmektedir. Kendi elit ideologlarının üretimlerinin halkla temas yüzeyini oluşturmak için öğrenci gençlikten daha uygun bir aday bulunabilir mi?
Bu niyet, gerçekleşmesinin sınırlarından bağımsız olarak, dikkatli bakılırsa apolitizmi teşvik eden yaklaşımlarla belli bir uyumsuzluk taşımakta ve dahası, sol açısından daha gerçek bir tehlike teşkil etmektedir. Solun apolitizm ile sorunu, aslında kendisiyle, kendi çapı ve zayıflığı ile yaşadığı sorundur. Dolayısıyla burjuvazinin uzun zaman sonra öğrenci gençliğe pozitif bir misyon yükleme çabası, doğrudan solu hedef almıyor gibi gözükse de bu topraklarda solun bıraktığı ve aynı zamanda tutunduğu değerleri hedef almaktadır. Ortadaki bir boşluğu da doldurma niyetiyle girişilen ciddi bir saldırı söz konusudur.
Ancak bu niyetin kimi sınırlarla mâlul olduğu da aşikardır. Emekçi kitleler bir yana orta sınıfların bile yaşam standartlarının gerilediği ve en namlı üniversitelerin mezunlarının dahi işsizler ordusuna kayıt yaptırdığı bir ülkede, emperyalizm hayranlığının yanında bir kaşık da apolitizm zaruri diyet olacaktır… Komünizm tehdidi iliklerde hissedilene dek!
Uzun süreli solsuzluk
Peki yaşam koşullarının dolaylı olarak öğrenciler için de ağırlaştığı böylesi bir dönemden sol niye yararlanamadı?
Bu noktada solun söz konusu yirmi seneyi nasıl değerlendirdiği de kısaca özetlenebilir. Darbenin ardından yaşanan birkaç yıllık şoku takiben, darbe öncesi dönemin birikimini kullanarak dergicilikle canlanmaya başlayan mektepli solun nefesi, seksenlerin sonuna, sınıf hareketinin yükseliş dönemine yetmedi. Ancak apolitizme karşı apolitizm, yani akademik demokratik mücadele ve örgütsüzlük kültürü bu dönemde sol içinde sağlam biçimde oturdu, geleneksel soldan devrimci demokrat akımlara kadar. Bu dönemin sonunda ve doksanların ortasında, karşı devrime karşı toplumsal tepkiselliğin yükseldiği döneme denk düşen kısa ömürlü yükseliş sırasında ise üniversitede devrimci demokrasi çeşitli gariplikler üretti: Akademik mücadelenin ucunu bırakmadan, öğrencileri devrimci mücadelenin en ön saflarına yerleştirmeye çalıştı. Her türlü gündemi birbirine bağlama merakıyla siyasal başlıkları apolitikleştiren bir yönteme imza attı. Zaten bu da, devrimci demokratların mektepli çeşidinin sonu oldu.
Geleneksel sol veya devrimci demokrat menşeli sol liberalizm ise, her ne kadar doksanların ikinci yarısında gelişmeye müsait bir ortam yakalamışsa da, bundan faydalanmak için gerekli basireti önceki yıllarda yitirmişti.
Siyaseti olmayan bir solun iddiasının veya ciddi bir ideolojisinin olması için de sebep yok. Dolayısıyla okullarda yitirilen mevziler nesnellikle açıklandı. Örneğin üniversitelerde yaygınlaşan burjuva kültürü, emekçi çocuklarının karşısına çıkan ana seçenek haline gelmesiyle değil de, eğitimde özelleştirmeyle açıklanmaya çalışıldı. Dinci gerici örgütlenmelerin yaygınlaşması, yine emekçi kökenli öğrencilerin yardıma muhtaç olanları veya burjuva kültürünü benimseyemeyenleri açısından gericiliğin birincil almaşık haline gelmesiyle değil, tek başına devlet politikasıyla açıklanmaya çalışıldı. Olmadı, gericilikle de kardeşlik bağları tesis edildi. Üniversiteli sol kendine görev çıkarmak bir yana, inanılmaz bir konformizm sergiledi.
Ya topluma hitap? Solun böylesi bir halde zaman zaman kalkıştığı çıkışların, ekranlardan “sağ-sol çatışması” olarak aktarılması hiç de güç bir iş olmadı.
Üniversiteli sol, komünist hareketin önce gıyabında sonra da haricinde işte böyle bir tablo yarattı. Solun giderek zayıfladığı, zayıfladıkça anlamsızlaştığı bir tablo… Önceki dönemlerin birikimi takvim devrimciliğiyle ucuz bir miras misali tüketildiğinde, ne dışarıdan üniversiteleri besleyebilecek bir sınıf hareketinin, ne okul içinde sola açılan bir aydın üretiminin olmadığı bir ortamda, siyasal ve düşünsel alışkanlıkları zayıf bir soldan daha fazlası beklenemezdi belki de.
Ancak sorun şu ki, yukarıda tasvir ettiğimiz pratik üniversiteli gençlik kimliğini tehdit eder hale gelmişti. Birincisi üniversitelinin toplumsal itibarı ciddi ölçüde gerilemiş oldu. Bunun üniversitelerin çoğalması ve mezun işsizlerin yaygınlaşmasıyla da bağlantılı olduğu söylenebilirse de,sonuçta üretim sürecinden kopukluğa düşünce üretiminden kopuş eşlik etmişti.
İkincisi, üniversitelerin toplumdan görece yalıtık konumları bir dezavantaja dönüşmeye meyletmişti. Bu konum, bir aydın duyarlılığının gelişmesine değil, apolitizme kucak açmaya ve dahası toplumsal hareketliliklerin de -Bahar Eylemleri’nde olduğu gibi- üniversiteye yansımasının önüne geçmeye başlamıştı.
Bu bölümü -yazının başında yaptığımız değerlendirmeye göndermeyle- şu ara sonuç ile tamamlamak uygun olacaktır: Öğrenci gençliğin ve üniversitelerin sola açık nitelikleri görüldüğü gibi göreli niteliklerdir. Bunlardan yararlanacak öznenin yokluğunda, karşı cephenin cephanesine katılmalarının önünde ise mutlak bir yapısal engel bulunmamaktadır.
Öte yandan Türkiyede sosyalist devrimi, üniversitelere muhtaçtır!
Bizim için lüks olan…
Sınıf savaşımını gerçek bir savaş gibi hissedebilenler, düşmanın kıvraklığı ve etkisiyle kendi cephelerindeki zaaflar ve etkisizliklerin birbirlerini tamamladıklarını kabul edeceklerdir. Dolayısıyla eksikliği kendi cephemizde aramakta bir yanlış yok! Elbette ki TKP’li Öğrenciler de bu tablodan bağımsız değiller, tek bir farkla, ama büyük bir farkla: Gerekli görevler çoktan çıkarılmış ve üniversiteli gençliğin resmi yeni baştan çizilmeye ve yepyeni renklerle bezenmeye başlanmıştır.
Bu sürecin birbiriyle bağlantılı farklı boyutlarını komünist hareketin ürettiği yeni örgütlenme, siyaset ve hareket tarzlarını ele alacağız.
TKP’li Öğrenciler örgütlenmesinin klasik gençlik örgütlenmesi biçimlerinden fark arz eden bir noktası, gençlik – öğrenci gençlik ilişkisi tarifimiz ile ilgilidir. Özgünlüğü olan alan üniversite ve lise alanlarıdır. İşçi gençlerse partide ayrı bir çatı altında toplanmaz.
İkinci nokta, Komünist Gençlik Örgütü’ne, “komsomol”a dair. Bu model, uzun bir dönem dünya solunun tartışmasız kabul ettiği gençlik örgütü biçimi oldu. Geleneğin kökeni ise, 19. yüzyıl sonunun kurumsallaşmış işçi partilerinin ve iktidara gelmiş olmanın rahatlığından yararlanan Bolşeviklerin öznel tercihlerine dayanmaktaydı. Toplumsal görevlerin yoğunluğu içindeki bu partiler, kendi tarzına ve gündemlerine sahip gençliği bir açıdan “yük” olarak hissetmekteydiler; ideolojik olarak bağımlı ancak örgütsel olarak bağımsız örgütlenme biçimi, bu yükten sıyrılmalarına izin veren bir ara formül oldu. Zaman zaman yaşları kırklara varan işçi ve öğrenci “gençler”, kadrolukları için fazla acele yokken, kendi kendilerini yetiştiriyor, kendi gündemleriyle daha fazla iştigal edebiliyor, yeni bir toplum yaratma faaliyeti içinde görece rahat bir tarz ve tempoyla çalışabiliyorlardı.
Burada garip olan, kendi nesnelliğinde mantığı anlaşılabilir olan bu öznel tercihin, dünya komünist hareketinin genelinde aynen uygulanması oldu. Oysa ki iktidar mücadelesinde canını dişine takan komünist partilerin, ele geçirdikleri her türlü enerjiyi en verimli biçimde kullanma kaygıları yaşamsal bir zorunluluktur. İktidar koşullarında makul olan tarz, gücün en etkili şekilde bir araya getirilmesini dayatan devrim öncesi koşullarda lüks haline gelebilir. Bağımsız gençlik örgütü, hem kadrolaşma süreçlerinde üzerindeki yavaşlatıcı etkisiyle, hem de alan özgünlüğünü öne çıkaran mantığıyla iktidar savaşına girişmiş partiler için biçilmiş kaftan değildir. Komsomol, bizim için lükstür. Hele de komünistlerin, “aslolan öğrencilerin öz örgütlülüğüdür” gibi özgün alternatiflere ilgi göstermesi hiç beklenmemelidir.
En sağlam tutkal: Partili öğrenciler
TKP, öğrencileri doğrudan partide, partili kimlik ile ve kadrolaşma dinamiklerinden beslenerek örgütledi. Bugün TKPde yetişen genç komünist kuşağın, üniversite öğrencilerinin sosyalizm mücadelesine dahil olmalarının ve bu bağın sürekliliğinin sağlanmasının can alıcı önemini ampirik olarak doğruladığını görüyoruz. Üniversitede sürekliliği olan bir örgütlenmenin yaratılmasının yolunun partili mücadeleden geçtiği başından beri vurguladığımız teorik bir doğruydu.
Süreklilik, mücadelenin farklı düzlemlerinde aynı anda ilerleyebilmekle örgütlülükle mümkün. Solun öğrenci örgütlenmesinde belki en fazla mustarip olduğu başlık olan süreklilik sorunu, TKP’li Öğrenciler için kadrolaşmayla çözüldü. “Ne yaptığını bilen partili kadrolar…” Bugün TKP’nin bu başlıkta elinin son derece rahat olması ciddi bir emeğin ürünüdür. Komünist kadrolar hele hele zor, görece durağan bir dönemde kolay yetişmiyor.
Kadrolaşma, bir yanıyla teorik beslenmeye dayanıyor. Teorik gelişkinliği siyasetin önüne koyan kestirmeci-kolaycı bir üretim, yahut teoriyi tamamen önemsizleştirecek bir siyaset tarzı üniversiteli sol için yegane iki seçenek olarak sunulmaktayken, TKP’li Öğrenciler,bu iki kavramın birisinin diğerinin önüne konması halinde her ikisinde de ciddi zaaflar oluşacağını bilerek davrandı. Bir yandan sağlam bir teorik altyapı edinilirken, bir yandan da bu teorik birikim siyaset alanında yeniden üretilebildi.
Ancak marksist teorinin ötesinde, Partili komünist kimliğin kendisinin, üniversitelerde yaşamını mücadeleyle buluşturan gençler açısından, buluşmanın devamını temin edecek en etkili tutkal olduğunu söylemek mümkün. Ülkede yaprak kımıldamadığı, üniversitelilerin hocaları dahil beslenecek bir kanal bulamadıkları bir dönemde başka türlü olamazdı.
İdeolojik ve kültürel üretimin, toplumsal kimlik inşasının okullarda kendiliğinden gerçekleşmesinin koşullarının tamamen tükendiği bir dönemde Partili Öğrenciler, bir saldırı ve savunma aracı işlevini aynı anda görmüştür. TKP’li Öğrenciler, Türkiye kapitalizminin yarattığı ideolojik ve siyasal boşluğun, örgütsel ve siyasal zaaflar içererek kapatılmayacağına işaret etmişlerdir. Bu boşluğun, en etkili biçimde doldurulması için ellerindeki bütün olanakları seferber etmişlerdir.
Popülarite ve meşruiyet
Öte yandan öğrenci gençlik alanı için tespit ettiğimiz özgünlüğün öznenin çalışma tarzında dayattığı farklılık, örgütlenmeden çok, siyaset ve ideoloji üretimi, gündemlerin işlenmesi gibi başlıklarda ortaya çıkmaktadır. Bu özgünlüğü iyi yakalamak, kendilerini süreklileştirebilen kadroların, alanlarında da süreklileşebilmeleri açısından zorunludur.
TKP’li Öğrencilerin üniversitelerde yaptıkları basit bir cümleyle, “parti siyasetini kendi alanlarında yeniden üretmek” olarak tarif edilebilir. Ancak genç komünistlerin üniversitede siyaset üretirken temel amaçları, okul içinden ziyade, ülke bütününe hitap etmektir. Dolayısıyla üniversitede işlenecek gündemlerin de, doğal olarak bu bakış açısıyla belirlenmesi, ülke sorunları ile üniversiteler arasındaki organik bağların açığa çıkarılması ve ülke gündeminin üniversite yerelliğinde yeniden üretilmesi gerekmektedir.
Bu yeniden üretim ise üniversitenin kendi dinamiklerinin katkısını alarak topluma yeni bir biçimde aktarılmak durumunda. Popülarite, okul içindeki duyarlılıklara hitap etmek, meşruiyetse, okulda üretilen enerjiyi işçi sınıfına geri yansıtabilmek açısından zorunludur. Popülarite genç komünistlerin, emekçiler karşısına tüm gençliği temsil ettikleri iddiasıyla çıkıyor olmaları açısından gereklidir. Komünistler, burjuvazinin bıraktığı boşluğu üniversitelerde alan kapatma için kullanırken aynı zamanda gençliğin siyasal temsilcisi olarak sivrilme olanağı yakaladılar. Bu olanak çok önemlidir.
İkinci nitelik, yani meşruiyet ise, topluma iletilen mesajın algılanırken uyandırdığı intiba ile ilgilidir. Bu seferse toplumsal duyarlılık noktalarını iyi gözetmek zorunludur. Ancak kesin olan, siyaset üretiminde popülarite, meşruiyet, ciddiyet gibi özellikleri aynı anda taşımanın, birbiri ile çakışmayan duyarlılıkları birbirlerini besleyecek biçimde buluşturmanın ciddi bir yaratıcılık gerektirdiğidir.
Siyasal üslup ve hassasiyetler
Sırtını kendiliğinden yükselişlere dayayan bir öğrenci örgütlülüğünün başarılara imza atma şansı olduğu kadar, bu hareketlilik nesnel olarak ortadan kalktığı anda denge yitimine uğraması da muhtemeldir. Üniversitelerde dönemsel olarak açığa çıkan enerji hafife alınamaz. Ancak enerjinin korunumu siyasette koşulsuz bir doğru değildir. Burada kastettiğimiz bu çok değerli enerjinin ancak ne yaptığını bilen partili bir kadro toplamı tarafından korunacağıdır. Aksi takdirde ne kadar büyük olursa olsun mevcut enerji heba olur.
Elde edilen enerjiyi koruma, uzun vadeli kurguları gerektirmektedir. Yani hiçbir zaman üniversitenin heyecanına kapılarak uzun soluklu bir mücadelede olduğumuzu unutmadık. Burada kritik birkaç noktaya değinilebilir. Birincisi, farklı düzlemlerde ve farklı zaman ve mekanlarda elde edilen kazanımların birbirinin üstüne eklenebilecek nitelikte olmasıdır. Ancak burada sadece sürekliliği değil bir bütünselliği de vurgulamaya çalışıyoruz.
Öte yandan, somut kazanım elde etmenin kendisi, üniversiteli solun varolan ideolojik ve psikolojik zaafiyet tablosu içinde son derece önemli bir başlık haline gelmiştir. Bu durum yalnız üniversiteler için değil, tüm toplum için de geçerlidir. Bu ihtiyacın giderilmesi ve bir çok insanın “ütopya” olarak gördüğü işlerin altına imza atılabilmesi için üniversitelerin ciddi ek olanaklar sağladığı ortadadır: Örgütlü siyasetin imza attığı elle tutulur başarılar gerçek hacimlerinden daha fazla yer kaplayacaktır.
Tercih ve zorunluluk
TKP’li Öğrencilerin bugüne kadar üniversitelerdeki pratiklerinde işlettiği kurallar artık somut anlamda bir örgüt-siyaset tarzı oluşturmuştur. Az önce bahsettiğimiz konudan devam edersek; burjuvazinin üniversitelerde salgıladığı liberal ideoloji öyle ya da böyle karşılık bulmaktadır. Dolayısıyla ortada değişmesi gereken bir üniversiteli tipoloji olduğu herkesin görebileceği bir gerçek. Her anlamda; yaşam tarzı, alışkanlıkları, sorumlulukları, okuma(ma) alışkanlığıyla… Ancak burada çıkarılacak sonuç ve belirlenecek strateji son derece kritik: Üniversitelerin giderek kaybedilen alanlar olduğu tespiti üzerinden “işçi sınıfı fabrikalarda” şeklinde gülünç yaklaşımlar mı geliştirilecek? Yoksa her tür konformist yaklaşımı geride bırakarak üniversite öğrencilerini dönüştürmeye dönük müdahalelere mi başvurulacak? TKP’li Öğrenciler bu başlıkta da kolay olanı değil zor, iradeci, ama gerçekçi olanı bundan yıllar önce tercih ettiler ve hazırlıklarını buna göre yaptılar. Bu mantıkla örgütlendiler. Bu mantıkla kadrolaştılar. Bu mantıkla siyaset ürettiler, hareket ettiler.
Peki başka türlü olabilir miydi?
Üniversite nesnelliğinin heterojen niteliğinden bahsetmiştik; sonuç itibariyle bu nitelik, üniversite öğrencileri ve dahası hocalar arasında bir taraflaşmayı zorunlu kılmaktadır. Taraflaşma, cephemizde en ileri unsurları bir araya getirme, “ötekileri” ise karşımıza almak fiilidir; yani aslında tehlikeli bir eylemdir. Kırılma noktasını siz belirlersiniz, ancak tercihinizdeki yanlış hesap, örneğin sizi marjinal kalmaya da sürükleyebilir.
TKP’li Öğrencilerin kendilerine yarattıkları tarihsel avantaj, burjuvazinin meydanı görece boş bıraktığı bir dönemde üniversite içinde bu taraflaşmayı kendi cephemizi mümkün olduğunca geniş tutarak gerçekleştirebilmek olmuştur. Cepheyi geniş tutma tercihi, hem önemli bir alan açmış, hem de komünistlere ciddi bir dönüştürme misyonu biçmiştir ve yukarıda bahsettiğimiz iradî müdahaleciliği göreve çağırmıştır.
Bu müdahaleyi başlatmak ve yürütmek ise elbette ki örgütlü kimliğin sağladığı olanaklar sayesindedir, Partililik sayesindedir.
Üniversiteler siyasallaşmalıdır
TKP’li Öğrencilerin çeşitli pratiklerini somutlayarak devam edebiliriz. Ancak ilk olarak belirtilmesi gereken, yola çıkarken dillendirilen “üniversiteler siyasallaşmalıdır” yaklaşımıdır. Bir çok konuda düzenin söylediğinin tam tersini düşünmek son derece işe yarar bir pusula görevi görebilir! “Kışlaya, camiye, okula siyaset sokmak doğru değildir”i “siyaset en fazla buralarda yapılıyor” diye okumak gerek.
‘Eşit Parasız Eğitim’
1995-96 döneminde, yani Partili Öğrenciler çalışmasının gelişim yıllarına denk düşen kısa dönemde, sınırlı da olsa bir kendiliğinden hareketten söz etmek mümkündür. Sorun, harçlara yapılan yüzde üç yüz oranındaki zamdı ve üniversiteliler kitlesel olarak zamların geri alınması talebinin arkasında durmaktaydılar. Tabii bu tablonun, Gazi olayları, yoğun işçi eylemleri, Emek-Barış-Özgürlük Bloğu tarafından belirlenen bir atmosferde ortaya çıktığını hatırlatmak yerinde olabilir.
Ancak aynı zamanda özelleştirme saldırısının boyutlandırılmaya çalışıldığı bir dönemden geçilmekteydi. Dolayısıyla sadece harç zamlarının geri alınması üzerinden yürütülecek bir mücadelenin anlamı son derece sınırlı olacak, emekçilerin özelleştirme karşıtı tepkisiyle buluşması sayesinde kazanabileceği etkiden uzak kalacaktı.
TKP’li Öğrencilerin sürece müdahalesi asıl olarak bu noktada gerçekleşti. Amaç, sürecin siyasallaştırılması olarak belirlendi ve özelleştirmenin tüm boyutlarıyla karşıya alınmasının ötesinde, özel olarak eğitimde özelleştirme hedef alındı. Kritik olan, eğitimin paralı ve pahalı hale gelişinin, çok sayıda emekçinin çocuklarını okutma hayalini de yıkıyor olmasıydı. “Harçlara hayır” yerine öne çıkarılan “Eşit parasız eğitim” sloganının altında partili öğrencilerin imzası vardı.
Bu sürece müdahalenin ikinci boyutu ise, tüm topluma hitap kaygısının ve meşruiyet anlayışının eylemlere yedirilmesiydi. İstanbul Üniversitesinde gerçekleşen 29 Şubat İşgali iyi bir örnek olmuştur. Tarz olarak radikalliğinin ortaya çıkardığı topluma çarpık yansıma riski, velilerin de eyleme dışarıdan katılması, kameralar önünde kantinden alınan yiyeceklerin parasının toplanıp kantine bırakılması gibi düşünceli davranışlar sayesinde ortadan kalkmıştır.
‘Okulun gündemi’
Akademik, demokratik ve ekonomik mücadeleye, “doğrudan öğrenci gündemine” yaklaşımda, komünist öğrenciler farklı bir noktada durdu. Bu başlıklarda kalıcı kazanımlar elde etmek verilen mücadelenin siyasal ve ideolojik içeriği ile doğrudan ilişkili. Sözgelimi “özerk-demokratik üniversite” talebi siyasal ve ideolojik içeriğin ne olmaması gerektiğinin en bariz örneğidir. Bugün düzen devlet üniversitelerine özerklik vermenin hazırlığını yapmaktadır. Tıpkı özel vakıf üniversitelerinde olduğu gibi.
“Doğrudan öğrenci gündemi” olarak nitelendirilebilecek bir diğer başlık da YÖK karşıtlığı. Bizce YÖK’ün işlevi çok net. Devrimci yükseliş döneminde düzenin kontrolünden çıkan üniversiteleri zaptetmenin, ilerici öğelerin tasfiye edilmesinin, üniversitelerde apolitizmin ve gerici bir tahakkümün kurulmasının aracı olmuştur YÖK. YÖK’ün işlevselliği ile araç olma durumu bir arada değerlendirilmek durumundadır. Aslında bu durum düzenin her türlü aracı ve kurumsallığı açısından geçerlidir. Nihayetinde düzenin hiç bir zaman vazgeçemeyeceği bir YÖK’ten bahsetmek mümkün değildir.
Nitekim YÖK kimi açılardan düzene ayak bağı olmakta, bu başlıkta da bir restorasyon ihtiyacı ortada durmaktadır. Hal böyleyken komünist öğrenciler, kendilerini YÖK karşıtlığı ile sınırlayarak gericilerle ve düzenin farklı hizipleri ile aynı noktaya düşmektense, en başından itibaren “kapitalizmin üniversiteleri çöpe, yeni bir ülke yeni bir üniversite” dediler. İçeriği boşalan 6 Kasımlara farklı bir siyasi içerik taşıdılar.
Okulların gündemi ve eğitim sorunları işlenirken, çözüm için sosyalizme işaret edilmesi, üniversitede yapılan sol siyasetin mutlak ilkesi olmak zorundadır. Diğer tüm seçenekler, geçtiğimiz yıllarda çeşitli pratiklerce denenmiş ve başarısızlığı tescillenmiştir. Çünkü çözümün siyasallığı, bizim öznel tercihimiz değil, Türkiyenin gerçeğidir.
Türban neyi örtüyor?
Türban gündemi geçtiğimiz süreçte dinci gericiliğin en önemli mücadele başlığı olarak karşımıza çıktı. Türban, sahip olduğu mevzileri kaybetmek istemeyen gericiliğin simgesi oldu. Hatta restorasyon basıncı karşısında hükümeti terk eden gericiliğin, “türban”ı en ciddi direniş mevzisi seçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Öte yandan türban başlığında ortaya çıkan kafa karışıklığına karşın, komünistler net bir çizgi tutturdular. Askerlerin önderliğindeki restorasyonun gericilik karşısındaki duruşunun samimi olmadığını, aynı zamanda türban üzerinden dinci kesimlerin verdiği mücadelenin özgürlük mücadelesiyle hiçbir ilişkisi olamayacağını iddia ettik. Gericiliğin türban “mağdurluğu” üzerinden örtmeye çalıştığı sicilini deşifre ettik. Bunu yapmak için birazcık tarih bilgimize başvurmak ya da gerici eylemliliklerin başını Hizbullah, İBDA-C gibi insanlık düşmanı örgütlerin çektiğini görüyor olmak yeterli oldu.
Türkiye’de şeriat karşıtı ve aydınlanmacı bir kimliğe sahip olmadan verilecek iktidar mücadelesinin hiçbir şansı bulunmamaktadır. Ancak gericiliğin büyük bir özgüvenle sokakları doldurduğu dönemde sokağın asıl sahibinin kimler olduğunu göstermede başlarda yalnız kaldığımızı söylemek yanlış olmaz. Bu dönemde, bırakın bizimle birlikte gericiliğin karşısında durmayı, şeriatçılarla saf tutan ‘solcular’ dahi oldu. Gericiliğin boy hedefi haline gelmek pahasına solun onurunu kurtarma ve sol ile şeriatın bir arada anılmasının önüne geçme işinde öncülüğü komünistler üstlendi.
“Türban Neyi Örtüyor?” kampanyası Türkiye’nin dört bir yanında güçlü bir şekilde örüldü. Partili öğrencilerin çıkardığı broşür, diğer broşürlerimizle birlikte 1980 sonrası üniversitelerde en çok sayıda dağıtılan broşürlerden biri oldu. Kampanya sırasında engellemelerle hatta İzmir’de olduğu gibi şeriatçıların bıçaklı saldırılarıyla karşılaştık. Ama kampanyanın gerek alanlarda yükseltilen şeriat karşıtlığıyla, gerekse de inkar edilemeyecek etkinliği sayesinde görsel ve yazılı basında bulduğu yerle toplumun gündemine girmesi engellenemedi.
Önemli olan ilkeli olmak, toplumun vicdanı olabilmek ve doğruyu söylemekti. Ek olarak da kendine güvenmek ve siyasal akıldan doğan cesaret. İşte bu güven ve cesaret, Samsun’daki gerici eylemin ortasında dahi sesimizi yükseltmemizi sağlamış, üniversitelerde gericiliğe karşı duruşumuzun,aydınlanmacı ve şeriat karşıtı eylemlerimizin dayanağı olmuştur.
Bugün üniversitelerde dinci gericilik niceliğine oranla görece pasif bir konumdadır. Komünistlerin, dinci gericiliğe okullarda alan bırakmamaya dönük son derece titiz tavırları yalnızca bugün için değil, ülkenin geleceği açısından da son derece kritiktir. Müslüman ülkelerde karşılaşılan en ciddi sorunlardan birine okullarda gericiliğin yerleşmesine Türkiye’de izin verilmesi, şüphe yok ki işçi sınıfının kurtuluşunu çok ciddi biçimde zora sokardı. Dinci gericiliğin okullarda bugünkü görece çekinik durumunun en önemli nedeni başta arzuladıkları “mağdurların demokratik cephesi”nin kurulmasının önüne birilerinin geçmesi, aydınlanmacı bir karşı duruşun sergilenmiş olmasıdır.
Üniversitelerde aynı gerici toplam bugün de bulunmaktadır. Dediğimiz gibi, gericilerin mağduriyetleri de palavradan ibarettir. Türbanlı ya da türban takamayan erkek şeriatçılara dönük pek az yaptırım uygulandı. Daha sonrasında çıkarılan aflarla da pek çoğu okullara geri dönmüştür.
Ancak geç kaldılar. Aradan geçen süreyi komünistler, daha büyük ve etkin bir aydınlanmacı hegemonya kurmak üzere değerlendirdiler.
Antiemperyalizm
İdeolojik mücadelede TKP’li Öğrenciler hafızalarda en fazla iz bırakan faaliyetleri antiemperyalizm başlığında gerçekleştirmiştir. Bunun, herhangi bir seçim olmadığını belirtmeliyiz. Birincisi antiemperyalizm, sosyalist iktidar mücadelesinin olmazsa olmazlarından biri olmanın ötesinde, bugün yakıcılığını en fazla hissettirenidir. İkincisi, yazının başında bahsettiğimiz gibi Türkiye burjuvazisi üniversitelerde emperyalist ideolojiye kalıcı bir alan açmaya ve kendi kadrolarını yaratmaya çalışmaktayken, bu alanda gerçekleştirilecek oyun bozanlığın siyasi değeri son derece yüksektir.
Kısacası bu başlıkta da hem üniversite içinde kurulacak hegemonya, hem de toplumun diğer kesimlerine ve işçi sınıfına yönelik ideolojik besleme aynı anda birer amaç olmuştur.
Üniversitelerde antiemperyalist ve yurtsever bir bilinçlenme yaratma hedefiyle çalışan Partili Öğrenciler, hedefleri arasına IMF, NATO, Avrupa Birliği gibi emperyalist kurumların yanı sıra, Clinton, Cheney gibi emperyalist temsilcileri, öte yandan McDonalds, Sodexho gibi sembolik şirketleri yerleştirmiştir.
Gelenek’te daha önce de yer verilen bir başlık olarak ODTÜ McDonalds’ın kapatılması, yukarıda tarif ettiğimiz siyasi tarzın iyi bir örneğidir. Emperyalist kültürün önemli bir sembolüne karşı yürütülen kampanya, rengini ve kimliğini saklamadan, okulda geniş bir cephe yaratmayı başarabilmiştir. Aynı zamanda başından itibaren yalnızca okula değil ülkeye hitap etmeyi, antiemperyalist bir kimlik yaratımını gözetmiştir. Kampanya, yaratıcı, sürekliliği gözeten, iradeci ve kendi gündemini açabilen bir tarz sayesinde başarıya ulaşmıştır. McDonalds karşıtı kampanya, halkımızın somut kazanımlara duyduğu yakıcı ihtiyaca da cevap vermek üzere kurgulanmıştır; ODTÜ McDonalds, üniversitelerde tesis edilmeye çalışılan emperyalist tahakkümün -ilk bakışta fark edilmeyen- zayıf halkası olmuştur.
Üniversitelerde emperyalist kültürün, yaşam tarzının ve düşünce kalıplarının hakim kılınmaya çalışıldığı düşünüldüğünde, memlekete sahip çıkma ve yurtseverlik duyularının geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğu görülecektir. Bu doğrultuda AB projesinin bir satış projesi olduğu, liberal ahmaklığın en önemli dayanak noktası olan AB’ye karşı olmamız gerektiği çok yönlü olarak anlatılmıştır. AB karşıtlığını yaygınlaştırmak, önümüzdeki dönemlerde de üniversitelerde can alıcı bir mücadele başlığı olacaktır.
Bugün neredeyiz?
Üniversiteler komünist mücadelede önemlidir önermesi tamamen doğru olmakla birlikte kendi başına bir anlam ifade etmemektedir. Her iddiada olduğu gibi bu da ispatlanmaya ya da daha doğrusu pratikte yeniden üretilmeye muhtaçtır. TKP’li Öğrenciler pratiği bu gerçeği yeniden üretmiş ve güncelleştirmiştir.
Bugün, üniversiteler komünist hareketin burjuvaziden “adam çalma” alanı olmanın ötesine taşınmış ve komünist mücadele için kadro kaynakları haline gelmiştir. Bu kaynaklar mümkün olan en verimli şekilde değerlendirilmeye çalışılmaktadır. TKP’li Öğrenciler ülkemizde yeni yetişecek sol kuşağın müjdecisidir. Bu çalışma sayesinde her gün sosyalist Türkiye’nin kurucuları olacak genç insanlar, eşitlik ve özgürlük mücadelesi ile tanışmaktadır.
Bunun kadar önemli bir diğer husus ise üniversitelerin topluma hitap eden alanlar olmasıdır. Toplumun gözünde üniversiteler ne dediği takip edilen ve önemsenen kurumlardır. Memleketimizde okumuş olmak, hele üniversiteli olmak ciddi bir ayrıcalıktır. Bu üniversitelere ve üniversitelilere çok büyük sorumluluklar yüklemektedir. Komünist öğrenciler, işte bu ilişkinin son yirmi senelik dejenerasyonu karşısında tabloyu yeniden oluşturmaya, yalnızca komünist kimliği değil, üniversiteli kimliği de yeniden tarif etmeye başlamıştır.
Üniversiteler, TKP’li Öğrencilerin örgütlendiği tüm illerde yerelliğe uzanan ilerici bir damar oluşturmuştur; solun on yıllardır yerleşemediği bölgeler de dahil olmak üzere… Bir başka nokta, üniversitelerde yetişen kadroların, işçi sınıfı ve aydınlar içinde genç ve sağlam bir katman oluşturmaya başlamalarıdır.
Komünist öğrenciler dolambaçlı yollardan değil doğrudan parti çalışması ile bu noktaya geldiler. Üniversitelerde ne yapmalı ve nasıl yapmalı sorularının cevabına dair yeterince veri biriktirilmiştir. Üniversitelerde siyaset yapmalı, siyaseti de parti ile. Bu önermenin tersinden de doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Diğer yandan öğrencileri korkutmamak, doğrudan onların sorunlarına eğilmek gibi perspektiflerle ve öz örgütlülük mutlaklaştırmasıyla yola koyulanlar ise ne yazık ki pek yol alamadılar. Komünist öğrenciler ise siyasal ve ideolojik anlamda bir çok kazanım elde etmekle kalmadılar, aynı zamanda Türkiyenin dört bir yanındaki üniversitelerde en büyük örgütlü güç haline geldiler.
Komünist harekete okullardan aktarılan bu güç, kökeninde, nesnelliğin olanaklarını iyi tespit etmeye ve dahası, güçlü bir yaratıcılığa dayanmaktadır.
Hedef büyütmek…
Bu anlatılanlar başladığımız yerden şu an geldiğimiz noktayı tarif etmek içindi. Ancak kendimizi dev aynasında da görmüyoruz. Artık Partili Öğrenciler çok daha büyük sorumlulukların altına girmek zorunda.
Üniversitelerde yaratılan birikimin topluma aktarılması için daha gelişkin araçların üretimi, bu görevlerden biridir. Yeni bir aydın kuşağının yetişmesi, işçi sınıfı hareketinin gelişeceği ortamı da belirleyebilecektir. Bir diğer doğal görev, üniversitelerde daha yaygın örgütlenmektir. Buna, üniversitelerdeki ortamı ve tipolojiyi daha etkili biçimde belirlemek ve bir bütün olarak üniversitelerin çehresini değiştirmek eşlik edecektir. Akademisyen, emekçi ve öğrenci, üniversitelerin tüm bileşenlerini toplumun sol duyusu haline getirmemiz gerekiyor. Üniversiteleri liberal, faşizan ve dinci versiyonlarıyla bütün gerici ideolojilerden tamamen arındırmak gerekiyor. Bugünün yakıcı bir görevi olarak üniversiteleri emperyalizm ve savaş karşıtlığının kaleleri haline getirmek gerekiyor.
TKP’li Öğrenciler hedef büyütüyor…