Komplo teorisi meraklılarının SARS virüsü konusunda ne söyleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değildi: Söz konusu virüs başta Çin olmak üzere Uzakdoğu Asya ülkelerinin hızlı yükselişini durdurmak ve böylece dünya liderliği konusunda kendisine rakip olmalarını önlemek isteyen ABD tarafından geliştirilmişti. Bu virüsün yalnızca “sarı ırk”ı etkilediğini iddia edenler bile çıktı…
Çin dahil olmak üzere Uzakdoğu Asya ülkelerinin hızlı büyümesinin ardındaki en önemli etkenlerden birinin ABD şirketlerinin bu ülkelerdeki yatırımları olması komplo teorisi meraklıları tarafından en azından SARS virüsüne ilişkin olarak pek fazla “ilgi çekici” bulunmayan bir veri. Emperyalist ülkelere ucuz emek gücü cehennemleri sunan bu ülkelerin dış dünyadan kopmalarının her şeyden önce ABD şirketlerine zarar vereceği de… Çünkü komplo teorilerinin etkililiği bunların yeterince “sade” bir başka deyişle “basit” ve en doğru deyişle “sığ” olmasına da bağlı.
ABD-AB ilişkileri de uzun bir süredir benzeri sığlıktaki “analiz”lere konu oluyor. Ne yazık ki solda da hayli etkili olan inanışa göre 1970’li yıllardan bu yana ABD ile AB arasında şiddeti giderek artan bir liderlik mücadelesi yaşanıyor. Bu mücadeleyi AB’nin daha şimdiden kazanmış olduğunu iddia edenler bile var!
Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkileri çözümlerken rekabet boyutunu dışarıda bırakmak hiçbir zaman mümkün olmadı.
Ama ABD ile AB arasındaki rekabet ile ilgili olarak iki temel sorundan söz etmek gerekiyor.
Birincisi 1970’li yıllar ve sonrasında Avrupa emperyalizmi ile ABD emperyalizmi arasındaki güç dengeleri ABD emperyalizmi lehine değişmiştir.
İkincisi ve çok daha önemlisi Avrupa Birliği gerçek anlamıyla bir “birlik” oluşturmaktan fazlasıyla uzaktır. Bu nedenle AB üyesi ülkelerin ekonomilerine ya da askeri güçlerine ilişkin rakamları toplayıp bunlarla ABD’nin rakamlarını karşılaştırmak anlamsızdır. Her şey bir yana İngiltere’nin rakamları ille de başka rakamlarla toplanacaksa bunlar AB’nin değil ABD’nin rakamları olmalıdır.
ABD’nin asıl rakibinin Almanya olduğunu iddia edenler en azından elmalarla armutları toplama hatasına düşmemiş oluyor. Ama diğer taraftan bu iki ülkenin askeri ve siyasi güçlerinin yanı sıra ekonomik güçleri arasında da bir uçurum bulunduğundan ciddiye alınmaları daha da zorlaşıyor.
Gelenek’in geçen sayısında yer alan yazımda 1 ABD ile diğer emperyalist ülke ve ülke gruplarını karşılaştıran çok sayıda tabloya yer vermiştim. O yazıdaki tartışmalara dönmeden ABD ile AB (ve Almanya) arasındaki iktisadi dengeler üzerinde bir miktar daha durmakta yarar var. Çünkü bu dengeler AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin sınırlarını da çiziyor.
Euro bölgesi: Durum hiç de o kadar parlak değil!
Euro’nun ortaya çıkışı AB’nin önlenemeyen yükselişinin hayalini kuranları heyecanlandırmıştı pek doğal olarak. Bazılarına göre de Hitler’in hayali sonunda gerçekleşiyor Alman markı olmasa bile Almanya’nın istediği bir para birimi tüm Avrupa’da kullanılmaya başlıyordu. Önce dolar ardından da ABD tahtlarından indirilecekti…
Ancak Euro’nun ortaya çıkışından (1 Ocak 1999) sonraki dört yıl boyunca bu konu pek fazla tartışılmadı. Çünkü bu yıllar boyunca euro dolar karşısında sürekli değer kaybederek 1.17 dolardan 84 sente kadar geriledi.
Neyse ki 2003 yılı geldi ve Euro’nun yükseliş dönemi başladı. Geçtiğimiz dört yıl boyunca ağızlarından ABD’nin Avrupa’yı ezip geçtiği yönünde herhangi bir söz çıkmayan kimileri, ABD egemenliğinin sonunun geldiğini ilan etmekte gecikmedi.
Peki euro neden yükselişe geçti?
Para birliğine dahil olan ülkelerin ekonomileri hızlı bir büyüme dönemine girdiği için mi?
İlgisi yok!
Öncelikle 1980’li ve ‘90’lı yıllarda ne olup bittiğine bir göz atalım…
Tablo 1: Bazı ülke ve ülke gruplarının
gerçek büyüme oranları (GSYİH yüzde)
Kaynak: IMF World Economic Outlook October 1999.
Tablo 1 euro bölgesi ekonomilerinin 1980 ile 1998 yılları arasında ABD liderliğini tehdit etmek bir yana ABD ekonomisinin büyüme hızına bile ulaşamadığını gösteriyor.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha var.
Dünya kapitalizmi 1970’li yıllardan bu yana uzun süreli bunalım dönemlerinden birini yaşıyor. Kapitalizmin bunalım döneminde AB ekonomileri yeni bir dönemin liderliğini üstlenebilecekleri yönünde herhangi bir işaret vermiyor. Aksine bunalım AB ekonomilerini çok daha fazla etkiliyor. Diğer yandan reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında ortaya çıkan yeni sömürü olanaklarının da AB ekonomilerinden çok ABD ekonomisi tarafından değerlendirildiği anlaşılıyor.
Kuşkusuz burada iki farklı soru sorulabilir. Birincisi 1998’den sonra ne oldu? İkincisi Almanya’nın durumu ne?
Son altı yılın büyüme rakamlarını incelemekte yarar var.
Tablo 2: Bazı ülke ve ülke gruplarının gerçek büyüme oranları (GSYİH yüzde)
Kaynaklar: IMF World Economic Outlook October 1999 May 2001 April 2003.
Tablo 2 çok açık bir şekilde gösteriyor: 2001 yılı dışında son altı yıl boyunca ABD ekonomisi diğer emperyalist ülke ekonomilerinden çok daha hızlı bir şekilde büyümüş.
ABD ekonomisinin düşüş yılı olan 2001 AB ve euro bölgesi ekonomileri için de pek parlak bir yıl olmamış. Asıl önemlisi ABD ekonomisi 2002 yılında bir miktar toparlanırken AB ve euro bölgesi ekonomileri gerilemeye devam etmiş.
Bu da son derece doğal. 1990’lı yılların başından bu yana dünya ekonomisinin motor gücünü ABD ekonomisi oluşturuyor. ABD ekonomisinin yavaşlaması AB ve euro bölgesi ekonomileri açısından da felaket anlamına geliyor.
Ya Almanya?
Yine Tablo 2’de görüldüğü üzere Almanya, Avrupa’nın en yavaş büyüyen ülkelerinden biri.
Almanya’nın tek sorunu yeterince hızlı büyüyememek değil. Dünyanın en büyük ihracatçılarından biri olan Almanya’nın dünya ticaretindeki payı 1990 yılında yüzde 12.2’ydi. Bu oran bugün yüzde 9.5’e gerilemiş durumda. 2 Üstüne üstlük euro’nun dolar karşısındaki hızlı yükselişi Almanya’nın ihracatına yeni bir darbe vuracak. Bu da ekonominin küçülmesi ve işsizliğin artması anlamına gelecek. Nitekim Almanya’nın sınai üretimi 2002 Mart’ı ile 2003 Mart’ı arasındaki 12 aylık dönemde yüzde 0.4 oranında azaldı. 3
Emperyalist ülkelerdeki işsizlik oranları da bu ülkelerin ekonomileri hakkında bazı fikirler veriyor.
Tablo 3: Bazı ülke ve ülke gruplarında işsizlik oranları (yüzde)
Kaynaklar: IMF World Economic Outlook October 1999 May 2001 April 2003.
Almanya’daki işsizlik oranının 2003 yılında yüzde 10’u aştığını eklemekte yarar var.
Avrupa Para Birliği’nin önde gelen savunucularından Almanya aynı zamanda euro’nun “sağlam”lığını güvence altına alacak katı kurallar konmasında ısrarlı olmuştu. Bu kurallar arasında para birliğine üye ülkelerde bütçe açıklarının GSYİH’lerinin yüzde 3’ünü geçmemesi de vardı. Söz konusu eşiği aşan ülkeler GSYİH’lerinin yüzde 0.5’ine varan oranlarda ceza ödeyecekti. Ve bu konudaki en ısrarlı ülke olan Almanya 2002 yılında söz konusu eşiği aştı! Tabii herhangi bir ceza ödemedi…
Öyleyse euro neden değer kazanıyor?
Başka şeylerin yanı sıra ABD de bunu istediği için!
ABD ekonomisinin son yıllardaki büyümesinin nedenlerinden biri yüksek miktarlardaki yabancı sermaye girişleriydi. Yüksek faiz oranları ve borsa kazançları için ülkeye akan yabancı sermaye ABD dolarının değer kazanmasına yol açarken artan ithalatın finanse edilmesini sağlıyordu. ABD’nin ithalatının artması başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri açısından da olumlu bir gelişmeydi.
Ancak sonsuza kadar bu şekilde devam etmesi mümkün değildi. Borsaların çökmesi ve 2001 yılındaki krizin ardından ABD Merkez Bankası’nın (Federal Reserve) faiz oranlarını yüzde 1.25’e kadar düşürmesi yabancı sermaye girişlerini yavaşlattı. Sonuçlar arasında doların değer yitirmesi de var. Doların düşüşü ithalatın azalmasını ve ihracatın artmasını isteyen ABD yönetimi tarafından da destekleniyor. Avrupa Merkez Bankası’nın “sıkı para” politikalarında daha ısrarlı olması ve faiz oranlarını yüksek tutması ise euro’nun yükselişini destekliyor. AB ülkelerinin ihracatının düşmesi pahasına… Kısacası ne ABD’yi üzen ne de AB ülkelerini sevindiren bir yükseliş bu!
Kuşkusuz euro’nun yükseliş döneminde dünya üzerindeki pek çok kişi kuruluş ve hatta merkez bankası ellerindeki dolarları bozdurup euro almak isteyecektir. Tıpkı 1970’li yıllarda dolar bozdurulup Alman markı satın alınması gibi… Ama nereye kadar Yalnızca euro’nun artık daha fazla yükselmeyeceği düşünülen noktaya kadar…
Avrupa “önlem” almaya çalışıyor…
Aralarında kimi solcuların da bulunduğu Avrupa (ve Almanya) hayranlarının pohpohlamaları Avrupalı emperyalistleri ve hükümetlerini rahatlatmaya yetmiyor elbette. AB ülkelerinin emperyalistler arası rekabette yirmi yılı aşkın süredir kaybetmesi karşısında bir şeyler yapmak istiyorlar.
2000 yılında ortaya atılan “Lizbon Gündemi” bu kaygının ürünüydü. Avrupalı liderler 2010 yılına kadar AB ekonomilerini rekabet gücü en yüksek ekonomiler haline getirme hedefini koydular önlerine.
Şu ana kadar alınan sonuçlar pek fazla iç açıcı değil. Ama önlerinde daha yedi yıl var!
Peki bu amaç doğrultusunda ne yapıyorlar?
ABD ve İngiltere bugüne kadar ne yaptıysa onu!
Örneğin başta enerji olmak üzere stratejik sektörlerde “serbestleştirme”ye bir başka deyişle özelleştirmelere başvuruyorlar… Çalışma koşullarını “esnek”leştirirken vergileri ve sosyal güvenlik harcamalarını azaltmayı hedefliyorlar…
Haftalık Der Spiegel dergisinin 19 Mayıs 2003 tarihli sayısının kapağı Almanya’nın bugünkü gündemine ilişkindi: “YALANLAR ÜLKESİNDE GERÇEĞİN SAATİ”.
Ekonomi krizdeydi vergi gelirlerinde felaket derecesinde bir düşüş vardı ve devlet mekanizması tıkanmıştı… Yıllardır ertelenen “reform”ların artık hızla hayata geçirilmesi gerekiyordu… İşsizlik yardımları sosyal yardımlar ve emekli maaşları azaltılmak emeklilik yaşı yükseltilmek sosyal güvenceler sınırlandırılmak zorundaydı… Hükümetin Mart ayında gündeme getirdiği ve iş yasalarının “esnek”leştirilmesini öngören paket hızla kabul edilmeliydi… Vergilerin düşürülmesi sağlanmalıydı… Dahası Almanya Anayasası’nın da “rekabet” ilkeleri doğrultusunda yenilenmesi gerekiyordu!
Benzeri “reform”lar diğer AB ülkelerinin yanı sıra AB’nin bir diğer yavaş büyüyen ülkesi olan Fransa’nın da gündeminde.
Tüm bunlar AB ekonomilerinin bağımsız bir büyüme dinamiğine sahip olmadığını bir kez daha gösteriyor. Dünya kapitalizminin ve özelde de ABD ekonomisinin krizi AB açısından bir öne geçme fırsatı anlamına gelmiyor. Aksine AB ekonomilerinin ayakta tutulabilmesi için elde kalan tek yol emek gücü sömürüsünün ve emperyalist sömürünün yoğunlaştırılması.
Der Spiegel’in aynı sayısında ABD ile Almanya arasındaki siyasi ilişkilere ilişkin bir haber de vardı… Habere göre Almanya hükümeti ABD’nin Berlin’de bir “rejim değişikliği” için girişimlerde bulunduğu kaygısını taşıyormuş. 2006 seçimlerinde CDU’nun (Hıristiyan Demokrat Birlik) başbakan adayı olabilecek isimlerden biri olan Roland Koch’a ABD ziyareti sırasında ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile görüşme olanağı sağlanmış. Koch’un ABD’ye varmadan önceki beklentisi Bush’un güvenlik danışmanı Condoleezza Rice’ın yardımcısı ile görüşmekmiş! Cheney ile görüşme planlanandan 7 dakika uzun sürmüş (37 dakika). Ama hepsinden önemlisi bu görüşmenin sonunda ABD Başkanı Bush “tesadüfen” uğramış ve bir süre de onunla görüşmüşler. Diğer yandan ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell da Almanya ziyareti sırasında muhalefetteki CDU’nun lideri Angela Merkel’e Başbakan Schröder’e ayırdığından daha fazla zaman ayırmış…
Ayrıntıları ve bunların gerçekliğini bir yana bırakalım… Herhangi bir basın organında tersi bir haberin çıkabileceğini düşünüyor musunuz Almanya’nın ABD’de bir rejim değişikliği gerçekleştirmek için girişimlerde bulunduğu iddiasını kim ciddiye alırdı
AB üyeliğini kim neden istiyor
Türkiye’de üç farklı tür AB’ciliğin bulunduğu söylenebilir.
AB’ye üyelik hedefi egemen sınıf açısından Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki konumunu koruma çabası anlamına geliyor. Türkiye’nin iktisadi açıdan AB’ye bağımlı olduğu bir gerçek. Ancak egemen sınıfın AB’ciliğinin temelinde iktisadi beklentiler değil siyasi kaygılar var. Türkiye burjuvazisi Avrupa Birliği’ne üyeliğin yardım ya da sermaye akışı anlamına geleceğini düşünecek kadar saf değil. Üçüncü sınıf bir üyeliğe çoktan razı olmuş durumdalar. Yeter ki Avrupalı emperyalistler Türkiye’yi tümüyle gözden çıkarmasın!..
Aralarında çok sayıda “solcu”nun da bulunduğu aydınlar Avrupa Birliği’ni demokrasi insan hakları ve caddelerin temiz olması anlamında bir “uygarlık” projesi olarak görüyor. Bu kesim AB üyeliğinin geniş kitlelerin yaşam standartlarını yükseltip yükseltmeyeceğinden emin değil. Ama en azından aralarında kendilerinin de bulunduğu bir azınlığın “yaşam kalitesi”nin yükseleceğinden eminler…
Geniş kitlelerde yaratılan beklenti ise AB ile birlikte ücretlerin yükseleceği ve sosyal hakların genişletileceği…
En boş ve en yanlış olanı pek doğal olarak geniş kitlelerde yaratılan beklenti…
Gündemlerinin ilk sırasında kendi işçilerine saldırmak olan Avrupalı emperyalistler Türkiyeli emekçilere daha fazla sömürüden başka ne vaat edebilir ki?
Tam da bu nedenle AB ile ilişkilerin siyasi boyutları üzerinde uzun uzadıya duran sermaye medyası işin iktisadi yanını neredeyse hiç anmıyor. Halbuki başta “Kopenhag Kriterleri” olmak üzere “genişleme süreci”ne ve özel olarak Türkiye’nin üyelik sürecine ilişkin metinlerinde iktisadi değerlendirme ve talepler çok daha ağırlıklı bir yere sahip. Örneğin Ekim 2002 tarihli İlerleme Raporu’nun iktisadi meselelerle ilgili bölümleri siyasi bölümlerin neredeyse üç katı uzunlukta.
Avrupa Birliği her şeyden önce IMF ve Dünya Bankası programlarının aksatılmadan uygulanmasını istiyor. Halkı AB’cilikle uyutmak isteyenlerin bunu gizlemeye çalışmasından doğal ne olabilir?
İlerleme Raporu’nda tütün şeker elektrik telekomünikasyon ve doğalgaz piyasalarının “serbest”leştirilmesine yönelik adımlar takdir edilirken tarım sektörünün serbestleştirilmesi konusunda yeterince hızlı hareket edilmediği vurgulanıyor. Bir başka deyişle 2013 yılına kadar kendi tarım üreticilerini desteklemeye devam etmeye karar vermiş olan AB ülkeleri Türkiye’ye daha fazla tarım ürünü satmak istiyor. İlerleme Raporu’ndaki diğer eleştiriler arasında özelleştirmeler ve yabancı sermaye girişlerinin önündeki engellerin kaldırılması konularında yavaş kalınması da var. Benzer şekilde TEKEL’in daha hızlı bir şekilde yeniden yapılandırılması (yani özelleştirilmesi) ikinci el otomobil ithalatının tümüyle serbest bırakılması ve “fikri mülkiyet” hakları ile ilgili düzenlemelerin sıkılaştırılması isteniyor. 4
Tüm bunların geniş kitleler açısından daha fazla işsizlik ve daha fazla yoksulluk anlamına geleceğini ayrıca tartışmaya gerek var mı?
AB’cilik sığlaştırıyor…
Avrupa Birliği savunucuları çeşit çeşit… Daha “rafine” yaklaşımlar geliştirmeye çalışanları açık yalan ve çarpıtmalara daha az başvururken “dışarıda kalmanın” doğuracağı vahim sonuçları vurguluyor.
Bunlardan biri eskiden solcu kabul edilen Murat Belge şunu iddia ediyor:
“(…) Batı’da gördüğümüz (…) sistem genel olarak var olanların içinde demokrasiye katılıma sivil değerlerin gelişmesine en yatkın olanı.” 5
Belge’nin “AB demokrasisi” hakkında ilginç saptamaları var:
“Aslında Birlik içinde olan birçok Avrupa ülkesinde bile halk katına inildiğinde neyin ne olduğu karışıyor. Birçokları Birlik sürecine egemen olan bürokrasi-teknokrasi-Avrokrasi tutumunun toplumları yeterince bilgilendirmediğini Maastricht gibi teknik yanı ağır basan metinlerin anlaşılamadığını vb. söylüyor.” 6
Avrupa halkları bile neyin ne olduğunu kavrayamazken Türkiye halkının berrak düşüncelere sahip olamayacağını vurgulayan Belge bu durumdan hiç de o kadar rahatsız değil:
“Ancak sonuçta halk arasında ‘Hayır katılmamalıyız’ diye bir irade olmadığı anlaşılıyor. ‘İyi olur’ diyenlerden bazılarının gerekçelerini beğenmeyebilir ya da geçerli bulmayabiliriz. Örneğin eminim ki birçokları kafalarındaki bulanık bilgilerle bu takdirde ‘serbest dolaşım’ yolunun açılacağını düşünüyordur. Ama bunlar da önemli değil; bütün toplumlarda genel irade böyle belirlenir eğilimler böyle billurlaşır.” 7
Aynen böyle!
“Demokrasi” dediğiniz başka nedir ki?
Kafalardaki bulanık bilgilerle “genel irade” belirlenir eğilimler billurlaşır…
Murat Belge’nin kitabı birkaç istisna dışında daha önce Radikal gazetesinde yayımlanmış olan yazılarından oluşuyor. Yazıları toplu olarak okumak gerçekten de yararlı; AB’ciliğin Belge gibi bir “entelektüel”i bile ne kadar sığlaştırdığını çok daha rahat kavrıyorsunuz.
1 Aralık 2000’de “Son Mohikan” başlıklı bir yazısı yayımlanmış. Şu satırlarla başlıyor:
“Bir süredir sık sık söylediğim bir şey var; ‘Doğu Avrupa komünizmi göçtükten sonra dünyada son Sovyetik toplum olarak Türkiye kaldı.’” 8
Ne kadar özgün değil mi?
Belge Türkiye’deki sermaye siyasetçilerinin ve liberallerin tezlerini “kendi cümleleriyle” tekrarlıyor. Ne kadar başarılı olduğunu siz takdir edin:
“TÜSİAD’da ekonomik konular ister istemez politik konularla iç içe geçiyor. Türkiye’de ekonominin kaderi bu: Siyasetin ekonomi üstündeki sultası. Son ‘kriz’ olayında açıkça gördüğümüz gibi ekonominin krizini yaratan da siyasi karar mekanizması.” 9
“Siyasetin ekonomi üstündeki sultası”nı kaldırmak yani kitleleri iktisadi karar alma süreçlerinin tümüyle dışına itmek Avrupa Birliği projesinin en temel unsurlarından biri. Bunu savunan Belge’nin IMF’yi bile sahiplenme noktasına gelmesi son derece doğal:
“Karşımıza kimi zaman ‘IMF’ kılığında kimi zaman ‘ABD elçisi’ veya ‘AB’ kılığında çıkan ama asıl kimliğinin ‘emperyalizm’ olduğunu bildiğimiz bu öznenin bu küstah davranışları eleştiriliyor. Şunu merak ediyorum: eleştirenler şu anda uluslararası düzeyde giden bu olayın bireysel günübirlik hayattaki benzeriyle karşılaşsalar nasıl davranırlardı Sözgelişi ailenin sicilli haylazı paraları batırmış hasta karısına ilaç alsın diye verdiğin paraları da barda ezmiş gene para istiyor… Teminat istemeden aldığını gene çarçur etmesini nesnel biçimde önleyecek garantiler talep etmeden verirler miydi acaba o istenen yekunu Doğrusu hiç sanmıyorum. Niçin vermeyeceklerinin en iyi açıklamalarını da zaten kendileri bulur söylerlerdi.” 10
Murat Belge sözünü ettiği “sicilli haylaz”ın son yirmi yıl içinde yaptığı anapara ve faiz ödemelerinin yeni aldığı borçlardan çok daha fazla olduğunu ve evi yıkıldığında da kendisine “yardım” niyetine son kullanma tarihi geçmiş ilaçların verildiğini bilmiyor olabilir mi?
Olabilir…
Ama cehalet asla bir argüman olamaz!
Afganistan’a dönme korkusu…
AB’nin dışında kalacak bir Türkiye kabusunu en fazla yaşayanlar arasında solcu ve aydın olarak bilinen insanlar da var.
Korkuyorlar çünkü başka bir alternatifin şekillendirilebileceğine inanmıyorlar.
Eğer AB’ciliğin tek alternatifi mevcut durumun bir şekilde korunması olsaydı haklı olurlardı! Gerçekten de AB’ye üçüncü sınıf üyelik yolunda ilerleyen bir Türkiye AB’ye üyelik hedefinden uzaklaşan bir kapitalist Türkiye’den daha kötü olamaz. Dahası AB ile bağlarını tümüyle koparan bir kapitalist Türkiye ABD’ye çok daha kölece bağlanmak zorunda kalır…
Bir an için farklı bir alternatifin bulunmadığını kabul edelim…
Bu kadar çok korkmaya gerek var mı?
Türkiye’nin AB rotasından sapmasına kim yol açabilir?
AB üyeliğinden yana olduklarını her fırsatta yineleyen askerler mi AB üyeliği için başka herkesten daha fazla çaba harcayan gericiler mi Bir zamanlar “onurlu üyelik” lafları eden ama bugün siyaset sahnesinden neredeyse tümüyle silinmiş olan Mümtaz Soysal Şükrü Sina Gürel hatta Bülent Ecevit gibi kişilikler mi?
Kapitalist Türkiye’nin önünde AB’cilik dışında tek bir seçeneğin bulunduğundan söz edilebilir: ABD’cilik…
Ama Türkiye’nin “aşırı ABD’ci” bir rotaya girerek AB hedefinden uzaklaşabileceğini iddia etmek çok daha büyük bir saçmalık olacaktır; çünkü Türkiye’nin AB üyeliği her şeyden önce bir ABD projesidir! Nitekim bugün Türkiye eskisine göre çok daha ABD’ci bir rotaya girerken AB’ye üyelik hedefinden bir nebze olsun uzaklaşmış değildir.
AB’nin dışında kalma korkusunu içten bir şekilde hissedenler doğru hedef belirlemekten bile aciz. Avrupa Birliği’nin net bir Türkiye politikası geliştirememiş olması AB’ye üyelik sürecine direnç oluşturduğu iddia edilen düzen içi odaklardan çok daha ciddi bir sorun.
Ya insan hakları ve demokrasi konularındaki ayak sürümeler
Bugün Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki en büyük engellerin bunlar olduğunu iddia edenler ya cehaletlerini sergiliyor ya da düpedüz yalan söylüyorlar. 11
İnsan hakları ve demokrasi her şeyden önce solu aydınları ve Kürt dinamiğini hizaya sokmak için kullanılan yemler.
İnsan hakları ve demokrasi istiyorsak AB’nin Türkiye’den istediği her şeyi bir paket olarak kabul etmek zorundayız. Ne de olsa onların kurduğu kulübe katılmak isteyen biziz! Öyleyse bu kulübün kurallarını kabul edecek “serbest piyasa” düzeninin gereklerini yerine getirecek IMF ve Dünya Bankası’nın önümüze koyduğu programları uygulamaya devam edecek özelleştirmelere alkış tutacak “tarım reformu”nun hızlandırılmasını isteyecek sosyal harcamaların kısılması için elimizden gelen katkıyı koyacak eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesine sesimizi çıkarmayacak “fikri mülkiyet” haklarını her şeyden kutsal bilecek bu ülkenin çocuklarını Avrupa Ordusu’na sorgusuz sualsiz kaydedecek bölgesel eşitsizliklerin daha da artmasını ve en yoksulların daha da yoksullaşmasını kader sayıp AB’nin sadaka fonlarına ve AB denetimindeki “sivil toplum” kuruluşlarının yardımlarına bel bağlayacağız…
Nitekim bir tür “kölelik” yasası olduğunu ve işçi sınıfı için hem işsizlik hem de yoksullaşma anlamına geleceğini bugün en sağcı sendikacıların bile kabul ettiği İş Yasası tam da AB’nin talep ve beklentilerine uygun bir şekilde hazırlanarak yürürlüğe sokuldu. Dahası bu yasanın hazırlık sürecinde AB’nin pek bir önemsediği “sosyal diyalog” ihmal edilmedi ve sendikaların belirlediği uzmanlardan da yararlanıldı.
Peki bütün bunları kabul ettikten sonra insan hakları ve demokrasi ne işimize yarayacak?
Aa ne ayıp! Hiç böyle söz olur mu İnsan hakları ve demokrasi “araçsallaştırılamaz” onlar kendinde amaçlardır!
Asıl dert bunu kabul ettirmek. İnsan hakları ve demokrasi kendinde birer amaç olarak görüldüğünde bir başka deyişle bunların sermaye düzeni tarafından ihlal edilmesine yol açan her tür talep ve mücadeleden vazgeçildiğinde kimsenin kafasını kırmaya gerek kalmaz!
Aksi durumda ne olacağı konusunda Avrupa ülkelerinden ders almak her zaman mümkün. Tıpkı eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın daha önce somut örneklerini gösterdiği gibi…
İngiltere’nin İrlanda meselesini hal yoluna sokmak için kullandığı “kirli savaş” yöntemlerini Almanya’nın devrimcileri cezaevlerinde katletmesini Gladio tipi örgütlenmeleri Yugoslavya halklarının üzerine yağdırılan bombaları ve daha yüzlerce örneği bir yana bırakalım…
Avrupa’ya “yasadışı” yollardan giren (daha doğrusu sokulan) ve Avrupalı kapitalistler tarafından tam anlamıyla kölelik koşullarında çalıştırılan milyonlarca göçmenin her tür “demokratik” haktan yoksun bırakılmalarını da…
Bunları kolaylıkla bir yana bırakabiliriz çünkü Avrupa Birliği Batı Avrupa’nın “sıradan” yurttaşları açısından da burjuva demokrasilerinde olduğu varsayılan en biçimsel hakların bile ortadan kaldırılması anlamına geliyor.
Avrupa halkları “para birliği”ni gerçekten istemiş miydi?
Bu konuda kesin yargılara varmak hiç kolay değil çünkü birkaç istisna dışında referanduma başvurulmadı. Referanduma başvuran ülkelerde sürecin ne kadar “demokratik” bir şekilde işlediği bir başka deyişle halkın ne ölçüde ve ne şekilde bilgilendirildiği ayrı mevzu…
Burada söz konusu olan basit bir teknik mesele değil. Para birliğinin koşulları arasında birliğe katılacak olan ülkelerde “bütçe disiplini”nin sağlanması da vardı. Birliğe katılmak isteyen ülkelerin hükümetleri kabul edilme kriterlerine uyabilmek için her şeyden önce sosyal harcamaları kısma yoluna gitti. Bu ülkelerin halkları bunu istemiş miydi?
Ya “bağımsız” bir kurum olarak Avrupa Merkez Bankası’nın oluşturulması Avrupa halkları bunu da fazla tartışamadı; çünkü bu tür kurumların “bağımsız”lığının kendileri açısından somut olarak ne anlama geleceği konusunda pek az şey biliyorlardı. 12
Bugün bir “Avrupa Anayasası”nın hazırlık faaliyetleri yürütülüyor. Anayasa ulusal iktidarların yetkilerinin bir bölümünü daha Avrupa Birliği’nin merkezi organlarına devrederken her bir ülkenin veto hakkı bulunan konu başlıklarının sayısını azaltacak. Ve pek çok Avrupa ülkesinde Avrupa Anayasası için bile referanduma gidilmeyecek. 13
Bu arada Avrupa Birliği’nin merkezinde duran ülkeler birliğin ekonomik açıdan geri ülkelerinin karar alma süreçlerindeki ağırlığını azaltmaya çalışıyor. Zaten herhangi bir yeni düzenleme yapılmasa bile birliğin genişlemesi başta Almanya Fransa ve İngiltere olmak üzere AB’nin “çekirdek”ini oluşturan ülkelerin ağırlığının artması anlamına geliyor. Çünkü üye sayısı arttıkça güçlü ülkelerin her bir başlıkta uygun koalisyonlar kurmaları kolaylaşıyor. Zaten bugün bile en güçlü üç AB ülkesinin üzerinde ortaklaştığı herhangi bir konuda aksi yönde bir kararın alınması fiilen olanaksız.
Tüm bunların ötesinde bugün dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de siyasal partiler aynılaşırken itibarsızlaşıyor. “Sosyal demokrat” sıfatını koruyan partiler ile muhafazakar ya da liberal partilerin siyasal programları arasında hiçbir fark kalmamış durumda. Bunun sonuçları arasında seçimlere dönük ilginin azalması da var.
Seçimler anlamsızlaşırken üye tabanları ciddi oranlarda daralan sendikalar tam anlamıyla devlet kuruluşlarına dönüşmüşken “sivil toplum” kuruluşları AB’nin ulusal iktidarların ya da doğrudan sermaye gruplarının denetimi altına girmişken “katılım”dan söz etmek mümkün olabilir mi?
“Avrupa demokrasisi” denen şey geniş kitlelerin depolitizasyonu üzerine kuruludur. Avrupa Birliği’nin temel işlevlerinden biri geniş kitlelerin siyasal karar alma süreçlerini etkileme olanaklarını daha da sınırlandırarak depolitizasyon sürecini hızlandırmak ve derinleştirmektir.
Avrupa halklarının ezici çoğunluğunun Irak Savaşı’na karşı çıkmasına Avrupa ülkelerindeki kitlesel gösterilere üstüne üstlük Almanya ve Fransa’nın da muhalefet etmesine karşın Avrupa ülkelerinin ezici çoğunluğunun ABD’nin yanında saf tutmuş olması “Avrupa demokrasisi” denen şeyin sınırlarına işaret ediyor. Almanya İngiltere ve Fransa’nın üzerinde anlaştığı herhangi bir konuda milyonlarca insanın sokağa dökülmesi bile pek az anlam ifade edecektir.
Bugünün dünyasında bundan daha ileri bir “demokrasi”nin olamayacağını bundan daha fazla “katılım”ın mümkün olmadığını iddia etmek insanlıktan umudu tümüyle yitirmiş olmaktan başka bir anlama gelebilir mi?
Liberallerin ve liberalleşen solcuların ortak değerlendirmesi “bu halk adam olmaz” şeklinde özetlenebilir.
Tersinden de söylenebilir: İnsanlıktan ve insanlardan umudu kesenler liberalizme kayar. Sosyalizm mücadelesine bir ucundan bulaşıp sonra da çocuklarına “aslında sosyalizm iyi bir şey; ama insanlar kötü” nutukları atanlar söylediklerine kendileri de inanıyor elbette…
Peki “Avrupalı” olmak daha bir kültürlü daha bir uygar olmak anlamına geliyor mu?
Avrupa’nın en çok okunan gazete dergi ve kitapları ya da en çok izlenen televizyon kanal ve programları Türkiye’de olduğu gibi en pespaye olanları. Irkçı/faşizan ideolojiler Avrupa’da da kolaylıkla taban bulabiliyor. İnsanlığın bilimsel ve teknolojik kazanımlarına ilişkin bilgisizlik Avrupa’da da insanların bu kazanımlarda kendi kaderlerini ellerine alma olanaklarını görmeleri yerine asılsız korkulara yol açıyor.
Kuşkusuz Avrupalı insanların yerlere daha az tükürmek çöplerini sokak ortasına bırakmamak (ve hatta bunları tasnif etmek) gibi meziyetlerinin bulunduğundan söz edilebilir. Ama bunlar da gelir düzeylerinin ve yaşam standartlarının yüksekliği ile ilgili.
Aydınlanmacılığı çoktan unutmuş olan Avrupa burjuvazisi 14 egemenliğini tıpkı Türkiye burjuvazisi gibi aptallaştırılan kitlelerin daha kolay yönetilmesine ve yönlendirilmesine borçlu.
Ya Kürtler
Kimileri hemen soracaktır: İyi ama Avrupa’nın zorlamasıyla gelecek olan insan hakları ve demokrasi en azından Kürt yoksulları üzerindeki baskının biraz olsun azalması anlamına gelmeyecek mi?
Kürt yoksulları neden baskı altındaydı Daha fazla sömürülebilmeleri için… Daha fazla sömürülmeyi kabul ettikten sonra Kürtçe konuşmaları serbest bırakılsa ne olur bırakılmasa ne olur.
Doğu Avrupa ülkelerini ucuz emek gücü cehennemleri haline getiren Avrupa emperyalizminin Kürt emekçileri için bundan daha iyisini düşündüğünü kim söylüyorsa yalan söylüyor.
Aslına bakılırsa Avrupa’nın ne kadar “çoğulcu” olduğunu da tartışmak zorundayız.
Almanya’nın yurttaşlıkla ilgili yasaları yakın geçmişte yapılan reformlar sonrasında bile dünyanın en ırkçı yasaları arasında kalmaya devam ediyor. Almanya’daki Türkler ve Kürtler üçüncü sınıf insan muamelesinin neye benzediğini gayet iyi biliyor. Bu ülkedeki yabancı düşmanlığının bizzat sermaye partileri ve sermaye medyası tarafından kışkırtıldığını da…
Mesele ırkçılıkla sınırlı değil. Kapitalist Almanya Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni (DAC) ilhak ettikten sonra bu ülke insanlarının tarihsel geçmişine ve sosyalizm döneminde yaratılan kültürel mirasa savaş açtı. Sokak lambalarındaki simgelere varıncaya kadar! Eski DAC yurttaşları “birleşme” denen şeyin üzerinden on yılı aşkın sürenin geçmiş olmasına karşın bugün de “ikinci sınıf” yurttaşlar olarak görülüyor.
Avrupa’da “çoğulculuk”tan “çok-kültürlülük”ten bolca söz edildiği doğrudur. Ama bu kavramların arkasında iki boyutlu bir operasyon yürütülüyor. Bu boyutlardan birincisi tek tipleştirme ikincisi ise parçalama.
Her şeyden önce “serbest piyasa” düzeninin kutsanması temeline oturtulan ve sermaye denetimindeki “sivil toplum” kuruluşları tarafından üretilen bir çoğulculuk ya da çok-kültürlülük söz konusu. Asıl hedeflenen her türden muhalefet dinamiğinin henüz su yüzüne bile çıkmadan sivil toplum kuruluşları eliyle denetim altına alınması.
Eşitsizlikleri kader bilecek özel mülkiyeti kutsal sayacak sermaye sınıfının saldırılarını “hoşgörü”yle karşılayacak ve “diyalog” arayışında bulunacak “yıkıcı” tepkiler vermekten uzak duracağız… Diğer yandan da sömürülmekten arta kalan zamanlarımızda eğer ille de televizyon seyretmek dışında bir şeyler yapacak ve üstüne üstlük “sosyal” ilişkiler kurmaya kalkışacaksak aynı dili dinsel inancı cinsiyeti ya da etnik kökeni paylaştığımız insanlarla birlikte olacağız. Tabii kaplumbağaları korumak ya da kapitalizmin işsiz bıraktığı insanların çocuklarına eğitim bursu sağlayarak onları borçlu çıkarmak gibi daha “evrensel” amaçlar doğrultusunda faaliyet yürütmemiz de mümkün. Yeter ki başta işçi sınıfı olmak üzere kapitalist düzenin ezdiği tüm kesimlerin bir araya gelmesine yol açabilecek herhangi bir faaliyette bulunmayalım…
Avrupalı emperyalistler Türkiye’den AB’ye üye olmadan önce “Kürt meselesi”ni tam da böylesi bir çerçeve içinde “halletmesini” istiyor. Türkiye’de ise başta askerler olmak üzere sermaye devletini oluşturan farklı odaklar bu meselenin halledilmesinin o kadar da kolay olmadığına ve nihai çözüme ancak AB’ye üyelikten sonra bir başka deyişle Avrupalı emperyalistlerin Türkiye’deki egemen sınıfa daha fazla destek olmasıyla ulaşılabileceğine inanıyor.
Türk devleti Kürt dinamiğinin birtakım kültürel haklar verilerek mutlak denetim altına alınabileceğinden kuşku duyuyor ve Kürt yoksullarının daha ileri talepler doğrultusunda mücadeleye kalkışmasından korkuyor.
Burada gerçek bir çelişkinin varolduğunu vurgulamak gerekiyor.
Kürt liberalleri ve sağcıları bu çelişkinin çözümü için Kürt dinamiğini her tür siyasallıktan arındırarak sermaye devletine güvence vermeye çalışıyor. Türk liberalleri de Türkiye siyasetindeki ağırlıkları tartışmalı olsa bile Kürt dinamiğini sağa çekme çabalarına ciddi katkılarda bulunuyor.
Ama bu iş bazılarının sandığından daha zor. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısı sırasında da ortaya çıktığı üzere Irak’taki Kürt yoksullarından farklı olarak Türkiye’deki Kürt yoksullarını emperyalist projelerin payandası haline getirmek o kadar kolay değil. Çünkü bugün Kürt yoksulları adına üretilen politikalar ne kadar sağcılaşmış olursa olsun on yılı aşkın bir süre boyunca anti-emperyalist mücadele içinde biçimlenmiş ve kendisini “sol”a çok daha yakın hissetmiş bir toplumsal dinamik söz konusu.
AB üyeliğinin ötesini hayal edemeyenlerin burada yalnızca bir “mesele” görmeleri ve bunun öyle ya da böyle çözüme kavuşturulmasını istemeleri doğal.
Buna karşın ufku AB üyeliğiyle sınırlı olmayanlar açısından buradaki çelişki aynı zamanda bir olanağa işaret ediyor. Kürt yoksullarının bir ortak kurtuluş mücadelesinin öznesi haline getirilmesi mümkündür. Kuşkusuz bunun için bir kurtuluş projesine sahip olmak gerekiyor.
MGK’dan kurtulmak her şeyden önemli mi
Avrupa Birliği’nin MGK’nın yetkilerinin sınırlandırılması ve askerlerin siyasal ağırlıklarının azaltılması konularında kararlı olmadığını kim iddia edebilir Kimileri de her şeyden çok bunu önemsiyor.
Peki MGK’dan kurtulmak ne anlama geliyor?
Meselenin “demokrasi” ile ilgili boyutlarını yukarıda tartışmış olduk.
Geriye bir tek “militarizm” kalıyor.
Eğer AB üyeliği militarizmin ortadan kaldırılması anlamına gelecek olsaydı bunu önemsemek gerekirdi elbette.
Ama ilgisi yok!
ABD ve İngiltere’de askerlerin siyasal ağırlığının fazlasıyla sınırlı olması bu ülkeleri dünyanın en militarist ülkeleri olmaktan çıkarıyor mu Avrupa’daki “milli güvenlik” organlarından hiçbirinin Türkiye’deki kadar geniş yetkilerle donatılmamış olması AB ülkelerinin Yugoslavya’ya iki kez savaş açmalarını ve bu ülkeyi parçalamalarını engelleyebilmiş miydi?
AB’nin MGK ile ilgili derdi ne “demokrasi” meseleleriyle ne de militarizmle ilgili. Asıl dert sermayenin önündeki her tür “ulusal” engeli kaldırabilmek için bugüne kadar “ulusal egemenlik” kavramıyla birlikte anılan tüm kurumları tasfiye etmek ya da dönüştürmek.
Türkiye bu konuda bir hayli yol almış durumda. Yalnızca meclis değil hükümetler de önemsizleştirilmiş durumda. Ekonomi adım adım “bağımsız kurullar”ın denetimi altına sokuluyor. Özelleştirmeler yalnızca yerli ve yabancı sermayedarların kamu varlıklarını talan etmelerine değil aynı zamanda devletin ve hükümetlerin iktisat alanında üstlendiği rollerin sınırlandırılmasına yarıyor.
Ama henüz yolun başında olunan bir alan var: Askerlerin ağırlığı.
Avrupalı emperyalistler bundan neden rahatsız İlkesel nedenlerle mi?
Tabii ki hayır.
Türkiye’deki tüm büyük özelleştirme girişimleri bir şekilde askerleri de ilgilendiriyor. Yalnızca ulusal savunma açısından stratejik önem taşıyan sektörlerdeki özelleştirmeler değil Milli Piyango’nun özelleştirilmesi gündeme geldiğinde bile askerlerin onayına ihtiyaç duyuluyor çünkü kumar oynatma gelirlerinin önemli bir bölümü savunma fonlarına aktarılıyor.
Burada sorun askerlerin özelleştirmelere karşı direnç oluşturması değil. Tam tersine askerler de özelleştirme yanlısı. Nitekim Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri olan OYAK özelleştirme ihalelerine katılıyor ve biraz da bu sayede büyüyor. Askerleri tek istediği kendileri için özel düzenlemelere gidilmesi ve ayrıcalıklarının korunması. Emperyalistlerse daha az kâr etmelerine yol açabilecek her tür özel düzenlemeye itiraz ediyor. Diğer taraftan emperyalistlerin akıl hocalığıyla kurulmuş olan OYAK’ın bugünkü yapısı da emperyalistleri rahatsız ediyor çünkü şirketlerin holding çatıları altında bütünleşmeleri yabancı sermayenin pek çok sektöre girişini ve mevcut şirketleri ele geçirmesini şu ya da bu ölçüde zorlaştırıyor. 15
Kısacası görünürde orduyla doğrudan ilgisi bulunmayan iktisadi konularda bile askerlerin ciddi bir ağırlığı var.
Bunlara herkesin “stratejik” saydığı meseleleri ekleyince emperyalistlerin MGK konusundaki ısrarını anlamak kolaylaşıyor.
Emperyalistler az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden her an “özel görevler” için seferber edebilecekleri ordulara sahip olmalarını istiyor. Bunun hem teknik (orduların yapılanmasına ve donanımına ilişkin) hem de siyasi (“ulusal savunma” stratejilerinin değiştirilmesi direnç oluşturması muhtemel odakların tasfiyesi ve/veya etkisizleştirilmesi gibi) boyutları var. Türk ordusunun bu tür bir dönüşümü hiçbir direnç olmaksızın yaşaması mümkün mü?
Türkiye’de üst düzey askeri yetkililerin ABD’ci olduğunu tartışmaya bile gerek bulunmuyor. Ama buna rağmen Irak Savaşı ABD yönetimi ile askerler arasında gerilime neden oldu. Çünkü ABD yönetimi bağımlı ülkelerden her tür pazarlıkçı tutumun bir yana bırakılmasını ve mutlak bir teslimiyetçiliğin sergilenmesini istiyor. Bunu yapmayan ülkelerse cezalandırılıyor.
Bu yaklaşımın yalnızca ABD’ye özgü olduğu düşünülmemeli. Avrupalı emperyalistler de en azından politikalarını ortaklaştırabildikleri başlıklarda Türkiye benzeri ülkelerin pazarlık etmesine tahammül gösteremiyor. Avrupa Ordusu konusunda olduğu gibi…
Dolayısıyla burada da gerçek bir çelişki var.
Bu çelişki kimilerinin iddia ettiği gibi emperyalistler ile “ulusalcılar” arasındaki bir çelişki değil. Askerlerin özelleştirmelere karşı çıktığına ABD’nin Asya ve Ortadoğu planlarının karşısına Rusya-Çin ittifakıyla dikilmeyi düşündüklerine ya da AB üyeliğini istemediklerine ilişkin iddiaların tümü yine askerler tarafından hem sözlü hem de fiili olarak sürekli yalanlandı. Diğer yandan “ulusal çıkarlar”dan söz edenlerin gündeminde NATO’dan çıkarak ABD’nin ordu üzerindeki denetimine son vermek gerçek anlamıyla “ulusal” bir savunma sanayisi oluşturmak ya da Türkiye’deki ABD üslerine el koymak gibi düşünceler bir yana Kıbrıs’taki İngiliz askeri varlığını tartışmaya açma fikri bile bulunmuyor.
Buna karşın ortada gerçek bir çelişki var çünkü cumhuriyet dönemi boyunca devlet yönetiminde her zaman ciddi bir ağırlığa sahip olmuş bir kurumun birdenbire meydanı AKP’liler gibi “tüccar siyasetçi”lere bırakması hiç kolay değil. Dolayısıyla AB’ye üyelik süreci gerilim üretmeye devam edecek. AKP devlet içi güç dengelerini kendi lehine çevirmek için emperyalistler karşısında mutlak bir teslimiyetçilik sergilerken ordu ve yargı kurumu gibi devlet içi odaklar da “ulusal çıkarlar”ı öne sürerek belirli bir direnç oluşturmaya çalışacak.
Bu gerilimin kendi başına Türkiye için pozitif herhangi bir sonuç üretmesi ihtimal dışıdır. Bir tarafında memleketin nesi var nesi yok satmak isteyenlerin diğer tarafında ise “ulusal çıkarlar” adı altında kendi dar çıkar ve ayrıcalıklarını korumaya çalışan ama Türkiye’nin önüne herhangi bir alternatif koyamayanların bulunduğu bir gerilim bu.
Bu durum söz konusu gerilimi önemsizleştirmiyor. Kesin olan solun bu gerilimin mevcut taraflarından birine katılmasının intihar anlamına geleceğidir. Ama diğer taraftan gerilimin varlığı solun yeni bir cephe açmasını mümkün hale getiriyor.
“Nasıl bir Türkiye” sorusunu ortaya atmak ve yanıtlamak
Bir ülkede solun iktidara aday olabilmesi genellikle ülkenin geleceğinin tartışma konusu haline gelmesine bağlıdır. Paris Komünü Fransa’nın geleceğiyle ilgili tartışmalara Paris işçilerinin verdiği yanıt olmuştu. Rus aydınları 19. yüzyılın ortalarından itibaren Rusya’nın geleceğini hararetli bir şekilde tartışmış ve marksizm Rusya toprağına bu tartışmanın bir tarafı olarak girmişti. Türkiye’de de solun toplumsallaşma olanağı bulduğu dönemler Kurtuluş Savaşı yılları ve kalkınma yollarının en fazla tartışıldığı ‘60’lı yıllardı.
AB ile bağlantılı tartışmalar her şeyden önce bir bütün olarak ülkenin geleceğini tartışma konusu haline getirme olanağını yarattıkları için önemli.
Bu olanaktan yararlanabilmek için işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin siyasallaşma potansiyelinin bulunduğuna inanmak gerekir. Sınıftan umudu tümüyle kesenler düzenin sunduğu alternatiflere mahkum olacaktır.
Oysa “Nasıl bir Türkiye” sorusunun ortaya atılması ve yanıtlanması işçi sınıfının siyasallaşma sürecinin de anahtarıdır.
Mevcut kaynaklarını değerlendirmekten aciz duruma gelmiş ve bunları emperyalistlere yağmalatan bugünün Türkiye’si mi yoksa tüm toplumsal kaynakların merkezi planlama yoluyla bir sanayileşme ve kalkınma atılımı için kullanılacağı bir Türkiye mi?
Geniş kitlelerin medyanın aptallaştırıcı ve gericiliğin miskinleştirici saldırıları karşısında çaresiz bırakıldığı ve siyasetin dışına itildiği bugünün Türkiye’si mi yoksa başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin ülke meselelerini bizzat ele aldığı ve toplumsal ilerleme için seferber olduğu bir Türkiye mi?
Emperyalizme her açıdan bağımlı hale getirilmiş ve bunun sonucu olarak bölge halklarının düşmanlığını kazanan bugünün Türkiye’si mi yoksa başta Balkan ülkelerinin halkları olmak üzere komşu halklarla bütünleşme yollarını zorlayan ve açan bir Türkiye mi?
Türk ve Kürt emekçilerinin aralarına çeşitli duvarlar örülerek yoksullaşma yarışına sokuldukları bugünün Türkiye’si mi yoksa kuruculuğunu Türk ve Kürt halklarının birlikte yapacakları bir Türkiye mi?
Tüm bu sorular ve bunlara eklenebilecek pek çok başka soru rahatlıkla tek bir soruya indirgenebilir: Bugünün kapitalist Türkiye’si mi yoksa sosyalist Türkiye mi?
Hangi noktadan yola çıkarlarsa çıksınlar tek bir başlıkta bile tercihlerini kapitalist Türkiye’den yana yapanların bu ülkenin önüne gerçek bir alternatif koyma şansları bulunmuyor.
Bunun yalnızca bir olanak anlamına gelmediğini aynı zamanda bazı zorluklar yaratacağını da vurgulamak gerekiyor.
Tüm düzen içi odakların geleceği şu ya da bu şekilde AB’de görüyor olmaları ve aralarındaki gerilimlerin yalnızca sürecin ne şekilde işletilmesi gerektiği ile ilgili olması AB üyeliği hedefinin geniş kitleler tarafından sorgulanmasını elbette zorlaştırıyor.
Ama zaten düzenin en derin iç çelişkileri bile hiçbir zaman geniş kitlelerin kendiliğinden bir şekilde alternatif bir düzen istemiyle harekete geçmeleri sonucunu doğurmaz.
Bir yandan “ulusal çıkarlar” adı altında bölücülük yapılır diğer yandan da Kürt emekçilerinin çıkarlarını savunma adına Türk ve Kürt emekçilerinin ortak sorun ve ihtiyaçları ikinci plana itilirken birleştirici bir yurtsever kimliğin inşa edilmesi de o kadar kolay değildir.
Bu noktada solun önündeki cephe açma görevinin iki boyutundan söz edebiliriz.
Sol geniş kitleleri ileri çekebilmek için ideolojik mücadele cephesinde onların bugünkü siyasallık (ya da “bilinç”) düzeylerinin bir hayli ötesine geçen açılımları zorlamak zorundadır.
Türkiye toprağının bu tür açılımlar için uygun olduğunu eklemekte yarar var.
Gericilik ve liberalizm Türkiye tarihinin hiçbir döneminde kendilerini bağımsız birer siyasal özne konumuna yükseltememiştir. Toplumsal tabanın olanca geriliğine rağmen…
Buna karşın en azından son yüz elli yıllık dönemde toplumsal tabanı zayıf ilerici özneler toplumsal dönüşüm süreçlerine öncülük etmeyi başarabilmiştir. Dahası yalnızca İttihatçılar ve kemalistler değil ‘60’lı yılların solu da “bağrından çıktığı” o kadar da kolay söylenemeyecek olan toplumun vicdanında kendisine yer açabilmiştir.
İdeolojik mücadele alanında gerçekleştirilecek olan açılımların ilk eldeki alıcıları arasında “ulusal çıkarlar”ı gerçekten dert edinen “okumuş” ve okuyan insanlar ile Kürt dinamiğinin sermaye düzenine giderek daha fazla bağlandığını gören Kürt gençleri ve aydınları da bulunacaktır.
Ancak diğer taraftan tek başına ideolojik mücadele alanında kazanılan mevziler Türk ve Kürt emekçilerinin tek bir yurtsever kimliğin taşıyıcısı haline getirilmelerine yönelik daha doğrudan müdahaleler olmadıkça ne geniş kitleleri ileri çekebilir ne de kalıcılaşabilir. Doğrudan müdahalenin temel yöntemi ise örgütlenmedir.
Solun işçi sınıfı ve emekçi kitleler içindeki örgütlülüğünü artırması ve ideolojik mücadele cephesinde etkin olması biri başarılamazsa diğeri de başarılamayacak olan iki temel görevdir.
Her iki görevi birden yerine getirebilecek ve bunu yaparken de her iki görevin de yerine getirilmesini kolaylaştırabilecek olan tek bir aracın bulunduğunu ve bu aracın da parti olduğunu eklemeye gerek var mı?
Dipnotlar ve Kaynak
- Erkin ÖZALP, “Yeni Bir Dünya Savaşı Olası mı?”, Gelenek 77, Mart-Nisan 2003.
- Der Spiegel, Nr. 21, 19.5.03.
- The Economist, May 17th-23rd 2003.
- DPT Avrupa Birliği ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Katılım Sürecine İlişkin 2002 Yılı İlerleme Raporu”, Ankara, Ekim 2002.
- Murat BELGE, “Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu? – Avrupa Birliği ve Türkiye”, Birikim Yay., 2. Baskı, İstanbul, 2003, s. 31.
- a.g.y., s. 59.
- a.g.y., s. 59.
- a.g.y., s. 205.
- a.g.y., s. 126.
- a.g.y., s. 251-252.
- Aslına bakılırsa, AB’nin gündemindeki insan hakları ve demokrasi meseleleri üzerinde de ayrıca durmak gerekiyor. AB’nin üzerinde en fazla durduğu konular arasında, yabancı derneklerin Türkiye’deki faaliyetlerinin kolaylaştırılması, “sivil toplum örgütleri”nin yabancı kuruluşlardan (ve bu arada Avrupa Birliği’nden) parasal destek alması konusundaki bürokratik engellerin kaldırılması ve dini vakıfların “mülk edinme” haklarının genişletilmesi de var. Diğer yandan, Ekim 2002 tarihli İlerleme Raporu’nda, Alman vakıflarına yönelik olarak açılan soruşturmalardan duyulan rahatsızlık dile getiriliyor! Avrupa Birliği, “sivil toplum örgütü” adı takılan ve aralarında her türden dinci gerici örgütlenmenin de bulunduğu kuruluşları toplumsal dinamikleri kontrol altına almak için kullanmak konusundaki birikimini Türkiye’ye taşımak konusunda kararlı! Pek doğal olarak, Türkiye’de de, AB fonlarından yararlanarak sivil toplumculuk ve hatta “solculuk” yapanların sayısı giderek artıyor.
- AB’ye bağlı kurumlarla ve AB’nin kendisiyle ilgili bilgisizlik konusunda birkaç ek: 2001 yılında İngiltere’de Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan bir araştırma, İngilizlerin dörtte birinin ülkelerinin AB üyesi olduğunu bilmediğini ortaya çıkarmış. Dahası ABD’nin bu birliğe üye olduğunu sananların oranı yüzde 7’ymiş. Almanya’da ise, AB’nin en üst organı olan Avrupa Komisyonu’nun varlığından haberdar olanların oranı yalnızca yüzde 31’miş. (The Economist, June 14th-20th 2003)
- Yakın geçmişte İspanya’da yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre, Avrupa Konvansiyonu’nun varlığından bihaber olanların oranı yüzde 90, bu kurumun bir anayasa hazırlamak için oluşturulduğundan haberdar olanların oranı ise yalnızca yüzde 1’miş. Anayasanın ilk taslağının yayımlanması, Almanya’nın en çok satan gazetesi olan Bild’de haber bile olamamış. (The Economist, a.g.y.)
- Editörleri arasında Samuel Huntington’un da bulunduğu bir derleme çalışmasında, Almanya’nın “kültürel küreselleşme” sürecini değerlendiren iki yazar, eski Demokratik Alman Cumhuriyeti yurttaşlarının, “komünizm döneminde yerleşmiş bulunan kültürel kalıplar” nedeniyle, “yeni kültürel kültür düzeninde” başarılı olamadıklarını iddia ediyor. Çok para harcanmasına karşın kültürel farklılıkların bir türlü giderilemediğini söyleyen yazarların üzerinde en fazla durdukları farklılık, dinsel inançlara ilişkin olanı: “Kırk beş yıl süren sosyalist eğitim sistemi ile kiliseye ve dine aynı ölçüde karşıt resmi politika uygulaması kuşaklar arasında bir dinsel kopukluğa yol açmıştır. Doğu Almanların yalnızca yüzde 10’u kendilerini dindar olarak görmektedir ve dünya üzerinde denmese bile Avrupa’da böyle bir örnek daha yoktur.” (Hansfried KELLNER – Hans-Georg SOEFFNER, “Almanya’da Kültürel Küreselleşme”, Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, ed: Peter L. BERGER – Samuel P. HUNTIGTON, çev: Ayla Ortaç, Kitap Yay., İstanbul, Mayıs 2003, s. 136.)
- Türkiye’deki şirket yapılarına ilişkin “reform” süreci de henüz emperyalistleri tatmin edecek kadar hızlı ilerlemiyor. Bankacılık alanında bazı adımlar atılmış olmakla birlikte, çoğuna zengin ailelerin egemen olduğu ve çok farklı sektörlerde faaliyet yürüten holdinglerin ağırlığı pek fazla azalmadı. Bu arada, Türkiye’deki holdingler (bunlara OYAK da dahil), şirketlerinin çoğunu yabancı şirketlerle evlendirerek ve sonrasında da bazılarını tümüyle satarak “yumuşak” bir geçiş sağlamaya çalışıyor.