Orgeneral Tuncer Kılınç’ın AB’ye alternatif aranması gerektiğine ilişkin açıklamaları birkaç ay önce ülke gündemini belirleyen konu olmuştu. Alternatif, “ABD’yi gözardı etmeden Rusya ve mümkünse İran” olarak adlandırılmıştı. Diğer yandan AB üyeliğinin Türkiye burjuvazisi açısından “jeopolitik bir zorunluluk” olduğunu da bizzat genelkurmay başkanının açıkladığını hatırlıyoruz.
Türkiye burjuvazisinin zaman zaman uyguladığı “çelişkilere oynama” politikasını Kılınç’ın sözlerinde görebiliyoruz. Kılınç, ABD’nin Türkiye’ye sunduğu olanaklara işaret ederek, AB ile yapılan pazarlık sürecine bir katkı koymuştur. Ancak sorun sadece AB’ye mesaj vermekle ilgili değildir; kapitalist Türkiye’nin dış politik yönelimlerine işaret eden açıklamanın, değil “ABD’yi gözardı etmemek”, ona daha da fazla teslim olmak anlamına geldiği daha önce bu derginin sayfalarında açık bir şekilde ifade edilmişti.
ABD emperyalizminin Kafkaslar ve Orta Asya politikalarında Türkiye’nin nereye oturduğu, bunun yanında ve bununla ilişkili olarak Rusya-Türkiye ilişkilerinin seyri, Türkiye’nin dış politikasını anlamak açısından önemlidir. Bu politikalar, çeşitli iç dinamikler üzerindeki olası etkileri nedeniyle de incelenmeye değerdir. Bunun yanında Türkiye’de yakın gelecekte çok daha büyük bir toplumsallığa ulaşacak olan anti-emperyalist hareketin de sağlam bir siyasal hatta oturması ve olası savrulmalara dirençli olabilmesi için emperyalizmin ve Türkiye’nin bölgesel politikalarını doğru analiz etmek gerekmektedir. Bütün bunlar bir yana, Türkiye’deki sermaye iktidarının önemle üzerinde durduğu bir konuyu, o iktidarı ortadan kaldırmak isteyenlerin ihmal etmesi düşünülemez.
Bazı yöntemsel uyarılar…
Konuya girmeden önce gerek konumuzla ilgili gerekse genel olarak dış politikayla ilgili bazı uyarılarda bulunmak yerinde olacaktır.
Kafkaslar ve Orta Asya’daki gelişmeleri, özellikle petrol konusundaki tartışmaları anlatmak için sıkça kullanılan kavram, “Büyük Oyun”dur. Bu kavram sadece marksizme dışsal olmakla kalmayıp herhangi bir açıklayıcılığa da sahip değildir. Ülkelerdeki siyasal iktidarların “ülke çıkarları”na göre hareket ettiği düşüncesi, ülkelerin içindeki farklı sınıfların farklı çıkarlara sahip olduğunun reddi, söz konusu siyasal iktidarların örnek olsun neden ülkelerinin ekonomik gerilemesi pahasına emperyalizme teslim olduğunu açıklayamayacaktır. Biz çalışmamızı sınıflara, sınıflar arasındaki ilişkiler hiç de “oyun”a benzemediği için sınıf mücadelesine dayandırmakta ve uluslararası politikayı anlamak için Lenin’in emperyalizm teorisini referans almakta ısrar edeceğiz.
Uluslararası politikanın marksist yöntemle ele alınmasına getirilen eleştiriler arasında ekonomi ile siyaset arasındaki zaman zaman genişleyen açıdan kaynaklanan eleştiriler bulunmaktadır. Emperyalist şirketler ile emperyalist ülkelerin devlet politikalarının çakışmadığı her noktada marksist yaklaşımın yetersizliğini gören eleştirilerdir söz konusu olan. Sermaye sınıfı ile tekil sermaye grupları arasında özdeşlik kuran bu ilkel eleştiri, marksizmin ekonomi ile siyaset arasında kurduğu eşsiz ilişkiyi görmezden gelmektedir.
Biz çalışmamızda belirli sermaye gruplarının kendi çıkarlarını gözettiğini ancak bütün sermaye sınıfının çıkarlarının o sınıfın siyasal iktidarı tarafından temsil edildiğini kabul etmekteyiz. Bu anlamda ekonomi-siyaset gerilimi olarak gözüken konular esas olarak tekil sermaye grupları-sınıfın bütünü veya kısa vade-uzun vade gerilimlerinin yansımalarıdır. Sermaye sınıfının birliğini sağlayan siyasettir ve aynı doğru işçi sınıfı için de geçerlidir.
Yazı boyunca sıkça geçen “entegrasyon” kavramına ilişkin bazı noktaları açığa kavuşturmak da yararlı olacaktır. Ayrıntılı tanımı bu yazının kapsamını aşsa da, her tür yanlış anlaşılma olasılığını ortadan kaldırmak için buradaki kullanımıyla sermaye sözcülerinin kullanımları arasındaki farklılıklara dikkat çekmek zorundayız.
Her şeyden önce bizim kullanımımızda söz konusu olan “emperyalizme entegrasyon”dur ve bu süreç çeşitli uluslararası örgütlere katılma, ekonomiye yabancı sermayenin girişi vb. süreçleri kapsasa da, bunlardan ve bunların aritmetik toplamlarından ibaret değildir. Söz konusu olan emperyalizme entegrasyon olduğu için sürecin devindirici dış dinamiği emperyalist yayılmacılıktır. Bu iki süreç birlikte ilerlemektedir ve birbirlerini besleyen dinamiklerdir. Sermaye sözcüleri ise entegrasyon kavramını kullanırken “Batı” dünyasının yayılmacılığına değinmemektedirler.
Diğer yandan emperyalizme entegrasyonun devindirici iç dinamiği, sayısız bölgesel ve iç kriz dinamiğinden kurtulmak ve daha istikrarlı bir sömürü düzeni oturtmak isteyen ülke burjuvazisinin politikalarıdır. Çözümü ülkelerini emperyalistlere bağımlı kılmakta gören bu sermaye iktidarlarının alternatifi bulunmamaktadır. Söz konusu kapitalist ülkelerin kırılgan ve zayıf politik yapıları ve emperyalistlerin vaat ettiği kârlar düşünülürse kendi açılarından tutarlı oldukları ortadadır. Bir yan sonuç olarak, bu yüzden emperyalist yayılmacılığa direnebilecek “ulusal” veya başka nitelikli herhangi bir sermaye iktidarının mümkün olmadığı görülebilir.
Hatırlatmak gerekir ki, söz konusu olan emperyalizme entegrasyon olduğu için, bu sürecin ilk adımı emperyalizmin temelinde bulunan kapitalizme geçiştir. Bu anlamda eski sosyalist ülkelerin entegrasyon süreçleri karşı devrimle birlikte başlamıştır. Entegrasyon kavramının başka kullanımlarında, bazı ülkeler için entegrasyon sürecinin henüz başlamamış olduğu ima edilmektedir. Kapitalizmin yerleşmesi ve kapitalistleşme süreci emperyalizme entegrasyon yönündeki en önemli adımdır ve emperyalist sistemin dışında bir kapitalizm mümkün değildir.
Sermaye sözcülerinin aksine biz kavramın dilimizdeki karşılıkları olan “tümleşme” veya “bütünleşme” sözcüklerinin ima ettiği bir homojenleşmeyi kesinlikle reddediyoruz.
Entegrasyon sürecinin bir homojenleşme getireceğini iddia eden sermaye sözcüleri, diğer yandan da sürecin söz konusu ülkenin iç gerilimlerini azaltacağını ve iç çelişkilerini yumuşatacağını ifade etmektedirler. Bizim kullanımımızda ise süreç, süreci yaşayan ülkenin içinde önceden varolan bazı gerilimleri gündemden düşürme olasılığı taşımakla birlikte, kapitalizmin eşitsiz gelişimi nedeniyle yeni gerilimleri ülkeye ve bulunduğu bölgeye taşımaktadır. Örnek olsun, emperyalist merkezlerin ekonomik kriz dinamiklerini bu ülkelere ihraç etmesi, bunlardan sadece birisidir.
Son olarak, kavramı kullanan sermaye sözcüleri bazen açıkça, çoğu zaman da dolaylı olarak sürecin doğrusal gelişeceğini ve belirli bir süre sonra da tamamlanacağını belirtmektedirler. Bizim yaklaşımımızda süreç doğrusal olmayıp, geriye dönüşler ve sıçramalar içerdiği gibi, bir ülkenin emperyalizme entegrasyonunun “tamamlanması” da mümkün değildir. Emperyalist sistem, ülkeler arasında sistemin içinde kalındığı sürece kalıcı olacak eşitsizlikler ve çözülmesi gereken sorunlar yaratmaktadır.
Emperyalist yayılmacılığın son on yılı ve Rusya
Eğer ABD emperyalizminin Kafkaslar ve Orta Asya’daki egemenliğini güçlendirmesi incelenecekse, ilk yanıtlanması gereken soru, sürecin neden şimdi bu kadar hızlandığı, ya da neden bu kadar geciktiğidir. Sosyalist iktidarın düşmesiyle birlikte yaklaşık on yıl kadar önce kapitalist barbarlığa ilk adımlarını atan bölge ülkelerini ABD neden on yıl boyunca ihmal etmişti? Cevabın emperyalizm açısından öznel ve nesnel boyutları bulunmaktadır. Burada öznel ile kastettiğimiz, kimi emperyalist ülkelerin tercihleri değil, emperyalizme ilişkin dinamiklerin oluşturduğu nedenlerdir; nesnel boyut ise bölgenin kendi dinamiklerinden kaynaklanmaktadır. Öncelikle öznel boyutu ele alalım.
Emperyalist yayılmacılık, yukarıda da değinildiği gibi, çok boyutlu bir süreçtir. Burada dikkat çekmek istediğimiz, emperyalist yayılmacılığın eşitsiz gelişiminin bölgesel boyutudur. Emperyalizmin, egemenliğini güçlendirirken dünyanın her bölgesinde eşit hızda ilerlemediği ortadadır; bazı bölgelerde süreç daha hızlı ilerler. Bunun en önemli, nedeni sürecin eşzamanlı olarak farklı bölgelerde hızlanmasının gerilimlerin bölge dışına taşma olasılığını arttırmasıdır. Bir diğer neden, eşzamanlı gerilimlerin bütün dünyada emperyalizme karşı ortak bir toplumsallığın oluşma olasılığını yükseltmesidir. Örnek olsun, Clinton Yugoslavya’da katil olduğunu gösterdikten sonra, Camp David’de Arafat ile “barış”çılık oynamıştır. Son bir neden de, aynı anda birden fazla bölgede sürecin hızlanmasının maliyetleri arttırmasıdır; emperyalist yayılmacılık “taksit”lerle ilerlemektedir.
Emperyalizmin bölgesel eşitsiz gelişiminin zorunluluğunu tespit ettikten sonra Kafkaslar ve Orta Asya’nın gecikmesinin emperyalizm açsından esas öznel boyutuna değinebiliriz: Son on yılda emperyalist yayılmacılığın ve emperyalizme entegrasyon sürecinin en hızlı yaşandığı bölge, Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar olmuştur. Emperyalizmin böyle bir tercih yapmasının en önemli nedeni bölgenin emperyalist merkezlere yakınlığı ve bu yüzden emperyalizmin buradan etkilenme ve burayı etkileme olanaklarının daha fazla olmasıdır. Aslında öznel gibi gözüken bu tercihin nesnel zorunluluklara çok sıkı bağlı olduğunu görüyoruz: Emperyalizm sömürüyü ve şiddeti önce Avrupa’da yoğunlaştırmak zorundaydı.
Orta Asya ve Kafkaslar’ın gecikmesinin nesnel boyutuna baktığımızda ise sorunun esas olarak tek bir konuyla ilgili olduğunu görüyoruz: Rusya.
ABD daha Sovyetler Birliği çözülmeden önce, Sovyet toplumunda ABD karşıtı dinamiklerin güçlenmemesi için son derece dikkatli politikalar izlemeye başlamıştır. Seksenlerin ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrimcilerin işlerini zorlaştıracak çıkışlardan sakınma politikası izlenmiştir. Benzer bir politikayı 1990’lı yıllarda da görmek mümkün. Karşı devrimden sonra da komünizmin güçlü bir toplumsallığının bulunduğu Rusya’da, bu toplumsallığı harekete geçirmek için ABD’nin Orta Asya’ya erken bir giriş denemesi yapması önemli bir itki olurdu. Dolayısıyla ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslar’a girmesi için bir ön koşul bulunmaktaydı: Rusya’nın sisteme daha fazla entegre edilmesi. Bu süreç, Rus toplumunda komünizmin gücünün kırılmasını da içermekteydi.
Sonuç olarak Avrupa’nın önceliği (öznel) ve Rusya’nın sisteme entegrasyon düzeyinin yetersizliği (nesnel) nedenleriyle bölgeye erken bir giriş yapamayan ABD emperyalizmi açısından, bölge ülkelerinin Rusya’yla ilişkilerini iyi tutmaları, bir başka ifadeyle söz konusu ülkelerin Rusya dolayımıyla sisteme entegre edilmeleri çok büyük bir sakınca yaratmıyordu. Bu ülkelerin başıboş kalmalarındansa, kapitalizmde kesin karar kılmış, ekonomik açıdan emperyalizme bütünüyle teslim olmuş ve ABD’yle iyi geçinmek isteyen Rusya’ya bağlanmaları ABD için tercih edilir bir durumdu. Bu durumun ABD’nin tercihinden bağımsız olarak da bir zorunluluk olduğu söylenebilir:
“Ancak, dağılmaya giden süreçte, diğer birçok devletin aksine, bu devletlerin hiçbiri SSCB’den ayrılma talebinde bulunmazken, yeni bir Birlik anlaşmasının imzalanması yönünde eğilim göstermişlerdir.”1
Gürcistan ve Azerbaycan dışında Asya’daki bütün eski Sovyet ülkeleri, çözülüşten sonra Rusya ile ilişkilerini geriletmemek niyetindeydi. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) kurulması hepsinin ortak politik isteğiyle olmuştur. Sonuç olarak bunun emperyalist devletler açısından bir zorunluluk mu yoksa bir tercih mi olduğu bir noktadan sonra önemini kaybetmektedir. Bir başka ifadeyle, yazıda defalarca göreceğimiz gibi farklı ülkelerin sermaye sınıflarının çıkarları çok kolay uyum sağladığı için bölgedeki sermaye iktidarlarının tercihleri ABD için de geçici bir formül olarak uygun olmuştur.
Emperyalizmin Orta Asya’yı son on yılda ihmal etmesine neden olan dinamikleri kısaca analiz ettikten sonra, bu dinamiklerdeki değişimin hangi tarihlerden sonra başladığını ve nasıl hız kazandığını inceleyerek bugünkü durumu anlayabiliriz. Böylece bölge ülkelerinin emperyalizme entegrasyon süreçlerinin Rusya dolayımından çıkarak ABD emperyalizmine doğrudan bağlanmasına giden süreci açıklayabiliriz. Diğer yandan bu analiz bize 11 Eylül’ün burada nereye oturduğunu da gösterecektir.
Öncelikle emperyalist devletler açısından öznel olan boyutun, yani Avrupa’nın aciliyetinin değişimini analiz etmek yararlı olacaktır. Avrupa’da emperyalizme entegrasyon sürecinin yaşadığı en önemli tıkanıklığın Yugoslavya’da gerçekleştiğini biliyoruz. Bu tıkanıklığın aşılması ise Miloseviç’in iktidardan indirilmesiyle mümkün olmuştur. Yugoslavya saldırısı ve bu ülkenin bütünüyle parçalanması süreçleri, emperyalizmin yönelimleri açısından kritik bir öneme sahiptir. Miloseviç’in iktidardan indirilmesi ve ardından Yugoslavya halkının ABD’ye karşı anti-emperyalist bir çıkış yapma olasılığının iyice azalmasıyla birlikte Avrupa’da emperyalizme entegrasyon sürecinin önünde önemli bir sorun kalmadığı görülmüştür. Böylece, emperyalist yayılmacılığın ilgi odağı rahat bir şekilde Avrupa’nın dışına Ortadoğu’ya ve özellikle Asya’ya kayma olanağı bulmuştur.
Sürecin nesnel, yani Rusya’nın emperyalizmle ilişkisiyle ilgili boyutuna baktığımızda ise üç kritik dönemeç saptıyoruz: Putin’in iktidara gelmesi, 1998 ekonomik krizi ve yine Miloseviç’in iktidardan indirilmesi.
Putin’in iktidara gelmesi, Rusya’daki yurtsever toplumsallığın komünist bir kanala evrilmesi olasılığını ciddi ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bunun bu kadar kolay gerçekleşmesinde, milliyetçilerle ayrımlarını netleştirmekte dikkatsiz davranan Rusya komünistlerinin hatalarının da payı olmuştur. Ancak sonuç değişmemektedir: Yeltsin’in onursuzluklarından bıkan Rus toplumuna Putin, onurlu gibi gözüken politikalar vaat etmiş ve toplumu ikna etmekte başarılı olmuştur. Böylece artık Rus toplumunda ABD’nin pervasızlıklarına karşı oluşabilecek tepkilerin komünist damarları beslemekten ziyade Putin veya benzeri emperyalizme itaatkar sermaye siyasetçilerinin arkasında birikme olasılığı güçlenmiştir. Bu durum, ABD’nin elini oldukça rahatlatmıştır.
1998 krizinin Rus ekonomisinde yarattığı küçülme ise çok yüksek boyutlardadır. 1997’de 2963 dolar olan kişi başına GSYİH, 1999’da 1895 dolara, 2000’de ise 1264 dolara inmiştir. Krizle birlikte gelen devalüasyon, emperyalist şirketlerin ülkeye girmesini de kolaylaştırmıştır. Özellikle petrol sektöründe bu tarihten sonra somut adımların atılmaya başladığını görüyoruz. Bunun yanında, Rusya ekonomisinin küçülmesi, bu ülkenin emperyalistlerle rekabet etmesini neredeyse imkansız hale getirdiği gibi, IMF’ye bağımlılığı artırmıştır. 1998 kriziyle birlikte Rusya’nın emperyalizme entegrasyonunun ekonomik boyutu bir sıçrama yaşamıştır. Bu sıçramanın bedelini ise, sokakta açlıktan ve soğuktan ölmekle tanışan Rus işçileri ödemiştir. Bununla birlikte, Rusya içi politik tercihler IMF’ye bağlılığın artmasında ekonomik küçülme kadar, hatta daha fazla rol oynamıştır.
Miloseviç’in iktidardan indirilmesi ise Rusya’nın Doğu Avrupa’daki politik gücünü yitirmesinin hem nedeni hem de sonucu olmuştur. Putin’in net bir tercih yaparak Miloseviç’i kelimenin tam anlamıyla satması sonucunda Yugoslavya Kosova’dan çekilmek zorunda kalmıştı. Rusya’nın bu tavrı emperyalizme büyük güven verdiği gibi, Rusya’nın “büyük bir güç” olabileceği tezine de darbe vurmaktaydı. Bu dönemde toplumda yaşanan gerilimler nedeniyle Rusya kimi göstermelik adımlar atsa da, siyasi entegrasyon için önemli bir koşul olan siyasi güçsüzlük konusunda önemli bir mesafe alınmıştır. Rusya’nın emperyalizme entegrasyon düzeyinin siyasi boyutu, Yugoslavya’da yaşananlarla birlikte önemli bir aşamaya geçmiştir. Bunun ve emperyalist yayılmacılığın bedelini ise Yugoslav halkı kanıyla ödemiştir.
Bu üç kritik dönemeç, hem Rusya’nın emperyalizme entegrasyon düzeyini arttırmış, hem de ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslar’da izleyeceği politikaların Rusya’nın iç gerilimlerini sarsmasını zorlaştırmıştır. Toparlayacak olursak, 11 Eylül’ün hemen öncesindeki dönemde, emperyalizmin Orta Asya ve Kafkaslar’ı ihmal etmesine neden olan iki dinamiğin de değişmekte olduğunu görüyoruz: emperyalizmin ilgisi Avrupa dışına kaymaya başlamıştır ve Rusya’nın emperyalizme entegrasyon sürecinde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak yine de 11 Eylül öncesinde emperyalizmin Rusya’yla olan ilişkileri, ABD’nin bölgeye yerleşmesi için yeterli düzeyde değildi.
11 Eylül işte burada kritik bir yere oturuyor. 11 Eylül, ABD’ye Orta Asya ve Kafkaslar’a girebilmek için eşi bulunmaz bir nesnellik yaratmıştır. Aksi halde birkaç yıl sürebilecek bir asker yığınak oluşturma sürecinin birkaç aya sığma olanağı doğmuştur. Mağdur görüntüsü çizerek “terörle mücadele” adına her şeyi yapacağını dünyaya haykıran ABD emperyalizmi bu fırsatı kaçırmak niyetinde değildi. ABD, bu nesnel olanağı kullanabilmek için, Rusya’yla olan ilişkilerini bölgeye girmesini sağlayacak düzeye çekmeye dönük ciddi adımlar atmıştır. Esasen bir pazarlık şeklinde yürüyen bu sürece ilişkin tespitler yaparak ABD emperyalizminin Orta Asya ve Kafkaslar’daki egemenliğini dolaysızlaştırma yönündeki politikalarını incelemeye başlayabiliriz.
ABD-Rusya yakınlaşmasına ilişkin notlar
Rusya ile ABD emperyalizminin yakınlaşmasını anlamak için kuşkusuz ilk incelenmesi gereken, bu ülke ile NATO arasındaki ilişkilerin seyridir. Bilindiği üzere yıllardır NATO-Rusya Daimi Müşterek Konseyi üzerinden belirli bir diyalog yaşanırken ilişkileri daha üst bir düzeye taşımak üzere yeni NATO-Rusya Konseyi kuruldu. Bu konsey, terörle mücadele, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların azaltılması, füze savunma sistemleri, barışı koruma ve bölgesel krizlerin yönetimi gibi konularda işbirliğini geliştirmeyi hedefliyor. Bu konuların ne anlama geldiğini son on yılın gelişmeleri çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Diğer taraftan, ABD ve Rusya, nükleer silahların indirimi ve bu silahların “kötü ellere” düşmesine karşı işbirliği yapma konusunda anlaştıklarını açıkladılar. Daha da önemlisi, ABD’nin Irak’a yönelik yaptırımları daha da sıkılaştırma önerisine çekimser yaklaşan Rusya, bu konuda ABD’yi destekleyen bir politika izlemeye karar verdiğini açıkladı.
Bu gelişmelerden özellikle NATO’yla ilgili olanı, emperyalizmin Rusya’ya ne kadar güvendiğinin bir göstergesi olmanın yanı sıra, Rusya burjuvazisinin uzun yıllardır istediği veto yetkisine ve sonrasında üyeliğe giden bir süreci açmıştır. Bilindiği üzere Rusya, NATO’nun genişlemesine olan itirazlarını yaparken kendisinin de üyeliğe alınmasını talep ediyordu; dolayısıyla bu gelişmenin emperyalizme yarayan bir yönü de NATO’nun genişlemesinin önünü açmasıdır. Rusya’nın önümüzdeki dönemde NATO’da bazı konularda veto hakkı kazanması, Rusya burjuvazisi için pek çok korkudan kurtulmak anlamına gelecektedir. Diğer yandan son gelişmelerle birlikte Rusya’nın ayrı bir kutup oluşturabileceğine ilişkin tezleri rahatça çöpe atabiliriz.
ABD-Rusya yakınlaşmasının en önemli ayaklarından birisi de ekonomik alandadır ve bu alanda yaşanmış olan gelişmeler sürecin 11 Eylül öncesinden başladığının belirtilerini de daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Öncelikle, birkaç ay önce açılan Tengiz-Novorissisk petrol boru hattına değinmek gerekiyor:
“Kazakistan petrolünü dünya pazarlarına taşıyacak ilk boru hattı Aralık ayında Rusya’da açıldı. Rusya’nın Novorossisk limanı yakınlarında düzenlenen seremonide söz alan konuşmacılar, 940 mil uzunluğundaki çelik tüpün uluslararası işbirliğinin bir simgesi olduğunu söylediler, ve bu gerçekten de öyledir: Rusya Federasyonu ile ABD’li ve Rus petrol şirketleri paranın büyük bir kısmını sağlamışlardır. Rusya 40 yıl ömrü olacak boru hattından 20 milyar dolar kazanacakken, Chevron Corp.’un milyarlarca dolarlık yatırımı çok iyi kâr kazandıracak gibi gözüküyor. (…) Eski Sovyetler Birliği topraklarındaki en büyük yabancı yatırım olan proje, azimle ispatlıyor ki, Batılılar ve Ruslar birlikte çalışabilirler. CPC [Caspian Pipeline Consortium – Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu – H.A.] uluslararası iş çevrelerinin Rusya ve Kazakistan’a ne kadar güven yatırması gerektiğini kanıtlamıştır.”2
ABD ve Rus burjuvazisi birlikte sömürmeye alışmaktadır ve sürecin altyapısı yıllar öncesinden örülmeye başlamıştır:
“Clinton hükümeti zamanında ABD, Rusya ve Hazar bölgesinde enerji kaynaklarının geliştirilmesi konularında ABD ve Rus şirketleri tarafından ortak yatırımların yapılmasını güçlü bir şekilde desteklemiştir.”3
Rusya’nın sisteme ekonomik entegrasyonunun hızlanmasının yine petrolle ilgili ve yine 11 Eylül öncesine giden bir boyutu daha bulunmaktadır. Rusya, Tengiz-Novorissisk hattı daha açılmadan önce, son iki yıldır petrol üretimini önemli ölçüde arttırmaktaydı:
“Yarışma birden ve beklenmedik bir şekilde su yüzüne çıktı. Son iki yılın her birinde Rusya sessizce ancak ısrarla yıllık petrol üretimini neredeyse yarım milyon varil/gün (mv/g) arttırmıştır – bu, tarihte bir ülkenin gerçekleştirdiği en büyük yükseltmedir. Dünya ekonomisinin ve petrol talebinin durgunluk yaşaması nedeniyle Suudi Arabistan ve OPEC ortakları üretimlerini 3.5 mv/g düşürmeyi tercih etmişlerdir. Daha sonra 1 Ocak 2002’de bir fiyat düşüşünü engellemek için bir 1.5 mv/g daha düşürdüler. Rusya da üretiminde sembolik indirime gitmiş olsa da OPEC, kendi kaybına rağmen Rusya’nın kazançlı çıkmasından hoşlanmamıştır.”4
Rusya’nın emperyalizmle yakınlaşmasının göstergelerinden biri de hem iç hem de dış politikada Rus burjuvazisinin elini rahatlatan bir gelişmedir. Yakın zamana kadar Çeçenistan’da insan hakları ihlalleri olduğunu söyleyerek Rusya’yı sıkıştıran emperyalist kuruluşlar, bir süre sessiz kalmış ve son zamanlarda da bölgede yürüttüğü mücadele nedeniyle neredeyse Rusya’yı kutlayacak duruma gelmiştir. Ne tesadüftür ki Tengiz-Novorissisk hattı Çeçenistan’dan geçmektedir.
Emperyalistleri ve özellikle Rus burjuvazisini rahatlatan bu yakınlaşma sürecinde ABD emperyalizmi Rusya’dan birbiriyle ilişkili iki temel adım atmasını istemiştir: Birincisi, ABD’nin Kafkaslar ve Orta Asya’daki askeri ve politik varlığını katlayarak arttırmasına ses çıkarmaması, hatta dolaylı olarak bunun yolunu açması; ikincisi, aşağıda göreceğimiz gibi, bunun bir parçası olarak Bakü-Ceyhan petrol boru hattına fazla itiraz etmemesi.
ABD’nin istekleri fazlasıyla karşılanmıştır. ABD Afganistan’a en az 7 bin asker yerleştirmiş ve burada bir üs açmıştır. Özbekistan’da ise en az bin ABD askeri yerleşmiş durumdadır; Özbekistan, ABD’ye kullanması için 23 üsten birisini seçebileceğini belirtmiş, ABD eskiden Sovyet uzay araçları için atış rampası olarak da kullanılan Khanabad Hava Üssü’nü seçmiştir. Kırgızistan ise Aralık ortasında ABD ile bir anlaşma imzaladı; buna göre ABD başkent Bişkek’te 37 hektarlık ve 3 bin asker kapasiteli bir üs inşa edecek. Bunun yanında Kırgızistan’ın Manas Hava Üssü de NATO’ya verildi. ABD birlikleri Manas’a yerleşmeye başladı: Yeşil Bereliler’den bir birliğin yanı sıra en az altı F/A-18D jeti bu hava üssünde bulunmaktadır. Fransa da altı tane Mirage-2000D uçağı ile dört hava nakliye uçağını bu üste bulundurmaktadır.
Bunlar sadece medyaya yansımış olan rakamlardır ve çok sayıda NATO nakliye uçağının bölgeye sürekli gidip geldiği bilinmektedir. Kırgızistan’ın NATO’nun uzaktaki evi olacağı yorumları yapılmaktadır. Tacıkistan’da ise belirli bir ABD askeri varlığının bulunmasının ötesinde, ABD’li askeri yetkililer bu ülkede üs seçmeye çalışmaktadır ve emperyalizmin buradaki askeri varlığının da katlanarak artması beklenmelidir. Bütün bu askeri yığılma ancak Rusya’nın onayıyla gerçekleşebilirdi ve sonuçta olan da budur.
Bakü-Ceyhan konusunda ise Rusya’dan artık fazla itiraz sesi yükselmemektedir. 11 Eylül öncesinde nasıl baktığına ilişkin bir örnek sanırız bugünkü durumu daha açık bir şekilde ortaya koyacaktır:
“Geçen Nisan ayında [2001 – H.A.] Rusya’nın Hazar müzakerecisi ve eski enerji bakanı Viktor Kalyuzhniy, Rusya’nın boru hattı gümrüklerini indirerek BTC’den [Bakü-Tiflis-Ceyhan – H.A.] daha az petrol geçmesini sağlamasını önerdi; bu öneri Moskova’nın kendi boru hattı sisteminin alternatiflerini baltalamak konusundaki ısrarlı ilgisini ortaya koymuştur.”5
Emperyalizmin Rusya’dan istediklerinin sadece bölgesel politikalarla sınırlı olduğu da düşünülmemelidir. ABD’nin tek taraflı olarak ABM anlaşmasından çekilmesine Rusya’nın ses çıkarmaması ve Rusya’nın Küba’daki istihbarat üssünü kapatması pazarlıklar sırasında verilen tavizler arasındadır.
Rusya’la yakınlaşma sonucunda ABD bölgedeki askeri varlığını belirli bir düzeye getirse de, Bakü-Ceyhan henüz gerçekleşmemiştir. Rusya’nın geçmişte bu boru hattına karşı çıkmasının nedenlerini anlamak zor değil, nihayetinde kendi boru hattı sistemine en büyük rakip olan seçeneğin ortaya çıkmasını engellemek istemiştir; ancak artık ABD ile yapılan anlaşma gereği fazla ses çıkartmamaktadır. Buradan esas konuya gelebiliriz:
Bakü-Ceyhan ABD emperyalizmi için neden bu kadar önemlidir ve bölge politikalarında nereye oturmaktadır?
ABD emperyalizmi adına politika üreten bütün kuruluşlar yıllardır Bakü-Ceyhan petrol boru hattının ABD’nin çıkarları açısından ne kadar kritik olduğunu yazıp durmaktadırlar. Peki Bakü-Ceyhan gerçekten önemli midir; eğer öyleyse önemi nereden kaynaklanmaktadır? Bu sorular bizim açımızdan kritiktir, çünkü dikkat ederseniz şu ana kadar tartıştığımız konularda Türkiye’nin süreçte herhangi bir rolü bulunmamaktadır ve esas olarak bu başlıkta işin içine girmektedir.
Bakü-Ceyhan için yapılan esas planlar, Kazakistan ve Türkmenistan’ın da Hazar Denizi’nin altından bu boru hattına petrol sağlamalarını içermektedir. Bu projenin Bakü-Ceyhan kısmı büyük ölçüde garantilenmiş durumda olsa da, Kazakistan ve Türkmenistan henüz bu hatta bağlanma konusunda ikna edilmemiştir. Bu gerçekleştiği takdirde Bakü Hazar’daki bütün petrolün toplandığı merkez haline gelecek ve petrol Tiflis üzerinden Ceyhan’a getirilecektir. Bunun yanında belirtmek gerekir ki, bu hattın kapasitesinin Tengiz-Novorissisk hattından çok daha büyük olması tasarlanmaktadır. Bakü-Ceyhan’ın önemini anlamak için öncelikle bu projenin ekonomik açıdan alternatiflerine kıyasla ne durumda olduğunu incelemek yararlı olacaktır.
“Hazar’la ilgilenen petrol şirketleri (Amerikalı olanlar ve diğerleri), çok uzun çok pahalı (…) ve İran’dan geçecek bir hatta kıyasla maliyeti fazladan 1 ila 2 milyar dolar arasında arttıracağı için Bakü-Ceyhan hattına karşı çıkmaktadırlar. Türkler ise fazladan masrafı ödeyeceklerini söylüyorlar.”6
Petrol şirketlerinin daha kârlı yollar aradığı doğru olmakla birlikte, ABD’nin dış politikasını hiçbirinin anlamadığı ve Bakü-Ceyhan’a hepsinin karşı çıktığı değerlendirmesi doğru değildir. Genelde şirketler Bakü-Ceyhan’ı kabul etmekle birlikte, onun yetersiz kalacağını iddia ederek alternatifler için ABD hükümetinin izin vermesini istemektedirler. Örneğin Unocal bu şirketlerden biridir ve esas olarak Afganistan-Pakistan hattı için ABD hükümetinden onay almaya çalışmaktadır.7 Ancak son zamanlardaki bazı gelişmeler alternatif yolları kapatmıştır:
“İsrail geçen sene başkan Bush’u hükümetteki ilk aylarında kandırmıştır. İran ve Libya’nın petrol ve doğalgaz sanayilerine 20 milyon dolardan fazla yatırım yapan şirketlere yaptırım uygulanmasını getiren 1996 tarihli, İsrail güdümlü İran-Libya Yaptırımları Yasası (ILSA) için sadece iki yıllık uzatma istiyordu yeni başkan. Bush, bu iki yıl dolunca ILSA’yı feshetmeye hazır görünüyordu. Ancak başkanın dikkati başka yerlere çekilince, Önce-İsrail lobisinin kongredeki bölmesi, beş yıllık uzatmayı geçirdi.”8
ILSA’nın yürürlükte kalma süresi, Bush’un dikkati başka yönlere çekildiği için değil, Bakü-Ceyhan kesinleşene kadar İran hattının gündem dışında tutulması istendiği için beş yıl uzatılmıştır.
İran alternatifi yasalar yoluyla kapatılırken, esas ciddi alternatif olan kârlı Afganistan-Pakistan hattı ise muhtemelen Bakü-Ceyhan garantiye alınana kadar gündeme gelmeyecektir. Gerek Pakistan gerekse Hindistan’daki iç karışıklıklar, kısa vadede bu projenin kesinleşmesini engellemektedir. Ancak sonrasında, yüksek kâr getirecek bu hattın inşası büyük bir olasılıkla gerçekleşecektir. ABD emperyalizmi şu sıralar bu olası hattın geçeceği bölgeye askerlerini, polisini ve ajanlarını yerleştirmekle meşguldür; Afganistan’a iyice yerleşen ABD ordusu son zamanlarda Pakistan’ın içinde bile askeri operasyonlar yapmaktadır.
Sonuç olarak Bakü-Ceyhan’a alternatif hatlar konusunda Powell’ın söyledikleri sanırız tartışmayı kapatacak niteliktedir:
“Dışişleri Bakanı yakın zamanda Kazakistan’ın başkenti Astara’dayken, Başkan Nursultan Nazarbayev ona ülkesinin güneyden, İran üzerinden Basra Körfezi’ne giden petrol boru hattını tercih ettiğini söylemişti. Powell Nazarbayev’i atlatarak ABD’nin Türk ve Rus hatlarını tercih ettiğini belirtti.”9
ABD’nin Bakü-Ceyhan ve Tengiz-Novorissisk (ve ihmal edilebilir küçüklükte olan Bakü-Supsa) dışındaki bütün hatları kısa vade için elediğinden emin olabiliriz. Tekrar sorumuza dönecek olursak, daha az kârlı olmasına karşın ABD emperyalizmi neden Bakü-Ceyhan’da ısrar etmektedir? Kapitalizm nihayetinde kâr için üretim yapılan, kârın en yüksek tutulmaya çalışıldığı sistem değil mi?
Eğer marksist analiz yapmak adına sermaye iktidarlarının politikaları tekil sermaye gruplarının kısa vadeli kârlarından kalkarak tahlil edilirse, değil Bakü-Ceyhan, hiçbir şeyin açıklaması yapılamaz. Yukarıda belirttiğimiz gibi, sermaye iktidarları tekil şirketlerin değil, sermaye sınıflarının temsilcileridir ve esas olarak bu sınıfların uzun vadeli çıkarlarını gözetirler. Doğru bir şekilde formüle edemeseler de bazı sermaye sözcüleri de bunun farkındadır:
“En önemlisi, BTC hattının işbirliği içinde geliştirilmesi sadece Rus boru hatlarına güvenli alternatifler yaratmakla kalmayıp, Hazar devletleri ile Batı arasındaki ilişkileri de somutlaştıracaktır. Bu yüzden, proje başlangıçta düşünüldüğü kadar kâr getirmese de ABD onu bütünüyle desteklemelidir.”10
Buradaki “Hazar devletleri ile Batı arasındaki ilişkileri de somutlaştıracaktır” ifadesi, bu ülkelerin emperyalizme bağımlılıklarını katlayarak arttıracaktır anlamına gelmektedir. Böylece bu boru hattının nereye oturduğunu daha rahat kavrayabiliyoruz. ABD’nin son on yıldır Rusya dolayımıyla bölgeyi emperyalizme entegre etme modelinden dolaysız entegrasyona geçişinde Bakü-Ceyhan ve Hazar Denizi’nin altından ona bağlanacak hatlar kritik bir rol oynayacaktır. Böylece bölge ülkelerinden Rusya’ya giden mevcut boru hatları önemsizleşecektir. Bu ülkeler Rusya’ya bağlı ve Rusya da ABD’ye bağlı olmayacak, hepsi birden doğrudan ABD emperyalizmine bağlanacaktır. Bu boru hattının ekonomik önemi, istendiğinde siyasete tahvil edilebilecek niteliktedir.
Bölge ülkelerinde artık iyice palazlanan burjuvaziye tatlı kâr olanakları sağlayacak olan bu proje, bu ülkeleri ABD’ye mahkum kılacaktır. Bölge ülkelerindeki sermaye sınıflarını ne kadar büyük kârların beklediğine ilişkin bir rakam sanırız konuyu aydınlatacaktır:
“Bu yaklaşım eski Sovyet cumhuriyetlerine, eşi görülmemiş bir zenginliğe (önümüzdeki yirmi ya da otuz yıl içinde 100 milyar dolara yakın) ulaşma olanağı yaratmanın yanında, Rus işbirliği için de ekonomik dürtüler yaratmıştır.”11
Tatlı kârlara bir kere alışan Orta Asya ve Kafkas ülkelerinin sermaye iktidarları sorun çıkardığında, ABD onları çok kolayca Bakü-Ceyhan boru hattının musluğunu kapatıp diğer ülkelere, örneğin OPEC’e öncelik vermekle tehdit edebilecektir. Hiçbir sermaye iktidarının kârlardan vazgeçemeyeceği gerçeği bir yana, değil bu musluğun kapanması, kapanma tehdidi bile bu ülkelerin ABD’nin istediği adımları atmak konusundaki tereddütlerini ortadan kaldırmaya yetecektir.
Diğer yandan, emperyalistlerin uzun vadeli çıkarlarına denk düşmekle birlikte, kısa vadede düşük kâr getiren bu boru hattını petrol şirketlerine kabul ettirmek için de iyi pazarlama yapmak gerekmektedir:
“Böylece BTC hattı Rus hatlarına en iyi alternatif olmaya devam etmektedir. Diğer yollara kıyasla daha güvenli bir yatırım bölgesi, potansiyel olarak daha düşük gümrükler (şu anda varil başına 3 dolar olması planlanıyor), Akdeniz’deki büyük taşıyıcılarla doğrudan bağlantı ve önemli Türk ve Batı Avrupa pazarlarına ulaşım sunmaktadır.”12
Emperyalizmin “thinker”ları açısından pazarlama stratejisi şöyle oluşmalıdır:
“Hazar’da ABD çıkarlarını korumak için Washington, ticari ve politik inisiyatifler içeren yeni ve güçlü bir strateji oluşturmalıdır. ABD öncelikle güvenilir ve dağıtılmış bir bölgesel enerji ulaşımını geliştirmek için elinden geleni yapmalı ve özellikle BTC hattının geliştirilmesini desteklemelidir. Bu, sadece projeye politik destek sağlamak için gerekli hükümetlerle anlaşmalar imzalamak değil, ABD’li ve diğer Batılı petrol şirketlerini bu projeyi desteklemek için yüreklendirmek anlamına da gelmektedir.”13
Burada bir parantez açmakta yarar var: Bakü-Ceyhan petrol boru hattının değinilen onca önemine karşın bilinen dünya petrol rezervlerinin dörtte birinin (yaklaşık 260 milyar varil) Suudi Arabistan’da olduğu düşünülürse, Hazar petrolünün emperyalizm açısından gerçekten de bu denli kritik olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Suudi Arabistan’ın en önemli petrol ihracatçısı olma konumu büyük olasılıkla koruyacak olmasına karşın, daha keşfedilmemiş çok sayıda petrol yatağının bulunduğu düşünülen Hazar Denizi’nden gelecek petrol kesinlikle küçümsenebilir düzeylerde olmayacaktır. Asıl önemlisi, söz konusu ülkelerin en önemli ihraç malı petrol ve doğalgaz ürünleridir. Petrol ve doğalgaz ürünleri, Azerbaycan’ın ihracatının yüzde 85’ini, Türkmenistan’ınkinin yüzde 81’ini Kazakistan’ınkinin ise yüzde 54’ünü oluşturmaktadır.14
Yeni boru hatları bu oranları daha da yükselteceği için, bu ülkeler petrolü çıkaran, taşıyan ve satın alanlara bağımlı olacaktır. Bunların hepsinde emperyalist şirketler ağırlığı oluşturmaktadır.
Toparlayacak olursak, Bakü-Ceyhan ve ona bağlanacak boru hatlarının önemi, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerinin emperyalizme entegrasyonunu ekonomik ve siyasi açıdan hızlandıracak olmalarından gelmektedir. Türkiye’ye ise Orta Asya ve Kafkaslar’daki en önemli görev bu noktada düşmektedir. Ülkemiz, emperyalizmin bölgedeki egemenliğini tahkim edecek olan bu boru hattının güvenliğini sağlamaktan sorumlu olacaktır. Bu hattın geçeceği Gürcistan ve Azerbaycan’daki iç sorunlar düşünüldüğünde (Gürcistan’ın bir kısmında Abhazlar ayrı bir cumhuriyet ilan etmiştir, Azerbaycan’ın bir bölgesi ise Ermenistan’ın kontrolündedir), bu görevin önemsiz olmadığı ortadadır.
Diğer taraftan, söz konusu hattın inşası korkak Türkiye burjuvazisi için o kadar önemli bir hale gelmiştir ki, bu görevin ABD tarafından özel bir nedenle Türkiye’ye verilmesinden ziyade, Türkiye’nin her türlü ekonomik tavizi vererek bu hattın kabul edilmesi için çırpındığı görüntüsü çıkmıştır ortaya.
Türkiye’nin görevi ABD açısından önemli olmakla birlikte, bunun Türkiye’nin bölgedeki siyasal gücünü arttırma potansiyeli çok düşük olacaktır. Nedeni çok basit: Bakü-Ceyhan’ın musluğunun kontrolü, yani onu gerektiğinde şantaj olarak kullanma olanağı Türkiye’de değil ABD’de olacaktır. Bunun örneğini daha önce Irak saldırısı sırasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının kapatılması olayında görmüştük. Türkiye burjuvazisi kendi aleyhinde olmasına karşın emperyalizme itaatkarlığı nedeniyle boru hattını kapatmıştır Sonuç olarak Bakü-Ceyhan, bölge ülkelerini emperyalizme Türkiye dolayımıyla değil, doğrudan entegre etme sürecine oturmaktadır.
ABD açısından Türkiye’nin diğer bölgesel görevleri
Türkiye’nin bölgedeki en önemli rolünün ABD için Bakü-Ceyhan’ın güvenliğini sağlamak olduğunu tespit ettikten sonra, bunun uzantılarını, ABD’nin bölgedeki durumunu, Türkiye’nin Bakü-Ceyhan dışında ne gibi görevlerinin olacağını ve bu görevlerin ABD emperyalizmi açısından gerçekten kritik olup olmadığını incelemek gerekmektedir.
Bakü-Ceyhan’ın savunulması görevi bilindiği üzere Türkiye’nin Kafkaslar’da Gürcistan ve Azerbaycan’la askeri ilişkilerinin gerekçesi olmuş, örnek olsun Türkiye geçtiğimiz yıllarda Gürcistan’da bir hava üssü açmıştır. Bunun yanında Türkiye iki ülkenin de askeri personeline eğitim vermekte, iki ülkenin ordularının NATO’ya uyum sürecinde aktif roller üstlenmektedir. Ancak Türkiye’nin bu iki ülkedeki etkisi, emperyalizme entegrasyon için bir dolayım yaratacak nitelikte değildir.
Diğer yandan, Gürcistan Devlet Başkanı Şevardnaze, neredeyse doğrudan ABD mandasına girmek için olağanüstü bir çaba göstermektedir. 11 Eylül’den sonra ABD askerlerinin Gürcistan’a gelmesi konusunda “sekiz yıldır bunun planlarını yapıyoruz” diyebilecek kadar pervasızlaşan bir başkandan söz ediyoruz.
ABD Gürcistan’a 200 kişilik bir askeri birlik gönderecektir. Daha çok askeri eğitmenlerden oluşan bu birliğin ilk unsurları Gürcistan’a varmıştır. Açıklamalara göre, ABD biri sınır muhafızı olmak üzere toplam dört tabura eğitim verecektir. Bunun yanında 10 milyon dolarlık askeri bütçesi olan Gürcistan’da ABD’nin son askeri projesinin 60 milyon dolara malolacağı açıklanmıştır. Görüldüğü gibi, çekirdek kadroları yetiştirmek ve diğer önemli işler emperyalistlere düşerken, Türkiye’ye alt rütbeli subayları yetiştirmek veya önemsiz görevler düşmektedir.
Ermenistan’la sorunları gerekçesiyle çıkarılan bir yasa nedeniyle ABD’li şirketlerin Azerbaycan’a yatırım yapamamakta ve bu ülkeye borç verememekte olduğunu görüyoruz. Ancak Bush’un yeni onayladığı bir karara göre ABD’nin Azerbaycan ve Ermenistan’a askeri yardım yapmasının önündeki engeller kaldırılmıştır.
ABD’nin Azerbaycan’daki ekonomik varlığını sınırlayan yasa bir bakıma Türkiye’ye yaramış, bu ülkede tek başına hareket eder hale gelmiştir. Ancak bu durumun kalıcı olacağı sanılmamalıdır. Gerek yukarıdaki askeri yardım haberi, gerekse petrol şirketlerinin söz konusu yasayı yürürlükten kaldırmak için artan çabaları, ABD’nin yakında görevi Türkiye’den devralacağını göstermektedir.
Sonuç olarak Bakü-Ceyhan’ın güvenliğinin sağlanması, Türkiye’ye ancak iki ülkede askeri ve kısmen politik bir etki sağlamış, Hazar Denizi’nin öbür tarafında, Orta Asya’da etkin olmasına ise olanak sağlamamıştır. Türkiye Orta Asya’da etkin olmak için Afganistan’ı önemli bir fırsat olarak görmüştür; beklentilerin karşılanıp karşılanmadığını aşağıda inceleyeceğiz.
ABD emperyalizminin Afganistan bahanesiyle son aylarda askeri olarak yerleştiği Afganistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın ortak özelliği bölgedeki petrol ihraç etmeyen ülkeler olmalarıdır. Petrol ihraç eden Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’a ABD askerinin girmesi şimdilik gündeme gelmemiştir, ancak yakın gelecekte mutlaka bu da olacaktır.
Diğer yandan, bölge ülkeleri, ABD’nin oradaki egemenliğini arttırmasını büyük bir istekle savunmuştur. Bunun ekonomik nedenleri yanında politik bir boyutu da bulunmaktadır. ABD, özellikle dinci örgütlerden rahatsız olan bu ülkelere siyasi istikrar getirme iddiasıyla da buraya askerlerini yerleştirmiştir. Dinci örgütler, ABD açısından bölgeye yerleşmek için bir bahane olmakla birlikte söz konusu ülkeler açısından gerçek bir tehdittir. ABD’nin kendi beslediği dincilerle mücadele etme iddiası bölgeye girmesini kolaylaştırmıştır. Bunun yanında, sürekli birbirleriyle didişen ve birbirlerinin kriz dinamiklerini besleyen Orta Asya ülkeleri, hepsinin üzerinde anlaştığı bir hakemin bölgedeki kontrolü sağlamasını da sevinçle karşılamıştır.
Türkiye’nin Afganistan’a asker göndererek ne kazandığına gelince… ISAF komutanlığı görevini devralmakta gecikilmesinin ardında yatanlar bazı ipuçları vermektedir.
Birincisi, Türkiye Afganistan’ın şişirildiği kadar önemli olmadığını anlamaya başlamıştır; bu ülkenin önemi, emperyalizmin bölgeye girmesi için bir kapı, bir vesile oluşturmasıydı; buradan geçecek boru hattı için ise daha çok erkendi.
İkincisi, görevin önemsizliğini anlayan Türkiye, bu görev karşılığında hem korkularını dindirecek hem de kendisini daha önemli kılacak silah ve teçhizat istemiştir; emperyalistlerle bu konuda kimi pazarlıklar yürütülmüştür.
Üçüncü olarak, Türkiye’nin bir batağa saplanma olasılığından korktuğunu görüyoruz.
Diğer yandan Afganistan’ın en kârlı boru hattı yolu üzerinde olması ve son dönemde daha “istikrarlı” hale gelmesi, Bakü-Ceyhan’a alternatif olarak daha fazla gündeme gelmesine neden olmaktadır. Petrol olmasa da doğalgaz konusunda yeni bir gelişme Türkiye’nin bu korkusunun çok da gerçek dışı olmadığını göstermiştir: Türkmenistan Cumhurbaşkanı Niyazov 24 Nisan günü Türkmenistan’dan başlayıp Afganistan üzerinden Pakistan limanlarına doğalgaz taşıyacak bir doğalgaz boru hattı için BM’den destek istemiştir. Niyazov bu konuda Müşerref ve Karzai ile ortak bir görüşme yapmayı planladığını da aynı açıklamada dile getirdi.
Yukarıdaki tespitler ABD açısından Türkiye’nin Bakü-Ceyhan’ın güvenliğinin sağlanması dışında çok kritik bir rolü olmayacağını, ancak Türkiye’nin panik içinde böylesi roller için girişimlerde bulunmaya devam edeceğini göstermektedir.
Sonuç: Türkiye “Rusya alternatifi”nde ne bulur
Bütün bu tartışmalardan aşağıdaki sonuçları çıkarabiliriz:
1. Komünist hareketin Rusya’nın ayrı bir kutup olmadığı ve olamayacağı yönündeki öngörüsü yaşanan her gelişmeyle tekrar tekrar doğrulanmıştır. Değil ayrı bir kutup oluşturmak, Rusya’nın emperyalizmle ilişkileri önemli aşamaları geride bırakmıştır. Dolayısıyla, ABD’nin ısrarla ertelediği İran’ı bir kenara koyarsak, Türkiye’nin Rusya “alternatifi”ni gündeme getirmesi, ABD’nin bölgesel politikalarında Türkiye’nin payını arttırma çabasıdır. Ancak bu çaba sayesinde Türkiye ile Rusya’nın yakınlaşması çok düşük bir olasılıktır. Örnek olsun, ABD’nin istekleri yüzünden itirazlarını dindirse de Rusya’nın Bakü-Ceyhan’ı hoşgörmesi mümkün değildir.
2. Rusya’nın emperyalist sisteme entegrasyonunun hız alıyor olması ve bununla birlikte ABD’ye daha çok teslim olmaya başlaması, Türkiye ve Rusya arasında bir tür ABD’ye hizmet yarışına neden olabilir. Rusya’ya NATO’da yeni yetkilerin verilmesine Türkiye’nin koyduğu çekinceler esas olarak bununla ilgilidir. Rusya’nın emperyalizme yakınlaşması, Türkiye’nin önemsizleşme korkularını uyaracaktır. Artık “jeostratejik önemi” kendisinden daha büyük bir ülke vardır ve böyle bir Rusya’nın varlığı, Türkiye’nin ABD için daha önemli görevler üstlenmesini zorlaştıracaktır.
3. Türkiye ile Rusya arasında Gürcistan ve Çeçenistan ile ilgili gerilimler de yaşanmaktadır. Türkiye’nin desteklediği Gürcistan hükümetinin en büyük sorunu, Rusya’nın desteklediği Abhazlar’dır. Sonuçta ABD’nin bölgedeki doğrudan varlığı nedeniyle Rusya çekilecektir, ancak bu durum Türkiye ile gerilimleri azaltmamaktadır. Diğer yandan Türkiye’nin Çeçenistan’la bağlantıları Rusya tarafından defalarca dile getirilmiştir. Resmi bir açıklama olmasa da, geçtiğimiz günlerde Duma’da bir milletvekili Rusya’nın “şer ekseni”nin Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan olduğunu söylemiştir.
4. Rusya ile gerilimi yükseltme olasılığı bulunan bunca başlığa karşın askerlerin zaman zaman Rusya ile yakınlaşma politikasını dile getirmelerinin en önemli nedeni, Kafkaslar ve Orta Asya’da Rusya’yı bütünüyle karşıya alarak adım atmanın zorluğunun farkında olunmasıdır. Türkiye’nin nefesi Kafkaslar’a bile ancak askeri açıdan yeterken ve Orta Asya’da etkin olmak için gövdesinin fazla küçük olduğu ortadayken, bir de Rusya’nın çıkaracağı engellerle uğraşmamak için Rusya’yla iyi geçinme politikası denenmektedir.
5. Türkiye’nin bölgedeki ilk denemeleri, 1990’ların başlarında faşist ve dinci gerici kadrolar aracılığıyla gerçekleşmiş ve bölgedeki iktidarlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bunun üzerine son yıllarda daha merkezi ve askerlerin doğrudan denetimindeki mekanizmalar öne çıkarılmıştır. Ancak Rusya ile gerilimlerin artması durumunda faşist ve gericilerin tekrar öne çıkma olasılığı gündeme gelebilir. Rusya düşmanlığı Türkiye’deki karşı devrimci dinamikleri harekete geçirmek için yeterlidir. Diğer yandan böylesi bir gelişmenin bölgedeki ülkeler tarafından yine hoş karşılanmama olasılığı çok yüksektir.
6. Türkiye, bölgedeki gücünü arttırmak için pazarlıklarda panik içinde hep ekonomik olanaklardan vazgeçmektedir; bu Bakü-Ceyhan’da ve doğalgaz konusunda böyle olmuştur. Aynı durumun gelecekte de devam edeceğini düşünebiliriz. Dolayısıyla edindiği ve edineceği bölgesel roller, Türkiye’nin ekonomik durumunu düzeltmeyecektir ve ekonomi kaynaklı kriz dinamiklerini yumuşatmakta kullanılamayacaktır. Bunun yanında emperyalist projelerde figüranlık için topluma ekonomik gerekçeler sunulması zorlaşacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Cihangir Gürkan ŞEN, “Rusya Orta Asya’ya Geri mi Dönüyor?”, Stratejik Analiz, Haziran 2000, s. 3.
- Christopher PALA, “Oil Futures”, Insight on the News, Jan 14-Jan 21 2002.
- Jan H. KALICKI, “Caspian Energy at the Crossroads”, Foreign Affairs, Sept/Oct 2001.
- Edward L. MORSE – James RICHARD, “The Battle for Energy Dominance”, Foreign Affairs, Mar/Apr 2002.
- Jan H. KALICKI, a.g.y.
- Andrew I. KILLGORE, “The Great Caspian Sea Oil Pipeline Game – Part II”, The Washington Report on Middle East Affairs, March 2002.
- “A New Silk Road: Proporsed Petroleum Pipeline in Afganistan”, Monthly Review, Dec 2001.
- Andrew I. KILLIGORE, a.g.y.
- a.g.y.
- Jan H. KALICKI, a.g.y.
- a.g.y.
- a.g.y.
- a.g.y.
- Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Gürcistan net enerji ihracatçısı değildir. Kaynak: World Bank, World Development Indicators Database.