Tanım yerine
Önce, aydınının değişik anlatımları üzerinde durmakta, onları hatırlamakta yarar var. Tanım yerine, anlatım sözcüğünü bilerek seçiyorum; çünkü bu yazının, “aydın” kavramı üzerine konuşulup yazılmış pek çok şeyin içinden iyi bir tanımın gerektirdiği en uygun seçimi yaparak “efradını cami ağyarını mani”, ne eksik ne fazla, içeri alınması gerekenleri kapsayıp yabancı olanları dışarıda bırakma noktasına ulaşmak gibi bir amacı yok. Bununla birlikte, muradını olabildiğince eksiksiz anlatabilmek bakımından, aydından ne anladığını başlangıçta ve olabilen açıklıkta ortaya koyma ihtiyacı bulunuyor. Öyleyse, bu anlatımların ayırt edici yanları hatırlatılarak başlanabilir.
Bir kez, bu anlatımlar içinden, şunu seçip bir kenara ayırabiliriz: Okuyan yazan, düşünen, düşünce üreten, asıl işi gücü bunlar olan, bunlarla ya yaşamını sürdürmenin yolu olarak ya da, o yol tam bunlarla örtüşmese de, en çok önem verip zaman ayırdığı iş olarak uğraşan… İlk durumda bir zümre olarak aydınlar, ikinci durumda yaşam araçlarının üretimini o yolla sağlamasa da düşünme okuma yazma türünden işlerle uğraşma özellikleriyle aydın olanlar akla geliyor. Seçip ayırmamız gereken ikinci anlatım ise şöyle yazılabilir: Kendi uzmanlığı olan başka bir deyişle birikimleri itibariyle en çok bildiği bir konuyla uğraşıp dururken genellikle o konuyla pek fazla ilgisi olmayan bir “evrensel” soruna kafayı takıp oradaki insan aklına aykırı durumla uğraşmak için bütün emeğini harcayanlar. Haydi üçüncüsünü de benim çok sevdiğim ve aydınlar söz konusu olduğunda hatırlayıp hatırlatmadan edemediğim bir anlatımı aktararak yazalım: Üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokanlar. Bu yazıda kaynak göstermeye aldırış edilmeyecek; ama bunun kaynağını göstermeliyim; bu anlatımın sahibi Jean Paul Sartre. Bizim taraf zaman zaman küçümseme hatta karşıya koyma eğilimine girmiştir ama yanlıştır; yirminci yüzyılın küçümsenemeyecek ve karşı safa konulması da hem kendisi hem bizim taraf için haksızlık yaratacak aydınlarındandır.
Bir de, bu üç anlatımla ilgili bazı açıklayıcı ekler yapmalıyız. Birincisi, her üç anlatımda da geçerli olmak üzere, sözcüğün ilk anda çağrıştırdığı anlam ile, sorulara ve sorunlara aydınlık getirenlerden, onları ve onlarla ilgili olarak insanları aydınlatanlardan söz edilmektedir. Burada, yirmi beş yıl kadar önce Yürüyüş dergisinde ortaya atılmış bir deyişe gönderme yapabilirim: “Aydınlatmayan aydınlar” da olabilir. Tarihin belli dönemlerinde, hiç de seyrek yaşanmayan zaman dilimlerinde, bir zümre olarak aydınlar, sözcüğün bizim dilimizde taşıdığı işlevin çok uzağında olabilirler. Hatta, karanlıkta kalmış ya da pek az açıklanabilmiş sorunları aydınlatmak bir yana, tersine az çok açıklığa kavuşmuş konularda karartıcı bir işlev görebilirler.
İkincisi, yine yukarıdaki anlatımların her üçünde de geçerli olmak üzere, niteliklerinin ve birikimlerinin sonucu olarak, bir kıymeti harbiyesi bulunanlar üzerine konuşuyoruz. Bu “kıymeti harbiye”nin, çağdaş kapitalist dünyada, söz konusu nitelik ve birikimlerin piyasada az çok geçerli metalar olması ile de büsbütün ilgisiz sayılamayacağını eklemekte yarar var. Elbette, bu eke de bir ek yapılmalıdır: Belirli durumlarda, örneğin, güçlü sınıfsal bağlantılara ve/veya siyasal mücadele içinde hak edilmiş bir yere sahip olunduğunda, piyasada geçerlilik önemini kaybedebilir.
Aydının önemi
Şimdi, şöyle bir soruya gelebiliriz: Bu anlamlarıyla aydın “toplumsal” olarak ne zaman önem kazanır ya da daha doğrusu önemi belirgin biçimde artar (a) Kurulu düzen, olumlu, tarihsel ve evrensel anlamda “hızla ilerleme” ihtiyaç ve yeteneğini gösterdiği zaman. (b) Kurulu düzen ciddi tehditler karşısında bulunduğu ve bunu kaba güçle giderme imkânının olmadığını ya da pek az olduğunu kavradığı zaman. (c) Kurulu düzeni kökten değiştirme niyetinde olanlar, bu niyetlerini gerçekleştirebilecek kararlılığı, inatçılığı, yok edilmezliği, ezilip bastırıldıkça bütün bu özellikleri daha belirgin biçimde taşıyarak yeniden ortaya çıkışı sergiledikleri, bütün bunlarla cisimleşen bir gücü gösterebildikleri zaman.
“Aydınlar toplumsal olarak ne zaman önem kazanırlar?” sorusu şu anlama da geliyor: Aydınların sayıca çoğalması, dolayısıyla açıkça görülen ve gizil (potansiyel) etkileme güçlerinin artması da işte o zamanlarda, toplumsal olarak önem kazandıklarında söz konusu olur. Şuna benzer bir nesnelliğin varlığını ileri sürmüş oluyorum: Aydınlar, daha belirgin bir toplumsal önem kazandıkları ve yukarıda betimlemeye çalıştığım dönemlerde niceliksel ve niteliksel olarak da gelişirler.
Şimdi ister istemez, bir soru daha akla geliyor: Peki, dünya ve Türkiye o zamanda mıdır? Daha önce yazdığımı ve kendi soyumdan yazarlarca da dile getirilmiş olduğunu düşünerek gerekçelerine girmeden söyleyecek olursam, dünya o zamandan uzaktadır; Türkiye daha yakındır.
Öyleyse, Türkiye’de aydınlarla uğraşmak gerekiyor. Aslında, bu gerekliliği sadece Türkiye ile ilgili yukarıdaki iyimser görünebilecek durum saptamasına bağlamak da doğru değil. Türkiye aydınlarının geçmiş yüzyıllara kadar giden, ancak artık birden çok on yılla anlatılabilecek kadar eskimeye başlayan bir tükenişle yok olmuş mücadelecikleri de böyle bir uğraşıyı gündeme sokuyor.
“Uğraşmak” nedir?
Aydınlarla uğraşırken ne yapılmalı? Bir kez, uğraşmak eylemi, lânet, çekilmez, zoraki bir işi yapmak biçiminde anlaşılmamalıdır. Oysa, bizd,e sık sık böyle olmuştur. Sadece proleter solda değil, ondan etkilenmiş burjuva solda da öyle olmuştur. Ecevit ve siyasal ömrünün son yıllarında ulaştığı aydın düşmanlığı, bunun örneğidir. Sağda ise hemen her zaman öyledir; daha doğrusu orada “uğraşmak” çoğu zaman “hakkından gelmek” anlamını taşımıştır.
Öncü örgütü yaratmak ve onunla iktidarı almak peşinde olanlar açısından, öncüleşecek işçilerin yukarıdaki anlamların tümünü olmasa da bileşkesi denebilecek bir toplamını içerecek biçimde aydınlaşması gereklidir. Ayrıca, zümre anlamında aydınların içinden insanlığın bilgi birikimini kavramış sosyalizm mücadelesine hem nesnel hem öznel itkilerle hele ikincisi ağır basarak katılmış bir kesimin varlığı, bu kesimin kayda değer büyüklüklere ulaşmasına da bağlı olarak son derece önemlidir.
Uğraşmak öncelikle, çok önemli ve zorlu bir işi çok emek harcayarak, çalışıp çabalayarak, hakkını vererek yapmak anlamında anlaşılmalıdır. Burada, birlikte çalışarak, karşılıklı çaba gösterip etkilemeye ve etkilenmeye açık olarak bir dönüştürme eylemi (süreci) söz konusudur. Tarihte buna tanıklık edilmiştir, örneğin, sosyalist edebiyatta bu çok büyük yer kaplayan bir temadır; gelecekte de böyle olacaktır. Karşılıklılık, burada, diplomatik bir incelikle, hemen hemen aynı anlama gelmek üzere, ikiyüzlüce ve şarlatanca söylenmemektedir. Gerçekten, aydınlardan, sayısal ve siyasal güçleri ne kadar az olursa olsun “aydınlatan aydınlar” olmaları koşuluyla, öğrenilmesi gerekenler çok fazladır. Dolayısıyla, onlara karşı bir aşağılama ya da küçümseme tavrı, yalnız saygısızlık ve kadirbilmezlik anlamında değil sosyalizm mücadelesinin gerçek çıkarlarını anlayamama anlamında da bağışlanmaz bir yanlıştır. Onları küçümsemek ya da hor görmek bir yana tersine, kendine bir sözcük öğretenin kölesi olacağını söyleyen peygamber buyruğuna kulak vermek gerekir.
Bununla birlikte, aslolan sosyalizmin tarihsel ve güncel çıkarlarını yararını gelişmesini en üst düzeyde gerçekleştirebilmektir. Tam bu noktada, kısa bir parantez açarak, aklıma gelen bir soruya da değinmeden edemiyorum. Şöyle bir soruyla karşılaşmamız mümkündür: “İyi de sosyalizmin tarihsel ve güncel çıkarlarının neler olduğuna kim karar verecek?” Bu sorunun sorulması yalnız mümkün değil, muhtemel de olmakla birlikte, soru sahiplerini yanıtlamaya ve inandırmaya çalışmak boşunadır; çünkü çoğu durumda “herhangi bir olguya bakan göz sayısı kadar farklı düşünce ve değerlendirme olabilir” iddiasıyla sorulmuş bir sorudur bu.
Dolayısıyla, yine bu noktada ileri sürülebilecek ve ciddiye alınmaya değer şu tür düşünceler üzerinde durmak daha anlamlı olacaktır: Aydınlara özgü yaratma çabasında öncelikler her zaman gündemde değildir. Ayrıca, belirlenmiş öncelikler ne olursa olsun, öncelik sıralamasında görece daha geride kalmış olan uğraşlar hiçbir zaman değersizleşmez. Bütün bunlar doğru olmakla birlikte yine de, haydi alışkanlığımıza uyarak “son çözümlemede” diyelim, o ünlü sözü hiç unutmadan oradan türetilmiş soruyu hep gündemde tutmak gerekir: “Sosyalist toplumdan daha güzel bir sanat eseri olabilir mi?” Sosyalizm mücadelecilerinin olabilen en kalıcı biçimde kazanmak için her türlü çabayı, sabrı özeni göstermek zorunda oldukları aydınlardan bekledikleri ve hiçbir biçimde ödün vermeyecekleri bağlılık bu olacaktır.
O halde, bu bağlılığın göstergeleri nelerdir Sosyalizm mücadelecileri açısından onların örgütü açısından bu göstergelerin neler olacağının kabul edilebilir bir açıklıkla belirlenmesi hem yeterince etkin olabilmek hem de hata yapma olasılığını en aza indirmek bakımından önem taşır. Burada söz konusu göstergeler üzerinde biraz kafa yorma kafa yormanın ötesinde bazılarını formüle etme denemesi yapmakta sakınca yok.
Bağlanma: Başlangıç ve hedef
Biraz paradoksal görünse de böyle denilebilir: Bağlanma ilk bakışta bir başlangıçtır ya da bir araç; bağlanma ile ulaşılmak istenen amaca doğru adılmış bir ilk adım bir önkoşul. Ancak bunun herhangi bir başlangıç adımı ile karşılanamayacak tamamlanamayacak bir hemen ulaşılmazlığı derinliği kalıcılığı ima yahut işaret ettiği de akılda tutulmalıdır. Bu açıdan bakıldığında bir süre çaba gösterildikten bazı sınavları ya da aşamaları geçtikten belirli bir sınanmışlığı geride bıraktıktan sonra ulaşılabilecek bir tür kendinde amaçtan söz edilmekte olduğu ileri sürülebilir.
Geçen yüzyıl bu bağlanma denilegelen sorunla ilgili pek çok tartışmaya sahne olmuştur. Yüzyılın bütün has aydınları bunu gündeme getirmişler ve sonunda şu ya da bu biçim ve kesinlikte bağlanmışlar bizim büyüklerimizi hatırlayarak “frenkçe”siyle söylersek angaje olmuşlardır. Bu süreçte ve sonucunda geçen yüzyılın tartışılmaz belirleyeni durumundaki sosyalizm mücadelesinin ve sosyalizmin kitaplardan çıkıp yere basmasının zaman zaman bir içsellik öyle olmadığında da en azından hep kendini duyuran bir dışsal etken durumunda olduğunu rahatlıkla dile getirebiliriz. Ancak burada kimileyin ilerletici kimileyin de içinden çıkılmaz görünen bunalımlar yaratıcı bir etken olarak şöyle bir gerilim de hiç yok olmamıştır: Ütopyalar yaratmak ve onların peşinden koşmak aydın olmanın bir gereğidir. Benim sevmediğim deyişle “reel sosyalizm”in düşlerde yaratılmış ütopyaları, güzel Türkçesiyle yokülkeleri yeryüzüne indirmesi, aydınlar için, bu ölçüde somutlaşmış bir bağlanmayı güçleştirmiştir; çünkü her ütopya yeryüzüne ayak bastığında şöyle de söylenebilir, yokülke yaşanmakta olan ülkeye dönüştüğünde büyü gerçeğe, dokunulmamış güzellik kullanıma sokulmuş güzelliğe dönüşür. Oysa örnek olsun Mona Lisa’da Leonardo’nun yarattığı gülümsemeyi, herhangi bir gerçek kadın yüzünde bulmak mümkün değildir.
Bunun aydının kişiliği, kimliği, olmazsa olmaz özelliği ile ilgisini, çok fazla didaktik olma suçlamasına aldırmadan şöyle açıklayabiliriz: Has aydın “insanlık” için bir kurtuluş tasarımı peşindedir; asıl önemli olan tasarımın gerçekleşmesi değil, kurgulanması ve uğrunda mücadele edilmesidir. Bu son anlamıyla asıl önemli olanın uğrunda mücadele edilen değil mücadelenin kendisi olması anlamında aydın ile “revizyonist” çok da büyük bir uzaklık yoktur.
Bu söylenenlerden sonra aydının “bağlanma”sının göstergelerini formüle etmek biraz daha güçleşiyor. Bununla birlikte bazı ipuçlarını böyle derken yukarıda yazılan “kabul edilebilir açıklık”tan ipuçlarına gerilediğimin farkındayım, ortaya koymak da o kadar güç sayılmaz. Bir kez bağlanmanın her durumda başat konumda olması esastır; vazgeçilmez hususlardan biridir. Başka ve daha açık anlatımıyla, her temelli konumlanışın ya da tavır alışın belirleyicisi o bağlılık olmalıdır. Buraya kadarı yeterince açık görünüyor. Yine de rahatsız edici bir belirsizlik var. O da bağlılığın ya da bağlanmanın kendisiyle ilgili: Kime neye bağlılıktan söz edilmektedir ve bağlılık nereye kadar olacaktır?
İlk sorunun yanıtı şudur: Hayatını sürdürmek için, gerekli araçlardan yoksun bırakılmışlara bağlılıktır söz konusu olan. Marx’ın Kapital’in binlerce satırı arasında ilerlemeye çalışan, okuyucuyu çarpan bir dipnotundaki Shakespeare göndermesini hatırlayacak olursak
“sayesinde yaşadığım araçları elimden alırsanız
hayatımı almış olursunuz”
diyenlerin yanında olmaktan, onlara bağlanmış olmaktan söz edilmektedir.
İkinci sorunun yanıtı ise şu olmalıdır: Biraz “feodal” olmaya, öyle bir ahlaktan esinlenmeye aldırış edilmeden söylenecek olursa, sonuna kadar bağlılıktır söz konusu olan. Haydi biraz daha çağdaşlaştırarak söyleyelim: Her ciddi sarsıntıda, tehditte, sallanmada yıkılabilir olmanın çok ötesinde dayanıklılığa sahip bir bağlanmadan söz edilmektedir burada. Üstelik önceki cümlede kullanılmış “sarsıntı tehdit sallanma” türünden sözcüklerle anlatılmak istenen sadece maddi güç ya da zor ile ilgili değil, daha çok düşünsel alanla ilgilidir. Şunu anlatmak istiyorum: Has aydın açısından asıl direnilmesi gereken tehdit kaba güçle ortaya konanı değil, düşünce sisteminin açıklayıcı gücüne inancının ve inadının dayanıklılığına yönelmiş olanıdır. Aydın hiçbir ağır saldırı karşısında dünya görüşünün açıklayıcılığına ve ondan güç alan inadına toz kondurmayan, ama her ikisinin de geliştirilmeye muhtaç olmaktan hiç kurtulamayacağını düşünen insandır. Birkaç kez kullanmak durumunda kaldığım “açıklayıcılık” sözcüğünün de muradımı eksik anlattığının farkındayım. O yüzden biraz daha uzatmak gerekiyor. Bir: Başkalarından önce kendisi için açıklayıcılık arayışı gündemdedir burada; dolayısıyla özünü anlayıp kavrama eski deyişle “künhüne varma” söz konusudur. İki: Bir de bununla bağlantılı bir ayrıntıya girilecek olursa Marx’ın pek ünlü on birinci tezinin solcu aydınlar tarafından sık sık kolaya kaçmanın dayanağı olarak kullanıldığı öne sürülmelidir.
Varsın, “ne kadar bağışlanmaz bir kabalaştırma” yahut “ne büyük indirgemecilik” densin, bunca zor anlaşılır satırdan sonra apaçık güncel gerçekliğe dönebiliriz: Örnek olsun, zavallı bir halkın sırtından dünyanın tepesine binmeye uğraşan bir azgınlığa herhangi bir gerekçeyle, sözgelimi “ama Saddam da bir diktatör” söylemiyle bir parça haklılık payı üleştirilebiliyorsa, bunun hiçbir özürü olamaz. Bunu yapanların aydın olmakla bir ilgileri bulunabilir mi? Aynı yargıyı insanı çıldırtan bir nesnellik ve yansızlık tavrıyla da dile getirebiliriz: Bağlanma hakkını böylesine kaba bir biçimde çıplak zorbalıktan yana kullananların, toplumsal olarak o zümrenin içinde yer alsalar da aydın olduklarını ileri sürmek tutarlılıkla bağdaşmaz.
Yaratıcı entelektüel çalışmanın nesnel temeli
Bununla birlikte az önce aydınların ve onların bir alt kümesi sayılabileceklerine göre bu kez ayrıca belirtelim sanatçıların uğraşlarında önceden belirlediğimiz önceliklerin her zaman geçerli olmayabileceğine değinmiştik. Bu kabul onların çalışmalarına özgü birtakım hesaplanamayan, öngörülemeyen, sürprizlere kapalı tutulamamış yanların bulunabileceğinin de anlatımıdır. Dolayısıyla, yukarıda üzerinde kafa yorarak bir ölçüde belirlemeye çalıştığımız göstergelerin ya da değerlendirme ölçütlerinin belirlenmesi sırasında olduğu kadar, o sırada öyle yapılamamış bile olsa belirlenmiş ölçütlerin kullanımında belirgin bir esneklik, başka türlü anlatılırsa yorumlanmaya açıklık bulunmalıdır. Bunun, adı geçen insanların işlerinin doğasından gelen sonucun önceden kestirilmezliği özelliğinin yarattığı bir zorunluluk olduğu söylenebilir. Gerçekten de burada sözünü ettiğimiz toplumsal hayatın üretimi ve yeniden üretimi için gerekli emeğin bir parçası olan ama onun gelişmesinin bir sonucu olarak mümkün olabilmiş ve aynı zamanda ondan görece bağımsızlaşmış boş ya da aylak zamanı kullanabilen toplum bireylerinin yaratıcı çalışmasıdır. Buradaki emeğin yaratıcılığı, büyük ölçüde sonuçlarının bütün boyutlarıyla önceden kestirilemez oluşundan gelir. Denilebilir ki, insan toplumları üyelerinin bir bölümünün toplumsal işbölümünde, belirli roller üstlenerek, yenilikler yaratabildikleri bir boş zamanı kullanmasını mümkün kılabilecek artık ürünü ortaya koyamamış olsaydı, insanın bütün hayatı bir öncekinden neredeyse mutlak anlamda farksız günlerin yaşanıp durmasından ibaret olurdu.
O halde toplumsal olarak hem o boş zamanın kullanımına ilişkin bir söz söyleme hakkı bulunmalı, hem de bu hak o zamanda gerçekleştirilen emeğin kendine özgü yanlarını hesaba katmalıdır. İlkinin eksikliği ne ahlaki ne de insan toplumlarının yönetimi anlamında siyasi açıdan kabul edilebilirdir. İkincinin eksikliği ise toplumsal gelişmenin nesnel bir sonucu olan boş zamanın doğasına aykırıdır. Ancak her iki eksikliğin de hiçbir zaman mutlak anlamda var olamayacağı eklenmelidir. Başka bir anlatımla, toplumsal hayat, bu eksikliklerin çatışması ve ondan doğan gerilimlerle birlikte var olur; o, çatışmaların bir ürünü olarak ilerlemesini gerçekleştirir.
Siyaset diline bir çeviri
Bu söylenenleri, bir de deyiş yerindeyse, siyasetin ve siyasi mücadelenin daha bildik diline çevirmeye çalışmakta yarar var.
Devrimci siyasi mücadelenin önkoşulları ve kuralları, iyice belirlenmiş bir örgütlülüğü gerektirdiği herhalde pek az tartışmaya açık bir doğrudur. Bu belirlilik, hem örgütün kendisi hem de seslendiği ve harekete geçirmeyi hedeflediği kitleler için şaşırtıcılıklara yer bırakmaz; ne kadar az şaşırtıcı tavır tepki açıklama olursa, belirlilik o kadar kendini ortaya koyar. Böyle olması gerekir; çünkü belli bir hedefe doğru hareketlenmiş kitleler için şaşırma durumu, ölümcül olabilecek güvensizliklerin kaynağıdır. Siyasi örgüt hem kendi yapısını, hem de kitleleri böylesi durumlardan olabildiğince uzak tutmaya çalışmak zorundadır.
Oysa öte yanda, doğası gereği şaşırtıcılıklara açık, hatta herhangi bir şaşırtıcılık ortaya koyamadığında gerçeklik kazanamayan bir alan vardır. Aydınlar tümüyle değil ama sürükleyicilik gösterebilen bölümüyle o alanın insanlarıdır.
Bu gerilim nasıl çözülür, bu sözcük pek uygun görünmüyorsa nasıl kendini var eder?
Olsa olsa birkaç biçimde… O biçimleri anlaşılmasını kolaylaştırabilmek bakımından biraz abartarak şöyle anlatabiliriz; hayatın içinde bu anlatılanlardan genellikle daha karmaşık gerçekleşmeler ortaya çıkar:
(a) Siyasi mücadele ve örgüt ile öteki alan entelektüel yaratıcılık alanı birbirlerine karşı fazla mesafeli ve güvensiz davranabilir. Bu her iki taraf için de güdüklük, kısırlık, verimsizlik türünden sonuçlar doğurmaya yatkın bir varolma biçimidir.
(b) Örgüt ve mücadele tarafı kendi duyarlılıklarını koruyup, sahiplenmekle birlikte öteki alanın şaşırtıcı bulgularına karşı ilgili ve alıcı bir tutum içinde bulunur. İkinci alan ise ilkindeki gelişme ve ihtiyaçları kavrayabilme yetisini şu ya da bu ölçüde geliştirmiştir ya da geliştirme çabası içindedir.
(c) Örgüt ve mücadele içinde de entelektüel yaratıcılık alanına özgü denebilecek çalışmaların yürütülebilmesi imkânları açık tutulmakta ve kullanılmaktadır. Aydınlar ise, en azından küçümsenmeyecek bir nicelikte, doğrudan siyasi örgüt ve mücadele içinde yer almaktadırlar.
(d) Her iki alan arasındaki geçişkenlik ayrı alanlardan söz etmeyi güçleştirecek kadar artmış ve sınırlar oldukça belirsizleşmiştir. Böyle bir durumun örgüt ve mücadelenin gelişmesini sınırlama ve yavaşlatma ikinci alandaki yaratıcılığı ise ilk bakışta sanılabilecek olanın tersine pek artırmama, hatta önemli ölçüde azaltma olasılığı yüksektir.
Geçmeden pek yavan bir didaktizme düşme suçlamasını bir kez daha göze alarak, şunu da ekleyebiliriz: Herhalde ortadaki olasılıkların b ile c’nin “tercihe değer” olduğu açıktır; eğer bir tercihten söz edilebilirse…
Övgünün en büyüğü
“Benzetmede hata olmaması gerekir” değil “hata aranmaz hata aramaya gerek yoktur” anlamını taşıdığına güvenerek “Teşbihte hata olmaz” sözünü de arkamıza alıp bir iki benzetme ile bitirebiliriz.
Anti-Dühring, sosyalist düşüncenin kurucu çalışmalarından dolayısıyla sosyalizm kitaplığının temel eserlerinden biridir. Sosyalizmden uzaklaşma, vazgeçme, dönme süreçlerinin önemli noktalarında gizlice ya da açık açık bu kitap unutulur ve unutturulmaya çalışılır. Bunun en son ve belki de en çarpıcı örneği ilk kez 1878’de yayımlanmış olan bu kitabın yayımının 110. yılında Sovyetler Birliği’nde Bilimler Akademisi’nin önde gelen iktisatçılarınca “çağdışı” ilan edilişidir. Ancak şu anda bunun üzerinde durmak gibi bir niyetim yok. Sözü şuraya getirmek istiyorum: Engels’in bu çalışmasının adından başlayarak bir polemik olduğu bilinir. Engels baştan sona kendi çağdaşı olan yazarlardan Eugen Dühring ile sert bir polemik üslubu içinde yazdığı bu kitabını şu çok ağır yargı ile bitirmiştir: “Artık, bazı anlaşılmaz bilimsel sapıklıklar ve böbürlenmeleri kişisel nedenlere indirgememize Bay Dühring hakkındaki genel notumuzu şu sözlerle özetlememize izin verilecektir: Megalomaniden gelme akli yetersizlik.” Ne kadar gerçeğin anlatımı da olsa, sonuç olarak bunların hoş sayılmayacak sözler olduğu ortada. Ancak aydınların kendileriyle kavgaya girişilmesini zorlayarak, zaman zaman böyle nahoşluklarla birlikte, son derece olumlu ve ilerletici ürünlerin ortaya çıkmasına yol açmak gibi dolaylı katkıları da olabiliyor.
Aslında sözün geldiği bu son noktayı, bir gerçeğe şaka yollu değinme diye anlamak daha doğru olacak. Yoksa, yaptığımız göndermenin aydınları günahkâr ve kısır sosyalistleri derslerini çalışmaya zorlamak için gönderilmiş terbiye ediciler olarak görmekten başka ne anlamı olabilirdi?
Şaka bir yana, ayrıntıya girilmeden, “megalomani” sözcüğünün genel sözlüklerde yazılı anlamı ile yetinildiğinde “bir kimsenin kendi bedensel cinsel toplumsal ve zihinsel yeteneklerine aşırı değer vermesi” türünden açıklamalarla karşılaşılıyor. Sosyalizm mücadelecileri hiçbir aydına böyle bir nitelemeyi kolay kolay yakıştırmazlar. Tersine onların sadece üretimde değil siyasal mücadelede de kullanmaları gereken aylak zamanın ürünlerinin değerini bilerek, hak edilmiş yeri ve övgüyü esirgemezler. Yeter ki, yaratıcı çalışma, ısrarla dışarıdan ve yukarıdan bakıp ahkâm kesmeye gittikçe de gerçek bir megalomaniye dönüşmesin.
Bir insana yöneltilebilecek en övücü nitelemelerden biri, “aydınca davranmak aydın olabilmek” ise bir aydın için dile getirilmesi mümkün en sevgi dolu dilek “sosyalizm için mücadele edebilme”, en övgülü değerlendirme de “sosyalizm mücadelesine katkısı büyüktür” olacaktır.