Avrupa Birleşik Devletleri kökleri Roma İmparatorluğu’na taşınabilecek kadar eski bir düş. Ancak miladı kapitalizmin modern devletinden başlatmak ve esin kaynakları olarak “kurucu babaların” oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri’ni ya da “federalizmin beşiği” Almanya’yı görmek daha doğru olur. 20. yüzyıl başında Lenin’in “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” yazmasını 1 zorunlu kılacak şekilde elbette emperyal heveslerin sonucu değil eksikli bir enternasyonalizm kurgusunun eseri olarak “Birleşik Avrupa” hayali solun da gündemine girdi.
Avrupa Birleşik Devletleri şeklinde olmasa da “birlik”in sahici bir proje olarak gündeme getirildiği dönem İkinci Dünya Savaşı’nın sonrası oldu. Fikir babası da Amerika Birleşik Devletleri’ydi. ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı bir kalkan oluşturma ihtiyacının ürünü olan “birlik”in çerçevesini çizen ilk anlaşma 1957 yılında imzalanan Roma Anlaşması oldu.
Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne giden yolda ekonomik ve siyasi düzenlemelerden oluşan binlerce sayfalık bir müktesebat üretildi. Birliğin çerçevesini kurumsal yapısını ve işleyiş kurallarını tarif etme çabası ise siyasi birlik konusunda gaza basıldıktan sonra arttı. Roma’dan sonra sırasıyla Maastricht Amsterdam Nice anlaşmaları Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısını ve işleyişini tarif etmeye çalışan anlaşmalardı.
Avrupa Birliği’nin tarihçesi ya da kurumsal yapısı ve işleyişine ilişkin bir betimlemeye girişerek okuru bir teknik ayrıntı havuzuna yuvarlamak istemiyorum. Bunların genel hatlarıyla bilindiğini ve “birlik” yolundaki gelişmelerin siyasi anlamına ilişkin olarak da bu sayıda yer alan diğer yazıların bir altyapı oluşturacağını düşünerek yaygın olarak “Avrupa Anayasası” olarak anılan ama bu yazıda “AB Anayasal Anlaşması” olarak anılması tercih edilecek olan yeni anlaşma taslağı üzerinde durmaya çalışacağım.
Başta Jürgen Habermas olmak üzere Avrupalı kimi “sivil toplumcu” aydınlar Avrupalılık kimliğini güçlendireceği ve daha demokratik ortak bir Avrupa’nın yaratılması doğrultusunda önemli bir adım olacağı düşüncesiyle ilk gündeme geldiğinden bu yana “AB Anayasası”nın ateşli savunucuları arasında yer alıyor. 2 Avrupa Birliği’nin Geleceği için Konvansiyon (bundan sonra AB Konvansiyonu olarak anılacak) elinde bir “Anayasal Anlaşma”ya dönüşse de “Anayasa” düşüncesi federalizmi savunanlar tarafından ve gerçek anlamda bir anayasa hazırlanması gerektiği öne sürülerek ortaya atıldı. Anayasa ihtiyacının nasıl ortaya çıktığı sorusunun yanıtını ise “Nasıl bir AB” tartışmalarında aramak gerekiyor.
“Nasıl bir AB?”
“Nasıl bir birlik” tartışmasının tarihçesi oldukça eskilere uzanıyor. Bu tartışmada AB içi çekişmelerin ürünü olarak düşünülmesi gereken iki ana kamp bulunuyor: Almanya orijinli ve AB’nin bir birleşik devlete dönüşmesi gerektiğini düşünen federalistler ve büyük ölçüde İngiltere’den beslenen daha gevşek bir hükümetler arası birliği savunan kesimler. İki ana kamp dedik çünkü ülkesine siyasi yaklaşımına ya da döneme göre “gevşek federasyoncular”dan “daha yakın bir hükümetler arası birlik” tasavvur edenlere kadar ara formül üretmiş olan pek çok kesim var. 3 Gevşek hükümetler arası birliği savunanları “Avrupa şüphecileri” olarak adlandırmayı tercih edenler de bulunuyor.
Bu iki ana eğilimin kökleri bütünleşme öncesine kadar uzanıyor. Ancak tartışma ve tarafların statik olduğu düşünülmemeli. 40 yılı aşkın süredir yürütülen tartışmanın ekseni de tarafları da bu uzun zaman diliminde değişen dünya dengeleri Avrupalı emperyalistlerin farklılaşan ihtiyaçları ve ulus-devletlerin değişen konumlanışları doğrultusunda değişiyor. Akademik alanda geniş bir külliyata ulaşan tartışmanın siyasi uzanımlarını Avrupa Parlamentosu AB Komisyonu gibi AB kurumlarında görmek mümkün. “Avrupa Anayasası”nı hazırlamak için bir buçuk yıldır çalışan 105 üyeli Avrupa Konvansiyonu da bu kadim tartışmanın tüm bileşenlerinin yoğun bir itiş kakışına sahne oldu.
Federalizm düşüncesinin en güçlü olduğu dönem tahmin edileceği gibi sosyalist sistemin çözülüşünü izleyen yıllar oldu. 1992 ve 1993 yıllarında kabul edilen Amsterdam ve Maastricht anlaşmaları federalizm vurgusunun en güçlü yapıldığı Avrupalı emperyalistlerin birliğin mevcut yapısıyla daha ileri bir entegrasyon hedefini önüne koyduğu belgeler oldu. Emperyalist sistemin frenlerindeki boşalma kağıt üstünde de olsa Almanya’nın alıp başını gitmesine yol açtı. Her ne kadar siyasi birlik yolunda en kurumsal adımlar bu anlaşmalarla birlikte 1990’lı yıllarda atıldıysa da “daha ileri bir entegrasyon” ya da “federalizm” yine de kağıt üzerinde kaldı. Çünkü ‘90’ların sonunda ABD emperyalizminin de desteğiyle çok hızlı bir “genişleme” gündeme geldi ve “federalizm” savunusu kaçınılmaz olarak gevşeme eğilimine girdi.
Federalizmi ya da birleşik devleti savunanlar dış politika ve güvenlik politikasında tam yetkili seçimle işbaşına gelen tek bir merkezi hükümeti gerekli görüyorlar. Tabii ki tek bir para birimi tek bir ulusal savunma gücü yazılı bir anayasa ile yani “devlet olma”nın diğer gerekleriyle birlikte… “Federal” nitelemesini ise bunlarla beraber ulusal ve yerel iki ayrı yasal sistem iki bürokratik sistem ve iki vergi sistemi öngörmelerinden alıyorlar.
Aşağıda açmak üzere şimdiden söyleyelim: “AB Anayasal Anlaşması” daha ileri bir entegrasyon ya da federalizm yolunda atılmış yeni bir adım değil. Genişlemeyle birlikte ortaya çıkan düzenleme ihtiyaçlarını karşılayan yeni üye olacak ülkelere çaplarını aşacak yetkiler vermenin önüne geçmeyi amaçlayan AB’nin iç hiyerarşisini sağlama alan bir anlaşma söz konusu. Elbette “Avrupa vatandaşlığı” gibi temenni bölümleriyle kalbi “Avrupalılık kimliği”nden yana atanlara çiçek atmayı da ihmal etmeden…
İkinci ana eğilim olan hükümetler arası bir birlik tasavvuruna sahip olanlar Avrupa Birliği’nin tüm kurumsal yapısının hükümetler arası organlara dayanması gerektiğini hükümetler üstü bir başka yapı kurgulanmaması gerektiğini düşünüyorlar. Ulus-devletlerin güçlerini koruduğu AB kurumlarıyla kimi yetkilerini paylaşsalar da bu yetkilerin kullanımını yapının hükümetler arası nitelik taşımasından ötürü denetleyebildikleri bir sistem.
Anayasal Anlaşma ile çizilen çerçevenin hükümetler arası birlik tasavvuruna daha yakın olduğunu saptamak gerekiyor. Hükümetler arası birliğin en önemli savunucusunun İngiltere olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Buradan hızlıca İngiltere-ABD bağlantısına birlik projesinin gerçek sahibine uzanmayı da unutmayalım. Tabii “Anayasa” adı verilen ve federalizm yanlılarının gözünü-kulağını okşayan taslak üzerine Konvansiyon’da en hararetli tartışmaların yaşandığı günlerde ABD’nin “Ortak Avrupa”nın sınırlarını yanına İngiltere ve İspanya’yı alarak kuyruğuna da yeni üye ülkeler de dahil kabarık bir listeyi takarak nasıl gösterdiğini de hatırlayalım…
Anayasal Anlaşma neler getiriyor?
AB Konvansiyonu 2001 yılında yapılan Laeken Zirvesi’nde alınan kararlara uygun olarak Şubat 2002’de çalışmaya başladı. Başlangıçta “genişlemekte olan geleceğin Avrupa’sıyla ilgili özgürlük güvenlik ve adalet alanı oluşturulması ulusal parlamentoların AB’nin kurumsal yapısındaki rolü AB’nin dış ilişkileri savunması ekonomik yönetim karar alma mekanizmaları kurumlar arası işleyiş” gibi konuları çalışma grupları yoluyla irdelemek amaçlanıyordu. Ancak Ekim 2002’de bu çalışmaların hedefinin bir “Anayasal Anlaşma” taslağı hazırlamak olduğu açıklandı. 1957 yılından beri yapılmış olan tüm anlaşmaların yerine geçecek “geleceğin Avrupası’nın temel kurallarını işleyişini” ortaya koyan bir Anayasal Anlaşma’nın hazırlıklarına girişildi.
Yaklaşık bir buçuk yıllık bir çalışmanın ardından Yunanistan’ın Selanik kentinde yapılacak olan AB Zirvesi’ne sunulmak üzere hazırlanan taslak 13 Haziran’da AB Komisyonu’na sunuldu. Üzerinde uzlaşma sağlanamayan birçok konu bulunuyor. Ancak AB Zirvesi’ne yetiştirebilmek amacıyla tartışmalı konular çözüme kavuşturulmadan Temmuz ayında Avrupa Konvansiyonu toplantılarında yeniden ele alınmak üzere bırakıldı. Selanik’te Avrupa Birliği liderlerine sunulacak olan taslak metin iki bölümden oluşuyor. Taslağın üçüncü ve dördüncü bölümleriyle ilgili çalışmalara bu yıl içinde devam edilecek. Gelişmiş ve genişletilmiş haliyle taslak Ekim ayında İtalya’da yapılacak Hükümetlerarası Konferans’ta yeniden görüşülecek. Anlaşmanın 1 Mayıs 2004’te yeni üyelerin katılım toplantısında imzalanması hedefleniyor.
AB Anayasal Anlaşması’nın içerdiği yeniliklere kabaca göz atmak geçtiğimiz bir buçuk yıl boyunca yürütülen birtakım tartışmaların daha ileri bir entegrasyonu hedefleyenlerin aleyhine sonuçlandığını da göstermesi açısından önemli.
Bir parantez açıp taslakta “federalizm” avına çıkıldığını belirtmek istiyorum. “Anayasa” olarak adlandırılan metnin ilk halinde federalizm sözcüğü kullanılırken İngiltere’nin itirazları sonucunda taslak bu sözcükten arındırıldı.
Konvansiyon’un en çok tartıştığı meselelerden biri isimdi. “Avrupa Birleşik Devletleri” başta olmak üzere federal bir devlete işaret eden yeni bir isim arayışı söz konusuydu. Ancak anlaşmanın girişinde “Avrupa Devletlerinin ortak bir gelecek kurma” temennisi dışında “yeni bir devlet” ne ismi ne de cismiyle taslağın herhangi bir yerinde anılmıyor.
İkinci önemli tartışma federal devlet tartışmasına bağlı olarak tasarlanan devlet başkanlığı müessesesiydi. Avrupa halkları tarafından seçilen bir devlet başkanı tahayyülü yerini mevcut dönem başkanlığı sisteminin yeni bir biçimine AB Konseyi’ni oluşturan ülkelerin devlet ve hükümet başkanları tarafından seçilen bir AB Konseyi Başkanlığı’na bırakmış durumda. Görünüşte de olsa birleşik devlet doğrultusunda atılmış bir adımdan ziyade 25 üyeli AB’de dönem başkanlığı sistematiğinin yaratacağı sorunları ortadan kaldırmak için atılan bir adım bu. Yeni üyelerle birlikte altı ayda bir başkanlığın el değiştirmesi ve pek de “ehil” olmayan ellerde kalması sakıncalı bulunuyordu.
Yeni başkan 2.5 yıl süreyle görev yapacak ve AB’nin ağır topları tarafından belirlenmesi mümkün olacak. Bu yeni üyelerde ve zayıf üyelerde sıkıntı yaratmış durumda.
Ülkelerden yaklaşık yarısı devam etmekte olan rotasyon usulünü 6 aylık dönem başkanlığı sistemini savunduğu için bu sistemin 2009 yılına kadar devam etmesine daha sonra 2.5 yıllığına görev alacak tek bir AB Başkanı sistemine geçilmesine karar verildi.
Bir başka yenilik de AB Komisyonu üyelerinin sayısının 15’e indirilmesi. Bunun gerekçesi de Komisyon’un 25 üyeyle verimli bir çalışma yürütemeyeceği. Anayasal Anlaşma’ya göre 15 komisyon üyeliği 25 üye ülke arasında dönüşümlü olacak. Öneriyi savunanlar güçlü üyeler. Aleyhinde tavır alanlar ise her ülkeye bir komisyon üyeliği isteyen daha zayıf AB üyeleri.
AB’nin bir “dışişleri bakanı”na sahip olması hayli tartışma yaratan başlıklar arasındaydı. Üyelerin çoğunluğu bunu desteklerken İngiltere İsveç ve Danimarka “AB dışişleri bakanının doğrudan hükümetlere hesap vermesi gerektiği” görüşünde. Yani AB Komisyonu’nun dışında bir denetim mekanizması ve “bakan”ın siyasi iktidarlara karşı siyasi sorumluluk taşımasını istiyorlar.
AB içinde kararların alınma sürecinde ne tür bir sistemin kullanılacağı da uzun süredir üye ülkelerin gündemini meşgul eden ve en yoğun tartışmalara yol açan konuydu. Anayasal Anlaşma Taslağı daha fazla kararın “çoğunluk sistemi” ile oylanmasını öngörüyor. Bunun gerekçesi de geçmişte veto hakkının çok yaygın olarak kullanılmasının AB’nin sağlıklı çalışmasını ve karar almasını engellemiş olması. Bu konuda en büyük itirazı “veto hakkı”nın korunmasında ısrarcı olan İngiltere yapıyor. Özellikle dış politika ve savunma konularında İngiltere “veto” hakkının saklı kalmasından yana tavır alıyor.
Ortak Dış Güvenlik Politikası’nın oylama yöntemi konusunda anlaşmaya varılamadı. Bu konu Temmuz ayındaki görüşmelere kaldı.
Tabii tüm bunlar Selanik’te yapılacak AB Zirvesi’nde ve Ekim’deki Hükümetlerarası Konferans’ta yeniden tartışılacak. Konvansiyon’un sunduğu metin adı üstünde bir taslak. Muhtemelen bu iki toplantıda büyük ülkelerin istekleri doğrultusunda kimi tadilatlar yapılacak.
“Anayasa” nitelemesini hak eden bir metnin asgari bir vatandaş tanımına elbette geniş bir temel haklar ve ödevler tarifiyle birlikte sahip olması beklenir. Oysa Anayasal Anlaşma’da vatandaşlık konusunda temenni düzeyinde kalan kimi maddeleri bir yana bırakırsak esas olarak AB kurumları kurumların işleyişi yetkileri tanımlanmış bulunuyor.
AB Konseyi Başkanlığı için Tony Blair’in adı geçiyor. “Anayasa” adı verilip birleşik devlet yolunda önemli bir adım olarak görülen metin bir fiyaskoya dönüştü. Ortak savunma dış politika güvenlik gibi başlıklarda İngiltere’nin ısrarıyla “veto” hakkı korunacak gibi görünüyor. Tüm bunlardan yola çıkarak Almanya-Fransa ikilisinin etkisinin azaldığını söylemek abartılı olur. Yukarıda da belirtildiği gibi daha ileri bir entegrasyon düşüncesinin çöpe atıldığı tarih genişleme kararının alındığı tarihtir. Genişleme kararının arkasında da Almanya-Fransa ikilisine karşı İngiltere’yi değil Avrupa’yı yeniden düzenlemeye girişmiş NATO’dan AB’ye tüm araçlara ilişkin kapsamlı bir yenilenme ihtiyacı tarif etmiş ABD emperyalizmini görmek daha doğru olur. Avrupalı emperyalistler NATO’nun genişlemesine onay verirken AB’nin genişlemesine ve misyonunun değişmesine de onay verdiklerini biliyorlardı.
Tüm bunlar AB’nin kurumsal yapısı ve işleyişine ilişkin tartışmaların aynı zamanda Avrupalı emperyalistler arasındaki çıkar çatışmalarıyla da yakından ilgili olduğu gerçeğinin üstünü örtmemeli. İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw Anayasal Anlaşma konusundaki düşüncelerini “İngiltere’de duyduğum bazı eleştirilere karşın ortak Anayasa’nın yürürlüğe girmesiyle ne biz ne de Avrupa’daki diğer ülkeler ulusal kimliklerini kaybedecek. Zorunlu olarak Brüksel’in yönetimine girmemiz de söz konusu değil. Gerçek aslında bambaşka: Büyük efektif ve şeffaf bir Avrupa Birliği için atılan bir adım bu” sözleriyle özetliyor. Straw’un “büyük efektif ve şeffaf bir Avrupa Birliği” tarifinin öncelikle kendi sermayedarlarının AB tahayyülünü yansıttığına şüphe yok.
Avrupa’nın “dini”
Anayasal Anlaşma tartışmaları sırasında en dikkat çekici başlıklardan biri de “Avrupa’nın dini” oldu. Konvansiyon toplantıları sırasında hıristiyan demokratlar anlaşma metnine “Hıristiyanlığın Avrupa’nın değerlerinden biri olduğu” maddesinin eklenmesini istediler. Bu konuda Vatikan da yoğun baskıda bulundu. Fransa’nın laiklik konusundaki ısrarı hiçbir dine atıfta bulunulmamasını sağlamış olsa da Almanya başta olmak üzere bir dizi ülke Vatikan’ı destekler bir tutum sergiledi. AB gericiliğine ABD’den de destek geldi. Newsweek dergisinin editörü Kenneth L. Woodward The New York Times’da yayımlanan yazısında “Batı kültürünün hıristiyan temellerini yok saymanın ahlaki ve entelektüel açıdan sahtekarca olacağını” öne sürdü. Woodward’a göre anayasada “tanrı” ve “hıristiyanlık” kavramlarına atıfta bulunulması gerekiyordu. 4
Sınıflar mücadelesinden bağımsız soyut bir “Avrupa kazanımları” tanımı yapan sınıfsal karakterden azade bir Avrupalılık tarif etmeye çalışan sivil toplumcuların bu gerici hezeyan sırasında ne yaptıklarını ya da ne yazdıklarını ise bilemiyorum. Ancak bu tartışmanın 18. ve 19. yüzyılın sınıflar mücadelesinin kazanımlarını Avrupalı emperyalistlere hediye etmeye kalkışan bir tuhaf solculuk açısından öğretici olmasını diliyorum.
Bayrak, marş, anayasa…
Avrupa Birliği’nin bir bayrağı bir marşı vardı “anayasa” adı verilen bir belgesi de olmak üzere. Para birliğine dahil olma niyeti bulunmayan İngiltere’yi de şimdilik bir kenara bırakalım. Tüm bunlardan Avrupalı emperyalistlerin ulus-devlet formundan vazgeçtiği ve birleşik devlet olma yolunda bir süreç içine girildiği sonucu çıkar mı
AB bütçesinin üye ülkelerin toplam ulusal gelirine olan oranı için belirlenen tavan seviye yüzde 1.27. Anayasal Anlaşma bu konuda herhangi bir yenilik öngörmüyor. Yine ulus-devletlerle paylaşılmayacak sadece AB’ye ait olacak yetkiler neler diye bakıldığında dış ticaret politikası para politikası ve canlı deniz kaynaklarından ibaret bir alan söz konusu.
Sadece bu verilerle bile yukarıda soruya hayır yanıtını vermek mümkün.
Ya da isterseniz soruyu değiştirelim. Birleşik devlet isteyen var mı?
Birleşik devletin en ateşli savunucusunun Almanya olması gerekiyor. Tartışmaların seyrine bakıldığında Almanya’yı “birleşik devlet”ten çok AB içindeki gücünü korumanın ilgilendirdiği görülüyor.
Avrupalı emperyalistler daha büyük bir pazara ulaşmak ve rekabet güçlerini artırmak başta olmak üzere sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir dizi nedenle çeşitli aşamalardan geçen bu sermaye birliği projesinin öznesi olmuş durumda. Ancak kapitalizmin belirleyiciliğini bir kenara bırakıp neredeyse tamamen “fiktif” bir yeni devletin projesini olabilir bulmak devlet tanımını üretim tarzından hareketle mevcut üretim ilişkilerinin gerektirdiği üstyapı kurumlarıyla değil bir “liste” üzerinden yapmak çok açık ki marksistlerin işi değil. Sermaye akışı ve tekeller arası evlilikler hız kazansa da ne Avrupa’da ne ABD’de ne de Japonya’da sermayenin ulusal aidiyeti aşınmıyor. Aksine büyüyen tekellerin “ulus-devletlere” olan ihtiyaçları artıyor. AB tekellere hizmet edecek ek bir araç olarak kullanılıyor. Daha ileri biçimler de bu ihtiyaç doğrultusunda tartışılıyor. Emperyalist sistemin zorlamasıyla ayrı devletçikler haline getirilen onlarca eski sosyalist ülke bir parlamento bir ulusal marş bir bayrak ile devlet olmanın ne kadar mümkün olduğunu sordurtuyor bugün. Avrupa Birliği’ni de geri dönülmez kaçınılmaz olarak daha ileri bir entegrasyonun peşinden giderek eninde sonunda ortak bir devlete ulaşacak bir siyasi proje olarak görmenin hem teorik hem de siyasi sakıncaları bulunuyor.
Teorik sakıncasını yukarıda ifade etmiş olduk. Kapitalist işleyişten altyapı-üstyapı ilişkisinden kopartıp “şirket evliliği” olarak adlandırılan sermayelerin birleşme süreçleri gibi bir “devletlerin evliliği” süreci tarif etmek mümkün değil.
Avrupa’daki sermaye birliğinin öyle istiyorlar diye kaçınılmaz olarak ortak bir devlete evrileceğini kabul etmenin siyasi sakıncası ise açık. Sınıflar mücadelesi önünde çok güçlü bir bariyerin oluşması anlamına gelecektir bu. Sermayenin Avrupası’nın bir vadede “emeğin Avrupası”na dönüşeceği türünden düşler görmüyorsanız sol bir öznenin teorik temelleri son derece tartışmalı böyle bir ön kabulle hareket etmesi son derece sağlıksız olur.
Avrupa partileri
Anayasal Anlaşma’nın gündeme getirdiği ve özellikle solu yakından ilgilendiren konulardan biri de Avrupa partileri. Avrupa halkları tarafından seçilecek bir “başkan” tasavvuruyla birlikte gündeme getirilen ama başkanlık müessesesi hükümetler arası bir çözüme kavuşturulmasına rağmen Avrupa Parlamentosu bacağı üzerinden korunan bu proje AB çapında örgütlenmiş siyasi partiler öngörüyor. Avrupa Sosyal Forumu gibi oluşumlar içinde yer alan çevreleri heyecanlandıran bu projenin komünistler tarafından nasıl ele alınması gerektiğini Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka Papariga gayet güzel ifade etmiş:
“Avrupa partilerinin oluşturulması düşüncesi demokratik çoğulculuk görüntüsü için gündeme getirilen bir projedir. Bu girişimin asıl amacı ulusal çapta verilecek mücadelelerin önemsizleştirilmesidir. Sermaye etkisi altında olan ve Parlamento’da etkileri kısıtlanan böylelikle işbirlikçi partiler haline getirilen oluşumlara karşı bugün ulusal mücadeleleri temel alan bir biçimde enternasyonal yapıların güçlendirilmesi ve Avrupa çapında muhalefetin tekellere ve emperyalizme karşı sosyalist güçler birliği şeklinde kurulması gereklidir. Ulusal mücadelelerin ise Avrupa Birliği’nde iyice derinleşecek olan kapitalist çelişkileri kullanarak sosyalizm mücadelelerini ilerletmeleri zorunludur.” 5
Solun pazar genişletme uğruna bile olsa onlarca yıldır ulus-devlet yetkilerinden verecekleri en küçük tavizler üzerine tartışmalar yürüten yetki devrinin sınırlarını belirlemek üzere inanılmaz karmaşık mekanizmalar kurup işletmeye çalışan sermaye temsilcilerini bir yana bırakıp ulusal ölçeğin önemsizleştiğini saptayıp mücadeleyi ulusal ölçek dışına taşımasında inanılmaz bir apolitizm bulunuyor.
Ortak kimlik mümkün mü?
Bir anayasa hazırlanması karşısında heyecan duyan kimi aydınlar Avrupa tarihinin demokrasi insan hakları sosyal haklar gibi başlıklardaki ileri değerlerine yaslanan ortak bir Avrupalılık kimliğinin güç kazanacağı ve bu kimlik üzerinde “ileri” bir ortak Avrupa’nın yaratılabileceğine inanıyor. Yukarıda din başlığında değinmiş olduk ortak payda olarak “Avrupa” alındığında “ileri değerler”in yanı sıra bir de gericilik tarihi üretmek mümkün. 10 yılı aşkın süredir kendini işçi sınıfının kazanımlarını yok etmiş Avrupa Birliği projesini de bu doğrultuda seferber etmiş bir düzenin “ilerici” uçlar vereceğini düşünmek için ya saf ya da liberal olmak gerektiği açık.
Sınıfsal temeli olmayan bir ortak kimlik tanımı yapmaya çalışanların dönüp Yugoslavya’ya bakması gerekiyor. Ortak bir tarih ve değerler manzumesi yaratmaya çalışmadan sosyalist kuruluş sürecinin ortaklaştırdığı halkların Avrupalı emperyalistlerin de katkısıyla daha geri kimliklere nasıl çekildiğini görmek için özel bir donanım gerekmiyor.
Avrupalı emekçilerin geçmiş kazanımlarına sahip çıkmalarının yolu Avrupa Birliği projesine ve kapitalizme karşı ortak mücadeleden geçmektedir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Lenin’in Ağustos 1915’te yazdığı makalesini “Avrupa Birleşik Devletleri sloganının imkansızlığı üzerine” şeklinde özetlemek yanlış olmaz. İlgilenenler için bkz. V.İ. LENİN, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine”, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yay., İkinci Baskı, Ankara, Mayıs 1990, s. 236-240.
- Jürgen Habermas, “Why Europe Needs A Constitution?”, New Left Review 11, Sep-Oct 2001, s. 5-26.
- “Nasıl bir AB?” tasavvuru konusunda üretilen yaklaşımlarla ilgili olarak bkz. Armağan Emre ÇAKIR, “Avrupa Bütünleşmesinin Siyasal Kuramları”, Beta Yay., 1. Baskı, İstanbul, Eylül 2001. Ciddi bir dil problemiyle karşılaşacağınızı söylemeliyim. Tüm kavramları Türkçeleştirme çabası “kamutay”ın parlamento, “geçinge”nin bütçe olduğunu hatırlamaya çalışarak okumak zorunda bırakıyor insanı.
- www.nytimes.com
- YKP Genel Sekreteri Aleka Papariga’nın Eylem Selanik 2003 tarafından 15 Mayıs 2003’te düzenlenen “Avrupa’nın Geleceği” konulu toplantıda yaptığı konuşma. www.solidnet.org